30 Haziran 2009 Salı
Cennetin Anahtarları
Isıları Farklı Üç Yaşlı Adam
Birinci yaşlı adam;
29 Haziran 2009 Pazartesi
Farkındaysan Isı Farkı Var
Üstündekileri çıkar.
Soğuk, çok soğuk.
Öyleyse üstüne biraz fazla giyin.
Nasıl mı? Mesela;
27 Haziran 2009 Cumartesi
Aynadaki Adam da Gitti
Her daim sevdiğim Michael Jackson şarkıları;
1 - Who is it?
2 - They don't really care about us.
3 - Leave me alone
4 - Man in the mirror
5 - Dangerous
6 - Superfly sister
7 - Give in to me
8 - Come together
9 - Little Susie
10 - Billie Jean
26 Haziran 2009 Cuma
Enginlere Daldım; Serindiler
Bir kaç sene önce sıcaklar hissedilmesi gerekenden de fazla kendini hissettirince bir kaç kafa dengi, Akdeniz'in tuzlu sularına gövdeyi yaydırma maksadı ile attık kendimizi yollara. Yola düşünce Mazhar - Fuat - Özkan'ın üzerine yol arkadaşı tanımam. "Yaz tatili, paranın katili"ni de dinlerim "Agannaga rüşvet"i de, hiç farketmez. Onlar tatilimin fonununda tatlı tatlı tıngırdatsınlar yeter.
Sıcakta yola düşünce rotayı kader belirliyor öyle fazla plan proje yok. Türkiye'dekinden daha ucuza bir imkan yakalayıp attık kendimizi yavru vatanın kollarına. Aylardan Temmuz olduğu dikkate alınırsa - Kıbrıs'ın harareti buradan kuvvetli malumunuz - uçaktan iner inmez buhar banyosunun kapıları bizi kucaklamak için açılmış gibi oldu. Ucuzluğu hesap ederken ısıyı hesap edememişiz. İzmir'in kırk küsuru zorlamış selsiyuslarından, aklın sınırlarını zorlayan bir cehennemi sıcaklığa bıraktık kendimizi yanlış hesabı farketmiş olmanın nobran küskünlüğü içinde. Odalar buz gibi klimalı ama dışarıda zaman geçmiyor. Sıcak mı sıcak, biraz gölgede oturuyorsun. Saate balıyorsun henüz 10 çok sıcak dakika geçmiş. Geriye kalmış yedi gün. Geceleri serin bir eğlence bulunur elbette ama gündüzleri doldurmak önemli.
Gözlerimizi kaldığımız otelin etrafındaki ilgi çekici manzaradan ayırmayı başardığımızda havuz kenarındaki dalgıçlık kurslarına dair ilanları gördük. Ben derhal kalktım, "suyun dibi suyun üzeri kadar sıcak değildir, hadi gelin" işareti yaptım. Bunu emin olun bir hareketle yaptım ama nasıl bir hareketti o asla hatırlayamıyorum. Sonradan başıma gelenler öyle pratik hareketleri anımsama yeteneğimi aldı götürdü benden.
Otelin plajındaki dalma hocasının hödösüne gittik. Hödö dediğime bakmayın palmiye ağacından daha derme çatma görünümde bir klübe. İçinde tüpler, balık adam kıyafetleri ve bir sürü ıvır zıvır atılı. Dalma hocası yalnız değildi birden çok hoca vardı. Biri en kidemlisiydi galiba sanki süsecek gibi süzdü bizi. "Daha önce daldınız mı?" diye sordu. Ben dalgınlığımla meşhur olduğum için deneyimli sayılırdım zaten o yüzden sesimi çıkarmadım. Arkadaşlardan biri "daldık biz" dedi. Demez olsaydı arkadan elli tane ahret sorusu geldi. Dalmak dediğiniz öyle cup diye dalınan bir şey değilmiş çünkü. Her bir soruda dalmak ile bizim aramızdaki farklar açıldıkça açıldı.
Adam bize kısa bir dalma öğretisi verdi. Normalde bu öğreti havuz kenarında başlar ve hemen akabinde havuzun en sığ kenarlarında devam edermiş. Elbise nasıl giyilir, ağırlıklar nasıl takılır, tüpler nasıl sırta alınır, suda gözlük çıkarsa asıl içine hava doldurulup yüze geçirilirmiş onları bir güzel anlattı. Adam ne derse anlarmış gibi yapıyoruz. Benim tipim de bir güven vericilik var adam benim en güzel anladığımı sanıyor. Ben de içimden; "anlamadığım anlaması mı ,yoksa anlamaması mı benim için daha yararlı?" hesabını ve de sağlamasını yapmaya çalışıyorum. Sonuçta adam anlamazlıktan geldi. Ağırlığımızın yüzde ellisi ağırlığında kurşun ağırlıkları balık adam giysileri giymiş vücudumuza doladık. Üstüne de tüpleri giyince tanınmayacak hale geldik. Bir yandan birbirimize tuhaf tuhaf bakıyoruz diğer taraftan da rezil olacağız ama kimse bizi tanımayacak bu kılıkta diye seviniyoruz. Suya iskeleden usulca bırakma niyeti ile saldık kendimizi. Vücut ağırlıklarımızın yüzde elli arttığı tabi hiç birimizin aklında değil. O kadar ağırlıkla suyun üstünde kalabilmek maharet gerektiriyor. Bir arkadaş suya girdiği anda su almaya başladı ondan sorumlu hoca arkadaşı derhal tahliye etti. Ben gayet güzel bilirmiş gibi yapa yapa bir güzel suyun altından, kayaların arasında yüzmeye başladım. "Anaaa!! suyun altı ne güzelmiş, serin en azından", "balık mı şu?", "Ulan deniz yağı şişesinin işi ne burada" diye kendi kendimle sohbet halinde yüzmeye devam ediyorum. Bu arada benim bütün arkadaşlar yukarıda/geride ne halde bilmiyorum. benim hoca memnun ok işareti yapıyor ona karşılık veriyorum. Bana dibe oturmayı denememi işaretle gösteriyor. Güzelce oturuyorum. Kendimle gurur duyuyorum falan. Bu arada sürem dolmuş yukarıya çıktım ki bizim ekip yeminler edip bir daha dalarsak ile başlayan sonu gelmez cümleler kuruyorlar. Sabah 10 da hoca ile buluşmak için ayrılıyoruz.
Akşam bizimkilere ballandıra ballandıra anlatıyor, İzmir'e dönünce kesin bu işe merak sardıracağımı bir daha beni göremeyebileceklerini çünkü artık sulardan çıkmayacağımı anlatıp duruyorum. Susturmak için beni sarhoş etmeyi deniyorlar. İçer gibi yapıyorum. Sabaha ayık olmam lazım. Artık balık adamım sağlığıma dikkat etmem lazım.
Sabah hoca diyor ki "Vladimir dün çok iyiydi daha ince hiç dalmadığınıza emin misiniz?". "Tabii ki eminim diyorum, motorla biraz ileriye giderken. O gün dokuz metrede dalacağız, ertesi gün 25 metrede balık çiftliğinin orada dalanların arasına beni de alacak. "Demek balık çiftliğinin orada da dalınabiliyormuş" diye manasız nedense çok seviniyorum. Dalıyoruz. Dokuz metre çok güzelmiş cidden. Renkler dibe indikçe biraz soluyor ama gün ışığının dalgalara arasında oynaya oynaya önümüze vurması çok hoş. Biraz dolandıktan sonra suyun içinde oturuyoruz. O da güzel. Hoca şimdi gözlüğü çıkarın diyor. Allahım bu hesapta yoktu ki. İlk gün gözlüğü nasıl dolduracağımız anlatmıştı nasılsa. Tamam deyip çıkartıyorum gözlüğü Dokuz metrenin basınıc ile ağzımdan burnumdan sular içime hücum borusu öttüre öttüre darmadağın ediyor. Benim dış görünüşüm hala sükunet içinde, oksijen tüpüne bağlı ağızlıktan gözlüğe hava doldurup kafamı yukarıya kaldırıp kafamdan geçiriyorum gözlüğü. Bir gün önce hocanın gözlüğün için hava ile tam dolu olmayabilir burnunuzdan hava vererek gözlükte kalan suları boşaltabilirsiniz dediğini anımsıyorum. Kendimi sıkıp havayı boşaltıyorum. O anda paniklemye başlıyorum çünkü başıma tuhaf bir ağrı giriyor. Hemen yukarıya çıkıyorum. Hoca yüzüme bakıp meseleyi çakıyor.
Hemen bota binip karaya çıkıyoruz. Bana kalsa bir şey yok. Ama adam telaşlı görünüyor. Karada bizimkiler bekleşiyor yanlarına gidiyoruz. Bana tuhaf gözlerle bakıyorlar. "Noluyor lan?", "Öldüm de ruhum iskelede mi geziniyor?" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Meğer gözlükte kalan havayı dışarıya atayım derken uyguladığım basınç göz damarlarımı çatlatmış. Her iki gözümün de akı kıpkırmızı. Derhal bir doktora gidiyoruz bazı ilaçlar ve damlalar veriyor. Tatilimin içine ediliyor böylelikle, kendim tarafından. Gözlerimin akı Kıbrıs boyunca kıpkırmızı kalmaya devam ediyor, yatarken bile güneş gözlüğü takar vaziyetteyim kimse görmesin diye. Vampir gibi bir tip, gözlerini kan bürümüş.
İzmir'e döndükten sonra gözlerimdeki kırmızı yerini önce koyu kahverengi ve ardından siyah renge bırakıyor. Siyah iken en iğrenci oluyor, aynadan gözlerimin olduğu yerde iki iri kara delik bana bakıyor sabahları uykudan kalkınca. Üç hafta kadar sonra gözlerimin akları yine kahveye dönüşüp ardından kahvenin içinde beyazlıklar belirmeye başlıyor, giderek usulca normale dönüyor.
Kabul ediyorum kendi hatamdı ama ikinci dalışta o fazla basıncı uygulamamayı başarmak da bu konuda deneyimsiz biri için imkansıza yakın bir beklenti olurmuş zaten. O günden beri ne dalıyorum, ne de daldırıyorum. Serin de olsa, derinlerden uzak durmak yararlı bir şey sanırım.
25 Haziran 2009 Perşembe
Nerede O eski Casuslar?
24 Haziran 2009 Çarşamba
Defter
Sonra ben yıllarca yazmadım, derken bir ara yazdım, sonra o yazdıklarımı kaldırdım attım. Yazmaya uzak olduğum zamanlarda da başkalarının yazdıklarını okumakla vakit geçirdim. Okur, yazarken yıllar su gibi geçiyor.
23 Haziran 2009 Salı
Ölülerin Borcu
22 Haziran 2009 Pazartesi
Acelesi Yok: Otomobil Aranıyor
20 Haziran 2009 Cumartesi
Bakış Açısı
Yılların arkadaşı sandığım bir kişiyi bir telefon görüşmesi esnasında çok iyi tanıdım. Hayatımdan silkeleyip komple çıkartmak için bir başka telefon görüşmesi yapmak gerekiyormuş.
Silkeledim gitti. O gözlüklerin arkasından hayata nasıl baktığı, neler gördüğü, ne hesaplar, kitaplar çevirdiği zerre kadar umurumda değil.
18 Haziran 2009 Perşembe
Yüzünü Dökme Küçük Kız
Yüzünü dökme küçük kız
Bırak üzülmeyi
Yalnız sen misin bir düşün
Unutan sevilmeyi
Her siyahın bir beyazı
Gecelerin gündüzü de vardır
Yüzünü dökme küçük kız
Kızma onlara
Yalnız sen misin bir düşün
Zincir oranda buranda
Her tutsağın bir kaçışı
Uykunun uyanışı da vardır
Yüzünü dökme küçük kız
Yaşamın anlamını bul
Sonra dinle kendini
Yolunu bil
Her siyahın bir beyazı
Gecelerin gündüzü de vardır
Şarkıyı ilk dinleyişimde üzüntüyle gözleri büyümüş, çenesi ağlamaya hazır buruşmuş bir çocuk yüzü gelmişti gözümüm önüne. İnsanın içini burkan bir şarkı, dinlemesi de söylemesi de güzel.
Çocukluğunuzda ağladığınız anları hatırlıyor musunuz? Eğer hatırlayabiliyorsanız, yüzünüz hala dökülecek gibi oluyor mu?
17 Haziran 2009 Çarşamba
Korsan
16 Haziran 2009 Salı
Bir şarkıcı, Bir Müzisyen, İki Singıl, İki Albüm, Bir Kitap, Sonra Bir Kitap Daha, Bir Film, Bir Kafe, Bir Rüzgar,
15 Haziran 2009 Pazartesi
Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda
Eskiden yürüdük, çok doğru, ama artık yürüyemeyeceğiz. Çünkü, yasaklar var aramızda. Gördüğün gibi tabela sadece iki erkeğin yanyana gitmesine izin veriyor. Biliyor musun ben bir yasaktan bir de fareden korkarım şu hayatta. Bundan böyle birimiz yoldan, diğerimiz kenardan veya üç adım geriden ancak öyle yürüyebiliriz. Aramıza tretuarlar girdi, tretuar deyip geçme kaç tretuar bir araya gelince çin seddi ediyor haberin var mı?
Artık başlıktaki mısra da hoş bir name olarak kalsın dudaklarımızda. Ben kendi dökük, gri tretuarımdan sen de sizin mahallenin sakin ve pembe taşlı kaldırımlarından ayrı yollardan karışalım İzmir'in ışıklı göklerine, Bostanlı sahillerinin terkedilmiş kuytularında yankılansın şarkımız fısıltı kıvamında, pek işitilmeden, inceden inceye.
12 Haziran 2009 Cuma
Kaza
Anneannemin kalçasına platin takılması gerekiyordu. İstanbul'a doğru simsiyah, canavara benzeyen bir araba içinde yola çıktık. Anneannemi arka koltuğa yatırmış bizler önde oturuyorduk. Beni bulantılara salan virajlı yollardan geçerek düz bir yola çıkmıştık sonunda. Karşıdan gelen ışıklarda bir uğursuzluk olduğunu sezdim. Büyülenmiş gibi ışıklara bakıyordum, ışıklar bize doğru geld, geldi, geldi. Hepimiz ışıklar içinde kaldık. Sonra, heryer simsiyah oldu. Soğuktu. İlk trafik kazamı bir sonbahar gününde yaşadım. Uzun yıllar o ışıklar rüyalarımı böldü geçti. Gecenin bir yarısında karanlık yatağımda gözlerimi açınca dimdik oturduğumu, simsiyahlık içinde anlamlı bir nesne görmeye çalıştığımı hatırlıyorum ortaokuldaki yıllarıma kadar.
İkinci kazam, Bakırköy-Aksaray dolmuşlarındaydı. Minibüs Merter dolaylarında bir başka araçla manasız bir sidik yarışına tutuşmuştu, sürat herkesi rahatsız ediyordu. Gidişimizde ve karşıdan bize yaklaşan arabanın yola açısında tuhaflık vardı. Görünen kazaydı, çarpıştık. Burnum öndeki koltuğa çarptı kötü sıyrıldı, kanadı. Burnumun halinden günlerce utanç duydum.
En kötüsü bir kaç sene önce Eski garajın önünde oldu. Taksideydim, hep arka koltuğa oturuken o gün şoförün yanına oturmuştum. Halin önünde demiryolunu geçerken, yanımızdan geçen tırın üzerindeki konteynerin sallanması beni çok rahatsız etti. Şoförden durmasını istedim. paramı hemen verdim. Işıklarda durdu, kırmızı yanıyordu. Konteynerin sallanması durmuş ama bize doğru eğilmeye başlamıştı. Kapıyı açıp kendimi dışarıya attım, şoföre "çabuk çık devriliyor "diye bağırdım. Şoför kendisini hemen yolcu koltuğuna attı, sağ bacağını dışarıya uzattı. O anda konteyner olanca ağırlığı ile verevlemesine taksinin üzerine verevlemesine düştü, ağırlığın etkisi ile kamyon da devrilmeye başladı. Ben kendimi duvara doğru geri geri çektim, taksi ve kamyon bana doğru geliyor, şoför elinin bana uzatmış onu tutmamı ister gibi bakıyor ağzı oynuyor ama sesi çıkmıyordu. Bir kaç patlama, cam ve sürtünme sesi duyuldu. Araç durduğunda duvara kadar gelmişti.
Otomobilin sağ ön kısmı normal görünümünü koruyor, içinde dili tutulmuş bir adam oturuyor, yaşadığına hala inanamıyordu. Aracın yarısı, verevlemesine, arka kısmı komple bir santim inceliğinde kalmıştı, patlama sesleri lastiklerin patlama sesiydi, camlarda unufak olmuştu. Kamyon şoförü kaçarken çevredekiler yakaladı. Filmlerde olur ya ağır çekimle izlenir bazı aksiyon anları kaza belki iki saniye sürdü ama bana o an neredeyse on dakika gibi gelmişti.
Trafik kazaları korkulmayacak gibi değil.
10 Haziran 2009 Çarşamba
Neden Mutsuz Olduğunu Biliyor musun?
Çünkü; kendine kendini anlamaya yetecek kadar bir zaman ayırmıyorsun.
Çünkü; yüreğinin derinliklerinde olan biteni herkesten, kendinden bile gizliyorsun.
Çünkü; insanlara değer vermiyor, onları beraber vakit öldürdüğün kimseler olarak görüyorsun. O an başkası ile meşgulsen yanında, karşında olan kimsenin değeri yok senin için. İnsanlara değer verdiğini düşünüyor olabilirsin ama onlara kendilerini değerli hissettiğin ve onlara önem verdiğin duygusunu aktaramıyorsun.
Çünkü; cesaretin yok. Çünkü, sen orada değilsin, bedenin orada, sen o an orada olmaktan nefret ediyorsun. Nefret ettiğin insanlarla, nefret ettiğin bir yerde nefret ettiğin şeyleri yapıyorsun. Nefretini onlara söylemeye cesaretin yok.
Çünkü; bu senin seçimin.
Çünkü; ufak şeylerden zevk almaya yetecek zaman aralıklarını kendine yaratmıyorsun. Evden işe, işten eve koşuşturmacaların hayatının merkezinde. Evden işe, işten eve koşturmadığın vakit, yalnız kalmamak için belki de faaliyet faaliyet üstüne yığdığın ayrı bir koşuşturmaca trafiği yaratıyorsun.
Çünkü; kolayı seçtin.
Çünkü; uçan kelebeğin kanatlarına düşecek ışığı yakalayacak zamanın yok.
Çünkü; yaz günü işe koşarken yolda yüzüne çarpan örümcek ağlarını, yol kenarında açmış papatyaları, denizden gelen hoş serinliği farkedecek denli kendine ayıracak pozitif zamanın yok.
Çünkü; hep yorgunsun, farkında değilsin hep yaşlıydın, sen hiç genç olmadın.
Çünkü; başkalarının senin için çizdiği hayat yolunu yürüyorsun.
Çünkü; başına gelen her bir şey için neden arıyor, ancak yakınlara bakmayı kendine yediremediğin için hatayı kendinde görmüyorsun. Birden bire ve sıklıkla, başına gelen herşey için başka birilerini suçlamak için derin düşüncelere dalıyorsun. Ve biliyor musun, suçlayan bakışların, suçlayan bir ses tonun var.
Çünkü; başkalarının senin için çizdiği yolda ilerlerken başkalarını suçlamak çok kolay.
Çünkü; çok meşgulsün, yanlış zamanlarda yanlış şeylerin peşinden harcıyorsun hayatını.
Çünkü; kalbinde bir taş var, eğer o taş orada olmasaydı yüzün de taştan yapılmış bir heykel gibi olacaktı. Ben de bir taşa söylüyor olacaktım söylediklerimi. Ama yüzün taştan değil, o taşı gizlemesini nasıl olduysa öğrenmişsin ve ben de sana söylemiyorum bu yazdıklarımı.
Biliyor musun, düzeltmek için asla geç değil.
Sıradan İnsan Halleri
Kadının derdi ne?
Şemsiyesi neden kırık?
O kılıkta o saatte o suların içinde ne arıyor?
Eller neden öyle bilekten bükük?
Ne yer, ne içer?
Bir derdi mi var?
Belasını mı arıyor?
O şemsiyenin arkadaki fırtına yüklü bulutlardan kendisini koruyacağını mı sanıyor?
Fırtına geliyorsa ardından güneş de doğar bozma güzelim moralini mi demeye getiriyorlar?
Kaç numara ayakkabı giyiyor bu kadın?
Yok yok yok!! Bu resim bana manasız geldi.
8 Haziran 2009 Pazartesi
Sümbülî Bir Yağmur
Yürüyorum Düş Bahçelerinde
Bakalım nasıl olacak?
3o şarkıdan oluşan 2 CDden ibaret albümde; Kaçak, Kurşuni Renkler, Elveda, Sorma, Unutamam, Lale Devri, Kibir, Çakkıdı, Yok ki, Büklüm Büklüm gibi sevilenler yanında daha önce yayınlanmamış İtirafçı Olma, Pardon ve Tören isimli 3 şarkı yer alıyor.
Cevdet Erek'in "Katkısız" başlıklı çalışması albümün içinde DVD olarak yer alacak.
Bekliyoruz...
4 Haziran 2009 Perşembe
Bugün Neyi Yasaklasak?
3 Haziran 2009 Çarşamba
Ölümden Sonra Ne Var?
Ancak...
Herkesin içinde ölümden sonra bir yaşam, bir reenkarnasyon olması ümidi gizli gizli yatıyor. Uzakdoğu inanışlarında olduğu gibi, insan gidip böcek familyasından bir şeylere de dönüşüp gelmek var, ya da insan olarak gelmek en yüksek olasılıksa buna inananların sayısı çoğaldıkça aynı zamanda intihar edenlerin sayısı da çoğalmaz mı? İntihar etmek o zaman tam anlamıyla bir kaçış olmaz mı? İntihar etmesi çok kolay, intihar edenleri izlemesi gayet sıradan seyler arasında kalmaz mı? Diyelim sıkıştınız köşeye, çaresi kaldınız, herkes ama herkes üzerinize geldi atlayın camdan aşağı, patlatın molotof kokteylini ağzınızın içinde, sıkın tetiği şakağınızın ortasına, jiletleyin ılık su dolu banyo küvetlerinin içinde bileklerinizi, enlemesine. Kararsın kararsın kararsın her şey derken apaydınlıklar içinde bir siluet "hoşgeldin yavrucum" diye geçirsin seni ışıklı kapılardan aydınlık dünyalara doğru. Yok yok bu hayal ümid etmeye dört elle sarılma ihtiyacındaki insanın avuntusu.
Lakin...
Ümit etmek en zayıfın da en güçlünün de damarlarının çeperlerine kadar kazınmış, bir kapı kapandığında öbürünün açılmasını beklemek dini dili ırkı ne olursa olsun her insanın beyninin kıvrımlarında sap saklı.
Ama...
Hadi kaçtınız diyelim, hadi ellerinizdeki kanlar bu tarafta kaldı diyelim kalmaz mı vicdanınızın üzerinde bir kaç kan damlası lekesi?
(Resim için 7. Oda'ya teşekkürler)
2 Haziran 2009 Salı
Her Daim Dinleyebildiğim New Age Albümleri
1 Haziran 2009 Pazartesi
Evliliğe Dair
Neyse efendim başından hiç evlilik geçmemiş Vladimir'in evliliğe dair bir kaç tespiti şöyle;
Halk arasında dünya evine girmek diye de adlandırılan ve yasalar önündeki en resmi ilişki biçimi. Dünya evine girmek kadın ve erkeğin evlenmek suretiyle saadetlerin en güzelini birbirlerine bahşetmeleri. Bu eve girmek öyle kolay değil öncelikle bir birini seven ya da sevmeyen bir kadın ve bir erkek lazım. Hoş sonuçta bazı dönemlerde önceden birbirlerini sevseler de birbirlerini gırtlaklayacak denli birbirlerinden nefret ettikleri anları da yok değil. Kutsal bir müessese olduğunu söylenerek, bazen kimi insanda şirketmiş de öyle söyleniyormuş hissini uyandıran; iki insanın hayatlarını birleştirmesi ve aynı yastıkta kocamaları ile sonlanan bir ilişki biçimi aslında.
Evliliğe giden yolda, kız isteme, sözlenme, nişanlanma, nikahlanma gibi adımlar var ki sonuncusu kendi arasında imam nikahı ve resmi nikah olarak ikiye ayrılıyor. Kız isteme bölümünde erkek ya da erkeğin familyasının önde gelenleri gözlerine kestirdikleri ve kendi sülalelerine yakışacaklarını düşündükleri kızı gidip ailesinde istiyorlar.
Ben de gülmeye yakın hisler uyandıran adımı sözlenme faslı. Kız ile erkek birbirleri ile dünya evine girmeden önce geçtikleri aşamaların ilk resmi olanı bu. Sözlenen kız ve erkek birbirleri hakkında cümler kurarken şöyle ifadeler kullanmaya başlıyorlar; "Tanıştırayım sözlüm Belma", "Aaa o eteği giyemem, sözlüm kıskanıyor"vesaire, vesaire.
Nişanlanma sözlenmenin bir adım sonrası iş artık geri dönülemez yola giriyor, kanunlarda bile yeri var nişan bozulursa takıların iadesi falan yargıtayı oayalamış bir müddet. Nişan merasimi denen bir şey var kurdele ile bağlanmış iki yüzük kız ve erkeğin parmağına takılı ike, bağları mutlu evliliği olan bir akraba ya da mutlu evliliği olan bir ahbap tarafından makasla ortadan kesiliyor. Nişan törenine katılmış evlenme çağındaki kızlara o kurdele kesip kesip dağıtılıyor ki onların da kısmeti açılsın evlenebilsinler.
Sonracıma dünya evine giriliyor girer girmez ayaklara basılıyor. Törenden az evvel Vangelis müziği ile ortalık ayağa kaldırılıyor ismini bilmiyorum hani 1492 hani Cennetin Keşfi filminin müziği hatta bir ara bir banka reklamı müziği idi sonra banka da battı gitti.
Ben karamsar Vladimir diyorum ki; bir insan doğduğu andan itibaren kendi ölümüne her saniye biraz daha yakınlaşır. Bir evlilik de başladığı andan itibaren kendi sonunu hazırlamaya yönelir, çiftlerin anlaşmazlık ya da doğal sebepler sonucunda birbirinden ayrılmaları ile sona erer. Ama karamsar olmayan Vladimir de "sevgi yerini alışkanlığa bırakınca tahammül meselesine ve itişme, kakışmaya dönüşmeye başladığında; paylaşmayı, uzlaşmayı, dost olmayı becerebilince çiftler mutlu evlilik oluyor sanırım" diyor. Al sana kişilik bölünmesinden muzdarip bir blogger daha.
Allah'ım neler diyorum ben. Şu resimdeki çifte bakın lütfen, nasıl da mesutlar. Davul bile dengi dengine diye çalarmış, bunlar evlenirken Çelik'ten "Dongi Dongi" çalmış olmalı. Şaka mı bilmiyorum, belki de hakikattir. Belki adam çok sevdi, belki kadın adamın parasını sevdi, belki de kadın aslında bir dansöz, göbek atmadan önce bir kez şansını denemk istedi. Kim bilir?