14 Mart 2011 Pazartesi

Zehra ile Ömer

Seneler önceydi, Galata Kulesi yakınındaydı evim. Çok sıcak, samimi bir mahalle ortamımız vardı. Yaz ürkek ve çekingendi, ama eli kulağındaydı, ha geldi ha gelecekti. Mayıs ayının sıcağı birden beliren şakacı bir rüzgar ya da üzerimizden geçen ani bir bulut ile dalgalanıyor, yerini kış günlerini anımsatan serinliklere bırakıyordu. Karşı kapı komşum yaşlı bir İstanbul hanımefendisiydi, beni evladı gibi benimsemişti. Her zaman yemeğe davet ederdi. Arada giderdim. Anlattıklarında apayrı dünyalar gizliydi. Beni erken kaybettiği oğlunun yerine koyar gibiydi.

Üçüncü kattaki dairemin sokağa bakan salonu serin oluyordu. İçeride oturup saatlerce yazıyordum. Akşamüstleri, arada balkona çıkıp çay içiyor, o güm yazdıklarımı okurken, sokaktan gelen sesleri dinliyordum. Sokak gündüzleri başka, akşamları başka türlü cıvıl cıvıldı. Karşıdaki apartmanın üçüncü katında sevimli bir aile oturuyordu. İki çocukları vardı sekiz, bilemedin dokuz yaşlarında bir kız Zehra ile ondan daha küçük bir erkek çocuğu Ömer. Öğle saatlerinde iki kardeş el ele tutuşarak bakkala gider ufak tefek nevale; yoğurt, ekmek ya da sigara alırlardı. Bir gün bakkalda gördüm onları her ikisine birer gofret satın alıp verdim. Çıkışta anneleri balkondan gördü ellerindeki gofreti.

- "Zehra kızım nerden buldun o elindekini?"

- "Bu amca aldı anne."

- "Teşekkür ettiniz mi kızım?"

- "Hıııı.. evet."

-

Apartmanın cümle kapısından geçerek yürüdüler el ele. Arada gördüğümde isimleriyle seslendim. Sonra çiklet, leblebi şekeri verdim birkaç kez. Sevimli ve utangaç iki kardeştiler.

Bir gün erken çıktım balkona. Karşı evin üçüncü katındaki balkonda Ömer ile Zehra yere serilmiş bir kilimin üzerinde uslu uslu oynuyorlardı. Balkon kapısı açıktı, perde dalgalanıyor içeriden kadın gülüşmeleri geliyordu. Böyleydi mahallenin kadınları her gün içlerinden birinin evinde toplanıp laflarlardı. Sokağımız o kadar dardı ki, havalar ısınıp camlar açıldı mı, karşı dairelerden gelen konuşmaları net biçimde duymamak imkansızdı. Bazen bir fısıltı bile oyunbaz bir yelin önüne takılır kulaktan kulağa sürüklenirdi.

Zehra’nın bez bebeği, Ömer’in yeşil renkli tavşanı ikisini de oyalamaya yetiyordu. Balkonun yan tarafına asılarak dışarıya sallandırılmış çamaşırlar yazın esen tatlı rüzgarda neşeleniyorlardı. Rüzgarda sallanan çamaşırların resmini çekmek geçti aklımdan. Emektar fotoğraf makinamı almaya içeriye girdim. Resmi çekilecek bir şey gördüm mü eğer evdeysem en az on dakika onu aramam gerekiyordu. Asla son bıraktığım yerde bulamıyordum. Sanki görünmez, şakacı bir el her seferinde beni şaşırtmak için yerini değiştiriyordu. Makinayı bulmamdan bir kaç saniye önce vazgeçmek üzereydim. Aniden tişört yığınının arasından fotoğraf makinasının kahverengi kılıfının kenarını gördüm.

Balkona çıktığımda karşı evin balkonunda tek başına oturan Ömer'i gördüm. Gözleri irileşmiş ağzı koskocaman açılmış, dudak uçları aşağıya doğru bükülmüş, bir parmağı çenesinde hareketsiz duruyordu. Annesi seslendi o anda:

- "Ömer, Zehra!! Ne oldu yavrum?"

Küçük çocuk usulca kalkarak balkon kapısına yaklaştı.

- "Abla gitmiş" dedi

Sanki hızlı çekilmiş bir filmi normal bir hızla izler gibi bakışlarım karşı dairenin balkonuna asılı kalmış büyülenmiş izliyordum. Devinen her şey normalden defalarca yavaş biçimde ilerliyor, ancak onca yavaşlığa karşın izlediklerim düşünmeme fırsat bile vermiyordu.

- "Ne demek abla gitmiş" diye tekrarladı telaşlı bir kadın. Bir diğeri balkona çıkıp aşağıya baktı.O anda ben de aşağıya baktım. Zehra'nın ufacık bedeni, pembe elbisesi içinde üç kat aşağıda minik elinde bırakmadığı yeşil renkli tavşan ile yatıyordu. Çığlıklar ve merdivenlerden aşağıya koşarak inen kadın sesleri duydum sonra. Kadınlar aşağıdaydı. Anne kızının hareketsiz bedenini bağrına basmış, "Kızım, kızım, Zehram" sözlerini tekrarlıyordu.

Yaşlı komşum herşeyi izlemiş: Ablası Ömer'e kızmış, tavşanı elinden alıp fırlatmış. Oyuncak çamaşırlara takılmış. Kardeşi üzülünce Zehra uzanıp oyuncağı kurtarmak istemiş. Tavşanı tam eline aldığında dengesini yitirip aşağıya düşmüş. Bütün bunlar saniyeler sürmüş.

Ömer'in "abla gitmiş" deyişi uzun yıllar boyunca aklımdan çıkmadı. Aile o evden cenazeyi takip eden günlerde taşındı. Kısa bir süre sonra ben de ayrıldım o mahalleden. Arada bazı geceler rüyamın ortasında duyarım "abla gitmiş" sözlerini. Ömer'i düşünürüm o zaman. Ne yaptı acaba? Çocuk sırtının taşıyamayacağı kadar büyük olan bu yük ile ne oldu ona?


8 yorum:

  1. kim bilir? hayal meyal, silik bir anıdır belki zihninde. bazı geceler, uykusunun en tatlı yerinde canlanan sadece...

    YanıtlaSil
  2. Ömer'i bilmiyorum ama sanırım anneleri her gece rüyalarında Zehra ile birliktedir.

    Ömer'den milyar kere daha fazla yük binmiştir yüreğine ve "Neden yalnız bıraktım balkonda" diye kendi kendini paralıyordur.

    YanıtlaSil
  3. Zehra...Ömer...
    Sevginin isimleriydiler.

    YanıtlaSil
  4. Kırmızı Çizmeli Kedi;

    Zor tabi böyle bir yükü taşımak :(

    YanıtlaSil
  5. Sokak Kedisi;

    Anne acısı, kendi canından bir parçanın acısı ben tahmin edemiyorum bile.

    YanıtlaSil
  6. Ebruli Günce;

    Böyle düşünmemiştim ama kardeş sevgisi bambaşka elbette

    YanıtlaSil
  7. Çok üzüldüm yaaa:((((hakikaten o çocuk ömür boyu vicdan azabını nasıl taşıyacak?:(

    YanıtlaSil
  8. Aslında bu 2011 de yazdığım bir öykü taslağı idi, sonradan derleyip toparladım, bir kenarda beklediğini unutmuşum bile, yorum sayesinde anımsadım. Teşekkürler :)

    YanıtlaSil

Yorumlar