Seneler sonra evdeki dergi yığınlarının arasında tekrar karşıma çıkan dosyayı ilk önce içeriğine dair fazla bilgim olmaksızın okumaya girişmiştim. Hani bazı kitapları okumaya çalışırsınız ancak orada kurgulanan dünyanın içine girmeniz ve kitabın dünyasını algılayabilmeniz veya olan bitene merak duymanız biraz vakit alır ya, bu A4 kağıtlarına sıkışık bir yazı karakteri ile yazılmış, ağırlıklı olarak e-mailler ve sohbetlerden oluşan yazı, birbirini tekrar etmeyen ancak birbirine benzeyen iki kişinin mektuplaşmaları ilk baştaki birkaç mektuptan sonra giderek merak uyandırıcı bir hal almaya başlamıştı. Minik bir yazı karakteri ile topu topu 36 dosya kağıdı sayfasından ibaretti. Yani yazı stilini ve punto büyüklüğünü değiştirseniz, tamamını bir kitaba dönüştürseniz kabaca bir hesaplama ile 80 sayfa civarında tutardı hepsi. Seneler önce, üstelik tam da elime alıp okumaya girişmişken, eve geldiğimde bir kenara bırakıp sonra da unuttuğumdan ötürü suçluluk hissediyordum. Ortada ciddi bir emek vardı ve ben elimle kaldırıp bir kenara koymuştum.
Hatırlıyorum, yazıyı bana verdiğinden sonraki ilk seferinde bana verdiği dosyası ile ilgili bir şey sormamıştı, ama onu iyi tanıyordum ya da o zamanlar öyle olduğunu düşünüyordum. İkinci karşılaşmamızda da bir şey belli etmemişti ama bakışlarından okuyup okumadığıma dair benden yanıt beklediğini anlamıştım. Onun gözlerindeki merak yüzünden o an domuzluğum tutmuştu. Bir daha ki karşılaşmamızda sorarsa uygun bir cevapla geçiştirmeyi düşünerek meraklı bakışlarını görmezden gelmiştim. Bu v,cdan azabına benzer duygu bile bende yazdıklarını okuma isteği uyandırmıyordu.
Bir daha ki karşılaşmamızda “Yazdıklarımı okudun mu?” diye sorarken ela gözlerinin içinde koyu renk ışıklar kamaşmıştı. Yanıtımı çok merak ediyordu. Okumamıştım, ve okumadığımı söylemek kabalık gibi gelmişti o an.
“Okudum, çok etkileyici” demiştim.
Biraz sessiz durduktan sonra yüzü biraz düşmüştü:
“Bu kadar mı? Yani inanmıyorum. Haftalarca seninle yazmaktan, edebiyattan, yazma serüveninin ilk adımlarını atan kişinin konu bulma aşamasında yaşadığı zorluklardan, konuyu buldu diyelim, kağıda aktarma sürecindeki sancılardan ama çekilen sancılara rağmen yazarken duyulan hazdan sürekli yazmaktan, yazdıklarını yırtıp atmasından ancak yırta boza en sonunda ortaya çıkan anlatıya neredeyse öz çocuğu gibi bağlanmasından bahsettikten sonra bana vereceğin cevap bu mu? “Okudum çok etkileyici” Neresi etkileyici? Nesi seni etkiledi? Okumadın değil mi? O kadar uğraştım ki aslında. Kaç gece uykusuz kaldım da yazdım ben onları.” demişti haklı olarak.
Okumadığımı itiraf edememiştim, bir şeyler gevelemeye başlamıştım. Sanırım iyi oynuyordum o anda. Yazdıkları için benden beklediği tepkileri gösteriyor olmalıydım ki yüzüne huzur dolu bir gülümseme yayılmıştı giderek. Mutluluğu geri gelince çenesi açılmıştı işte, ben bir cümleye başlayınca o gerisini devan ettirmişti. O an nelerden bahsettiğimi tam anımsamıyorum ama bugün okuduklarımla o gün orada konuştuklarımız alakasız konulardı. Benim atmasyona geçtiğimi fark etmiş olmasına rağmen bozuntuya vermemişti. Bilakis benim oynuyorum sandığım oyunumun içine girmiş, cümlelerimi bile tamamlamıştı. Nereleri ne düşünerek yazdığını uydurmaya girişmişti. Okumadığımı söylemem dürüst bir davranış olacaktı, ben pısırıklık edip yalan söylemeyi seçmiştim. Yaptığım büyük terbiyesizlikti. Bunu anlayabilmem için aradan beş sene geçmiş olması ayrı bir rezillikti. Ayıp etmiştim.
Bu konuşmamızdan sonra görüşmelerimiz azalmıştı. Zaman arkadaşlıkları test eder zannederiz çoğumuz, yok sadece zaman değil dostlukları test eden. Nedensiz kabalıklar, yüzsüzlükler de test eder arkadaşlıkları. Bizim dostluğumuzu test eden ise güvendi. Arkadaşımın güvenini kaybetmiştim. Yazdıkları üzerine konuştuğumuz o an bizim dostluğumuzun dönüm noktası olmuştu. Ben karşısına geçmiş yalanlar söylerken o da yalanlarımı yalanları ile desteklemiş ve benim nereye kadar gidebileceğimi görmüştü. Ondan sonra da görüşmeler seyrekleşti, ortak arkadaşlarla selam alışverişinden başka bir ilişkimiz kalmadı.
Şimdi oturmuş yazdıklarını okurken araya serpiştirdiği belki de sadece benim anlayabileceğim bazı detayları serpiştirmiş olmasını çok zekice buluyorum. Aslında öyküsün içeriğine dair de bazı bilgilerim vardı. Seneler önce yazma hevesine ilk kapıldığında e-maillerle gelişen bir aşk öyküsü yazmak istediği anlatmıştı bana. Sonra bu fikri unuttu zannederken fikrin çok da farklı olmayan bir versiyonu ile karşıma çıkmıştı. Malzemesini ve tekniğini değiştirmeye karar vermişti anlaşılan. İnternette bir çocukla tanıştığını her gece sabahlara kadar e-mailleştiklerini, arada sohbet ettiklerini ve farklı duygu halleri sergileyerek çocuğu manipüle ettiğini anlatmıştı bana. Bana ilk önce tuhaf gelmiş olmasına rağmen hemen ardından çok gülmüştük bu oyununa. İnternetin yaygınlaştığı ilk yıllarda birkaç kişi ile chat yapmıştım, üçü yabancı, birisi türktü, çok güzel sohbetlerimiz ve paylaşımlarımız olmuştu. ICQ denilen bir oyuncak hayatımızda yeniydi o zamanlar, sonra başka oyuncaklar da çıktı ve benim sohbete dair hevesim söndü. Sanal ortamda tanıdık ya da tanımadık kimse ile sohbet yapamıyorum artık.
Birkaç kez ona sormuştum “Ne yapıyor senin çocuk?” diye. “Zokayı yuttu, artık dizginlerine kadar elimde” demişti. Bir başka seferinde üslup denemelerine girmek için aynı oyunu bir başka kişi ile de deneyeceğini söylemişti. Anladığım kadarı ile artık düpedüz deneyler yapıyordu. Sonra konu kapandı. Ancak onun için kapanmamış olsa gerek ki elimdeki dosyada geçmişte kalmış birkaç sohbetimizin izleri yazılı olarak duruyor.
Ural ile kadının ilişkisi ilginçlik kazanmaya başlamıştı nereye gideceğini merak ediyordum. Elimdeki sayfaların yarısına gelmiştim. Rahip ile ilgili yazılan son bölüm ise bana gönderilmiş bir selam gibiydi. Bana ismini vermese de doğum gününde Ural’dan bahsettiğini anımsıyorum. Ayrıca hikayesinde detaylı biçimde tarif edilen bileklik de bana aitti. Gelin görün ki tütün ürünlerinden uzak duruyorum. Yine de benim bir gölgemi hikayesinin içine konuk etmesi zarif bir edebiyat oyunuydu. Eminim ki o bölümü yazarken ben okuduğumda nasıl tepki vereceğimi çok merak etmişti. Hatta bedenime gelecekte ilave olacak bira göbeğini öngörmüş olması düpedüz hınzırlıktı. Beni nasıl kışkırtacağını iyi biliyordu. Yüzüme tuhaf bir gülümseme yayılmıştı, istemim ve bilgim dışında bir öykünün içinden geçmek, ya da belki de ileride öykü içinde bir role sahip olma ihtimali.
İsmini açıkladıktan sonra kadının takındığı tutum Ural’ı derin hayal kırıklığına uğratmıştı. Ancak kadın ismini vermeyeceği konusunda en başından beri tutarlı davranmıştı. Erkeğin mektuplarının sayısında artış yaşanırken kadının cevapları yok denecek kadar azalmıştı. Ural karanlık bir kuyuya taş atar gibi çaresizce ufacık bir yankı için çırpınır gibiydi.
Merhaba;
Bahar benim içimde yeşermekte, ama ömrümün, gençliğimin yetiştiği yerde bir tek papatya var, yitirdiğim her insanda, dostta ve sevgilide bir tane yaprağı daha düşüyor. Etrafıma cemrelerin hepsi de düşse, papatya yapraklarını birer birer kaybediyor. Cemre düştü ve ilk önce içim ısındı, topraktan bile önce. Gündüzler de güzelmiş dedim aylak gezintilerimde, geceler ise daha farklı baharın gölgesinde. Bir meltem, bir balkon, bir kadeh rakı dönülmez akşamın.. eşliğinde. Dinine yandığımın dünyası.. Şerefine! Aşklara, cinayetlere, idamlara şahit memleketim ne de güzelmişsin. Ne iyiymişsin. Yazık, yeni fark ettim şu bahar günlerinde, aylak ya da avare her ne dersen de. Ben, benim ve burada baharı doyasıya keşfetmekteyi, aylak, avare gezintilerimde.
Ya sen? Sen nerelerdesin?
Aylak serserime sevgiyle…
Merhaba;
Bir güvercinle dağıldı Ay’a olan ilgim, bir gülümseme yerleşiverdi yüreğime, bekledim. Beklediğim o muydu? Parlak tüylü güvercin miydi beklediğim. Tüylerinden yansıyordu Ay. Gözlerim kamaşıyordu. Evet o idi, o. Beni koyduğu mezarda hareketsizce öylece, ölesiye yatıyordum. Dalların dansını izliyor, Ay’a bakıyor, hüzünle gülümsüyordum. Derken o geldi. Belli ki koyduğu mezardan çıkaracaktı beni. Bilmiyordu gecenin koynunda olduğumu. Mezar dahi olsa güvende olduğumu. Çünkü o geceydi, Aydı. Ay’ı saklayamayan dallardı, yüzüme değip geçen rüzgardı. O beni mezara koyandı. O oydu.
Ay içime aktı, güvercin değdi yüzüme, parmakları/parmak uçları çizdi suretimi. Yavaşça, usulca, gözlerimi kapadım. Camdaki sesle alnımdaki soğukluğu fark ettim. Kapanan gözlerimi açtım. Yavaşça, usulca. Camdan ayrılan alnım. Ve sen karşımdaydın. Ne mezar vardı, ne ay, ne dallar. Gece vardı, gece sendin, ben sendim. Ruhuma değdin geçtin.
Yine gitmiştin Aylak Serserim…
Merhaba,
Bekliyordum, sabırla bekliyordum. Gelecek mi diye korkmadım hiç. Gelecekti biliyordum. Çünkü geleceğimdi. Bir dansa dahil oluyordum. Vals yapıyordum. Belki görür diyordum. Görmüyordu. Bazen kızıyor, nefret ediyordum. Ne diye koymuştu ki beni mezara? Ne olmuştu o yıldız tozlarına? Çıplak omuzna değdiği yeri tutkuyla yakan yıldız tozlarını özlemiştim.
Çocuk gibi sorguluyor, çocuk oluyordum. Sonra ay fısıldıyordu. “Gelecek” diyordu. Ay ondan yanaydı ama bende o yoktu. Gece vardı. Sarıyordu. Soruyordu. Güvendiğim, tek dostum gece. Hüzünle gülümsüyordum geceye.
Ay yalan söyler miydi? Gene çocuk oluyordum. Sonra rüzgar değiyordu bedenime. “Gelecek biliyorum, Ay yalan söylemez” Daha gelmemesinden olacak hüzünlüydü gülümsemem, olsun gülümsüyordum. Gel! Aylak serserim gel!
Merhaba;
İyice kanaat getirdim ki, Söylemeye dilim varmıyor, sen hayatta değilsin artık! Elbette ölmüş değilsin. Ama ölmüş de olabilirsin bana uzak halin ile. Ben öldüm çoktan eğer sen de benim gibi öldüysen bir anlığına kaldırabilirsen başını mezarından, bir tek minik mesaj, bir minacık e-kart yollayıp merhaba diyebilirsin bana.
Ya da hiç gıkını çıkarmadan kalırsın mezarında. Anlayamayacağım hiçbir insan hali yok bunu bilesin! Ama bir “merhaba” demeyi ihmal edişini asla anlayamam. Duyuyor musun beni aylağım?
Ural
Merhaba,
Ben aylak serseri.
Merhaba,
İşte bu ya! İşte bu! Seviyorum seni aylak serserim. Seviyorum seni var mı ötesi? İşte böyle çıkılır insanın karşısına, şok edercesine. Çarparcasına, ummadığı anda çıkmalı insanın karşısına sevilen birisi.
Sözümü yabana atma, seviyorum diye nara attım mesajını okur okumaz, elbette ne balkona çıktım, ne pencereleri açtım, ne salonda ne de odalarda bağırdım avaz avaz. Kıpırtısız dudaklarımın arasında, sessizce ama derinden bir haykırışla. Ve yıldızların arasında yankılana yankılana dolaşıyor sesim şimdi ve biliyorum sen duyuyorsun o sesi.
Nasıl oldu biliyor musun? Eve geldim. Ayağımın tozu ile, bilgisayarı açtım. Hızla internete bağladım. Ve..
Malum olduğu üzere, şekilde görüldüğü gibi. beni sevinçten delirten “sen” ile karşılaştım. Çok ama çok yorgundum bugün. Ama öyle bir huzur öyle bir mutluluk verdin ki bana geçti bütün yorgunluğum. Artık kaçmak yok. Umarım sevincimi anlar ve makul karşılarsın. Anlat hadi.. Neler yaptın?
Ural
O kadar satıra karşılık "Merhaba, Ben aylak serseri" demek. Satranç oynar gibi sanki. Yavru bir köpeciğin önüne kemik parçası atar gibi hatta. Görülen o ki karşısındakini kışkırtabildiği kadar kışkırtarak sınırlarını tartıyor.
YanıtlaSilHanım yazar ile Papaz arasındaki dostluğun yitirdiği irtifaya dokunuşu çok beğendim.
Devam edelim...
aman be hayat;
YanıtlaSilKadın çok fettan, zamanında kendisine açılan kartları o da başkalarına açıyor artık, kedinin fare ile oynadığı gibi, kışkırtabildiği kadar kışkırtıyor.
Orayı yazmak çok zor oldu. Kaç kere sil baştan yaptım. Hep bir noksanlık vardı :)