31 Mart 2011 Perşembe

Hayat Çok Garip Ya da Kim Bu Figen?

Seneler önce Roll Dergisi'nin yüzüncü sayısının ekinde ilk 100 derginin kapak resminden oluşan bir poster verilmişti. Posterin arka yüzünde ROLL'un vazgeçilmezi olan vecize nitelikli lakırdıların, dergi ve kitaplardan alıntıların, filmlerden tuhaf repliklerin yanı sıra, ROLL yazarlarının ilginç bir sahaf anısına dair minik bir not yer alıyordu. Dün gittiğim sahafta başıma gelen olaydan sonra üşenmedim o posteri de buldum. (Artık belgelere dayalı blog yazıları yazıyorum.)

Posterin arka yüzünü karşıma serince oradan hoşuma giden alıntılardan alıntılamadan geçemeyeceğim. Konu dağılacak ama olsun. Maksat iki gülelim.

Alıntı 1: Hayat Mecmuası, Gönül Postası Köşesinden, 1963.

- "Ben 20 yaşında bir kızım.25 yaşında bir zenciye delice aşığım. O da beni aynı şekilde seviyor. Beni ailemden istedi. Razı olmadılar. Kaçmaya karar verdim. Yapacağımız bu hareketi doğru buluyor musunuz?"

- "Bir genç kızın ailesinin muvafakatını almadan kocaya kaçmasını doğru bulmuyoruz. Bu zenci ile evlenmeye gelince, eğer hakikaten seviyorsanız, bu izdivaçtan mesud olacağınıza kanaaat getirdinizse, çocuğunuzun da biraz çikolata renkli olması hoşunuza gidecekse, niçin olmasın?"

Alıntı 2: (Bu alıntının nerden alıntılandığı belirtilmediği için alıntımın alıntısını nerden alıntıladığını bildiremiyorum)

"Rüyada org sesi işitmek, gayet üzücü ve hazin bir hadise ile karşılaşacağınıza; kendinizin org çaldığınızı görmek, neticesiz bir aşka tutularak ızdırap çekeceğinize delalettir."

"Rüyada bir musiki topluluğunda dümtek vurmanız, işlerinizde gelişme olmayacağına, yarıda kalan bir işinize baştan başlayacağonıza delalet eder."

Alıntı 3: (Bunda da kaynak malesef bütün aramalarıma rağmen bulamadım)

- "Gömleğiniz merserize bir sigara versenize."
- "Burası Kalamış, sigaramız kalmamış."

Lafı yeterince dolaştıdığımıza göre gelelim sadede, sonuncu alıntı bir plak yüzeyine kullanıcıları tarafından sonradan ilave edilmiş. ROLL yazarları şöyle yazmışlar posterin arkasına, harfiyen aktarıyorum:

"Sahafta bulduğumuz Timur Selçuk'un Dünden Yarına isimli plağının üstündeki yazı;

- "Figen, Hacerlerle iskeleye gittik, birazdan gelicez... Annen"

Plağa yazı yazılmasını bu yazıyı ilk okuduğumda, yani seneler önce çok tuhaf bulmuştum. Ancak bir hayli de gülmüştüm. Yok artık atıyorlar desem de Figen'e yazılan son derece özel not ve o notun seneler sonra binlerce kişi tarafından okunmuş olmasını hayatın tuhaflıklarından birisi olarak kafama yazmış ve plak üstünde yazılı o ismi hafızamdan bir türlü silip atamamıştım.

Evvelsi gün sahaflarda dolandım biraz, biliyorsunuz. Sahafları kolaçan ederken beni en mest eden işlerden olan başkalarına ait siyah beyaz eski fotoğrafları karıştırma eylemini gerçekleştirdim öncelikle. Şanslıydım; 1930'lu yılların resimleri bile vardı burada. Yüz adet fotoğrafı ard arda dizip, gördüklerimi sanki bir grup insanın hayatını anlatırmışım gibi yorumlamayı düşünüyorum. Ama daha hala çok sayıda resme ihtiyacım var. O dükkandan beş tane kafama yatan resmi aldım. Hemen ardından kartpostal yığınlarını talan ettim yirmi tane kartpostalımı da istifledim. Çoktandır kırkbeşliklere bakmıyordum. Kırkbeşlik lotlarını kurcaladım biraz. İşte ne olduysa o anda oldu. Gönül Yazar'ın bildiğiniz Love Story şarkısını türkçe okuduğu "Aşk Hikayesi" 45'liğini aldım elime. Zarfı bile olmayan bu kötü baskıya bakmanın alemi de yoktu plak almaya niyetim de yoktu. İçimden bir ses, aniden:

"B Yüzünü çevir" dedi.

Hemen itaat ettim. Ve gözlerim hayretle büyüdü. Plağın "Bu Ne?" şarkısının yer aldığı B yüzünde şöyle yazıyordu:

"Figen, ben komşudayım. Dolapta muhallebi var. Ye kızım. Annen"

Çok şaşırdım. Bu plağı da hemen satın aldım. Sahaftan ayrılırken sorular beynime hücum ettiler:

Acaba bu Figen dergide sözü geçen Figen mi?
Bu anne neden kızına plaklar üzerinden notlar iletiyor?
Acaba olay "post it"in icadından öncelere mi dayanıyor?
Öyleyse, ne kadar önce mesela? Kaç ay? Kaç yıl?

Bu işi yapan sadece annesi değil demek ki. Eğer bu iki plak da aynı Figen'e yazıldıysa, bu demektir ki ailenin diğer fertleri de plakları birbirlerine notlar yazmak için kullanma alışkanlığındalar. Anne, Figen kendi yazdığı notu başka biri/sinin/lerinin notu ile karıştırmasın diye her ikisinde de "Annen" diye belirtme gereği duymuş.

Kim bu Figen?
Acaba zenciye aşık kız Figen mi? (Yok olamaz öyle olsa annesi onu evde plaklarla ve zenci erkek ihtimali ile başbaşa bırakmaz)
Hacer kimin nesi?
İskelenin adı ne?
Baba nerede?
Bu nasıl bir aile?
Parçalanmış bir aile olabilir mi?

Plakları sahaflardan dergi köşelerine dolanıp ta bana kadar gelebiliyorsa, ailenin plak koleksiyonunun parçalandığını biliyoruz. Koleksiyonun dağılması ailenin parçalandığı anlamına gelmemeli. Her koleksiyonunu dağıtan aile parçalanmıyor elbette.

Anne notları hep B yüzüne mi yazıyor? Timur Selçuk plağının hangi yüzüne yazdığını bilmediğimden bu konuda bir genelleme yapamıyorum ne yazıktır. Yoksa plakların sevmediği yüzlerine mi yazmış sadece? Ya da sevdiği yüzüne mi?

Anne gezmeyi seven biri belli. Baksanıza, kadın ya iskelede ya komşuda. Bir de dönem dönem dolapta muhallebi oluyor. Acaba hangi dönemlerde o da belirsiz.

Tüm bilinenler bunlar.

Konu ile alakası yok ama Gönül Yazar'ın kendisi böyle bir plak çıkarttığından haberdar mı? (Yoksa konu ile alakalı mı bilemedim) Gönül yazar plağın B yüzünü bu kadın kızına not yazsın diye yapmış olabilir mi?

Sorduğun sorulardan birini bile bilen varsa insaniyet namına beni de haberdar etsin lütfen. Ben bir koşu sahafa kadar gidip sorguya çekeyim şunu sıcağı sıcağına. Belki bir ipucu daha yakalarım.

Vladimir'in, 2011 yılında
28 Mart Pazartesi günü saat 18 sularında,
sahafta bulduğu garip plağın resmidir.

30 Mart 2011 Çarşamba

Bahar Geldi Eğlen Coş

Eskiden türlü vesile ile birbirimize göndediğimiz kartpostallar vardı. Kuş, böcek, kurdelalarla süslendiği için aşırı ilgiden bunalmış kediler, sallamaktan kopacak kadar yorulmuş kuyruklu köpekler, renkleri fosforlu cevriyeye dönmüş çiçek buketleri, uyuz olduğu kadar bakana melankoli veren manzaralar, göz göze dizdize bakışan çiftler, askerler, askere el öptüren nadan bakışlı anneler, kaytan bıyıklı babalar, süslerle sarıp sarmalanıp paketlenmiş kundaklanmış bebekler, şefkatle titreşen gönüller, mahsuscuktan küsmüş gibi birbirinden gözlerini kaçıran aşıklar, dekoltede abarmış ikinci sınıf ünlüler, dekoltede bonkörlüğü tercih etmiş birinci kalitedeki aktristler, en revaçta olan pozlarını takınmış erkek film yıldızları herbiri ayrı bir mizansene oturtulup bu kartpostalların üzerine kondurulurdu. Bir de göndereceği kartın üstünde sadece resim olmasını yeterli görmeyenler için ön yüzündeki resmin kenarlarına yaldız ve pul ekilmiş olan türleri vardı. İşte ben onlardan gıcık kapar, hatta nefret ederdim. Çünkü, böyle bir kart aldığınızda bunun pulları elinizin değdiği aklınızın almadığı her yere bulaşır ve günlerce oranızdan buranızdan çıkar. İşte bu istenmeyen döküntüler bende rahat bırakmazdı. Zaten huzursuz bir çocuktum. Bu kartlara kazara elimi sürdüğümde günlerce huysuzluk çekerdim - yok ben değil düzeltiyorum - ev ahalisi çekerdi. Zavallıcıklar.

Bayram, seyran, yılbaşı, doğum günü der türlü vesile ile kartlardan birer tane seçer birbirimize postalardık. Posta kutusundan çıkan kartları açıp arkalarını okumak da hayli keyif verici olurdu genelde. Her ne kadar kartların arkasında yazılı olanlar da önündekiler kadar klişeden ibaret olsa da insanın insana haber yollayışının heyecanı bir anlığına gelir titretirdi bam telimizi. Sadece kartın hitap ettiği kişiye bir çift kelam edilmekle kalınmaz, alıcının kıyısındakiler olsun köşesindekiler olsun asla unutulmazdı. Büyüklerin değerli ellerinden saygı ile, küçümenlerin gözlerinden hasretle öpülürdü.

Zamanında bana gelen ya da alıp göndermediğim kıyıda kalmış kartpostalları atmayıp saklamak varmış. Şimdi sahaflarda gördüm müydü, içimde ciğerimin sol köşesindeki bir yer, koordinatlarından tam emin olamasam da hazin bir biçimde "cız" ediyor. Dayanamayıp eskiden burun kıvırdığım kartları satın almaya kalkışıyorum seneler sonra. Sadece kendi derinlerimde kopan cızırtının hatırına.

Kartpostal olur da şarkısı olmaz mı? O devrin resimlerine etse etse o dönemin şarkıları, ve o şarkıların cızırtıları eşlik eder değil mi? Malumunuz Parla Şenol zamanının çocuk yıldızlarından biri, hem filmleri hem de sesi ile taht kurmuş hayranlarının gönlünde. Hal böyle olunca eminim ki çok sayıda kartpostal satıcısının da yüzünü güldürmüştür o sıralar. Plağın üstündeki yazıya bakacak olursak güfte ve musikisi Sayın Armağan Şenol'a ait olduğu iddia edilen bir eser ile karşıyayız. Sözleri bilemeyeceğim, başka yerde duysam hatırlardım zaar. Mamafih müziği düpedüz, dahası fena halde başka yerlerden aşina geliyor bana. Parla Şenol kadife gibi güzel sesi ile bu blogun değerli okuyucuları için söylüyor: "Babidi Bibidu" isimli bir kez dinlendiğinde unutmakta bocalayacağınız eserini.



Şarkıyı dinlerken, boş durmayalım. Dün bir sahaftan edindiğim; bahar geldi eğlen coş, nazlı yarim benimle kırlarda koş kıvamında, fotoroman karesi kararlılığında naif mi değil mi ona karar veremediğim aşağıdaki kartpostalda hep beraber göz gezdirelim var mısınız?



Her iki genç de altmışlı yıllar sonu mu desem yetmişler başı mı desem o dönemi yansıtan şık şıkırdım giysileri ile adeta birbirleri ile şıklık yarışı eder gibiler. Kıyafet hususunda aşık atmaya çalışan bu iki aşık, kırlarda kimin daha hızlı koşacağı konusunda da ayrı bir yarışın heyecanını taşır gibiler adeta. Suyun bir yanından öbür yanına zarif ama doğal demekten doğal olarak beni alıkoyan, doğal ötesi bir tavır içinde sıçrarken artık çiçeklerini vermiş olan erik ağacı onların ölümsüz aşkını neşeyle selamlıyor sanki. Kuş cıvıltılarının melodik bir ahenk içinde su şırıltılarına karışışışını duyuvereceğiz neredeyse değil mi? İşte bu mutluluk sarhoşluğunu hiçbir martininin bende yaratacağı sarhoşluğa, isterse istediği kadar çalkalanmış ama karıştırılmamış olsun asla ve asla değişmem. Eminim James Bond gelse o da değişmezdi.

Dünyanın İlk Bıyığı

Daha taş devrindeyken bile erkeklerin yüzlerindeki kılları kesici alet kullanarak temizlemesi mümkündü. Ancak yüzündeki kılların bir bölümünü temizleyip sadece bıyığını bırakmış bilinen ilk erkek resmi milattan önce 300 yıllarına aittir, bir iranlıyı resmeder.

29 Mart 2011 Salı

Takma Kafana Bunları

Temizlik konusunda hepimiz çok hassasız. Türk evlerinin içi temizlikte birbirinin kopyası; yani bal dök yala. Ama sokakları pislik götürüyor. Ne büyük bir ikiyüzlülük, o tertemiz evlerde oturanlar, evden eve kendi misafirlik terliği ile gidenler el birliği ile sokakları bu hale getirenlerin ta kendisi. Gözle görülen çöplerin sebebi bizleriz başkalarını suçlamaya gerek yok. Benim kafamı kurcalayan ise gözle görülmeyenler yani tehlikesi gözle görülenlerden fazla olanlar.

Çalışıyorsanız haftanın büyük bölümünde dışarıda yemek yemek zorundasınız. TV restoran baskın timi gibi afrikadan muza binip ülkemize gelen böceklerle içinizi kaldırmayacağım korkmayın. O masa masa gezen menüleri hiç düşündünüz mü? Günde kimbilir kaç yüz kez el değiştiriyorlar. Peki siz hiç bir lokantada menü temizlendiğini gördünüz mü?

Kimi lokantalarda sabahtan akşama kasar ıslak bir bezle masalar müşteri kalkar kalkmaz temizlenir güya. Doğru düzgün temizlendiğini düşünmüyorsunuzdur sanırım. Amaç sadece kırıntı, su izi, döküntüyü gizlemek o yapılan nemli bezle sil geçte.

Sandalyenizi tutup çekiyorsunuz lokantada masanıza oturuyorsunuz ama sizden önce o sandalyeyi kaç yüz kez hangi ellerin tutup çektiğini bilmiyorsunuz.

Tuvalete gidiyorsunuz. Sıvı sabun haznelerinin nasıl mikrop yuvası olduğunu bilmiyorsunuz. Hiç sıvı sabun haznesi temizlendiğine şahit oldunuz mu kendi gözlerinizle. Sürekli kirli eller sabunluğun sıvı sabun akıtan ağzına dayanıp sabun alıyor. O temasta sabunluğun ağzına geçen mikroplar kendilerine üreyebilecekleri mükemmel bir ortam buluyorlar. Üreyip üreyip oradan ellere. Ellerimizi yıkadığımızı, temizlediğimizi sanıyoruz bizler de. Tuvalet kapılarının ne kadar mikrop yuvası olduğunu düşündünüz mü hiç? Tuttuğunuzda elinize alıyorsunuz orayı mesken tutan göze görünemeyecek kadar ufak canlıları. Elini yıka tertemiz yap, kapı kolunu oynatıp aç ve çık dışarı. O kapı kolunun üzerindeki canlıların dili olsa da konuşsa.

Masanıza ikram olarak gelen çereszlere ne dersiniz. O tuvalette elini yıkayan garson, kapıyı açıp çıktı geldi sizin masaya getireceği kaseye bir avuç koydu. İkram niyetiyle. Az evvel tuvaketten gelen arkadaşınız aldı bir tane attı ağzına, buyrun gerisine siz devam edin.

Süpermarketlerdeki alışveriş sepetleri ve alışveriş arabalarına ne dersiniz. Hiçç onların tutma yerlerinin temzilendiğine şahit oldunuz mu?

Açıkta yiyecek satanların burun karıştırmasına, sokakta sattığı simitler yere dökülünce yerden toplayıp tablaya dizerek satmaya devam edenleri hiç aklımıza getirmiyoruz. Yiyecek satanlar nihai tüketicinin sağlığını korumak için yemin etseler karınları ağrımaz merak etmeyiniz.

Bunlara öyle fazla takılmıyoruz da, bir gün aniden karnımız sürüyor, Allah alllah neden acaba?

Şarkılar; Her Telden

Bu şarkıları epey bir süre önce bir araya getirmişim, bırakıp unutmuşum. İşte böyle böyle bir çöplüğe dönüyor bu internet. Velhasıl, yeniden dinlemek hoşuma gitti. Türk pop müziği, bazılarına hafif rock havası verdirilmiş falan... sever misiniz?

28 Mart 2011 Pazartesi

Yasaklı Kül Tablaları

Otellerin sigara içilmeyen katlarında odalarda kül tablaları var. Kül tablalarının içinde kartondan işaretler sigara içmenin yasak olduğunu hatırlatıyor. Yabancılar kül tablası içinde sigara içme yasağını hatırlatan görselleri görünce abandone olmamakta zorlanıyorlar. Oldukları yerde sendeleyip devrilmemek için düz ve sağlam bir yere yaslanmak zorunda bile kalıyorlar. Ve diyorlar ki "Madem sigara içmek yasak, o zaman neden kül tablası koyuyorlar?Koymayıversinler"

Efendim ne bilsinler tabi adı kül tablası olduğu için illaki içine sadece kül atılması gerekmiyor. Çöpe atmaya uğraşmayacak denli küçük atıklarımızı içine bırakıvermek için de kül tablasını kullandığımızı bilmiyorlar, akledemiyorlar. Mesela tırnak keser atarsın, kıyafettinden bir ip sarkmıştır koparır atarsın, kürdanla dişini karışıtır işin bitince kül tablasının içine atarsın, sakız çiğneyeceksindir çikleti çıkartır jelatinini içine atarsın değil mi? Ve daha bir çok şey, ve hatta neler, neler.

Ey, yabancılar!! Bu denli şekilci olmayın lütfen. Az işletin toriği. Takıldığınız yerde house keepera sorun. O istirahate çekildiyse resepsiyonda duran resepsiyonistin birine sorun. Gerekirse adımı verin, selamımı söyleyin. O anlatır size. Capisce?

27 Mart 2011 Pazar

Her Bir Şeyi Bilen Amanda

İzmir'e yola çıkıyorum. Evden çıkıyorum. Hop Sabiha Gökçen Havalimanındayım. Nedense hep dilim sürçüp Sabahat diyorum. Havaalanında uçak beklerken yayılıp kitap okumak en güzeli. Bir kahve alıp kuruluyorum bir köşeye, Ah o da ne Amanda değil mi karşıdaki? Beni görmez inşallah bunun sahte samimiyetini kaldırmak istemiyorum şu anda. Hah gördü, geliyor. keçinin sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş benim sevmediğimde havalanında bitiyor. Koca İstanbul'da aynı havalimanında denk geldik.

Nasılsın Amanda'cım?
Alistair Nasıl?
Daha daha nasılsınız?
Dönmüyor musunuz Amerika'ya hala?
Aynı uçakta mıyız? Yok daha neler..

Evet aynı uçaktayız. Yanyana düşmedik. Buna yarabbi şükür.

Amanda herşeyi biliyor havaalanında laflarken. Bu ülkeyi benden iyi tanıyor, yolları, kentleri, dereleri, tepeleri, yemeyi, içmeyi, gezmeyi ülkenin yerlilerinden kat kat daha iyi yalamadan yutmuş. Bu iddialı tavır ve laflarla antipati toparladığını anlayabilmesi biraz nefeslenip o güne dek biriktirdiği antipatiyi sayması ile mümkün ancak. Bir gün bana Foça'ya nasıl gideceklerini sormuşlardı karı-koca. En kestirme yolu tarif ettim. Beni dinlemeyip bildiklerini okudular. Ertesi hafta bana Foça'ya nasıl gitmek gerektiğini anlattılar, aynı benim anlattığım şekilde üstelik. "E niye öyle gitmediniz o zaman dolandınız boş yere?" diye sordum. Güzelim bunu ben anlattım ya size? Siz de beni dinleyip iki misli yol gidip var mıştınız? Bozum olmanın sessizliği ingilizede de türkçede de aynı. Bunlar bozuldular belli etmemek için biri göğe diğeri, göğe bakan diğerine baktı.

Neyse uzatmayalım. İzmir'e konduk. Valizlerimizi aldık. Evlerimiz birbirine uzak değil.

"Nasıl gidiyorsun eve Amanda?" diye sordum.

"Şimdi taksicilere en sevdikleri sözü söyleyeceğim, xxx'e gidiyoruz sözünü duydular mı seviniyorlar" dedi.

"Sen de gelsene" diye ilave etti.

"Yok ben bir yere uğrayacağım" dedim.

Elin amerikalısının taksi parasının yarısını ödemeye niyetim yok çünkü. Üstelik ben metro ile gideceğim. Herşeyi bilen Amanda evinin kapısına kadar metro geldiğini duymamış hazır. Foça yolu gibi deneye yanıla öğrenir bir gün elbette. Öpüştük vedalaştık. Kavuşmamamız imkansıza benziyor. Dünya küçük şu sıralar. Bu akşamüstü trafiğinde ikinci duraktan biner yayıla yayıla evime giderim. Az evvel okuyamadığım kitabımı da okurum. Oh keyifler keka!!


26 Mart 2011 Cumartesi

Kitap Hırsızı

Bugün bir blog arkadaşımın Ankara Kitap Fuarı ziyaretini okuyunca seneler önce bana hayli vicdan azabı yaşatan bir eylem geldi aklıma.

Üniversitede ikinci yılımdı. İzmir Kitap Fuarını yurtta kalan arkadaşlar ile birlikte ziyaret ediyorduk. Öprenci harçlığından ne kadar artırabildiysem o kadarı ile iki kitap alabilmiştim sadece. Ama gezmeye devam ettikçe kitaplarda gözüm kalıyordu. Fuara beş arkadaş beraber gelmiştik. İçimizde kitaba en az merakı olmayan arkadaşımla yarım saat kadar sonra karşılaştım. Yüzünde hınzırca bir gülümseme vardı.

"Beğendiğin kitap var mı?" diye sordu bana.
"Var tabii, hepsi" dedim.
"O kadar olmaz, satın almak istediğin bir şey varsa söyle, mesela şu yayınevinden ne istersin?"

Gaza gelip verdim bir kitap ismi. Usulca yaklaştı standa. Aldı eline kitabı. Aniden, çaktırmadan parkasının içine attı. Yanıma gelince "N'aptın ya sen? Yakalanırsan rezil olursun bak" dedim. Kalbim onun yaptığı işten dolayı küt küt atıyordu. Bir yarım saat kadar daha fuarı ayrı ayrı dolaştık. Arkadaşımın elinde koskocaman bir poşet vardı ve içi ağzına kadar kitap doluydu. Parkayı doldurmak anlaşılan ona yetmemişti.

"Var mı başka istediğin kitap?" diye yine sordu.

Verdim bir kitap ismi, yayınevini de söyledim. Ortadan kayboldu. Bir saat kadar sonra kapıda buluştuğumuzda yüzü zafer kazanmış gibi gülüyordu. Bana iki kitap uzattı, ilk söylediğim kitap ve ikincisi. İlkini hatırlamıyorum ama ikincisi çok net aklımda. Salah Birsel'in "Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi". Bu kadar net hatırlamamın sebebi, arkadaşım kitabı çaldığı yetmemiş gidip bir de yazarına imzalatmış olması. Bu benim ilk imzalı kitabımdı.

Belediye otobüsü ile yurda dönerken elindeki kitapları siparişle çaldığını anladım. Koskoca poşetin içindekilerin ikisi bana geri kalanı diğer üç arkadaşa dağılıp gidince kendisine bir tane bile kitap kalmadı. Anlaşılan arkadaşımız bu kitap çalma işinde hayli büyük keyif almış, aradığı bir heyecanı yakalamıştı. Çaldığı kitaplar boşa gitmesin diye gelip gelip bize istediğimiz kitapları ondan soruyormuş meğer.

O iki hediyeyi kabul etmemeliydim aslında. Çalınmış bir kitabı bulundurmaktan hoşlanmadığım için her ikisini de daha sonra başka arkadaşlara okumaları için verdim. Okunması için verilen kitaplara ne olursa o oldu. Geri gelmediler. Ben de peşlerine düşmedim tabi.

Hırsızlık kötü, okumak için alınan kitabı sahibine geri vermemek de hırsızlık ayrıca.


25 Mart 2011 Cuma

Denizlerdeki Tehlike: Sharktopus !!!

Film izlemeyi seviyorum, bünyemi sadece sinema sanatının güzide ya da ümit veren örneklerine rezerve etmedim, gerilim filmlerini izlemeyi de seviyorum. Hele gererken güldürenlere ise asla hayır diyemiyorum. Gelsin o zaman dandik B-Filmleri.

"Sharktopus" bir TV filmi. İsmini duyar duymaz tamam işte bunu izlemem şart diye ahdetmiştim. İzledim rahatladım. Tam da umduğum gibi berbat, saçmasapan bir konusu var. Julia'nın abisi ise karizmayı hayli çizdirmiş olmalı ki bu filme sığınmış en sonunda.

Filmin konusunu anlatmama gerek yok aslında, afiş bütün konuyu açık ediyor. Filme dair bütün beklentiler aynı afişinin vadettiği kadar, ne eksiği ne fazlası var. Afişteki denklem de matematiğe gönül verenleri kahredecek denli hayal gücünden mahrum. "Yüzde elli köpekbalığı, yüzde elli ahtapot, yüzde yüz ölümcül" Acaba nedir nedir?

Bilim adamı Nathan Rand ve güzeller güzeli, zeka küpü kızı Nicole yarı köpekbalığı yarı ahtopot bir canlı geliştirirler. Film boyunca bu ikilinin neden böyle bir canlı geliştirme gereksinimi duyduklarını öğrenemeyiz o yüzden bu hususu kurcalamayın rica ederim. Neyse... Bir eğitim çalışması esnasında kontrol siteminde arıza oluşunca bu dehşetengiz - hayvan desem değil balık desem değil - (Allahım ne desem ne etsem?) canavar kaçar. (Hayvancağıza ne eziyet ettilerse kaçtı işte bak) Sonra ver elini Meksika'daki Puerto Vallarta tatil cenneti. Cennet bir anda cehennete dönüşmesin mi beğenirsiniz? Köpek-Tapot önüne gelen, ya da bazen önüne gelmese de damak zevki uğruna hususi yolunu değiştirdiği yerli, yabancı turist ne varsa boğaz tokluğuna yalamadan yutmaya başlar. Yaratığın kurbanlarının büyük bir çoğunluğunu dapdaracık, minnacık bikinisinin içine sığmakta güçlük çeken gürbüz kızlar oluşturmaktadır.

Yaratığın serbest kalması üzerine baba kız bilim adamı yanlarına aldıkları Flynn isimli dünyanın en meşhur emekli köpekbalığı avcısı ile (en meşhurundan aşağısı kurtarmaz tabii) Köpek-Tapotu yakalamak için okyanusa koyulmak suretiyle yollara düşerler. Filmin bundan sonrasında bilimum saçmasapan ölüm şekilleri görürüz. Derken hayvan umduklarından zeki çıkar falan. Av avcı, avcı av olur. Bu sene seyrettiğim en saçma sapan film bu şu an itibariyle. İzlerken kendine baktırıyor, tam bir patlamış mısır tüketme filmi. Daha ne istenir ki.

Filmin fragmanına şuradan ulaşabilirsiniz.


Sharktopus - 2010

Yönetmen: Declan O'Brian

Oyuncular;

Eric Roberts
Kerem Bursin
Sara Malakul Lane
Héctor Jiménez
Liv Boughn


24 Mart 2011 Perşembe

Sitres Değil Stres

İzmir Metrosu Aliağa'ya kadar uzanan Karşıyaka ayağı ile hayli dallandı, budaklandı, genişledi. En azından uzadı. Ancak daha çok yeni olmasına rağmen sağolsun kentin tren camı taşlamayı seven nüfusu bu hevesini alacağı yeni bir obje ortaya salınınca zevkten dört köşe oldu. Yepyeni vagonların acınacak camlarının kıpkırıklığı başlarına geleni çok güzel özetliyor.

İstanbul ile İzmir'i kıyaslamayı denediğimde ve insanımsı davranış biçimleri açısından irdelemelere kalkıştığımda İstanbul'un tüm zorluğuna rağmen yaşamı kolaylaştıran minik teferruatlara sahip olduğunu görüyorum. Bu minik detaylar hergün farkına varılmasa da konfor getiriyor yanlarında. Nedir bu konfor? Acelesi olana saygı konforu. İzmir'de asla varolmayan bir şey yani. Sanki ömür boyu telaş nedir bilmemiş bir insan kalabalığı salınıyor her yanda. Telaş nedir bilmedikleri için de malesef kendileri için hayli doğal olarak, telaşı olanın halini kolayca gözardı ediveriyorlar.

İzmir'de aceleniz varsa, bir de yayaysanız yandığınızın resmidir. Yayanın yayaya eziyeti ile sınanacağınız varmış yazgınızda. İzmir'de yayalara yeşil yandığında siz de bir yaya olarak karşıdan karşıya geçmek isterseniz ve yavanca yayan yaya kalabalığının peşine takılırsanız önde giden aheste yığınlar siz farketmeden tepenizi attırabilir. Günde bir kaç kez karşıdan karşıya geçince "Ulan benim sinirlerim niye bozuk?" ya da "Ben bugün neden bozuk çalıyorum?" diye vehime kapıldığınızı hissetiğinizde, altı okka, ağır gitmeyi meziyet sayan kalabalığın sizi hasta ettiğini farkedebilirsiniz. Hele bir hızla gitmeye çalışın önünüzdeki kadın/adam yolu tıkadığı, şurdan şuraya kımıldayamadığı yetmez gibi ters ters bakıp süzer sizi. Aceleci tavrınızın sinirine dokunduğunu size bir güzel hissettirir. Yavaş falan diye bile sesleneni olur. Ben bunlara kulağımı tıkamayı öğrendim. Yok öyle. Yollar gidilsin diye, yeşil ıçık geçilsin diye var, siz durasınız diye değil. Hem arkanızdan gelip ezilmeye niyetim yok. Yürüyorum üzerlerine umursamadan. Kararlı görünce kaçılıyor bazısı.

Metro ise otuzbeşbuçuk yöresinin hayatına yeni girdi, ama merak etmeyin Bornova, Üçyol hattının müdavimlerinin hayatına her hangi bir telaş sokmamıştı zaten.

Trenin geliş saatini gösteren ışıklı panoya bir bakıyorsunuz üç dakika var gelmesine. Derken hop bir daha bakıyorsunuz dört olmuş. Treni kullanan lafa daldı herhalde diye düşünüyorsunuz. Lafa daldıysa iyi, önemli bir şey izmirlilerin hayatında. Lafla tren yürümüyor elbette. Diyelim ışıklı panoya rağmen geldi tren, nerede duracağı belli değil bu sefer. Bir seferinde şurada duruyor, arkadan gelen onbeş metre ileride. Durdu ya ona şükür ya hiç durmasaydı diye tesellilere tutunuyor iyimser vatandaşlar.

Metro vagonlarının bir kusuru vagonların içinde, tam da kapıların önüne denk gelen alanda haddinden fazla sayıda tutunulabilecek aparat takılı olması. Kapıdan giren tutunup, yapışıp orada kalıyor. Ölseniz ittirseniz umuru değil kımıldamama yemini etmişler mübarek. Kapılar sıkışık ortalar sıkışık değil. Kapının ağzını benimseyip oraya yapışmış kalabalığı kımıldat bakalım kımıldatabilirsen. Bunu tek başına düzeltemeyeceğine göre sanki kalabalık yokmuş gibi pişkin davranmak en iyi çözüm şimdilik.

Kalabalığı yarıp daha sakin olan ortalığa yerleştiniz diyelim inerken yine bu kalabalığı yeniden yarıp, bir daha aşmanız gerekecek. Durun sorun bu kadarla bitmedi. İte kaka kendinize yer açtınız, kapının ağzına gelmekte başarılı olabildiniz diyelim, kapı açılınca karşınızdaki kalabalığın tek terdi var. O da kapılar açılır açılmaz içeri hücum etmek. İnenlere yol açmak gibi bir adet yok. Ben birnoktaseksenbeş santimetrelik cüssem ve birbuçuk santimetrelik kauçuklu topuk ilave edilmiş bonuslu boyumla yol açıkmış gibi yürüyüveriyorum üzerlerine tam ortadan, bodoslama. Ne gam? "İnene yol verin, açılın ortadan" diye bağrınan biri duyarsanız o benimdir işte. Belki bir iki saniyelik o temas anında bir iki tanesi öğrenir. "Trenden cüsseli adamlar çıkıp üstümüze düşebilir, bize omuz atabilir, ayağımıza basabilir, Allah korusun bizi ezebilir, kenarada çekilelim hayırlısıylan" diyebilir. kime öğretsem trenden inene kar.

Durun metrodan çıkma eziyeti daha bitmedi. Sonra yürüyen merdivenler engeli karşınızda. İstanbul'da yürüyen merdivenleri sağ tarafı duranlar içindir, sol tarafında bir koridor oluşur acelesi olan buradan iner, çıkar. Zaman kazanır. İzmir'e o sol koridoru kullananlar gelmesinler sakın. Burada yok öyle. Herkes mal gibi durup, malak gibi bakıyor acelesi olana. Biri de kenara kımıldayayım geçsin şu diye düşünmüyor. Boşuna içiniz içinizi kemirmesin. Durun bir kenarda merdivenin aheste aheste tırmanmasını bekleyin.

Evimin oradaki durakta vagondan indim, çıkışı kullanacak yayalara tahsis edilmiş iki turnike var. Girdim turnikeye, çıkamıyorum. Çünkü karşımda bir 1.85'lik dallama. Üniversite öğrencisi tipli bir hıyar mı demeliyim yoksa? Kent-Kartını sola yasladı, sağdan benim turnikeye girmek inadında. Bir kere "Sola para ödeyip sağdan nasıl geçeceksin değil mi?" Kaşalot seni. Bu kartını koyunca açıkgözün teki onun ödediği yerden bir hamlede daldı geçti. Bizimkisi avarel bakıyor. Farkında değil.

"Yanlış yerdesin, buradan geçemezsin" dedim.

"Hayır siz yanlış yerdesiniz" diye inat ediyor.

Bir çırpıda "Trene gideceklere on turnike, inenlere iki turnike var zaten, birini de sen tıkadın kaldı bir. Ya ahmaklaşmayalım lütfen, yazılara bakın, işaretlere bakın oralardan geçin" dedim.

Baktı gördü salaklığını çekildi kenara. Güvenlikçi geldi o sırada.

"Çıkış turnikesiden giremezsiniz beyefendi o yöne dönmez turnike" dedi.

Utancından kızaran Don Avarello aniden bana sordu;

"Benim param ne olacak şimdi?"

Ah beyim! Söylemedi demek kimse sana. Dur ben söyleyeyim o zaman: Aptallar - ve - paraları - uzun süre bir arada kalamazlar. Çünkü - yok olmadı yaydırarak söylemeyi deneyeyim - Çünkiiiii.... Yürümez bu ilişki. Bırakmazlar. İmkansızın şarkısı yani.

Allah'ım nedir bu çilem benim? Neden hep ben? Nerden buluyor beni bu itaatsiz ahmaklar? Nerden bileyim senin paranı, derdim mi? Her şeyi de bana sormayın kütfen, rica ederim. Olmuyor böyle.


Unutmadan.... Gelelim başlığa... Sözüm yanlış söyleyenlere:

Stres denir ona, sit-res değil.
Kı-ral değil, kral.
Ti-ren değil, tren.

Yaaa!!!




Resime dipnot: Bir turnikede önce kimin geçeceği konusunda inatlaşmış iki tren yolcusu resmi bulamadığımdan bir gün bir kaydırakta karşılaşmış iki teke resmi koymayı münasip bulduğumun resmidir.

Menekşe Gözlü Kadın

Elizabeth Taylor öldü. Öldüğünde 79 yaşındaydı, 12 yaşında başlayan meslek hayatında sinemanın en önemli ikonlarından bir tanesi olma başarısını gösterdi, güzel insanların da yetenekli olabileceğini ispat etti. Rol aldığı filmlerde özellikle arızalı kadınları muhteşem biçimde canlandırdı. Bencil, kendinden başka kimseyi düşünmeyen katı kalpli birisi gibi gelirdi bana, son yıllarında hiç de öyle olmadığını öğrendim.

- Tutkularımın beni yönlendirdiğini hiçbir zaman inkar etmedim.

- Sanırım belli bir yaşa gelen erkeklerin bazısı büyümekten korkuyor. Görülen o ki böyleleri yaşlandıkça yeni karılarını giderek daha gençlerden seçiyorlar.

- Sadece evlendiğim erkeklerle beraber oldum. Benden başka kaç tane kadın bunu iddia edebilir?

- Evlilik var ya, koskocaman bir tımarhane.

- Sesimi beğenmiyorum, görünüşümü beğenmiyorum, hareket ediş şeklimi beğenmiyorum, uzun lafın kısası oyunculuğumu beğenmiyorum. Nokta. Artık biliyorsunuz yani kendimi beğenmiyorum.

- En iyi erkek rol arkadaşlarımdan bazısı at ve köpekti.

- Başarı muhteşem bir deodorant.

- Bir skandalın ortasına düştüğün vakit gerçek dostlarını tanıyorsun.

Sözlerinin sahibi.

Bir çok film ve TV filmi bıraktı geride ama ben onu; National Velvet'den Velvet Brown, Little Women'dan Amy, A Place in the Sun'dan Angela Vickers, Giant'tan Leslie Benedict, Cat on a Hot Tin Roof'tan Maggie Pollitt, Suddenly Last Summer'dan Catherine Holly, Reflections in a Golden Eye'den Leonora Penderton, The Taming of the Shrew'den Kathariina, Who's Afraid of Virginia Woolf'tan Martha, Butterfield 8'den Gloria Wandrous, The Driver's Seat'dan Lise, Cleopatra ama en çok da eskisi gibi rolleri alamamaya başladığı yıllardaki filmi Night Watch'dan yavaş yavaş delirmekte olan Ellen Wheeler olarak anımsayacağım.

Güle güle git Elizabeth Taylor.

23 Mart 2011 Çarşamba

Kahlo Bıyığı

Bıyık için genelde erkeklerde olur demiştik. Bazı kadınlarda da bulunur ve çoğu istenmeyen tüylerden ilan ettikleri bıyıklarını üzerlerine gün ışığı düşürmeden derhal yokederler. Türlü yöntemle. Bu konuda en dertli olan kadınların ise Portekiz kadınları olduğu söylenir. Tevatür de olabilir fazla irdelemedim, itiraf ediyorum.

Bıyıklarının olmasını kafaya takmayan bir kadın biliyorum: Frida Kahlo. Kendi otoportrelerinin olmazsa olmazıydı alnının ortasına kondurulmuş tek kaşı ve üst dudağına kuırulmuş Kahlo bıyığı.

22 Mart 2011 Salı

Aziz Luis Rey Köprüsü

Bostancı kitabevini sıklıkla ziyaret etmeme rağmen her seferinde beni mutlu edecek bir ikinci el kitap bulmayı başarıyorum. Son ziyaretlerimden birinde seneler önce okuduğum bendeki fazla hırpalanmış, ön kapağı kopmuş sonra yerine yapıştırılmış The Bridge of San Luis Rey kitabının nüshasının yerine koyabileceğim karton kapaklı bir kopyasını bulunca çok sevindim.

Thorton Wilder ülkesinde büyük yankılar uyandıran ilk kitabı "Our Town"ın ardından 1927 yılında "The Bridge of San Luis Rey"i yazdığında henüz 30 yaşındaydı. Bu kısa romanı ile 1928 yılında Pulitzer Ödülünü kazandı.

Kitap onsekizinci yüzyıl başlarında Lima, Peru'da geçen bir olaya odaklanıyor. 12 Temmuz 1714 tarihinde öğlen saatlerinde San Luis Rey köprüsünde üzücü bir kaza gerçekleşir. İki dik tepeyi birbirine bağlayan tahta ve urganlarla yapılmış köprüyü bağlayan halatlar kopar ve o sırada üzerinde buluna 5 kişi uçuruma düşerek ölür. Olaya şahit olan bir din adamı Tanrı'nın neden böyle bir trajediye izin verdiğini anlayamaz. Altı yıl boyunca kurbanları tanıyanlar ile görüşür, kaderlerinin nasıl olup da o köprüde kesiştiğine dair formüller bulmak için uğraşır. Elde ettiği bütün bilgileri bir kitapta toplar. Ancak bu kitap yazarına hayırlı sonuçlar getirmez.

Olay örgüsü kurbanların yaşamlarına dair bilgiler aktarırken sıklıkla kaza anına döner. Kah din adamının kitabının başına gelenleri okur, kah tanıkların anlattıkları arasındaki bağlantılara takılırız. Anlatım tekniği olarak ikibinli yıllarda yazılmış bir romandan farkı yoktur. Dilimize henüz kazandırılmamış hepi topu 125 sayfalık bu minik roman time dergisi tarafından 1923-2005 yılları arasında yazılmış en iyi 100 ingilizce kitap arasında gösteriliyor. Umarım yayıncılardan birinin eşref anına gelir de günün birinde keşfeder bu kitabı. Hem okurlar kazansın hem de onlar.

Kitabı henüz dilimize kazandırılmayan bu filmin bir de 2004 yılında çevrilmiş filmi var. O da her nedense bizim diyarlara uğramadı, ne sinema yüzü gördü, ne de DVDsi rafları süsledi, ya da raflarda süründü. Oysa birsürü dandik filmin DVDsi bir çıkıyor bir kaç ay raflarda süründükten sonra sırasıyla 9.90, 4,99, 2,99 olup neredeyse bedavaya verilir hale düşüyor. Türk halkının sinemada ya da DVD pazarında neyi izleyip izlemeyeceğine karar verenlerin neşesi bilir, günahları boynuna.

Film kitabın çok iyi bir adaptasyonu, temposu biraz ağır ilerlese de ilk yarım saati aştığınızda pür dikkat kesilerek izleyeceğiniz bir film. Üstelik seyircinin ağzını sulandıran bir oyuncu kadrosu var, görüntüler, senaryo, diyaloglar ve müzik yerli yerinde. Hayal kırıklığına yer vermeyen izleyicinin beklentilerini boşa çıkarmayan güçlü bir film.


Yapım Yılı: 2004

Yönetmen: Mary McGuckian

Oyuncular:
Robert De Niro
Kathy Bates
Gabriel Byrne
Murray Abraham
Geraldine Chaplin
Harvey Keitel


21 Mart 2011 Pazartesi

Yatılının Yolculuğu

Hatırlar mısın?

Cuma ikindilerinde beraber vapurla karşıya, geçerdik karşıdan martılar mevsim ne olursa olsun hep peşimizde. Sormuştum o kadar çok martı var, hiç kuş ölüsü yok. Peki ya, neden diye? Öyle ciddi bakmıştın yüzüme. Kumral uzun saçlarını rüzgar döverken gözlerin kocaman kocaman olmuştu hani /öylece/

Oyalanırdık Eminönü'nde hep ayrı yönlere giden utobüslere binmeden. Kırmızılı sarılı otobüsler, hepsinin farklı numarası. Caminin önünde bu sefer başka türden, başka kuş cıvıltıları

Hatırlar mısın?

Yazık değil mi bu şoförlere günde kaç kere giderler hep aynı yöne diye sormuştun bir seferinde.

Sonra pazar günleri ben tek başıma dönerdim /öylece/ cuma günü başbaşa konuştuklarımızı tekrar ederek güvertede. Sen her gün düşüyordun eve giden onca yola, bense hepi topu haftada iki defa. Benim haftada bir defa tek başıma geçtiğim yerden, sen defalarca.

Sonra ertesi hafta cuma günü ikindide hem de aynı yerde, aynı vapurda cevap vermiştin.

Hatırlar mısın?


Post It Karalamaları - Boğaz'daki Martı - D.M.

20 Mart 2011 Pazar

Sakızdaki Tehlike

Çocukluğumda sakıza çiklet derdik, sonradan bir sakız kelimesi peydahlandı, tabi hafızam beni yamultmuyorsa. Seneler sonra öğrendim çiklet kelimesinin Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Cabdbury Adams firmasının üzettiği Chiklets markalı sakızdan dilimize geçtiğini.

Sakkız çiğnemeye dair hislerim nötr, sevdiğimi söyleyemem arada atıyorum ağzıma bir tane. Bolca naneli ve şekersiz.

İlkokulda okurken sakız çiğneyenler arasında balon yapma merakı vardı ben bir türlü sakızımla balon yapamadığım için bir eziklik hissederdim. Ben bu konuda komplekslere kapıladurayım çocuklar teneffüslerde kim daha büyük balon yapacak, kim bir dakikada daha çok balon şişirip patlatacak yarışına kaptırıyorlardı kendilerini. Şak şak şal patlıyordu o balonlar. Sinir oluyordum kendime bu beceriksizliğimden ötürü. Bir kenarda gizlice şişireyim belki başarılı olurum diyordum ama yok olmuyordu bir türlü. Bir gün şişirdim ama nerede duracağımı bilemediğimden suratımda patladı koskoca balon. O dönem erkek çocuklarında uzun saç modaydı. Kahküllerimin ortasında asılı kaldı sakız. Nasıl utandım, bütün ikindi sınıfta ufaldım ufaldım sıramın gözüne girdim neredeyse. Öğretmenim hoş bir kadındı ilişmedi bu halime.

Saça yapışan sakız ne zor çıkıyor bilseniz eminim halimden anlardınız. Kabahat işlerken yakalanmıştım sanki ve yüzüme bakan herkes sakız patlatamadığımı anlıyordu. Eve gelince koptu kızılca kıyamet o saçtan o sakız çıkasıya nasıl canım yandı anlatamam. Anneannem kolonya ile müdahale etti, bişeyler yaptı da çıktı. Okulda sakız patlatma girişimlerime dur dedim böylelikle. Evde çiğnediğimde ise eğer çiğnersem nıyıklarımın çıkmayacağı endişesini yüklediler sırtıma. Bıraktım sakızı makızı.

Mabel sakızı revaçtaydı o sıra. Arap kızlı olan işte. Lezzeti bir hoştu, diğerleri gibi ufacık paketinden çıkınca sert olmuyordu hep yumuşaktı. Sonra Tipitip markası belirdi, ardından Dandy. Dandy markasını büyük kampanyalar ile duyurdular ama anasonlu bir tadı vardı. İğrenç geldi ilk denemede. Bıyığımın çıkmaması riskine karşın ara sıra gizlice denemlerim devam ediyormuş anlaşılan bunları anımsadığıma göre.

Bir de büyükler hep ikaz ederdi sakız çiğnerken sakın ola yutmayasın diye. "Neden" diye sorardım saf saf. "bağısakların birbirine yapışır" derlerdi. Bu yanıtı pek mantıklı bulurdum. Sakızı yutmaktan korkardım. Yine de bir kere ilkokul üçte falanım sanırım. Bir akşam evde sakız yuttum. Korkumdan kimselere söylemedim. Sabahı zor ettim. Okula gelince sıra arkadaşıma başıma geleni anlattım. "Ooo!! Ben de çok yuttum birşey olmuyor" dedi. Bunu duyunca rahatladığım ıhatırlıyordum. Haklıydı. Bana da bir şey olmadı zaar.

Gelelim sakızdaki tehlikeye. Sakız yutmayı tehlikeli bilin ama nedenini bana sormayın. Söyleyemem.




19 Mart 2011 Cumartesi

My Son My Son What Have You Done

David Lynch'in yapımcısı olduğu ve Werner Herzog'un yönettiği bu filmi duyunca kalbimin atışı hızlanmıştı bir anlığına. Elime geçer geçmez izledim.

Film "David Lynch bir Werner Herzog filmi sunar" yazısı ile başlıyor ve gerçek hayattan alınmış bir öyküyü anlatmaya başlıyor. Bir anne ve oğul arasındaki aşk ve nefreti andıran ilişki etrafında dolanıyor. Oğul çıktığı bir Güney Amerika gezisinden dönüşüme uğramış olarak geri dönüyor ve sonunda annesini öldürüyor. Asıl öykü bundan ibaret. Bir rehine alınması olayının içinde flasbackler ile ne oluğ bittiğini öğreniyoruz. Eğer sıkılmadan izleyebildiyseniz devreye yunan mitolojisinden Orestes ve Tantalus'un hikayesi giriyor.

Kağıt üzerinde umut veren bir proje gibi görülebilecekken filme dönüşmüş hali için son derece itici tanımlaması kullanılabilir. Oyunculuk bilinçli olarak karikatür düzeyinde tutulmuş, Aktörler oynamıyor sanki önlerindeki yazıları okur gibiler. İzlediklerinizde en ufak bi inandırıcılık yok. Birileri bir David Lynch filmi parodisi yapalım deseydi bundan daha iyi bir sonuç elde edemezlerdi.



Yönetmen: Werner Herzog

Yapımcı: David Lynch

Yapıkm yılı: 2009

Oyuncular:
Willem Dafoe,
Chloe Sevigny,
Michael Shannon,
Grace Zabriskie,
Udo Kier,
Brad Dourif,

18 Mart 2011 Cuma

Lynch Sinemasına Dair Minik Bir İki Detay

David Lynch'in filmlerini çoğunlukla kendi içinde tutarlı olan dünyalar yarattığı için izlemeyi seviyorum. Inland Empire gibi tahammül sınırlarını zorlayan filmine, Wİld at Heart gibi saçma sınırını zaman zaman geçmiş filmine rağmen onu ürettiklerini izlemeyi seviyorum. Filmlerinde güzel bir iş bölümü var, bir öykü anlatıyor ve size çaktırmadan sorular soruyor. Film bittikten sonra sorduğu soruların cevaplanması işi seyircisine düşüyor.

Son zamanlarda The Interview Project'inden büyük keyif aldığımı söylemeliyim. Almanya ayağını da son aylarda çekmeye başladı sanırım.

Onunla ilgili yazılan yazıları ve kitapları da okuyorum elime geçtikçe. Ancak filmleri ile ilgili beni rahatsız eden bir detay var ki, yıllardır okuduğum hiçbir yazıda kimsenin bu konuya takılmamış olduğunu farketmek benim için hayli şaşırtıcı. Lynch son derece steril bir dünya yaratıyor, içinde bir o kadar akıllara durgunluk verecek açıklaması güç olay gerçekleşiyor. Lynch'in izin vediği acaiplikleri görüyoruz. Ancak Lynch filmlerinin hiç birisinde bir adet olsun zenci rolü görmediğimi her yeni filminde bir kez daha farkediyorum. Yönetmen zencisiz bir dünya mı özlüyor, ırkçı mı? Seyircisinin gözüne sadist katillerin altını üstüne getirdiği dünyaları dayıyor ancak nedense o dünyalarda bir tane bile zenci adam/kadın olmuyor.

Bir de filmlerinde hiç gay karakter gördünüz mü?

Ne kadar steril bir dünya bu. Zencilerin ve homoseksüellerin giremediği bir dünyası var David Lynch'in.

Tuhaf değil mi?

16 Mart 2011 Çarşamba

Bıyıklara Veda

Bıyık, insan yüzünde burnun altı ile üst dudağın arasında büyüyen kıl grubuna verilen isimdir. Genellikle erkeklerde görülür. Kadınlarda bu kapasiteye sahip olanlar bulunsa bile onlar genellikle bunun görülmemesi için ellerinden geleni yaparlar. Hayvanlarda da olur bıyık. Kedilerin ki çok sevimlidir mesela.

Benim ergenlik çağlarımda erkeklerin bıyıklı olması çok modaydı. Hatta öylesine bir şekilcilik vardı ki erkekler siyasi görüşlerini bıyıklarına verdikleri şekillere yansıtabilirlerdi. Tabi o zaman için de bıyığının uçları aşağıya ani dönüş yapıyorsa bu görüş, uçları kısacıksa başka bir görüştür diye kesin hükümler beslemek çok doğru sonuçlar doğurmayabilirdi. O dönemlerde babadan kalma bıyık modeli ile siyasi bir görüş barındırmadığı halde yanlış zamanda yanlış mahalleden geçtiği için bir temiz dayak yemiş türk genci çok olmuştur.

Benim bıyıklılık halim üniversite yıllarımı ve iş hayatımın ilk yıllarını içine alan 10 yıllık bir zaman dilimini kapsar. Ayna karşısına geçer bir güzel şekillendirirdim. Bıyık bırakmayı hoş bir şey sanıyordum. Zor iş değildi. Bırakıyordun, uzuyordu alt tarafı. Üst dudağımı bıyıklarımın örtmesi hoşuma gidiyordu. Bazen uykumdan uyanıp kontrol ederdim acaba yerinde duruyor mu diye. Durduğunu görünce yorganı çekerdim kafamdan. Uyumaya devam. Oh, hem de huzur içinde.

Bıyığın bir dezavantajı belirdi seksenlerin sonuna doğru. Kıro olarak algılanabilrdiniz mesela. Çorba içmek de zordu sonra. 10 yıl boyunca ağız tadı ile çorba içemedim. Bıyığımın ucunda biriken bir satır uzunluğundaki kuru çorbadan öğlen yemekte ne çorbası olduğunu anlamak mümkündü. Sebze çorbası, mercimek çorbası. Bunların hepsinin farklı bir dokusu var malumunuz.

Sonra bir gün işyerinde kıtır kıtır bir ses duydum. Merakla yanımda oturan arkadaşıma sordum:

- "Bir ses var duydun mu?"

-"Evet" dedi. "Bıyıklarını yiyorsun sen"

- "Yaaaa?"

- "Evet hem de kıtır kıtır"

- "Yapma"

- "Aylardır böyle, ama alıştık artık, duymamayı öğrendik biz"

- "Fırsatını buldun oturt bakalım Lamia"

Nasıl utandım anlatamam. Kıpkırmızı oldum derhal. Hemen tuvalete koşup aynaya bakmak istedim. Servisteki kadınların bıyık altından birbirlerine bakıp gülüştüklerini görünce komik duruma düşmemek için çay servisini bekledim. İkindi çayını içtik bir güzel. Sonra kendime tuvalete gelmiş süsü verdim, sıvıştım oradan. Tuvaletin boş saatleriydi. Kız doğru söylüyordu. Bıyıklarımı yiyordum ben. Burnumun altındaki o kıllı bölgenin sağ kenarında istenmeyen bir oyuk oluşmuştu bile.

- "Allah kahretsin kendim niye farketmedim bunu"

Bunu derken tuvaletin kapılarından biri açıldı. Lanet olsun. İçeriden müdürümüz çıktı.

- "Hiiiiç" cevabını verdim

- "Neyi farkedemedin" sorusuna.

Ellerini yıkarken aynadan beni şöyle bir süzdü. Hınzırca gülümseyerek dışarı çıktı sonra. Mendebur adam.

İşte o anda bıyıklara veda etmeye karar verdim. Ertesi gün işyerinde "Duş alırken mi eridi, düştü" diye dalga geçeceklerini biliyordum. Vurdum jileti hiç acımadan. Sonra bıyıksızlık moda oldu. Bıyıksız erkek, bıyıklı erkek ayrımı kulağıma çalındı bir süre. Sonra unuttum bıyıkları. Ta bugüne kadar.

Bugün alttaki yazıdaki resimdeki noksanlık dikkatimi çekince varsın bıyığı da burada olsun dedim.

Pusu

Milli sanatçımıza pusu kuruldu, vuruldu. Hayati tehlikesi devam ediyor. Felç olabilir öyle kalabilirmiş, şarkı söyleme yeteneğini bile kaybedebilirmiş. Haber kanalları dünyada olan bitenin büyük bölümüne kulaklarını tıkadı saat başı doktorlarının yaptığı açıklamaları dayıyor seyircinin gözüne. Sayın Başbakanımız hazin olaydan daha bir gün önce şarkıcının kendisine yolladığını söylediği SMS'i okuyor kameralar önünde. Sağlık durumu ile çok yakından ilgileniyor. Bülent Bey hastahanede ziyaret ediyor, çıkışta "Gözlerim ile gördüm" diyerek sağlık durumuna dair yorum veriyor. Bir ilimizde halk sokaklara dökülüp bu saldırıyı kınamış. Irak Hükümet yetkilileri bir telaş bir telaş üstüne açıklamalarda bulunuyor.

İstanbul emniyeti ise bu konuya hassasiyetle yaklaşıyor, Herbiri otuz polisten oluşan on tim oluşturuldu. 300 kişilik ekip şüphelilerin ensesinde.

İşte tam bu noktada benim içim daralıyor.

Kendisi hoşlandığım bir sanat türünün temsilcisi değil. Türküleri arabeskleştirip çığırması, yeterli olmayan tahsili ve olanca kendini yetiştirmemişliği ile millete doğruyu yanlışı empoze etmeye kalkışması, akıllar vermesi çok iticiydi ayrıca. Bu herşeyi en iyi bilen sanayçımızın öve öve bitiremediği çevirdiği filmlerin IMDB'deki notu 1.7 ile 2.9 arasında değişiyor, 3 alamamış an itibariyle, öylesine berbat filmler. Kişilik olarak yıllar içinde aklımda yer eden fotoğrafı ise asla, vefakar, fedakar, cefakar, insanları seven bir kişiye ait olamadı. Yanında çalışan, ücret isteyen işçilere karşı tavrını hatırlıyorum bir "haber" yayınından. Kadınlara uyguladığı şiddet haberleri gazeteleri çarşaf çarşaf nasıl meşgul ederdi unutulabilir mi? Yıldız Tilbe'yi TV yayınında düşürmeye çalıştığı durum, ayrıldığı kadınların kabusu oluşu, Perihan Savaş'ın yediği tokat falan... Kadına saygılı bir erkek olarak da hatırlamıyorum kendisini.

Koskoca şehrin hareketli bir yerinde, kim olursa olsun böylesine bir hesaplaşma, pusu, kan üçgenine düşürülebiliyor olması korkutucu.

Keşki bu sanatçının uğradığı saldırının aydınlanmasına gösterilen özenin bir benzeri, daha bu dünyadan ayrılır ayrılmaz bir Hıncal Uluç yazısında harcanmaktan nasibini almış ve gömülmesinin ardından yokolmaya terk edilmiş Defne Joy Foster'ın ölümünde karanlık kalmış noktaların aydınlatılması için kullanılsaydı diye düşünmeden edemeyenler var mıdır acaba?

15 Mart 2011 Salı

Masal Masal Matitas

Bir varmış, bir yokmuş. bir erkek çocuğu varmış. Çimenlere sırt üstü uzanır, öylece bulutlara bakarmış, bulutlardan hayaller tutarmış. Şu tavşana benziyor bu kediye benziyor dermiş. Şakacı bir rüzgar gelip çocuğun kumral saçlarının arasında bir dolanır sevgiyle dağıtıp sonra yerine koyarmış usturupluca. Merak edip çocuğun işaret ettiği yere bakanlar hayret ederek "a sahiden de benziyor" derlermiş. Çocuk çocuk kahkahaları atarmış.

Zaman tam da "evvel zaman içindeyken" zamanıymış, işte tam o sırada bir de kız çocuğu varmış. Kız çocuğu erkek çocuğundan çok uzak, çok fazla uzak, bambaşka yerdeki çimenlere uzanır, başını göğe çevirir geçen bulutlara bakarmış. Bulutların içindeki sevimli hayvanları bir bir sıralar etrafındaki insanları hayalgücü ile kendisine hayran bırakırmış. Orada da şakacı rüzgar varmış, kızın saçlarında esse de iki uzun örgü halinde başının iki yanında uzanan saçları dağıtamazmış. Rüzgarın içi sevgi ile sızlar eğilip kızı alnından öpermiş. Bahtı açık olsun diye dilek tutarmış alnına her öpücük konduruşunda.

Kalbur saman içendeyken her iki çocuğu da sevgi bulutları sımsıkı kucaklar, pamuk helva kıvamında hayaller vaad edermiş onlara. Çocuklar hayat böyle zannedermiş. Hep güzel hayaller var, hep onları sevgi ile saranlar var.

Deve tellal iken, bulutlar dağılmaya başlamış. Daha doğrusu onların göğe buluta bakıp güzel şeyler görmesinden pek de haz etmeyen insanlar; bulutlar dağılsa gitse bunlar çenelerini kapatır belki o zaman diyerek, ince ince planlar yapıp uygulamaya başlamışlar. Bulutlar önce yavaş yavaş sonra hızla dağılmaya başlamış.

Pire berber iken hayalleri suya düşmüş kızın da erkeğin de. İşte tam o sırada tanışmışlar. Kaybettikleri hayalleri andıran bir gölgeyi yakalamışlar birbirlerine bakarken sevgi ile ışıldayan gözlerinin derinliklerinde. Hayat böyle demişler, bir şeyi kaybettirince başka bir şeyi bulduruyor insana demişler. Bu çıkarımda teselli bulmuşlar, bulutlar yerine artık birbirlerine sıkı sıkı sarılmışlar. Birlikte hayaller kurmuşlar. Güzel hayallermiş bunlar. Onların güzel hayallerinin olması başkalarının bu hayallere savaş açması demekmiş aslında.

Hayalleri önce birikmiş sonra dört bir yana dağılmış. Hayaller ayrı düşünce ayrılmışlar. Birbirlerinden aksi istikamete doğru kaçmakta teselli aramışlar. Ayrı ayrı yönlerde için birbirlerinden dere tepe düz gitmişler. Sonra bir dönüp bakmışlar ki ne görsünler. Bir arpa boyu bile yol gitmemişler. Kalpler bir olunca mesafelerin arayı açmadığını öğrenmişler. İşte tam o sırada gökten üç elma düşmüş. Her iksii de ayrı göğün altında el açmışlar yukarıya elmalardan hiç değilse bir tanesini yakalamak için. Ama heyhat. ikisi de kendi payına düşen elmayı yakalayamamış hiç bir zaman.

"Masal bu ya, aynen böyle olmuş" desem kimse inanmaz nasıl olsa.


Şarkı: Sertab Erener - Bir Varmışım Bir Yokmuşum

Ben nice depremler gördüm
Kolay kolay yıkılmam
Her defasında kaybetsem
Yine de hiç üzülmem

Aslında bu kadar da kırılgan değildim
Kendi yaptığım düşmanlara yenildim
Bir kayboldum sonra tekrar belirdim
Masallardaki gibi
Bir varmışım, bir yokmuşum

Sen bana imkanlar sundun
Ben bunu kabul edemem
Şimdiye kadar yalnızdım
Öyle pat diye değiştiremem

Aslında bu kadar da kırılgan değildim
Kendi yaptığım düşmanlara yenildim
Bir kayboldum sonra tekrar belirdim
Masallardaki gibi
Bir varmışım, bir yokmuşum

Korkarsam sakince ıslık çalarım
Ben susmam sende susma ki korkmayalım
malesef az sonra gitmem lazım
Huyum böyle aynı yerde hiç kalmamışım
Bir varmışım bir yokmuşum….

Biraz da Bir Kaç Güzel Kelime

Bu aralar nedendir bilinmez "davlumbaz" kelimesini pek bir beğeniyorum. Hatta yerli yersiz kullanıp aklıma estikçe seslendiriyorum bu güzeller güzeli kelimeyi. Şöyle telafuz ediyorum;

- Önce derin bir nefes alıyorum. (Kelimeyi hece hece dışarıya çıkartırken nefesimi azar azar bırakıyorum)
- İlk heceyi davudi bir ses tonu ile salıyorum: DAVvvv "v"yi hafiften belli belirsiz yankılandırıyorum, eko, eko, eko.
-İkinci heceyi "v"lerin yankısı bitmeden sallıyorum peşi sıra: LUMmmm buradaki "m"leri burnumdan sinüs boşluklarımda yankılata rezonanslata çıkarıyorum,
- Son heceye geliyor sıra: BAğZzzZZZ. Bu hecemim sırrı şu "z"yi koskocaman yankılatmadan hemen önce "a" ile aralarına miniminnacık bir "ğ" koyarak okuyorum.
Bu üç heceyi arka arkaya sıralayıp ayrılıyorum kelimemden. Söyledim mi bitiyor. Günlük davlumbaz resitalim sona eriyor.

Zaman zaman bazı kelimeleri sevmişimdir. "Hatırım için hatırla" deseniz hatırlayamam hangisini ne zamanlar sevdiğimi. Hele neden sevdiğimi hiç sormayın onun altında yatan nedenleri sorgulayacağım derken kelimelerin beni benden almasına müsade edecek kadar olmadım daha. Seslerin sıralanış biçimi hoşuma gittiği için seviyorum deyip geçiştirelim.

Bir ara "çitlembik" kelimesine takılmıştım, günde bir kaç doz tekrar tekrar tekrarlardım, sonra "Topaç"kelimesi geldi. Bir ara "Serzeniş", "Şartefela", "Şırfıntı", "Şezlong" - Bu sonuncusunun "o"sunu "ö" gibi seslendirmekten pek bir keyif alırdım. Derken "Sitare", "Sitayiş", "Hamhumşorolop", "Kırtasiye", "Elemterefiş", "Suzinak", "Börülce", "Börtü", "Patlangaç", "Zerdüşt", "Hatırşinas" Bunlar hatırladıklarım.

Bu ara sinirimi bozan ve de uluorta edildiği vakit kafama takılan ise "Çok doğru" ifadesi.

Kardeşim bu nasıl ifade? Bu ne biçim densizlik? Bir şey ya doğrudur ya yanlıştır. Doğru ise gerçeğin tıtatıp ta kendisidir zaten. "Doğru" kelimesinin önüne "çok" eklendiğinde gerçek çok daha gerçek olmaz ki. Doğrulukta gelinebilecek son nokta "doğru"dur, o da zaten hakikatin ta kendisidir. Pekiştireceğim derken bir özgüvensizliği seslendiriyor doğru kelimesinin önüne "çok" ekini iliştiriveren türkçe konuşanlar. Duyduğum vakit "Ahanda" diyorum içimden "Al bi hıyarağası daha". Kendi dediğine kendi inanmıyor, doğru olduğuna ikna etmek için doğruyu pekiştiriyor. Doğruyu önüne çok ekleyerek çekiştirmekle pekiştiremezsiniz ki.

Yaaaa!!!

14 Mart 2011 Pazartesi

Zehra ile Ömer

Seneler önceydi, Galata Kulesi yakınındaydı evim. Çok sıcak, samimi bir mahalle ortamımız vardı. Yaz ürkek ve çekingendi, ama eli kulağındaydı, ha geldi ha gelecekti. Mayıs ayının sıcağı birden beliren şakacı bir rüzgar ya da üzerimizden geçen ani bir bulut ile dalgalanıyor, yerini kış günlerini anımsatan serinliklere bırakıyordu. Karşı kapı komşum yaşlı bir İstanbul hanımefendisiydi, beni evladı gibi benimsemişti. Her zaman yemeğe davet ederdi. Arada giderdim. Anlattıklarında apayrı dünyalar gizliydi. Beni erken kaybettiği oğlunun yerine koyar gibiydi.

Üçüncü kattaki dairemin sokağa bakan salonu serin oluyordu. İçeride oturup saatlerce yazıyordum. Akşamüstleri, arada balkona çıkıp çay içiyor, o güm yazdıklarımı okurken, sokaktan gelen sesleri dinliyordum. Sokak gündüzleri başka, akşamları başka türlü cıvıl cıvıldı. Karşıdaki apartmanın üçüncü katında sevimli bir aile oturuyordu. İki çocukları vardı sekiz, bilemedin dokuz yaşlarında bir kız Zehra ile ondan daha küçük bir erkek çocuğu Ömer. Öğle saatlerinde iki kardeş el ele tutuşarak bakkala gider ufak tefek nevale; yoğurt, ekmek ya da sigara alırlardı. Bir gün bakkalda gördüm onları her ikisine birer gofret satın alıp verdim. Çıkışta anneleri balkondan gördü ellerindeki gofreti.

- "Zehra kızım nerden buldun o elindekini?"

- "Bu amca aldı anne."

- "Teşekkür ettiniz mi kızım?"

- "Hıııı.. evet."

-

Apartmanın cümle kapısından geçerek yürüdüler el ele. Arada gördüğümde isimleriyle seslendim. Sonra çiklet, leblebi şekeri verdim birkaç kez. Sevimli ve utangaç iki kardeştiler.

Bir gün erken çıktım balkona. Karşı evin üçüncü katındaki balkonda Ömer ile Zehra yere serilmiş bir kilimin üzerinde uslu uslu oynuyorlardı. Balkon kapısı açıktı, perde dalgalanıyor içeriden kadın gülüşmeleri geliyordu. Böyleydi mahallenin kadınları her gün içlerinden birinin evinde toplanıp laflarlardı. Sokağımız o kadar dardı ki, havalar ısınıp camlar açıldı mı, karşı dairelerden gelen konuşmaları net biçimde duymamak imkansızdı. Bazen bir fısıltı bile oyunbaz bir yelin önüne takılır kulaktan kulağa sürüklenirdi.

Zehra’nın bez bebeği, Ömer’in yeşil renkli tavşanı ikisini de oyalamaya yetiyordu. Balkonun yan tarafına asılarak dışarıya sallandırılmış çamaşırlar yazın esen tatlı rüzgarda neşeleniyorlardı. Rüzgarda sallanan çamaşırların resmini çekmek geçti aklımdan. Emektar fotoğraf makinamı almaya içeriye girdim. Resmi çekilecek bir şey gördüm mü eğer evdeysem en az on dakika onu aramam gerekiyordu. Asla son bıraktığım yerde bulamıyordum. Sanki görünmez, şakacı bir el her seferinde beni şaşırtmak için yerini değiştiriyordu. Makinayı bulmamdan bir kaç saniye önce vazgeçmek üzereydim. Aniden tişört yığınının arasından fotoğraf makinasının kahverengi kılıfının kenarını gördüm.

Balkona çıktığımda karşı evin balkonunda tek başına oturan Ömer'i gördüm. Gözleri irileşmiş ağzı koskocaman açılmış, dudak uçları aşağıya doğru bükülmüş, bir parmağı çenesinde hareketsiz duruyordu. Annesi seslendi o anda:

- "Ömer, Zehra!! Ne oldu yavrum?"

Küçük çocuk usulca kalkarak balkon kapısına yaklaştı.

- "Abla gitmiş" dedi

Sanki hızlı çekilmiş bir filmi normal bir hızla izler gibi bakışlarım karşı dairenin balkonuna asılı kalmış büyülenmiş izliyordum. Devinen her şey normalden defalarca yavaş biçimde ilerliyor, ancak onca yavaşlığa karşın izlediklerim düşünmeme fırsat bile vermiyordu.

- "Ne demek abla gitmiş" diye tekrarladı telaşlı bir kadın. Bir diğeri balkona çıkıp aşağıya baktı.O anda ben de aşağıya baktım. Zehra'nın ufacık bedeni, pembe elbisesi içinde üç kat aşağıda minik elinde bırakmadığı yeşil renkli tavşan ile yatıyordu. Çığlıklar ve merdivenlerden aşağıya koşarak inen kadın sesleri duydum sonra. Kadınlar aşağıdaydı. Anne kızının hareketsiz bedenini bağrına basmış, "Kızım, kızım, Zehram" sözlerini tekrarlıyordu.

Yaşlı komşum herşeyi izlemiş: Ablası Ömer'e kızmış, tavşanı elinden alıp fırlatmış. Oyuncak çamaşırlara takılmış. Kardeşi üzülünce Zehra uzanıp oyuncağı kurtarmak istemiş. Tavşanı tam eline aldığında dengesini yitirip aşağıya düşmüş. Bütün bunlar saniyeler sürmüş.

Ömer'in "abla gitmiş" deyişi uzun yıllar boyunca aklımdan çıkmadı. Aile o evden cenazeyi takip eden günlerde taşındı. Kısa bir süre sonra ben de ayrıldım o mahalleden. Arada bazı geceler rüyamın ortasında duyarım "abla gitmiş" sözlerini. Ömer'i düşünürüm o zaman. Ne yaptı acaba? Çocuk sırtının taşıyamayacağı kadar büyük olan bu yük ile ne oldu ona?


13 Mart 2011 Pazar

Dikkat Harika Bir Kitap, Ama Çok Kötü Bir Çeviri !!

Dario Argento korku filmlerinin kült yönetmeni, italyan bir sinemacı. Kızı Asia Argento da babasının filmlerinde zaman zaman rol alan ve çektiği iki filmle iyi bir yönetmen olacağının ipuçlarını şimdiden vermiş bir sanatçı. Babasının filmlerinde oyuncu olarak rol almasa bile fikirsel katkılarda bulunuyor. Dario Argento'yu ilk kez seneler önce Suspiria filmi ile tanımıştım. Daha sonra çekiliş tarihleri itibariyle aralarında uzun yıllar olsa da Inferno ve Mother of Tears filmleri ile üçlemeye dönüşen bu filmi arada oturur izlerim. Filmleri mantık hataları barındırsa da cinayet mizansenlerindeki yaratıcılık ve bu sahnelere gösterilen özenle diğer korku filmlerinde kolaylıkla ayrılan görsel yapıya sahiptir.

Geçen yıl James Gracey adlı irlandalı bir korku filmi tutkununun Dario Argento filmlerine rehber niteliğinde bir kitap yazmış olduğunu biliyordum. Kalkedon isimli yayınevinin dilimize 2011'in ilk günlerinde kazandırması sevindirici oldu; Dario Argento - Korku ve Gerilim Filmlerine İtalyan Dokunuşu. Kitabı rafta görür görmez sayfalarını çevirmeden hemen satın aldım.

Eve gelir gelmez açtım okumaya başladım. Yönetmenin bütün filmleri, TV çalışmaları, Senaryo yazarı ve yapımcı olarak bütün üşlerine ilişkin detaylı bilgi iöeren bir çalışma olduğunu hemen belli ediyor. Ancak ne büyük hayal kırıklığı. Çeviriyi yapan Zeynel Gül isimli kişinin çevirisini yaptığı dil olan ingilizceye dair görmezlikten gelinmeyecek büyüklükte noksanlıkları var. Daha önsöz cümlelerinin çevirisinden bir hantallık ve atmasyona sığınmışlık seziliyor. İş ne zaman film isimlerine geliyor ve D. Argento'nun filmlerinden beslenmiş Holywood yönetmenlerinin filmlerinin isimlerinin ingilizceden türkçesine geliyor işte o zaman ingilizcedeki yetersizliğinin üzerine sinema konusunda zır cahil birisinin çevirmenlik ettiği gerçeği ile başbaşa kalıyorsunuz.

Hatalar büyük ve saymakla başa çıkılacak gibi değil. İlk başlarda acaba bu kitap uydurup uydurup çevrilmiş oradan doğrudan baskıya mı gidilmiş, yayınevinin editörü grevdemiymiş gibi sualler aklıma geldi. İlk sayfaya dönüp baktığımda editör olsun, yayına hazırlayan olsun bu konulardan mesul insanların mevcudiyetinin en azından kitaba dair kimlik bilgileri arasında yer aldığını gördüm. Çeviri hataları o denli derin ve büyük ki, dilimizde anlam taşıyan bir cümleye rastlamak olanaksız. (Cidden doğru çevrilen bir tek cümle yok) Ben doğru düzgün çevrilmiş bir tane cümle görmedim. İlk başlarda gördüğüm hataları not almaya başladım, niyetim yayınevine bir e mail atıp "Bakın böyle böyle hatalar var, çok güzel bir kitabı dilimize kazandırmak istemişsiniz ama inanılmaz yanlışlıklarla dolu yetersiz ve itici bir çeviri, sıfır denilecek kadar az editör kalem oynatması var" bilgisini paylaşmaktı. Ancak hata sayısı rotasını kitabın dörtte biri bitmeden üç haneli sayılara yöneltince bıraktım not almayı. Ayrıca editörlük görevini üstlenen kişinin elini bile sürdüğünü düşünmüyorum ki düşündüğüm gibi değil de ortadaki kitap, editör eli değimiş bir kitap ise durum daha vahim demektir.

Kalkedon yayınevi bence piyasadaki tüm kitapları toplatıp yeniden çevirisini yaptırtmalı. Güzel bir kitap, çok kötü, inanılmaz kötü, berbat bir çeviri. Dario Argento'yu seviyorsanız bile aman diyeyim lütfen uzak durun bu kitaptan. Şu hali ile okuyup da sinirlerinizi bozmaya değmeyecek bir kitap.

Meraklısına linkler;