31 Temmuz 2011 Pazar

Endişe

Aslında hepimiz mutluyuz. Arada kederlenip, öfkelendiğimiz oluyor. Mutsuz olduğumuzu düşündüğümüz anlar oluyor ama daima mutsuzluk olmaz. Hayatımızın duygu iplerini dengeli bir biçimde elimize geçiremezsek hatta dizginleri başkasına kaptırdık demektir. Vay o zaman halimize.

Bazen elimizde değiş endişeniriz de değil mi? Birisi, bir olay, bir hayat, bir roman kahramanı, bir film kahramanı, gerçek ya da hayali bir kişi hissederiz bu duyguyu.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

An İtibariyle

An itibariyle bana ve apartman sakinlerimize süper bir şekilde fiber internet erişimi sağlamayı taahhüt etmiş internet sağlayıcım Züperonline firmasına olan hislerim aynen aşağıdaki tablôda olduğu gibidir.

Allah beterinden saklasın - ki bundan beteri Zimbabwe ya da Uruguay ya da Papua Yeni Gine'dedir.

Soya Fasülyeli Pilav

Epey ihmal ettiğim mutfağa atayı açmadan bir kere daha dönesim geldi. Yaz ayları malum biraz daha hafifi yemeklerin tercih edildiği zamanlar. Hafiflikte birinciliği kimselere bırakmayacak lezzetli bir pilav tanıtmak istiyorum sizlere. Bu tamamen kendi uydurmam bir yemektir. Kızarmış tavuk, ızgara çeşitleri yanında tüketileceği gibi, yanında pilav ya da cacıkla da servis edilebilir.

Soya Fasulyeli Pilav için gereken malzemeler;

200 gram soya fazülyesi
1 adet kırmızı biber
1 baş soğan
5 diş sarmısak
1 minik kutu mısır
2 bardak pirinç
4 bardak su
1 tatlı kaşığı tuz
1/2 tatlı kaşığı şeker
Beş adet kakule.
1 tatlı pul biber
1 çorba kaşığı zeytinyağı

Hazırlanışı;

Suyu derin bir sos kabına koyup kaynatın. Yağı pilavı yapacağınız yayvan tencereye koyun, kızdığında içime küp küp kestiğiniz soğanları atın. Soğanlar pembeleşirken içine; sarmısakları, soya fasülyesini ve küp küp kesilmiş kırmızı biberi atın ve hepsini birlikte tahta kaşıkla çevirin. Suyunuz kaynamaya yüz tuttuğunda pirinci hazırladığınız karışımın içine dökün, karıştırın. Bir dakika kadar sonra, pirinçler iyice ısındığında kaynattığınız suyu içine boşaltın. Üzerine tuz, şeker, biber ve kakule tomurcuklarının içinden çıkardığınız çekirdekleri ve haşlanmış mısır taneciklerini atın. Ocağın altını kısarak, tencerenizin kapağını kapatın ve suyunu çekmesini bekleyin. Pilavınız piştiğinde kapağını açıp bir kaç kez karışıtırın pilavın üzerine bir dilim bayat ekmek koyarak kapağı kapatın. Ya da bir kare peçete havlu kesip tencerenin üzerine yayıp kapağı peçetinin üzerine kapatın. Pilavınız demlensin. Bir kaç dakika kadar dinlendikten sonra pilavınız hazırdır. Sıcak ya da soğuk da tüketilebilecek bu pilavınız arzu ederseniz üzerine koyacağınız taze nane yaprakları ile servis edebilirsiniz.

Afiyet olsun.


29 Temmuz 2011 Cuma

όταν οι τουρίστες αφήνουν Yani "Turistler Gittiğinde"

Yunanistan tarih ile eğlencenin iç içe geçtiği eğlencenin merkezi. Yıllarca gördükleri türk mezaliminden yakındılar. Yüzlerce yıllık türk kahvesi oldu yunan kahvesi. Türkiye'yi burunlarının diğlerindeki gizli düşman olarak gçstermek ile yıllarca nemalandılar. Ne kadar da barışçı bir halk aslında değil mi?

Yunan adaları kısacık ama lezzetli seyahatler için birebir. Hem çok yakın hem de fazla pahalı değil. Aşina olduğumuz damak tadını, akdeniz rehavetini tadımlık yaşamak birebir.

Yunan adalarına ya da ana karaya adım attığınızda ilk önce sıkıcılığa düşmeyen, bir örnek sokakların titizlik olarak adlandırabilecek temizliği dikkati çeker. Sonra sokaklarda gezsen minik kedicikleri, minik köpekleri görürsünüz. Tam da ülkemizdeki sokak kedileri ve köpekleri gibi. Hepsinin iki üç aylık kediler, köpekler olması ilk başta dikkatinizi çekmez. Kedi, köpek seven turistler tatilleri boyunca bağırlaına basarlar bu hayvancıkları.

Hayvanların ergen olmayışını garsonlara sormayı denersiniz, yanıt alamazsınız. Tatiliniz bitmeden önce hayvansever bir kadın garsona ratlarsanız belki, ona sormayı deneyebilirsiniz. İşte o zaman aranızda şuna benzer bir diyalog geçer.

Maria bu kedilere ne oluyor?

Maria'nın o güne kadar gülen yüzü bir anda düşer.

Bilmek iztemezsiniz.

Hayır bilmek istiyorum.

Turistler gittiğikten sonra kediler yaşamıyor

Nasıl yani? Aç kalıp ölüyorlar mı?

Hayır onları zehirliyorlar.

Ya ölüleri ne yapıyorlar. Çöpçüler topluyor. Ada sakinlerine de zehirledikleri hayvanların cesetlerini yoketmeleri ya da çöp arabasının geçtiği yerlere bırakmaları söyleniyor.

Zehiri nereden buluyorsunuz. Belediye halka ücretsiz olarak zehir dağıtıyor.

Yalnızca hayvan seven yunanlılardan duyabileceğiniz sözler bunlar.

Turisteleri gönderen son uçak ya da son feribot gittikten sonra geride kalan kedi ve köpek yavruları itlaf ediliyor. Her sene bu toplu cinayetler tekrarlanıyor. Konu ile ilgili forumlara girdiğinizde yunanlıları yalanlamaları dikkat çekici.

Hayvanlara zulüm sadece ülkemizde yok yani, başka ülkelerde daha vahiö ve sistemli işliyor.





Meraklısına Linkler;




Gölgelerdeki Bıyıklar

Evimize, ofisimize, odalarımızı aydınlatacak ışığın rengine kendimiz karar veriyoruz. Sarı ışık, beyaz ışık, gün ışığı mesela. Işıklarımızı kendimiz seçiyoruz. Işık olan yerde gölge de olur elbette. Işığımızı seçtiğimiz gibi gölgelerimizi de seçebiliriz. Gölgelerimize de karar verebiliriz. Ne dersiniz bıyık gölgelerine?

Biraz kabadayımsı olmuş bunlar.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Tedbirli Kedi

Kimi sokak kedileri sokakta kedi hayatı sürmenin cilvelerini fazlası ile tatmıştır. Sevilip okşanmak isterler, en azından onlara her gün yiyecek veren ellere yaklaşmak isterler ama o kadar umulmadık insanlardan o kadar derin acılar çekmişlerdir ki içleri de gitse gelip yanaşamazlar size.

Resimdeki koyu gri, bal rengi gözlü kediye bir kaç haftadır kuru mama veriyorum ama daha henüz yanağından bir makas bile alamadım. Kedi hala tedirgin, hala bir kaç adımlık menzilden bakıyor. Olsun bu da bir şeydir

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Son Günlerde Beni Güldürenler

Epeydir gülmüyordum, sanılmasın ki kederden. Öyle kocaman kahkahalar atarak gülmemiştim bir müddettir. Ama iki gündür bir kaç konu beni pek bir güldürdü.

Konu 1:
Google'ın farklı uygulamaları hayatımı kolaylaştırmaya devam ederken bir taraftan da beni güldürüyor. Nasıl mı?

Öncelikle google arama motorunun görseller bölümüne "salak inek" yazarak arattığınızda karşınıza bir sürü resim çıkıyor. Sayfanın aşağısına, bir iki satr kadar aşağısına imleçi yürüttüğünüzde bir sanatçımızın suratını görüyoruz. Hangi muzibin işi bilmiyorum ama kahkahalarım gece gece hayli gür çıktı. Ellerine sağlık kim yaptıysa.

Konu 2:
Yine google çeviri hoş bir uygulama, mamafih çoğunluk elde edildiğinde manipüle etdilemsi mümkün. Google'ın çeviri uygulaması sayfasına gelip kaynak dili türkçe, hedef dili ingilizce olarak seçtikten sonra, kutucuğun içine "Ferhat Göçer" yazdığınızda karşısında ingilizce çevirisi olarak "Justin Timberlake" çıkıyor. İnci'nin işi diyorlar. helal olsun. Çok güldüm buna da.
Konu 3:
Star TV'de Star Alademi isimli programın göbeğinde jüri üyesi olarak oturtulan bir gazeteci üfürüyor da üfürüyor. Müzik ile alakasının kel olduğu ise bariz. Şunları yumurtladı efendim:

Amy Winehouse Britanya'ya bluesu getiren kadındı. Ya evet gelirken yanında bluz getirmişti. Ne bluesu, ne getirmesi, ne britanyası ya? Soul efendim soul illaki bir sıfat aranıldıysa. Kadının şarkı sözlerinin biri bir kulağından girseydi öbüründen çıkamazdı zaten mosmor olurdun ayriyeten.

"Marcus Miller, Charlie Haden bunlar Miles Davis'in arkasında çalan cazcılardı, onlar bi rakşam yemek yedik hiçbiri uyuşturucu kullanmıyormuş, içki içmiyormuş. Ben cazcıları keş sanırdım bunlar sağlıklıydı maşallah"

Miles Davis arkasında çalınan bir jazz yapmıyordu, ekip işiydi, zaten enstrümanı solo enstrüman olarak kabul ettirmeye ömrü anca vefa etti. Öyle big band ile çalmadı zaar. O bahsettiklerinizle kafa kafaya verir cümbürcemaat çalarlardı. Elin cazcısı senle yemek yedi diye "Ertuğrul'cum mal var mı? alkol sorunumu aşmak için uyuşturucuya geçtim" diyecek değil herhalde. Kusurlarını gelip elin adamına niye anlatsın.

Serdar Ortaç 15 yıldır tüm Bodrum barlarındakileri oynatıp, listelerde zirveleri zorluyorsa onun yaptığı müziğe iyi derim demeye getirdiği bir attırığı daha oldu adamın. İnanamıyorum jüri üyeliğini bu kadar gayri ciddiye alıyorsa diğer işlerini nasıl icra ettiğini atmasyonu azıcık kuvvetli olan herkes tahayyül edebilir.

Gülmemek elde değil. Adam adeta ağzını her açtığında blöf yapıyor, her salise "ben en iyisini bilir, en şahanesini şıp tahlil ederim" ispatı peşinde.

Konu 4:

İneğe altın semer bağlamışlar, inek de tam inek oğlu inekmiş, tam malın gözüymüş, yine de demiş ki, "Ah vatanım"

Uzun lafın kısası inekleri küçümsemeyelim, etinden, sütünden, derisinden, sesinden faydalanmaya devam edelim.



Resimde doğru bir çeviri örneği görüyoruz. Alt yazı filmin hakkını vermiş.

26 Temmuz 2011 Salı

Dudaklarımı Oku !

Sur Mes Lévres seneler önce izlediğim bir film. Amazon'da mel mel fransız filmlerine bakınırken bir iki cümle ile özetlenebilecek konusunu okuyunca enteresan gelmişti ve hemen edinip izlemiştim. Bir kaç hafta önce tekrar izledim ve ilki izleyişimdeki kadar keyif aldım.

Film ofis insanlarının hayatlarına odaklanmış, yani bir fanusun içerisinde yaşayan, birbirlerinden nefret eden, birbirlerinir ezip, aşağılama, yok sayma fırsatını asla kaçırmayan insanların dünyasını en ıfak detayı es geçmeden izleyicisinin gözleri önüne birbiri ardına sıralıyor. Film başlıyor ve 35 uaşına gelmiş uzun yıllar boyunca aynı şirkette çalışmış ancak yükselme şansı yakalayamamış, iş arkadaşlarının küçümsediği, masasını kirli bardaklarını koymak için kullandığı Carla'nın çileli ofis hayatına bodoslama dalıyoruz. Carla bir şeyler yapmak ve farkedilmek istiyor ancak seneler önce, farkedilebilmek ümidi ile asıl görevini yapmanın yanısıra ofisteki herkesin sekreteri konumunu benimseyerek, her tür angaryanın adresi oldupu için kabuğunu kıramıyor. Aynı zamanda işitme engelli ve herkesten gizlediği bir sırrı var; insanlar jonuştuğunda dudaklarını oluyabiliyor. Bu özelliğini herkesten gizliyor. İş yükü taşıyamayacağı hale gelince personel müdürü kendisine yardım edecek birisini işe alabileceğini söylüyor. İşçi bulma kurumu hapisten yeni çıkmış 25 yaşındaki Paul'u gönderiyor. Paul azılı bir hırsız, iflah olmaz bir kabadayı, şartlı tahliye dildiği için süresini dolduruncaya kadar uslu durmak niyetinde. Bir süre sonra ikili birbirine alışıyor. Carla Paul'un kaba kuvvetinden yararlanırken, Paul'de onun dudakları okuma yeteneğinden yararlanmayı da içeren şeytani bir plan yapıyor.

Film klasik bir iyi ve kötü çyküsü olabilecekken, olay örgüsü daha çok insanlar arası ilişkilere ve birbirlerine tepkilerine odaklandığı için türlü şaşırtmacalar ile zenginleşerek finale doğru ilerliyor. Carla'nın cihaz desteğini yitrimeyip, duymaz hale geldiği sahnelerde onun yaşadığı klostrofobiye benzeyen korku izleyiciye de geçiyor. Sessizliğin hüküm sürdüpü sahnelerde kimin iyi, kimin kötü olduğunun muhasebesini yapma şansı yakalansa da filmin en naif kişisi rolü daha en başından sayın seyirciye düşüyor.

Ofis yaşamından acımasız anları, insanın gözüne gözüne sokmadan, çok doğal ve sakin bir sinema dili ile akaran yönetmen Jacques Audiard'ı işleri ülkemizde malesef pek tanınmıyor ancak bu film onun dünyasına adım atmak için iyi bir tercih olabilir.




Film: Sur Mes Lévres - Read Mu Lips - 2001
Yönetmen: Jacques Audiard
Senaryo: Jacques Audiard. Tonino Benacquista

Oyuncular:
Vincent Cassel
Emmanuelle Devos
Olivier Gourmet
Olivier Perrier
,Olivia Bonamy
Bernard Alane

Müzik: Alexandre Desplat

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Telefon Kazası

Telefon şarj etmek dünyanın en basit, en zahmetsiz ve de en tehlikesiz işlerinden diye bilinir değil mi? Hiç de öğle değilmiş daha kısacık bir süre önce öğrendim.

Nasıl mı?

Günlerden Çarşamba'ydı, öğleden sonraydı, eve gelmiştim. Duşa seyirtmeden evvel "Dur şu telefonu şarja yatırayım" diye aklımdan geçirdim. Her zamanki şarj zımbırtısını aldım, telefonun her zamanki yerine takadanak oturttum ve her zamanki prize itekleyiverdim ki. "Şaaak" diye bir ses çıktı. "Ne bu ses?" diye aklımdan bile geçirmedim sersem sepelek banyoya ilerledim, ışığı açmak istedim, Kaç kez çat pat etsemde bi rgram ışık çıkartamadım, diğer odaları falan denedim oralarda da yoktu. Alt kata indim orada da elktrik yoktu, elektrik panosuna baktım orada da bir problem yok. Kapıyı açıp dışarıya baktım maşallah asansör arı gibi çalışıyor. Zemin kata inip oradaki panoya baktım bizim sigorta aşağı kattan gitmiş. Böyle duş alacağıma kat kat dolanmak sinir etti beni. Bu telefon bana niye etti bu gıcıklığı henüz anlamış değilim.


24 Temmuz 2011 Pazar

Terazi Burcu

Sevgili Terazi Burcu;

Seni severim bilirsin. Bu dünyada teraziyi ya seversin ya nefret edersin, yok başka yolu. Ben seni sevenlerdenim. O hallerden hal beğenmeyen tabiatın bana ilginç gelir. En kederli anda bir neşe patlaması yaşamanı seni iyi tanıyanlar anlayabilir. Derdini neşesi ile senden iyi gizleyen insan yoktur.

Güzellikleri seversin, her şeyi kendince güzelleştirmek istersin. Hatırlarsın; ilkokula yeni başlamıştın, minik aile toplanmış dışarıya yemeğe gitmiştiniz. O zamanlar dışarıda yemek denince akla kebaplar, lahmacunlar gelmezdi. Onlar ortalığı henüz işgal etmemişti. İskender kebap yapan tek tük yerlerden birisindeydiniz. İskender yemenin hevesi günler öncesinden başlardı. Masaya gelince de lokmalar iştahla ama usul usul çiğnenirdi. Yemeğin üzerine tatlı olarak da kadayıf mutlaka sçylenirdi. Sen dönerini bitirirken aklında üzerine cevizler serpiştirilmiş kadayıfı hayal etmeye başlamıştın bile. O sırada garsonlardan birisi, yüzü dikkat çekecek kadar sivilceli olanı öasanızdaki boş tabakları toplamay başladı. Sen gözlerini çocuğun yüzlerine dikmiş bakıyordun. Birden konuştun:

“ “Sen çok çirkinsin, yüzün çok sivilceli”

Bu sözü duyan garsonun yüzü kıpkırmızı oldu. Annen sinirlendi, ancak sana dersini vermek için garsonun gitmesini bekledi: “İnsanların kusurlarını yüzlerine söylemek çok ayıp. En büyük kusur tanımadığımız insanları durduk yerde eleştirmektir. Sen o adamı çok üzdün. O yüzden bugün tatlı yok sana. Şimdi git o garsondan özür dile”



İnsanların kusurlarını yüzüne söylemek, tanımadığınız insanların yüzüne gözlerini dikerek konuşmalarını meraklı biçimde dinlemenin ayıp olduğu devirlerde büyüdün sen.

HA-TIR-LA-DIN--MI?

Çocukluk öyle çabuk geçiyor ki bir çok insanın içinde en derin özlem olarak kalıyor o dönem. Ben büyüdüğümde böyle yapmayacağım dediğin eylemin her birini kendin yapıyorsun sonra. İnsanların erdemleri sana öpretilenlerle aynı değilmiş değil mi? Bir ahababın ya da dostunun başı derde girdiğinde, en yakın arkadaşları bile çil yavrusu gibi dağılırmış dört ayrı yöne. En en en yakınlarından ummadıkların da hala senden menfaat tahvil etmeye sana önerdiği yardımları paraya çevirmeye çalışırmış hatta. ÖĞ-REN-DİN--Mİ?

Yalanlar o kadar büyükmüş ki, senin aklının ermeyeceği kadar büyükmüş hatta. Oysa sen dürüst olmaya, kalp kırmamak için özenle kelime seçmeye programlanmıştın değil mi? En büyük yalanları en yakınlarından duydun. En inanılmaz gelen söylentiler gerçek oldu. Sen yakınlarının dürüstlüğüne inanıp, onlar aleyhine konuşanlara rest bile çekmiştin değil mi zamanında. Ama öyle değilmiş işte. En yakınındaki en yalancısıymış. AN-LA-DIN--MI?

İnsanlar küçük dünyalarını senin hafsalanın almadığı koca koca hayallerlerle doldurmuş. Ellerinde koca koca etiketlerle birbirlerine caka satmak en büyük hayalleriymiş. Senin dünyanın hayalleri çocukça bir dünyanın hayalleriymiş, masumiyete bu düzende yer yokmuş. Kurallara uyarsan, kabahatli olan sen olurmuşsun. FAR-KET-TİN--Mİ?

Şimdi bu satırları yazarken fark ettim. İşte dışarıda yepyeni bi ray var. Hilal, incecik bir hilal. Ayı gördüm dilek tuttum.Sen de GÖR-DÜN--MÜ?


23 Temmuz 2011 Cumartesi

Bebelere Bıyık

Yok hayır efendim bu kadarına da pes! Bu kadarı da olmaz. Bebeklerin bıyıklı olmasına karşıyım ben arkadaş. Hem seneler önce Tan Gazetesi "sakallı bebek" manşeti ile beni ürkütmüşken ve bu ürküntünün telaşı üzerinden yılar geçmesine rağmen ruhumda bir nebze olsun dinmemişken tam anlamıyla karşıyım.

Tamam bebk odasında misina ile sallandırılmış şapkaya iliştirilmiş şapkadan sallanan model model bıyıklar tamam da o minnak yavrununüst dudağına çızıktırılmış bıyık hiç yakışmamış doğrusu. Sayın ebeveynler yapmayın, beni dinleyin, etmeyin. Onlar bebecik daha ama onların da duyguları var, ağaç yaşken eyilir bak sonra üzülürsünüz.

22 Temmuz 2011 Cuma

Köprüden Düşenler

Thorton Wilder'ın The Bridge of San Luis Rey isimli kitbaından bahsetmiştim bir kaç ay önce. Dilimize çevrilmemiş olmasının büyük eksiklik olduğuna değindiğim bu kitap meğer türkçeye çevrilmiş. Hem de 1984 yılında. Çevirenler Cemil Meriç ve L. Çataloğlu. Ancak son derece kötü bir çeviri çalışması. Hatalar daha ilk cümleden başlıyor. Çeviriyi üstelenen kişilerden bir tanesinin bile sözlüğe bakmayacak kadar ingilizcelerine güvendiği anlaşılıyor ki, son derece basit ve sıradan kelimeleri bile hatalı çevirdiklerine bakılacak olursa hayli yersiz bir özgüven geliştirmişler kendilerinde. Azbuçuk ingilizce paralayan bir anda koskoca dile hakim olduğunu zannediyor, eş ahbap, dostlar da sağolsın atıyorlar önüne "al çevirirver bunu" diye.


Kitaba saçma sapan bir ad yakıştırılmış olması zaten özensizlik belirtisi. Cevval sinemacılarımızın filmlere türkçe isim uydurmaları gibi, tutup kitaba yeniden isim takmışlar. Koskoca kitabın öznesi bir köprü iken tercümanların ilk katliamı buradan başlamış, ve özne olmuş köprüden düşen beş kişi. Evet kitapta bu beş kişinin düşmeden önceki hayatlarına dair ipuçları taranıyor ancak kitabın merkezinde duran nesne "köprü" ve "o köprünün sembolize ettikleri". Almışlar canım alegoriyi köprüden aşağıya atmışlar. Aferim.


Kitabın ilk sayfasını açıp, ilk cümlesini okumak bile cinlerimi tepeme çıkarmaya yetti. Dakika bir, gol bir, köprü dağların tepesinde, "köprüden düşenler"in düşebilecekleri tek bir yer var: uçurum. Gulf kelimesi İngilizce'de körfez ve büyük boşluk manasına gelir. Haritaya bakarsanız zaten Lima'da körfez bulunmadığını da görebilirsiniz. Ama çeviriciler neden ve nasıl uygun gördülerse körfez bile dememişler, peydahlamışlar bir tane "girdap". Tamam "Gulf Stream" lafını bir yerlerden duymuş olabilirsiniz ama bu andığım yerin de körfezle alakası yok. Ahmakça bir çeviri, yazıklar olsun.


Tabii ki üç beş saçma cümle için kaldırıp kenara koymadım kitabı. Masaya önüme orijinalini de açtım satır satır karşılaştırayım, neymiş bukepazelik tam olarak çözeyim istedim. İkinci cümleden sonra çevirmemişler zaten. Yaptıkları şu: Okumuşlar ve ilk paragraftan akıllarında ne kaldıysa türkçesini yazmışlar. Kitabın baş karakteri olan din adamı orijianlinin ikinci sayfasında şöyle bir cümle ile tanııtılır okuyucuya; "Bu olayla ilgili olarak yalnızca bir kişi elinden gelen herşeyi yaptı" Bizim atmasyoncular ise şöyle demiş: "bu konuda soğukkanlılığını koruya tek kişi vardı" Yazıklar olsun, nereden çıktı soğukkanlılık. Aslı bile şöyle diyor: "Only one person did anything about it" Çeviri diye önümüze neleri atıyorlar. Okuyunca bu niye nobel aldı, bu niye pulitzer aldı diye irkiliyoruz. Boşuna değilmiş.


Bir sürü edebiyat seven, kültürel birikim anlamında yetkin, bir veya bir kaç yabancı dili anadilleri seviyesinde konuşan ve çeviri yapmak için aşındırmadık kapı bırakmamış insanlar çeviri yapamazken, elifi görse mertek zennedenlerin ellerine teslim ediyorlar kitapları, çevirsinler diye. Sonra oku ki orijinalinde ne denmiş anlayasın. Ya insan bir utanır madem çeviriyorsun arada bir iki de sözlük sayfası çevir.


Girdapmış!!! Peh!!


Akrep Burcu

Sevgili Akrep Burcu;

Sizi ilk tanıdığımda sizi tanımıyordum bile. Sonradan tanıdım. Görünüşte adama benziyordunuz ama kahpeliğin kitabını siz yazmışsınız meğer. Sonradan öürendim. Tecrübeyle sabitledim. Kimse aksini iddia edemez.

Seneler seneler evveldi, ülkemizin dışı güzide, içi alicengiz misali dışı ile tepeden tırnağa tezat bir kurumunda işe başlamıştım. İçerisinin içler acısı halinden bihaber, orayı normal sanıyordum. Kurstaydık. İşe yeni giren kırk kişi üç ay sürecek bir oryantasyon kursuna alınmıştık. İki ayrı sınıfta, iki ayrı grup halinde ders görüyorduk. Sonra sizin grup geldi. Üst düzey yetitirme eğitimleriden birsiymiş. Ankara’nın o zaman için iyi otellerinden birinde kalıyorduk. Birkaç gece sonra bizim gruptam kızların odasına girer çıkar oldunuz. Kızınız yaşındakilerşe alenen haşır neşir olmanız tuhaf gelmişti. “Kazık kadar herifler ne giriyorlar kızların odasına” diye sordum bir sanah lahvaltısında Böcek Kadın’a. Lafı size yetiştirmiş. Seneler sonra sizin yardımcısınız olarak çalışıyordum. Aylar geçtikten sonra bir gün bana “ Sen seneler önce bu adam kızların odasında ne arıyor diye hakkımda konuşmuşsun” diyebildin. “Sahidenne aramıştınız?” diye sorunca gülüşmüştük. Ama çok iğrenç gelmişti böyle basit bir sualin beni takip etmesi.

Blge müdürüydünüz, Müdürleri akşam yemeği vesilesi ile toplar sonra “Oyna” derdiniz hepsi koskoca kadınlar, adamlar gerdan titrete, göğüs löpürdete karşınızda maharetlerini sergilerdi. Çok şişinir çok böbürlenirdiniz. Seneler önceki merakınız bırakmadı yakanızı. Sekreterinizle düşüp kalktığınız, kısa sürede kurum içinde yayıldı. Eh otel odalarının dili olmasa da fatıraların dili var, onlar konuşurlar. Masraf olmasın diye aynı odada kalınca aşkınız ayyuka yükseldi. Biraz fazla patırtı çıkmış üst düzeyde benim duyduğum.

Tası tarağı toğlamanızdan birkaç ay önceydi. Kadın yönetcilerden biri sizin avamlığa direnmekte zorlanan lümoenin teki olduğunuza iyice kanaat getirdiği için bir toplantı sonrasında akşam yemeği esnasında, o gece için özel dikilmiş ışıltılı, hışırtılı sahne kıyafeti ile sahnede yerini aldı. Saz arkadaşlarını da yanında getirmiş. Kadın resmen türk sanat müziği programı yaptı. Haftasına kalmadan istediği birime terfi ettirniştiniz. “Bir demet yasemen” şarkısını ekolar arasında müstakbel eşinizin hatrına söylemişti, tam kahakalıktı sunumu. Çok komikti, aleniliğin bu denlisi.

Eh kızın yaşında sekreteri de almışsın. “Arada model yenilemek lazım” derdin Yapmışsın aferim. Bir dahakine daha uçuk şeyler dene. Benden sonraki yardımcın hani karısını boşayıp, kayınbiraderinin karısı ile dünyaevine girmişti. Rezillik yaptın mı tam yapmalısın, el ne karışır di mi?


21 Temmuz 2011 Perşembe

Kaldırım Martısı

Sıcaklar bunaltma raddelerine geldi. Caddelerin ortasında dikkatle bakınca hararetin yarattığı titreşimli görüntüleri yakalamak mümkün. Yalnız insanlar mı bunalan? Hayvanların da işi zor. Martılar gün boyu denizin serin yüzeyine yaın bölgelerde kanat çırparak serinlese de, vapur peşinde uçmaktan bazen yogun düşüyorlar. Ver elini kara o zaman.

Karada yürüyen martı daha önce de görmüştüm ama takip edilmekten tedirgin olmayan martıyı ilk defa gördüm. Hep kaldırım serçesi olacak değil ya, buyrun bu da kaldırım martısı.


Fotoğraf: Kaldırım Martısı - D.M.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Merdivenler: Film Gibi 3

Merdivenlerin hayatımda yeri var. Çocukluğumun önemli bir bölümü iki katlı evlerde geçti. Merdivenlerden koşarak inmeyi, trabzanlardan kayarak inmeyi, oyunlarda merdiveni kullanmayı pek aczip bulduğumu anımsıyorum.

Sonra "onu" en son gördüpüm yer bir merdivendi. Merdivende veda ettik birbirimize. Çok şık duruyorduk eminim. İki şık insan, bir erkek, bir kadın, en güzel giysileri ile. Sonra sarıldık, öpüştük. İyi dilekler ve niyetler. Kal diyen gözlere gitmelisin diye karşılık veren sözler.

Bir merdiven basamağında uyandım bir sabah.

Merdivenlerden düşüp kafasını vuran bir insan gördüm.

Bir merdivende oturup derrs çalıştım sabaha kadar.

En sevdiğim filmlerde merdiven sahneleri önemli yer tutar; The Birds, The Untouchables, Citizen Kane, Calito's Way, Psycho, Gone with the Wind, Rebecca - Saydığım filmlerden üçü de Hitchcock'a ait iyi mi? - Stolen Embraces, Penelope Cruz'u kaybeden yaşlı, zengin sevgilisi, sırtından şöyle bir dokunur, kadın merdivenlerden yuvarlanarak iner... Potemkin Zırhlısı, dokunulmazların aynen alıp yeniden çektiği sahne, merdivenlerden düşmekte olan bir bebek arabası, A strretcar named desire, finalde Kowalski Stella kucaklaşmasını kim unutabilir?.. Vertigo.. İşte yine Hitch Amca, finalde, kulenin merdivenlerde gerçeklerin ortaya çıkışı... The Exorcist, yenilenen versiyonunda Regan'ın merdivenlerden örümcek gibi inişi, kimin dondurmaz kanını?... Heute Tension, merdivenlerde can veren evin reisi... Kill Bill 1 deki Uma Thurman'ın dövüş sahnesi.. Poltergeist filminde oturma odasındaki korkunç merdiven,.. The Sprial Staircase filminin ise tam anlamı ile dönüm noktasıdır merdivenler...

Merdivenler filmin dramatik yönünü görsel olarak güzel destekliyor. Bir kaç güzel nerdiven resmini sizlerle paylaşmak istiyorum bugün.


Bir kaç güzel merdiven ve bir kaç güzel film müziği. Filmlerden sevdiğim sahneleri, sevdiğim pop şarkıları ile bir araya getirmesini seviyorum. Bir buçuk saati bulan bazen de geçen toplamaları hazırlamak da dinlemek de ayrı bir keyif veriyor bana. BU defa bizden sanatçıları da ilave ettim; Burak Pekün, Candan Erçetin ve Sezen Aksu.. Bir tane de kendi hazırladığım remixi sıkıştırdım araya.. Umarım dinlemesi de size heyif verir.






İşte seçtiğim filmler ve sanatçılar şöyle.

Fireflies in the Garden
In the Name of the Father
Pink Martini
Pan's Labrynth
2046
Requiem for a Dream
Madonna
David Darling & Vladimir Mix
Vangelis
Candan Erçetin
Chris Isaak
Mike Oldfield
Into the Wild
Patricia Kaas
Pan's Labrynth
La Reine Margot
2046
Burak Pekün
Fireflies in the Garden
Sezen Aksu
Air
Locust
Hanna
The Great Expectations
Spirited Away
William Orbit
The X-Files
Mission Impossible
Jean Michelle-Jarre
Inception
Placebo & Kate Bush
The Social Network

2011 için yaptığım "film gibi" serileri burada sona erdi.

Aslan Burcu

Sevgili Aslan Burcu;

Gösterişi seven aslan burcu. İçi dolu insanların gösterişi iyi duruyor da kof insanların ki sakil kalıyor. Sen de maalesef olanca ihtişam hırsına rağmen kofti kaldın gülüm. Sarıya dönmüş kumral kıvırcık saçlar ve kıpkırmızı gürbüz bir surat, ağzını açtığında dökülen koskocaman bir şive. Yıllar boyunca, çalıştığın müessesenin yaz kampında, vakıf başkanı tavla oynarken gazoz istediğinde gazoz, çay istediğinde çay, sigara içtiğinde de kül tablasını tutarak ve birlikte poker masasına oturunca kasten yenilerek gösterdiğin sadakatin meyvelerini hayal bile edemediğin koskoca ünvanlar olarak geri alınca şaşırmışlığın doğaldı elbette. Ama o unvan için az çalışmamıştın hani, karın da yönetim kurulu üyelerinin hanımların evlerinde gün yaparken börek çörek pişirmeye az gitmemişti elbette. Çalıştığın kurumun yükselme kuralları işte atılan usta adımları değil de “sosyalleşmekten” geçiyordu değil mi?

Hırsından zıp zıp zıplayıp, kimselere sözünü geçiremeyen mendebur cüceleri andırıyordun öfkelendiğin vakit. Buna herkes gülüyordu. Yanlış anlama dış görüntüdeki boyun hayli uzun ama karakterin güdük olduğu için nereye gitsen içinde bir cüce seninle birlikte geliyordu. Hem de ne cüce; hırslı, hınzır ve kötücül.

Herkesle uğraştın, seni işgal ettiğin makamı senden daha iyi idare edebileceği fikrine kapıldığın herkesi elimine etmek için kendi kendine bir savaş başlattın. Kibar, şyş tahsilli, konuşmasını, düşünmesini, giyinmesini bilen herkesi tek tek karaladın. Bana da kötülük etmeye uğraştın. Eline ne geçecekti biliyorsun. Bir rakibini silip atacaktın. Hesap öyleydi değil mi? Oysa ben sana çok gülüyordum. Herkes gülüyordu o ayrı.

İlk göreve geldiğin aylarda birlikte birkaç müşteri ziyareti yapmak istemiştin. Diğer birimdeki arkadaşlar gibi iki üç tane olsun, suya sabuna erişmeyen hoş sohbetler sürsün gitsin arayışındaydın. Ben seni dokuz tane müşteri ziyaretine götürüp hepsinde de önemli hususlar konuşulunca içindeki cüce de sen de aptalın en önde gidenine dönüşmüştünüz. Bulunduğumuz ilin önde gelen isimleri, ülke çağında tanına markaları ğreten müşterilerin karşısında oturuken gevelediklerinin o ortamlara uymadığını sen de fark etmiş olmalısın ki kısa süre sonra Konya’dan, etli ekmekları dürüp yuvarlamaktan sözetmeyş kesmiş, hatta dut yemiş bülbüle dönmüştün. Son müşteride firma sahiplerine ve genel müdürüne beşmilyon dolarlık bir kaynak yaratma sözünü vermiştin. Palavra sıktığını çay servisi yapan adam bile anlamıştı. Konuşmanın bir yerinde çalıştığımız kurumun genel müdürü ile üniversiteden arkadaş olduğunu söyledi firma ortaklarından biri. Kulağın birinden girip öbüründen çıkan bir “information” oldu bu da. Palavralarının altına imzayı ise çıkış kapısında attın. Firma sahipleri ile vedalaşırken beni de firmanın sahiplerinden sanıp iki tane kibar laf ederek elimi sıkmana kimse alenen gülmedi. Bıyık altından sırıttılar sadece. Kahkahalar eminim ki biz oradan ayrıldıktan sonra atılmıştır.

Oradan ayrılınca derhal söz verdiğin kaynak için teklifte bulundum. Takvim Mart ayının 15’ini gösteriyordu. Aylarca masanda salladın durdun. Üst birimi arayarak bu fiamnın önemli bir firma olduğunu bizden başka kurumların da ona kaynak yaratma peşinde olduğunu hiç birisinin de aylarca oyalamayacağını söyleyerek, teklifimi onlara emrivaki ile yollattım. Üst birime pas ettiğinde zaten aylar geçmişti çoktan. Haziran ayında izin kullanma niyetim vardı ama işi sonuçlandırmadan çıkmak istemiyordum. Yine de çıktım Ağustos ayının 15’inde tatildeyken sabah sekiz otuzda kredi biriminin en üst düzey sorumlusu beni aradı. Falanca firmasının sahibi genel müdürümüzün arakadaşı imiş neden söylemiyorsunuz diye beni azarlarcasına sordu. Bunu size amirim beyefendi niye söylememiş, gayet iyi biliyor oysa ki dedim. Meğer firma sahibi genel müdürümüzü arayıp gönderdiği cevval adamın bir sürü sözler verip aylarca salladığını, ama bizim ki gibi kuruma bunu yaraştıramadığını söylemiş. Aylarca sallanan teklif bir telefon ile çıkmıştı da. Firma yatırım için yaratacağı kaynağı çoktan yaratmış, tesisi iki katına çıkarmış, üretime başlamıştı bile.

Bu kaynağın böyle gecikmesinden tamamen kendin mesul olmana rağmen suçlayacak birisi lazımdı sana. Vakit geçirmeden bana koşturdun. Binadan içeriye girdin, üst kat merdivenlerini hırslı bir cüce gibi burnunda soluyarak, kıpkırmızı çıktın. Yanımda bir kuruluşunun aklından geçen lafı söylemekten kaçınmayan üst düzey yetkilisi vardı. Senin selamsız sabahsız odamdan içeri daldığını görünce;

- Kim Bu?

Diye bana sordu. Kim olduğunu açıklarken sen göğsünü dışarı çıkarmış, burnunu soruyu soranın aksi istikamete çevirmiştin. Yanıt seni oracıkta yıktı:

- Vah vah, çok yazık.

Bu sözleri duyunca geldiğin gibi arkanı döndün, koşarak oradan kaçtın. Çok komik bir cüceydin sen ya.

Aylar sonra değerlendirme belgelerimizi dolduruken oturdum karşına. Beni yerind dibine geçirmek istiyor ama başaramıyordun. Ödemesi sorunlu firmalar ile ilgili bölümde benden puan kırmak istedin. Ben kabul etmedim. Sorunlu alacak rakamı yüksek olanlardan kırıyorum diye ısrar ettin. “Yazarsanız benim de yazacaklarım var, ama yazmam bir hafta sürer bu iş bugün bitmez” dedim. Değerlendirme belgemi kabul etmedim. Bir hafta sonra açıklama önündeydi: “Sorunlu kredilerin tahsil edilmesindeki başarımdan dolayı ikramiyemde yüzde onbeş artırım yapıldığı ve altı yıldır tahsil edilemeyen 232 adet dosyayı isimleri ile yazarak bu dosyaları ben kapatmadıysam kimin kapatmak istediğini öğrenmek istiyorum” yazdım.

Velhasıl çalıştığımız kurum gaza ve toza önem veren bir yerdi, kalıbının kurumu değildi dedikodu çarklarını sık sık yağlarlardı ki hızlı dönsün. Sonra sen bir yana, ben bir yana. Beş sene sonra da ben ayrıldım işte. Artık rica edeceğim yüzünü şeytan görsün.

19 Temmuz 2011 Salı

Sene 1989

Nokta Dergisi bir çok alanda "Doruktakileri" seçmiş ve seçtiklerine sormuş;

1 - Doğum yeri ve yılı?
2 - Burcu ve tuutuğu futbol takımı?
3 - Yaşamının dönüm noktaları?
4 - 1989 yılında en çok sevindiği ve en çok üzüldüğü olaylar?
5 - 1990 yılından beklentileri?
6 - Başka hangi dalda "dorukta" seçilmek ister?
7 - En büyük idealleri?
8 - Başarılarının ardındaki isim?


O dönemlerde Sezen Aksu Söylüyor albümü ile zirvede olan Sezen Aksu cevaplamış:

1 - 1976'da İzmir'de doğdum. İlk defa üç yaşımdayken sahneye çıktım. On yıldır profesyonelim. Yirmibeşime gelmek üzere olduğum yolunda çıkartılan söylentiler tamamen asılsız olup kasıtlıdır. Bu lafları Nükhet Duru'nun çıkardığından şüpheleniyorum.

2 - Burcum Yengeç. Yengeç burcu kadınlarının psikopat, kaçık ve rezil yaratıklar olduğunu iddia eden Dr. Edip A. Barışır'a da buradan teessüflerimi göndermeyi görev sayıyorum. Tuttuğum takım bazen Galatasaray, bazen tarbzonspor, duruma göre diğer takımlar da söz konusu olabilir. Örneğin Feyyaz Abi'yi televizyonda gördükten sonra Beşiktaş'ı da listeye aldım.

3 - Müzik ve Mithatcan. Sİz buna halk arasında kısaca MM de diyebilirsiniz.

4 - Herkesin BEN'i beğenmesi, Herkesin BANA hayran olması, erkeklerin BENİM için mahvolmaları, en sevdiğim şeyler. En üzüldüğüm şey de bu döneklerin başkalarını da beğeniyor olması.

Ben banayım ben bana,
Siz ne dersiniz buna
Ben de daha bin ben var
Umutsuzluk kapısı değil bu gel bana

5 - Ajda Pekkan, Nilüfer ve Nükhet Duru ablalarımın seslerinin kısılıp benimkinin iyice açılmasını ve bu yıl da yeni yeteneklerin çıkmamasını.

6 - Valla benim için farketmez. On parmağımdaki yüzon marifetimin geri kalan yüzondokuzundan bir tane daha seçin işte. Biliyorsunuz ben mükemmelim.

7 - Ben daha ne olabilirim ki????? Ben oldum.

8 - Her şeyi ben yaptım, tek başıma yaptım. Sadece annemle babamı beni yaptıkları için kutlarım.
Ne doğrarsan tabağına o gelir kaşığına.
Kaşına kaşına çıktım sedir başına.



18 Temmuz 2011 Pazartesi

Hiç Kimse Konuşmadan Ölmemeli


Ama bizler sustuk. Bize en iyi, susmasını öğrettiler; sus payını, “sus küçüğün söz büyüğünü, sözün gümüş sükût etmenin altın olduğunu öğrettiler. Susarak hasta olduk, karnımıza ağrılar girdi. Ağzımı açtığımızda döküleceklerin beğenilmemesi endişesinden yıldık.

Oysa hiç kimse konuşmadan ölmemeli, anlatmalı hayallerini, düşüncelerini.

Konuşabilmek için kafanın içindeki engelleri de, dışarıda ki engelleri de bir kenara kaldırman lazım.

Eğer bir şey yapacak olsaydın ne yapardın?

Eğer sen bugünü yaratan kişi olabilseydin, bugün nasıl bir gün olurdu?

Eğer aklını çalan hiçbir tasan ve endişen olmasaydı szihnini nasıl bir düşünce meşgul ederdi?

Sonuçlarının tam da istediğin biçimde gerçekleşeceğini bilseydin ne yapardın?

Başkalarının ne düşüneceği gerçekten umurunda bile olmasaydı ne söylerdin?

Eğer elinde hayallerinin gerçekleşeceğinin bir garantisi olsaydı neyi hayal ederdin?
İçinde, derinlerde hissettiğin, doğru olduğuna inandığın gerçek değerlerini başkalarıyla paylaşsaydın, nasıl bir hayat yaşıyor olurdun?

Hislerinin kontrolü elinde olsaydı ve tüm hislerini tam anlamıyla yaşıyor olabilseydin, şu anda ne hissediyor olurdun?

Aslında büyün bunların hepsini tam da istediğin biçimde yapabilmek, söyleyebilmek, hissedebilmek senin elinde. Şu anda yaşamakta olduğun hayat senin izin verdiğin hayat. Sen neye ne kadar izin veriyorsan o kadarını yaşıyorsun. Kendine sakladığın, içine attığın her tepki, senden senin hayatını çalıyor. İstediğin, özlemini duyduğun hayat senin zihninin içinde, onu oradan alıp, içine doğru bir adım atarak o hayatı yaşayabilmek senin elinde. Düşün, kendini dinle, hayal et, yaşamak istediğin nasıl bi hayat? Yaşam su gibi akıp, gitmeden, önünde daha bir ömüre yetecek kadar vaktin varken: Konuş !


Boğa Burcu

Sevgili Boğa Burcu;

Senin yaptığına hile yapmak denir. Kafanın içinde kimselere asla ipucu bile vermediğin bir satrancın hamlelerini oynayıp, kimselerin ummadığı anda rok yapmaya, o kareden öbür kareye aniden zıplamaya hile yapmak denir. Herkesten gizlediğin bir oyunu oynuyorsun sen, hile yapıyorsun, afra tafra yapıyorsun, çalım satıyorsun. Bütün bu hileler seni mutlu ediyorsa, ol tabi kim tutabilir.

Obur ve bunun sonucu olarak şişman çocuklar vardır oyuncaklarını üzerine kapatırlar gövdelerini. Ellerinin eriştiği menzildeki oyuncaklara ses çıkarmadan gözlerini dilerler. “Benim” demektir bu. “O oyuncak benim” Konuşmayı bilmediği zamanlarda böyledir. Konuşmaya başladılar mı ciyak ciyak çığlıklarını gök kubbeye salarak “Benim” diye haykırmaktan utanmazlar hiç. İşte sen de öylesin “Benim” diye elinin eriştiği her şeyi sahiplenip, sahiplendiklerinin üzerinde yükseliyorsun sanki bitmek tükenmek bilmeyen bir gökyüzüne uzanan kule gibi, sahip olduklarının üzerinde yükseliyorsun. Yükseldikçe gerçeklerden kopuyorsun. Yükseldikçe “benim” diye velveleye verip üzerine yattıklarından uzaklaşıyorsun. Yükseldikçe sesin daha gür çıkıyor. Ve kimselerin ummadığı anda sahiplendiğin her şeyle birlikte kendi zihnine sakladığın, sahiplendiğin satranç tahtasının üzerinde hoooop hamleni yapıyorsun. Hileli oynuyorsun. Yüzsüzlük ediyorsun.

İnsan bu yüzsüzlüklere sahip birini sevebilir mi? Ben sevdim. Ama nasıl sevdim biliyor musun? Kardeşimi böyle sevmem. Senin denemelerini, yanılmalarını seyretmeyi sevdim, Kalp kırıklıklarıyla sevimli bir köpek yavrusu gibi geri ittirdiklerine yeniden gerisin geriye dönüp onların eteklerinde sevimli hallerini takınmanı seyretmeyi sevdim. Kapıları kapatıp, dışarıda kaldığında sevimli köpek yavrusunu yollayıp sinirli boğa yavrusu kılığına bürünmelerini sevdim. Seni tıpkı ve tıpkı kardeşimi sevemediğim gibi sevdim. İlk gördüğüm andan itibaren kardeşim gibi oldun benim. İşte seni öyle sevdim.

O sevimli, neşeli, zeki, çılgın köpek yavrusuna dönüştüğün gün ben orada olmayacağım artık. Gerçek hayatta kardeşimi sildim, seni mi silmeyeceğim. Sildim gitti.

Çıktığın yüksekliklerde en cilveli hamleler seninle olsun Boğa Burcu.



17 Temmuz 2011 Pazar

Dünyanın En Önde Gelen Uzmanı

Kendi hayatınız söz konusu olduğunda dünyann en önde gelen uzmanı sizden, kendinizden başkası değil. Arzularınızı, tutkularınızı sizden iyi Kim bilebilir? Sİzin için neyin en önemli olduğunu, neleri yapmaktan zevk aldığınızı kim sizden iyi bilebilir? Eş, ahbap, dostlardan tavsiyeler almanın ve onların önerilerini dinlemenin bir yere kadar yardımı olabilir. Ama yine de başkasının sizin yerine kararlar almasına izin vermek hayatta yağabileceğiniz en büyük hatalardandır.

Bir ömür dolusu tecrübe, kendi ömrünüz kadar kazanım, kendiniz için en iyi olanın hangisi olacağını seçebilecek iradeyi vermiştir zaten. Yakınınız saydığınız kimselere danışın danışmasına da onları dinleyeceğim diye asla kendisnizi dinlememezlik etmeyin. Başkalarına güvenip, onların önerilerini körü körüne dinlemek kesinlikle en kolayı. Hele bir de başkasının kararı ile hareket ettiğimizde suçlayabileceğiniz birisinin olması da işin en katlanılır tarafı. Yıllar boyu tırmalarsınız karşınızdakini "senin yüzünden" diye diye. Onun yüzünden ama bedeli ödeyen sizsiniz. Kendi kararınızı kendiniz almaya başladığınızda dah agüçlü bir insan olursunuz.

Dostlarınızı dinleyin, başkalarından çok şey öğrenebilirsiniz, onların başına gelenlerden kendinize örnek dersler çıkarabilirsiniz de ancak iş kenidiniz ile ilgili bir karar almaya geldiğinde işi başkalarına değil hayatınızın uzmanı olan kimseye bu görevi verin. Kendinize güvenin.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Topaç

Geçenlerde bir arkadaş çocukken oynadığımız oyunları hatırlıyor musun diye sordu. Birbiri peşi sıra en çok oynadığımızoyunları saydım:

Saklanbaç,
Kukalı Saklanbaç,
Futbol,
Cambalik (bilye),
Yakartop,
Altan Saat Kaç?
Endetura,
Kovboyculuk

Bu oyunlar bir anda aklıma geldi, peşi sıra sıraladım her birini. Bir zamanlar çok oynadığımız bir oyunu haftakar sonra hatırladım, Topkapı Sarayını gezerken. Çocukken topaç çevirmece oynardık. Topacı metal gazoz kapağının iç kısmına yerleştirir, gövdesise sıkıca doladığımız sicimi hızla çekerdik. Sicim bitince serbest kalan topaç fırlar yere iner ve orada yoluna devam ederdi. Oyunda ustalaştıkça falso vererk istediğimiz yöne, istediğimiz biçimde gitmesini sağlardık.



15 Temmuz 2011 Cuma

Bıyıkkolik

Kimi insanda bıyık bir tutku. Kimisi de bıyığa fena özeniyor. "Acaba kendisinde mi bahsediyor bu gene?"dediğinizi duyar gibiyim. Ama duymuyorum çünkü bu ara Sufjan Stevens denen bir musiki delisine dadandım onun müziğini en son seste kulaklıklarımdan içeri boca eder haldeyim. Dış dünya ile sessel ilişkimi o sağlıyor o yüzden başka seslere kapandım.

Kimi insanda bıyık tutku, hem de öyle böyle değil. Normal insanın bir tutkusu olması iyi ama başka tutkuları varsa ve başka bir tutkunun üzerine bıyık tutkusunun tohumlarını ekmek istiyorsa insan o zaman ne olacak. Sorarım size? Diyelim ki adam/kadın azılı bir alkolik, bıyığa da tutkun olmak istiyor. Kolayı var, mucidin teki bulmuş. Hava alanlarında, tren yolculukların cep mataralarını çıkarıp çıkarıp güya gizlice demlenen amcalar vardır işte efendim o minik mataraların üzerine arzuya hitab eden biçim ve görüntüde bıyıkları nakşediyorsunuz ve oluyor size bir adet bıyıkkolik, yani üzerinde bıyık resmi olan cep matarası. İki tutkuyu bir arada yaşamak isteyenlere birebir.


Bu arada başka tutkuları da bıyık tutkusu ile birleştirebilecek bir manyak yan seziyorum bir kaç vakittir kendimde. İnşallah sonu hayırlara vesile olur. Başka da bir rezalet çıksın istemem şu blogda.


Meraklısına Notlar;

Sufjan Stevens'ın plak şirketinin adı "astigmatlı kedi yavrusu" anlamına geliyor.

14 Temmuz 2011 Perşembe

İmkansız Görev; Haydi Bastır Tom !

Mission Impossible serisinin dördüncü tamamlanmak üzere. Aralık ayında ülkemizde de gösterime girecek. 60'lı yılların sevilen TV dizisi, 80'li yıllarda yine TV dizisi olarak çekildi ve benzeri biçimde ilgi topladı. Tekrar ilgi toplaması Tom Cruise'un dikkatini çekti, dizi filmi, film haline getirebilmek için bütün ilişkilerini kullandı.

Mission Impossible, tamamen ekip ruhu ve görev paylaşımı üzerine kuruludur. Ekipteki herkes eşit ölçüde değerlidir ve sorunları çözmek için her bir elemanın mevcudiyeti şarttır. Tom Bey'in kabul edebileceği bir senaryoda ondan rol çalacak, yüzünün her dakika perdede olmasına mani olacak bir ekibe yer olmadığı için; birbirinden imkansız görevlerin ekibi daha ilk filmin ilk yarısı dolmadan öbür dünyadaki görevlerine yolcu edildiler.

Mission Impossible filmlerinin ilk üçü Ethan Hunt'ın maceraları olarak beyaz peerdede arz-ı endam eyledi. Cruise Bey'in egosu ekibi yoketti geçti. İlk film olanca ihanetine rağmen Brian De Palma dokunuşu içeriyor olması sebebi ile farklı sinemasal tadlar barındırıyordu, ikincisi filmin en güzel yeri fragmanıydı, geri kalan kısmını John Woo manasız görselliklere boğmuştu. Üçüncüsü J.J. Abrams dokunuşu ile hoş bir macera filmi olmuştu ama malesef Mission Impossible filminden ziyade dünyayı birbirine katan tek tabanca James Bond filmi gibi duruyordu.

Çıkan haberlerden anlaşılan o ki; serinin dördüncü halkasında bir ekip var, ama Tom'dan rol çalabileceklerine inanmıyorum. Haydi bastır Tom, yok et efsaneyi.

Yay Burcu

Sevgili Yay Burcu;

“Gerilir gerilir vururum” derdin hatırlar mısın? Hakikaten de gerilip gerilip vururdun. Yüzünde güller açardı diyelim, sen olumsuzlukları umursamaz içine atardın. Atar, toplar, biriktirirdin sonra o gerilimle vurur yokardın karşına çıkanı. Üzülürdüm bazen senin için bu gerilim iyi değil, ya kendine dokunursa zararın diye. Ama pek de güzel idare ediyorsun.gördüğüm kadarıyla.

Sen kendi başının çaresine bakansın. Her kimle olursa olsun başa çıkabilirsin. Alttan almaktan çekinmezsin. Susmayı da bilirsin, konuşturmayı da. Sonra bammm alırsın sazı eline ve sen konuşursun.

Her zaman yüzüne yerleştirebildiğin gülümsemeyi seviyorum. Neşen öyle bulaşıcı ki şimdi şu odadan içeriye girsen on dakika sonra kahkahalar yükselir bu odadan.

Nerden buluyorum bu başımın belalarını diye dertlenirken bile neşelisin. Hep kavgacı, agresif, sana zara vereceğini ilk görüşte bildiğimiz kişilere gidip aşık oluyorsun. Aşık oldun mu delice aşık oluyorsun üstelik. Birkaç ay yüzünü görmüyoruz. Sonra birden yine koskocaman gülümsemen ile çıkıyorsun ortaya. Elinde anlatılacak eski bir hikaye daha.

Eski bir hikaye daha demek yeni bir hikayenin başlangıcı demek senin için bunu çok iyi biliyoruz.

Seni en çok şaşırtanı her halde en uzun süren ilişkin olmuştu. Bir gün işyerinden tanıdığın bir kız yanına gelip bırak onu, o benim sevgilim demişti. Ortalığı o biçimde ayağa kaldıracağını düşünememişti. Çok zarif, minyon, çıtıpıtı bir kız bir anda yavrusu tehlikede kalmış dişi bir pantere dönüşmüştün. Kıza da çocuğa da hayatlarının en zor anlarını yaşattığına şahit olan herkes seni haklı buldu.

Haydi yay burcu bu sefer lütfen en doğru adımını at.


13 Temmuz 2011 Çarşamba

Şans Oyunlarının Yüzde Kaçı Şansa Dayalı?

Futbola ilgim fazla değildir. Keyifli bir ortam olursa bazı maçları izlerim, ama izleyemessem de üzülmem. Son günlerde şike telaşı aldı yürüdü. İnsan üzülüyor sporun ve de skorun sahalarda değil de kapalı kapılar ardında belirlenmiş olmasına. Ne yani onlarca spor programında maçları kare kare ağır çekşmle izleyip pozisyon yorumlamak için dökülen milyonlarca adet laf kalabalığı boşa mı gitti yani? Orada konuşanlara üzülmüyorum, çünkü onlar paracıklarını cukkaladılar. Üzüldüğüm uykusuz gözlerle futbol yorumcularının ağzından çıkacakları bekleyip belki de dinlediklerini ertesi sabah tekrar edenler. Yazıktır oncağızlar gördüklerini gerçek sanıp bir de üzerlerine tonlarca yorum işittiler. Şimdi ayıkla ayıklayabilirsen skorlardan hangisi gerçek hangisi planlanmış diye.

Bu olay ortalığı sarsmalı, dağıtmalı iken, hayalleri ile oynanmış insanlar hala tepkisiz. Ya Digi Bey'e ne diyeceğiz? Yayın hakkına sahip olduğu bir takım şikeli görüntülerin kopyalanıp koyulduğu sitelere link veren bloglar var diye tüm blogspota erişimi taaa Diyarbakır'daki Mahkemelerden kapattırdı. Hem de iki defa.

Asıl asıl hesaplanması gereken ise - bence tabi, bu konuda kimse henüz bir fikir yürütmedi - Spor Loto / İddaa ne olacak? Orada şikeli maçı doğru tahmin edenler indirdi ceplere paraları, maçlar dürüst olsa idi tahmini doru olup cebe indirecek olanların payına da avuçlarını yalamak düştü. Ne olacak hileli maç oynanmamış olsaydı kazanacak olan insanların talihine. Kör talih mi bu? Şimdi oturup düşünelim bakalım ülkemizde futbol dünyası skorlarından beslenen şans oyunlarının yüzde kaçı şansa dayalı?


Kirpi

Bir varmış bir yokmuş, çok uzun zaman önceymiş. Tam da dünyanın en soğuk kışının yaşandığı zamanmış. Soğuk yüzünden bir çok hayvan ölüyormuş. Kirpiler durumun ciddiyetini görünce soğukta tek tek kalıp titremeşmektense kümeler halinde birbirlerine sokulup vücutlarını sıcak tutmaya kara almışlar. Böylece koskocaman bir kalkanın aştına toparlanıp soğuktan korunabileceklermiş. Bütün kirğiler bir araya gelmişler. Sıcacıkmış, soüuğu hiç duymuyorlarmış. Ama sıcağa biraz alışıp soğuğun nasıl bir şey olduğunu unutunca aralarında söylenenler çıkmaya başlamış. "Çeksene dikenini bana batıyor" diye avaz avaz bağırmaya başlamış bu söylenenler.


Şikayetlerin ve yakınmalarınsayısı artınca zaten soğuğu unutmuş olan kirpiler birbirlerinden ayrılmışlar. Tek başlarına tortop olup soğukla başa çıkmak istemişler ama olmamış. Kirpiler soğukta bir başlarına kalınca teker teker ölmeye başlamışlar. Hal böyle olunca tekrar bir kara almak zorunda kalmışlar. Seçenekleri fazla değilmiş: Ya tek başlarına kalıp ölecekler, ya da bir araya toplanıp birbirlerinin dikenlerine katlanarak birlikte yaşayacaklar. Seçenek sayısı az olunca karar almaları kolay olmuş. Kirpiler yine bir araya toplanmışlar.


Soğukta birlikte büzüşen kirpiler; hayatta kalmayı başarırken, yakınlarındakinden aldıkları minik yaraları göz ardı etmesini öğrenmişler. Ve böylece soğuklar bittiğinde yaşamlarını sürdürebilmişler.

Gelelim bu minik fabldan çıkarılması gereken derse: En iyi ilişki en mükemmel insanları bir araya getiren ilişki değil, her bir kişinin karşısındakinin iyi yönlerine hayranlık duyarken, olumsuz yönlerini de kabullenerek yaşadığı işlişkidir.

Ve gelelim bu fabldan çıkarılacak en asıl derse; hayatınızdaki olumsuzluklar ile birlikte yaşamasını öğrenelim. Pollyanna'dan hallice bir yaşam sürelim, sevelim, sevilelim. Durduk yere sevinelim.

12 Temmuz 2011 Salı

Yönetmenin Kurgusu

Kate Bush Aerial'dan beri yeni albüm yayınlamıyordu. Stüdyo delisi diyebileceğimiz bir müzisyendir kendileri. Yıllarca stüdyosuna kapanır ve dışarıya çıktığında hep dinleyicisini alıp götüren albümler getirir beraberinde. Bu sefer kendi dinleyicisinin pek alışık olmadığı türde bir albümle çıkageldi: Director's Cut. Hoş yönetmenin kurgusu tarzında bir albümü fikir olarak ona pek yakıştıramasam da sadık bir Kate Bush dinleyicisi olarak uzak durmayı başaramayacağım bir albüm bu. Aslında seksenli yılların ilk yarısından beri kendi stüdyosunda, kendi keyfine göre müzikal yolculuklara çıkıp, riskli denemelere girişen maceracı bir müzisyen olarak albümlerinin zaten hep kendi kurgusu olduğunu düşündüğümdem albümün ismini yadırgadım.

"Director's Cut" Bush'un 90'lı yıllarda yayınlanan iki albümü "Sensual World" ve "The Red Shoes" albümlerinde yer almış toplam 11 şarkının yeniden yorumlanmış hallerini içeriyor. Albüm Sensual World albümüne adını vermiş olan şarkı ile açılıyor ancak, şarkının adı ve kısa bir bölümünde sözler değişmiş. Sanatçı şarkıyı ilk yazdığında arada bir bölüm Ullyses romanının kahramanı Bloom'un ağzından bazı sözleri de içeriyormuş ancak Joyce'un mirasçıları romandan alıntı yapılmasına razı gelmeyince Kate Bush kendi yazdığı sözlerle şarkıyı kaydetmiş. Artık "Flower of the Mountain" ismini taiıyan şarkıda bu sefer Joyce'un romanından kısa bir alıntı var. Mirasçılar artık minik bir işbirliğine itiraz etmemişler. Onun dışındaki şarkılar tanıdığımız şarkılar.

Albümü ilk dinlediğimde Kate Bush'un vokalinde sezdiğim yorgunluk beni rahatsız etmekle birlikte, sonraki dinlemelerde bu yeni sese alıştım. Şarkıların yeni halleri daha çok enstrüman ve daha çok solo içeriyor. Parçalara bu halleri ile eski hallerinden daha akıcı, kendi içlerinde nefes almaya başlamışlar sanki. Sololar şarkıları daha anlaşılır hale getirmiş. "So is Love" şarkısının yeniden yorumlanmasını fazla anlamlı bulmadım çünkü ilk versiyonu zaten Eric Clapton'un eşliği ile blues tınıları da içeren hayli dinamik bir şarkıydı, bu yeni hali o derece dinamik değil. Bu seçim dışında iki ayrı albümde yer almış şarkıları tek bir albümde, bir albüm bütünlüğü oluşturacak biçimde yeniden kurgulamak olumsuz bir sonuç vermemiş. Bilinen ancak göz ardı edilmiş şarkıları yeni tınılarla zenginleştirilmiş biçimde yine sahibinin sesinden dinlemek enteresan bir deneyim oldu. Hafızamdaki güzel albümler rafına kaldıracağım ve zaman zaman dönüp tekrar dinleyeceğim bir çalışma diyebilirim.


Director's Cut
The Song of Solomon
Lily
Deeper Understanding
The Red Shoes
This Woman's Work
Moments of Pleasure
Never be Mine
Top of the City
And So is Love
Rubberband Girl


Eski Bir Bıyıklının Evrak-ı Metrukesi

Yıllar yılı burnuma vermiş olduğum önemi altına doğal bir çizgi çekerek gösterdim. Burnumdan kıl aldırtmadım. Ama gelin görün ki, gün geldi ben de bıyıklarıma ihanet ettim. Hem de seneler önce. Bir gün kestim attım onları, sanki kanserli bir uzvu, sanki istenmeyen bir tüy parçasını kopartıp atar gibi. Halbuki o son bıyıklarımı saklayıp usta bir perukacıda takma bıyıklaştırtabilir, gerektiğinde onları ait oldukları yere çıtçıtlayarak özlem bile giderebilir misim. O vakit bilmiyordum bunları. Heyhat, artık bunları düşünmek için çok geç kaldığımın bilincindeyim.

Eğer bıyıklarıma ihanet etmiş olsaydım, anılarımı yazdığım defterimin üzerine koskocaman bir pos bıyık kondurur muydum acaba diye düşünürken yakalıyorum kendimi. Sonra bir keder, bir keder. Her anı hatıra şen, şakrak ve kahkaha yüklü olacak değil ya, insanın gözlerine toz kaçıran anılar da var. Hayat böyle işte, torba değil ki büzesin.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Vazgeçilemeyen Şampuan

Tüketicinin saçlarını ahenkle dansettirmeye odaklanmış şampuan türlerinden önce de tüketicinin saçları ahenkle dansederdi. Şimdilerin en çok satan markalarından biri değildi. Mavi tırtıklı plastik şişesi ve tepesinde beyaz bir kapaüı vardı. Hayli mütevazi görünümlü bu şampuanı açtığınızda içinde bal rengi şeffaf bir şampuan akardı. Son derece sade tasarlanmış ambalaj ve içinden çıkan sade ürünün en güzel yanı kokusuydu.

Geçmişin yaz günlerini anımsadığımda burnuma Blendax şampuanlarının insanı tazeleyen, neşelendirip, enerji katan kokusu gelir. Uzun yıllar boyunca bu şampuanı kullandık. Rakiplerinin reklam bombardımanı ve ürün çeşitliliği karşısında satış şansını yükseltebilmek maksadıyla, bu şampuanda da bir takım değişiklikler yapıldı. Kutusu değişti, iampuanın kokusu ve rengi değişti. Kutu değişikşiliğini kabule hazır sadık tüketiciler mamuldeki renk değişikliklerinden fazla etkilenmediler, malumunuz saç yıkanırken genelde gözler de kapalı olur. Göz teması olmadı mı renk farklılığını hazmetmek de kolay olur elbette. İnsanlar şampuandaki koku değişikliğini kabullenemediler, raflarda bu şampuana ayrılan bölümler giderek ufalfı ufaldı, bir müddetliğine gözden de kayboldu bu şampuan markası. Derken geçenlerde bir gün bir rafta gördüm, kapaüını açıp kokladım. Ah! Eski kokunun hemen hemen aynısı değil mi? Hemen aldım. Suyu altına girip gözler kapalı vaziyette saçlarımı köpürttüm mü sanki zamanda yolculuk gibi oluyor.

Hoş saçlarım ahenkle dans edebilecek uzunlukta değil ama, tanıdık bir şampuan kokusu iyi geldi.