31 Ekim 2011 Pazartesi

Brezilya Denildiğinde...

Brezilya denildiğinde uzun zamandır aklıma onun müziği geliyor. Yayınladığı albümler ülkesinde fırtınalar koparmasa da, dünyanın başka yerlerindeki latin ve jazz tınılarının beraberliğinden hoşlanan büyük bir dinleyici kitlesine hitabediyor Vinícius Cantuária.

Ben onun 2007 yılında yayınladığı Cymbals albümünün hastayıyım. Özellikle de açılış şarkısı Galope sözlerini anlamadan da sevdiğim şarkılardandır. Bu albümde enstrümanlarından virtüöziteye erişmiş bir çok sanatçı eşlik ediyor Vinicius'a. En tanınanı da Brad Mehldau; onun piyanosu ile buluşan gitarı çok mutlu besbelli.

Galope'yi sizler için çalıyor, Vinicius'lu günler ve geceler diliyorum.







Gözleri Parlayan Kedi

Karanlıkta evimizin gündüzleri munis gezen kedisi ile burun buruna geldiğinizde gözlerinin oldupu yerden iki minik yeşilimsi ışığın parladığını görürüz. Bu ışık bazen sinir bozucui bazen de ürkütücü gelebilir.

Kedilerin gözlerinin iç çeperi kristalimsi özelliklere sahip guanin denilen bir madde ile kaplıdır. Bu madde sayesinde kediler zifiri karanlık olmayan, çok az da olsa bir ışık kaynağından beslenen karanlık ortamlarda, dış ortamdaki ışığı gözleri ile süzerek kendi görebilmelerine yetecek kadar az ışığı gözleri ile yayarlar. Bu soğuk ışık onların insan için karanlık ortamlarda bile rahatça görebilmelerine yeter.

Ne yazık ki, ne Tim Burton'un yönettiği ikinci Batman'deki kedi kadın Michelle Pfeifer'ın, ne de 2004 senesindeki Catwoman filminde kedi kadın rolünde arz-ı endam eyleyen Halle Berry'nin gözleri karanlıkta parlamamaktadır.

Bu ay bıyık konusunu hiç açmadığımın farkındayım aşağıdaki karalama/beyazlamadaki parlak gözlünün dudaklarını süsleyen antenimsi uzantılar da bu haftanın bıyığı olsun.

Resim: Gözleri Parlayan Kedi - D.M.

28 Ekim 2011 Cuma

Uykusuz

Oturduğu yerden bir kez daha kalkarak mutfağa gitti. Kütür kütür bir elma ve bir bardak süt ile geriye döndü. Üçlü koltuğa ayaklarını uzatarak, geniş televizyon ekranına çevirdi bakışlarını. Elmasından bir ısırık koparıp, çiğneyip, yutasıya kadar yirmi tane farklı kanalda neler olduğuna baktı. Yoktu hiçbirşey. Uzaktan kumadanın tuşlarına her basışında çıkan sesi duyabiliyordu. O kadar sessizdi ortalık. Televizyonun sesi en kısıktaydı. Rüzgar balkondaki bitkilerin gövdelerine değidikçe hışırtılar çıkıyordu. Arka odalardan birisini yatak odası olarak kullanan alt kat komşusunun uçak kalkışını andıran horultusu birazdan başlardı. "Allah eşine, çocuklarına sabır versin" diye düşündü. Bilgisayar başına geçmek istemiyordu. Oraya geçtiğinde sabahlara kadar bir sürü anlamsız yere tıklayacak, bir alay saçmalıkla boğuşacaktı.

Uyku sorunu olanların hazırladıkları bitki çayını biraz soğuduktan sonra içmeleri iyi gelirmiş güya ama onun da faydasını görmemişti. Şimdilerde ılık süt içmeyi deniyordu. Saat biri gösterirken eskiden izlediği dizi filmlerden bir tanesi başladı. Bildiği bir sahneyi böyle yakalayınca tüm olay örgüsünü sırası karışık biçimde anımsadı. Bu hapishane kaçkını adamı annesi birazdan, acı çekerek ölmesi için sol tarafındaki en alt kaburga kemiğinden vuracaktı. Dizinin final bölümüne çok az kalmış olmalı diye düşündü. Sonra başka bir kanalda rüya yorumcusunu izledi biraz. İnsanlar bu saçmalıkları neden ara ki diye düşünürken parmakları telefona gitti. O saçma sapan kadını şimdi de kendisi arıyordu. Telefon çaldı, çaldı. Tuhaf, meşgul olacağını düşünürken telefona yanıt veren yoktu. Sonra garip sesli, titrek ağzında dişi olmayan bir adam tavrı ile birisi telefonu cevapladı. Hayli isteksizdi, sesi çok uykulu geliyordu.

Belli belirsiz mırıldanarak;

"Bu gece için bütün çağrı kontenjanımız dolmuştur efedim iyi geceler" diyerek kapattı telefonu.

"Ama nasıl olur?" bile diyemişti, ahize elinde kaldı adamın.

Bir başka kanalda Yeşilçam'ın seks filmi furyası döneminden kalma bir film gösteriliyordu. Filmi ekranda gösterilecek biçimde yontarak dekolteden arındırmışlardı. Kadın şuh kahkahalar atarak kendisini yatağa bırakırken, yetmişli yıllardan kalma kabarık saçlı, gömleğinin ilk yedi düğmesi açık adam üzerine eğilerek boynundan öpüyordu kadının. Fonda James Last orkestarsı çılgınca neşeli bir şarkı çalıyordu. Şak diye kesildi müzik. Şak diye bir gerilim filmi müziği başladı. Kadının saçı başı dağınık sımsıkı avuçladığı yatak çarşafı ile göğüslerini kapatmaya uğraşırken ağlamaklı bir sesle;

"Evlenmiycek misin Kemal benimlen?" diye sordu.
Adamın cevabı kesindi. Yüzü aynaya dönük vaziyette bıyıklarını tararken cevabını verdi. Bakımsız tarzan modeli vücudunun altı kısmında daracık pantolon üst kısmında ise cılız ve kıllı bir görüntü vardı.

"Ben milyonerim, parası olanlan evlenirim Mine"

"Benimlen" ve "olanlan"a güldü adam. "Yeter bu kadar saçmalık" diyerek uzaktan kumadanın kapatma tuşuna bir kez dokundu.

Romanların sürükleyici olanından hoşlanırdı. Bir başladı mı, alsın içine çeksin saatler sonra bitirmeden bir daha elinden bırakamasın isterdi. Odanın bir köşesinde, yemek masasının üzerinde yeni aldığı "Prag Mezarlığı" ona davetkar gözlerle bakıyordu, tıpkı az önceki filmde Mine'nin Kemal'e baktığı gibi.

"Okumıycak mısın beni?"
"Bilmem ki, dalga geçmiyorsun ya benimlen?"
"Hep kitap, hep kitap. Başka bir şey bilmez misin sen kuzum?

Eco'nun son iki romanını bitirememişti. Kraliçe Leona'nın Gizemli Laneti ve aptallar aptalı yazma özürlü Baudolino'nın maceraları sarmamıştı onu. Bu seferki çok derin bir macera vadediyordu. Şimdi başlasa bir solukta bitirebilir miydi acaba? Kitabı eline aldı, arka kapakta yazılanları okuduktan sonra sayfaları şöyle bir karıştırdı.

Aslında çok uykusu vardı. Sol eliyle gözlerini ovuşturdu. Esnedi. Biliyordu ki şimdi yatsa bile uyuyamayacaktı uykusuz. Kitabın ilk sayfasını açarak okumaya başladı.


Resim: Ağlayan Adam - D.M.

27 Ekim 2011 Perşembe

Dikkat Eşek Çıkabilir

Sanal dünyanın bir müddettir, bir sürü ne idiğü belirsizin fink attığı yere dönmekte olduğuna dair hepimizin duyduğu farklı örnekler vardır muhakkak. Ben cibiliyeti kaykılmış insanlardan sanal ortamda da, gerçek hayatta da hazetmeyenlerdenim. Ama ne kadar ortalığı batırıp üzerine imza niyetine tüyünü diken bu pisliklerden uzak durmak istesem de beni de buluyorlar arada malesef.

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım, blogundan ödüllü bir soru paylaştı. Sorusunu yanıtlayanlara bir ödül verilecekti. Ben ödül vermeye talip oldum. Yalnız ben bir şehirde kargo ile göndereceğim hediye başka şehirde olunca ve üstelik ben de ufak bir rahatsızlık geçirmeye başlayınca gönderme işi malesef biraz ertelendi. Hastalığım tam olarak iyileşmemesine rağmen gönderilecek kargom var diye haldır haldır değiştirdim şehri. Malum zat, arkadaşıma adresini verdi. Hediyeyi göndermek için kargo şirketinin şubesine gittiğimde benden alıcının telefon numarasını da istediler. Arkadaşıma telefon açıp durumu aktardım, ertesi gün bana karşı tarafın telefon numarası iletilince hediyeyi kargo ile postaladım. Hayli de güzel bir hediye sayılırdı, hoş çirkin de olsa ne yazar. Hediyenin orijinal ürünler ieren kısmı 2 DVD, 2 Türkçe CD, 2 Yabancı CD, İki kitaptan oluşuyordu. Paketin içinde ayrıca korsan ürün ikişer DVD ve VCD yer alıyordu. Kargo şirketi verilen adresin açık adres olmaması sebebi ile varış şehrindeki şubeyi arayarak böyle bir yer bulunup bulunmadığını sordu. Adres doğruydu. Ben de teyit için bana arkadaşımdan kısa mesaj ile gelen telefon numarasını aradım. Ancak bana verilmiş olan telefon numarası kimseye ait değildi. Kargo gitti. Bu arada arkadaşımla bu enteresan olduğunu zanneden kişi elektronik ortamda kargo geldiydi, gittiydi, vardıydı, varmadıydı biçimde haberleşmişler. Arkadaşım vasıtası ile kargo gönderisi üzerindeki bilgileri paylaştım.

Sonuç yolladığım kargo bugün öğleden sonra adreste böyle birisi tanınmadığı için bana iade edildi.

Şimdi bu ödüllü yarışmaya katılmış kişinin zoru ne olmuş olabilir? Metazori yarışmaya katılmadığına göre, sonuçta adresine ödül gelmesi ihtimali başından belliyken bu tavrın tek açıklaması olabilir. Bunun derdi başından aşkın. Bir de arkadaşıma "kargo bana adreste ödemeli gönderilsin" demiş. Kimliğini merakın varsa niye katılıyorsun bir yarışmaya değil mi?

İşte bu da salak sepelek anım da, tuhaf insanlar kategorisindeki kişilere dair bir frikik olarak tozlu raflardaki yerini almak üzere tıpış tıpış ikilemiş durumda.

Şimdi gelelim sözüm meclisten dışarı faslına:

Valla bu ortamda eşek sürüsüne dahil olanlarla, insan olanları en başta karıştırmak mümkün. Şairin dediği gibi; "Eşeklik baki"ymiş Bu münasebetle de eşeklik eden ömrü boyu eşek kalmaya devam edecektir yani eşeklerle insanları başta karıştırsanız bile kısa bir süre sonunda ayırmanız mümkündür. Siz siz olun insan olun, insan kalın. Ama yine de dikkat insan sandıklarınız sonradan eşek de çıkabilmekteler. Hal böyle olunca "Aman eşeklere dikkat".

Bu arada yanlış anlaşılmasın örnekte verdiğim kişiye eşek demiyorum. Haşa.... Üstüne alınırsa çok üzülürüm. Onun yaptığının eşeklikle alakası olamaz. O daha bambaşka bir şey. Adını koymuyorum.

23 Ekim 2011 Pazar

Önlemler

Bugünkü haberler çok üzücüydü. Birbiri peşi sıra geldi hepsi de. Konu Van'daki depremdi:

Merkez üssü Tabanlı ilçesi olan deprem 13:41'de meydana geldi. Kentte bazı evler yıkıldı, bir çok ev hasar gördü. Telefonlar sustu, elektrikler kesildi.

7,2 büyüklüğündeki deprem Erzurum, Dİyarbakır, Ağrı, Bitlis ve Siirt'te de hissedildi.

ABD Jeolojik Araştırma Merkezi'ne göre ise depremin büyüklüğü 7.3 olarak belirlendi.Erciş ilçesinde bazı binalar çöktü, çok sayıda yaralı var.

Depremin çok uzun sürdüğü ve çok şiddetli olduğu alınan bilgiler arasında.

Artçı sarsıntılar nedeniyle çevre illerdeki vatandaşlar evlerini terk ederek sokaklara çıktı. Depremde kent merkezinde çok sayıda binanın çöktüğü belirtildi. Kazım Karabekir Caddesi'nde bulunan 7 katlı binanın çökmesi sonucu bazı vatandaşlar enkaz altında kaldı. İtfaiye ekipleri enkaz altındaki vatandaşları kurtarmaya çalışıyor.

Van Gedikbulakta 5.5. büyüklüğünde artçı sarsıntı meydana geldi.

Kandilli Rasathanesi, daha önce 6.6 olarak açıkladığı depremin büyüklüğü ile ilgili veriyi yenilemeye hazırlanıyor.

Kandilli rasathanesi depremin büyüklüğünü 7.2 olarak düzeltti.

6 katlı bina tamamen çöktü göçük altından yaralı kurtarma çalışmaları devam ediyor. 3 kişi hafif yaralı olarak göçük altından kurtarıldı.

Van havaalanı kullanılamaz durumda.

Kızılay Başkanı Ahmet Lütfi Akar bölgede su, çocuklar için mama, battaniye ve çadır gibi acil ihtiyaçların olduğunu açıkladı.

Kandilli Rasathanesi Müdürü Erdik: "Ölü sayısının bin civarında olduğunu tahmin ediyoruz" dedi.Van Erciş'te 45 vatandaş hayatını kaybetti, çok sayıda ağır yaralı var.

Ateş düştüğü yeri yakar hiç birimizin acısı ve endişesi orada yaşayanlar ya da orada bir akrabası olanlarınki kadar büyük olmayacak. Ancak isterdik ki insan hayatına verilen değer biraz daha fazla olsaydı. 1999 yılında yaşanan faciadan sonra yapılan konutlar daha sağlam olsaydı. Deprem bölgesinde yaşıyoruz ve 1960 lı yıllardan günümüze doğru depremlerin sayısı, sıklığı ve şiddeti giderek artıyor. Bu gerçekleri bilerek bu tebirsilikle devam ediyor olmanın bir açıklaması olamaz her halde.

İnsanların bu çağda böyle pisi pisine yok hayatlarını kaybetmesi çok acı.

Orada yaşayanlara ve orada yakınları olanlara Allah sabır versin. İnşallah gereken yardım uygun yerlere zamanında ulaşır, enkaz altında kalmış sağ vatandaşlar çok geç olmadan kurtarılır. Ve umarım 99 depremindeki gibi depremden sağ kurtulan insanların organ mafyasının elinde deşilmesinin önüne geçilir, bir de civar kentlerden gelip bir şişe su için, bir somun ekmek için servet isteyen fırsatçıları durduracak önlemler alnır.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Tarot Kartlarının Sırrı

Kadın orta yaşı geçmesine rağmen saçında bir tek beyaz yoktu. Saçlarını boyamasına gerek yoktu. Zaten makyaj yapmasını da sevmezdi. Yüzünde bir tek kırışık yoktu ve en az on yaş genç gösteriyordu. İnsanları, onlara belli etmeksizin incelemekte ustalaşmıştı. Yüzlerindeki ifadelere bakarak ruh hallerini çözmek onun işiydi. Zihinleri okuyabiliyordu adeta. İnsanların içini ayna gibi görebildiği için kendi yüzü çoğu zaman ifadesizdi. Pelin yalnızca birşeyler gizlemek istediği zamanlarda neşeli görünürdü. İnsanlara sergilediği sevinç her seferinde sahteydi. Oysa bugün gülmesini gerektiren bir durum yoktu. Endişeliydi. Arkadaşı Tamer'in iki katlı, eski usül evinin ikinci katındaki oturma odasını boydan boya arşınlıyordu. Birbirlerinden gizlileri, saklıları yoktu ikisi de surat asmış düşünüyorlardı.


Tamer her albino gibi ışıktan fazla hoşlanmazdı, kalın perdeler yarı yarıya çekilmişti ve sık dokunmuş tül perdeler ikindi ışığının içeriye girmesine kafi derecede mani oluyordu.

Tamer: Böyle bir aşağı bir yukarı yürüdükçe ne senin ne de benim doğru düzgün düşünemeyeceğimizi biliyorsun değil mi?
Pelin: Tamer çok herginim. Bir şeyler yapmamız lazım.
Tamer: Biliyorum.
Pelin: Yeğenimin arkadaşı Filiz, parçaları her an birleştirebilir.
Tamer: Nereden akıllarına gelmiş o sahtekar falcıya birlikte gitmek?
Pelin: Sahtekar ama... Sabun büyüsünü bilmiş...

Konuşmanın burasında adamın beyaz saçlarının örttüğü pembe renkli alnı hafifçe kırıştı. O da endişeliydi.

Tamer: Kız olay soğuduktan sonra, bildiklerini birleştirmeye başlayabilir. Her ne biliyorsa tabii.
Pelin: Bildiğinden hareket etmeliyiz.
Tamer: Yani susması lazım.
Pelin: Ama nasıl? Kuşku uyandırmak istemiyorum.
Tamer: Kızın annesi senin arkadaşın.
Pelin: Evet, evet?
Tamer: Evlerine girip çıkabiliyorsun... Bu iyi.
Pelin: Tamam da, ne yapacağız.
Tamer: Kız en yakın arkadaşını kaybetti. Bu yaşlarda gaipten haberler almayı merak ederler. Elenor'la konuşmayı istemez mi sence?
Pelin: Tamam da nasıl olacak?
Tamer: Çok kolay olacak. Tarot kartlarının sırrını öğreteceğiz ona.
Pelim: Uğraşmamız lazım.
Tamer: Çok uğraşmayacağız. Ama göreceksin. Öğrenecek.

Her yeni kurban onlar için yeni bir proje gibiydi. Projelerini hep keyif almak için üretirlerdi. Bu kez asıl amaçları Pelin'in yeğeninin ölüme kadar götürdükleri gerçeğini gizli tutmaktı. Öyle bile olsa bu kez de keyifli bir proje başlatacakları için heyecanlıydılar.

Filiz Elenor'un ölümü ile sarsılmıştı. Bir kaç gündür okula gitmiyordu. Annesi salonda oturmuş kızının bu acıyı kolay atlatmasını dilerken, kızı kendi odasında, elleri turuncuya çalan saçlarının arasında, gözleri kucağında açık albümde artık yaşamayan, en yakın arkadaşının resimlerine bakıyordu. Gözleri nemliydi ve Filiz'i kötü bir oyun bekliyordu.



Kara Kalem ve Kuruboya ile Çizimler:
"Albino" ve "Filiz'i Bekleyen Oyun" D.M.

21 Ekim 2011 Cuma

İstemeden...

TV kanallarından bir tanesine emekli bir general çıkıyor; "solu yok ettik, istemeden" diyor.

Ertesi gün gazeteler, sivil toplum örgütleri, TV kanalları ortalığı ayağa kaldırır zannedenler oluyor belki bu yarım ağızlı samimiyetsizliği duyanlar arasında.

Ama Yok.

Ertesi gün konuyla ilgili ses yok.

General bilmediğimiz şeyi söylemedi. Bildiğimiz şeylerin hepsini zaten sineye çektik. Yokmuş gibi davranıyoruz.

Gerçekleri günü gününe öğrendiğimiz günler gelecek mi acaba diye düşünüyorum bu aralar. Perde arkasındakileri hep beş, on, onbeş, yirmi sene sonra bir makamı işgal edip o makamın kaymağını sonuna kadar tüketmiş olanların dilinden biraz sitemli ifadeler ile seneler sonra duyuyoruz. Emekli generalmiş, çıkıyor otuz sene öncesi için yarım ağızla özür dilermiş gibi yapıyor.

Perde arkasındakiler, Perdenin önünde neyin görüneceğine karar verenler, ve kendisine söylenen yalanların yalan olduğunun farkına bile varamayan bir kalabalık. Değil yalanlar, yalanların ortaya çıkması kimselerin yüzünü kızartmıyor. Utanmak, arlanmak, rezil olmak gibi duygular çok uzun zamandan beridir yüzlerini gizliyorlar. Yok oldular.

Geçen sabah evimin yan tarafındaki okuldan kırk kadar yık önce benim de tekrar ettiğim sözler geldi kulağıma. İlkokul öğrencileri;
"Türkümdoğruyumçalışkanımyasamküçüklerimikorumakbüyüklerimisaymak
yurdumumilletimiözümdençoksevmektirülkümyükselmekilerigitmektir
EybüyükATATÜRKaçtığınyoldagösterdiğinhedefedurmadanyürüyeceğime
antiçerimvarlığımtürkvarlığınaarmağanolsunnemutlutürkümdiyene"
sözlerini bir çırpıda her tür duygudan ırak biçimde tam da o yaşlarda aynı benim söylediğim gibi söylediler. Bir şeyi kırk kez söylediğinde olmuyormuş. Minik sesler ciğerlerinin son kuvvetine kadar bu sözleri bağırırken bunu bir kez daha anladım.

Karamsarlardan saymayın beni ama ben o andları içimişlerin arasından doğrusuna ve çalışkanına pek denk gelemedim. Benim hatam mı bu? Sanmam. Benim rastladıklarım hep iş bitirici, etrafına attığı kazıkları minik zaferlerden sayan, başkasının yardımı ve desteği ile diğerlerinin sırtlarına binip yükselmiş insanlar oldu. Doğruluğundan taviz vermeyen, çalışmaktan gocunmayan insanların ödüllendirildiğinin giderek daha az görüldüğü bir diyara döndü buralar.

Karalama: Gölge Surat - D.M.

20 Ekim 2011 Perşembe

Kırmızı

Banyonun zemini ıslaktı. Çiçek desenli duvar fayanslarından ter gibi ince su çizgileri oluşuyordu. Küvetin içinde uzanmış vaziyetteyken lavabonun üzerindeki aynayı sisler arasından görebiliyordu Elenor. Ayna buharla kaplıydı. Buharın üzerinde iki tane incecik çizgi belirmişti. Çizgiler giderek büyüyordu. "Çizgiler büyüyüp tüm yüzeyi ele geçirdiğinde, ayna eskisi gibi herşeyi yansıtır hale geldiğinde ben burada olmayacağım" diye düşündü genç kız.

Küvetteki su giderek soğuyordu. Banyoya ilk girdiğinde çok korkmuştu. Küvete girerken dizleri titriyordu. Musluklarla oynayarak istediği sıcaklığı bulunca duşa vermişti suyu. Küvetin içine uzanarak suyla dolmasını beklerken sular incecik bedenine gelişigüzel çarpmıştı. Su seviyesi yükselirken banyodaki su buharı sis gibi sarıyordu etrafını. Banyo camı ve aynanın buharla kaplanacağını düşündü kız. Fayans kaplı duvarların da aynı buharla kaplandığını görünce içini tuhaf bir mutluluk sarmıştı. Babasının eve gelmesine daha çok zaman vardı. Okuldan ayrılıp doğru eve gelmişti. Oturduğu yerden buharla kaplı yüzeylerden akan ter izlerini seyrediyordu. Zayıf bedeni giderek tükenirken, kaynar su dolu küvetin içinde üşüyordu Elenor. Annesi ile beraber seyrettiği bir filmde görmüştü sıcak su içinde kesilen yerlerin canını acıtmayacağını. Filmdeki uzak doğulu adam lavaboyu kaynar suyla doldurup, ellerini yetebildiği kadar derine daldırıp bileklerinden önce birini sonra diğerini su içinde kesmiş ve öylece beklemeye koyulmuştu. Acımıyordu ama su filmdekinden de kırmızıydı.

Dudakları fısıltı ile oynadı;"Ne çok buhar?" ve "Ne kadar da kırmızı?"

İlkokula başladığı sene annesi ile babası ayrılmıştı. Annesi dünyayı geziyordu. Farklı ülkelerde çalışıyor biriktirdiği para ile görmediği yerlere uçuyordu. Gittiği her yerden onu koruması için bir bir tılsımgönderiyordu. Yaz tatillerinde annesini görebiliyordu Elenor. Beraber seyahat ettiklerinde de farklı ülkelerden birbirinden değişik tılsımlar ile geri dönüyordu babasının yanına. Halası Pelin her bir tılsımı eline alıp çok önemli bir şeye bakarmış gibi inceliyor ve arkasından dudak bükerek alaycı bir ifade ile Elenor’a bakıyordu. Bakıları “bunlar seni benim elimden kurtaracak kadar güçlü mü göreceğiz” der gibi bakıyordu. Elli yaşına merdiven dayamış kadının bakışlarındaki bu uğursuz detayı henüz çözmemişti Elenor.

Halasını seviyordu. Halasının da kendisini aynı biçimde sevdiğini düşünüyordu. Hatıralar bazen biçim değiştiriler. Hatırlarken, birden bir şey oluverir. Bildiğimiz, hep anlattığımız bir hikayenin daha önceden dikkat etmediğimiz minik bir teferruatına takıldığımızda o anın sırrını çözeriz. Birkaç ay önce genç kız da eski bi hatıranın sırrını çözmüştü. Sonra da halası ile konuşmuştu beş yaşındaki öğleden sonraya ait anı hakkında.

- Annem ile senin eve gelmiştik. Ben bahçede oynarken siz içeride kavga etmiştiniz değil mi hala?

- Yetişkinler bazen kendi aralarında kavga ederler, aralarındaki sorunları ancak böyle yaparlarsa çözebilirler benim güzel kızım.

- Ama siz daha sonra bir daha annemle hiç konuşmadınız.

- Ne demek şimdi bu?

- On yıl olmuş hala.

- Hiç fark etmedim.

- Bir daha konuşmayacak denli ne olmuş olabilir.

- Annene sor.

- Gittiğimde sorarım. Senin cevap vermediğin konuya o zaten cevap vermez.

- Biliyorsun annenle aramızda bir dil sorunu var.

- Yok, annem gayet güzel konuşur Türkçeyi.

İnsanların gözlerinin içine baktığınızda çıkan ışığa bakarak onlardan size doğru akan enerjiyi sezebilirsiniz bazen. Kadın, kendisini kapkara bir enerji kalkanının arkasına hapsetmişti konuşurken. Elenor bir gariplik seziyor, ama aralarındaki o soğuk, koyu kuvvetin adını koyamıyordu. Ama devam ettikçe daha önce dikkat etmediği ayrıntıların her biri kafasında yerli yerine oturmaya başladı. Detaylar biriktikçe bir yapbozun bir araya getirdiği parçaların içinde bir resim görmeye başlamıştı. Koyu, ürkütücü, nefret dolu bir resim.

- O gün senin evine gelirken annem saçlarımı iki yandan örüp bırakmış uçlarına da birer kırmızı kurdele bağlamıştı. Koskocaman iki kırmızı kurdele.

- Eee, ne olmuş kurdeleye?

- Behçedeki ağa.tan erik toplarken saçlarım hep dalarla takılmıştı. Siz kavga etikten sonra, eve dönerken. Annem elimden tutmuş gidiyorduk. Kurdelemin birisi,çzöülmüştü, sol yanımda saçımla birlikte sallanıyordu. Sağ örgümün kurdelesi ise düşmüştü. Bir daha bulmadık o kurdeleyi.

- Aman kurdele işte.

- O kurdeley sen sakladın değil mi hala?

- Hayır neden yapayım böyle bir şeyi?

- Sen ve o beyaz saçlı arkadaşın hep insanlara büyüler yapıyorsunuz değil mi?

- Senin aklın karışmışi annene benzeyeceksin bu gidişle.

- Sen ve arkadaşın baş başa verip fısır fısır insanların başlarına çoraplar örüyorsunuz hala. Bunu hisediyorum.

- Saçmaladığının farkındasın değil mi?

- Hala sen bana ait bir eşya ile, bana yılalrdır büyüler yapıyorsun.

- Elenor saçmalama, banan duyöasın çok sinirlenir. İftira ediyorsun bana nankör kız.

- Annem de anlamıştı değil mi? Yıllardır yüzlerce tılsımla beni korumaya çalışıyordu senin büyülerinden.

Pelin kızın söyledikleri karşısında sakin, duygusuz bir ifade ile oturmaya çalışıyor ama konuştuğu zaman yüzüne suçüstü yakalanmış çocuklarınki gibi bir ifade bir görünüp bir kayboluyordu. “Nasıl anladı, nerede hata yaptım?” diye kendi kendine soruyordu içinden.

O gün Elenor’un sağlıklı geçirdiği son gün oldu. Pelin yeğeninin boşboğazlık edip onu ele vermesine izin veremezdi. Konuşmaya bir başlarsa, yıllardır insanların kaderlerine yaptığı minik müdahalaleler birer birer ortaya çıkabilirdi. İnsanların gözlerini bağlamıştı ama şüphe tohumu bir kez ekildi mi çabuk boy atardı. Arkadaşı ile buluştu hemen. Eski İzmir’de avlusu olan bir eski evde yaşıyordu Fatih. Kapıyı açınca içeriye kayarcasına girdi kadın. Hazırlıkları yarım saat kadar sürdü. Daha önce yapmadıkları bir ritüeldi. Hazırladıkları nesneyi kadının cebinde getirdiği bir zarftan çıkardığı kırmızı kurdele ile bağladıktan sonra, avludaki eski kuyuya attılar.

- Su var mı bunun dibinde?

- Sen hiç merak etme Pelin, gerisini su ve zaman halledecek.

Takip eden haftalarda Pelin bir gün hasta bir gün iyiydi. Doktor önemli bir şey olmadığını söylemişti. Akşamları ateşi çıkıyor, başı dönüyor, iştahsızlık çekiyordu ve çok halsizdi. Pelin aralarında bir şey olmamış gibi evlerine girip çıkıyordu. Bir gün yakın arkadaşı ile okuldan kaçarak İzmir’in tanınmış büyücülerinden Pasaklı Nursen’e gittiler. Kadın Elenor kapıdan girdiği anda anlamıştı olanları. Evin içi darmadağınıktı ve çok pis kokuyordu. “Kızım sen tehlikedesin” deyinceye kadar yanındaki arkadaşı işin gırgırındaydı. Yaşlı kadının konuşma biçimi sorunun gerçekten ciddi olduğu anlamına geliyordu. Arkadaşı Filiz kadın konuştukça suskunlaştı korku ile oturduğu divanın köşesine büzüldü.

“Senden aldıkları, sana ait bir kumaş parçası ile sabun büyüsü yapmışlar sana. Sabun eridiğinde sen öleceksin evladım. Ya da akıl sağlığın tamamen kötüye gidecek, yaşayan bir ölüye döneceksin. Yapman gereken tek şey o sabunu erimeden bulmak ve etrafındaki sana ait kumaşı çekip alarak akar suda hiçbir sabun izi kalmayana kadar durulamak. Bir kuyunun dibinde yatıyor. Çok karanlık.Bunu yapan kişi çok güçlü bir ilme sahip”

Nursen’den dönüdükten sonra halası ile konuşmayı denemiş, ama kadının kireçten duvara dönüşmüş yüzünün direnci ile karşılaşmıştı genç kız. Babası ise asla halası hakkında iyi ya da kötü konuşmazdı kızı ile. Bu da bir büyü olmalı diye düşünüyordu Elenor.

Ömrü boyunca büyülere maruz kalmıştı, hayatı halasının oyuncağına dönmüştü. Direnmenin yararı olmayacağı hükmüne varması kolay oldu. O sabunun erimesiyle sona erecek bir hayatı yaşıyordu. Sabunu bekleyeceğine, kendisi de son verebilirdi her şeye.

Okuldan erken döndü eve, küveti sıcak su ile doldurdu ve elinde bir jiletle suyun içine uzandı. Bileklerini keserken canı hiç yanmamıştı. “Ne çok kan, ne kadar kırmızı” diye düşünüyordu yattığı yerde. Giderek soluyordu, buhar içindeki banyo giderek genç kızdan uzaklaşıyordu.

Pelin, bir sokak ötedeki evinde kendisini ziyarete gelmiş arkadaşına, demek Filiz’de koskocaman bir genç kız oluyor artık..Demek doğum günü üç ay sonra” diyordu. Gözlerini en sevimli haliyle kırpıştırıyor, kırmızı renkli meyve çayından minik minik yudumlar alıyordu.







Kırmızı: Kolaj ve en ortadaki yüz resmi - D.M.



Hatırlamak için;

19 Ekim 2011 Çarşamba

Hafiften Bir Terazi Doğum Günü Daha

İnsanların bir dilden konuşmasına doğru adım adım gidiyoruz aslında: Türkçemize girmiş fransızca, ingilizce kelimelerin haddi hesabı yok. Farsça ve arapça kelimeler ise zaten yüzyıullardan beri içimize işlemiş durumda. Şimdi türk ülkelerinin bize nazaran daha saf kalmayı başarmış dillerini duyunca alaysı gülüşmelerle türkçeyi ne denli şirin konuştuklarını söylüyoruz birbirimize. Onlar daha az bozulmuş bir türkçeyi şirin şirin konuşurlarken bizler de artık türkçeden başka en az dört dili andıran, çorbaya dönmüş bir lisan ile derdimizi anlatma peşindeyiz.

Dünya üzerinde kaç lisan var hesabını yapabilecek durumda değilim, öte yandan bir sürü de takvim var varlığından çoğumuzun haberdar olmadığı. Ufak bir araştırma yapınca insan şaşırıyor. Mesela ben seneler once bugün doğmuşum ama öyle takvimler var ki baktığınızda tarihi tanıdık bulmanızın mümkünü yok.

Tayland Güneş Takvimi’ne gore 2506,

Ermeni Takvimi’ne göre 1412,

Etiyopya Takvimi’ne göre 1956,

İslam Takvimi’ne göre 1383,

Japon Shōwa Takvimi’ne göre 38,

İbrani Takvimi’ne gore 5724,

Bahai Takvimi’ne gore 120,

Bengal Takvimi’ne gore 1370,

Berberi Takvimi’ne gore 2913,

Budist Takvimi’ne gore 2507,

Burma Takvimi’ne gore 1325,

Bizans Takvimi’ne gore 7472,

Çin Ay Takvimi’ne gore 4599 – 4660 arası

Hint Bikram Samwat Takvimi’ne gore 2020,

Hint Shaka Zamwat Takvimi’ne gore 1886,

Hint Kali Yuga Takvimi’ne gore 5065,

İran Takvimi’ne gore 1342,

Kore Takvimi’ne gore 4296 yıllarında doğmuşum. Takvim sayısı benim yukarıda saydıklarım ile sınırlı değil üstelik, bir sürü de miadı dolmuş takvim var. Bir de mayaların takvimindeki en son gününde olabileceklerin ihtimalinden tırsan bir sürü insan mevcut.



Vladimir, çocukluğunun bahçesinde,
güneşli ve hafif soğuk bir doğum gününde,
halinden memnun poz verirken.


Doğduğum yıl…

Beatles’ın “Love Me Do” 45liği, “Please Please Me” adlı ilk albümü,

The Rolling Stones’un ilk 45liği “Come On”,

Johnny Cash’in “Blood Sweat and Tears” albümü,

Dean Martin’in “Dino Latino” albümü,

Barbra Streisand’ın “The Barbra Streisand Album” isimli ilk albümü,

The Beach Boys’un “Surfin’ USA” albümü,

Elvis Presley’li “It Happened at the World’s Fair” ve “Fun in Acapulco” isimli iki ayrı film müziği albümü,

Nat King Cole’un “Where did Everone Go?” albümü,

“The Freewheelin’ Bob Dylan” albümü,

Little Stevie Wonder’ın “Recorded Lie: The 12 Year Old Genius” albümü ve Wonder aynı yıl büyüdüğü için “With a Song in My Heart” albümü,

Roy Orbison’un “In Dreams” albümü,

James Brown’un “Prisoner of Love” albümü,

Ella Fitzgerald ve Coun Basie’nin beraber albümü “Ella and Basie!” albümü,

Herbie Hancock’un “My Point ıf View” albümü,

Frank Sinatra’nın “Sinatra’s Sinatra” albümü yayınlanmış..

Zamanın en ünlü plak firmalarından Decca, Dalida’yla çalışmayı bir kez daha kabul etmeye değer bulmamış.

Philips o sene ilk kasetçaları tanıtmış.

O senenin en popular şarkıları şunlarmış;

The Beatles; Please, Please Me, She Loves You, Love Me Do, I Want to Hold Your Hand, From Me to You, All My Loving,

The Rolling Stones; Come on, I wanna be Your Man,

Johnny Cash Ring of Fire,

Bob Dylan The Times Ther are a-Changin,

The Shadows Atlantis,

Roy Orbison; In Dreams, Blue Bayou,Mean Woman Blues,

The Beach Boys; Surf City ve Surfer Girl,

Patsy Cline Sweat Dreams,

Dionne Warwick Anyone Who had a Heart,

Trini Lopez If I had a Hammer,

Dusty Springfiled I Only Want to be with You

Henry Mancini’nin Pembe Panter filmi için yazdığı tema müziği ile Charade filmi için yaptığı aynı isimli şarkı ki bunu “Ajda Pekkan “Saklanbaç” ismi ile taklit etmiş”.

Billy J. Kramer and the Dakotas “Do You Want to Know a Secret?”

Gerry and the Pacemakers “You’ll Never Walk Alone”

Doğduğum film dünyasında şunlar olmuş;

Oscar ödülünü ve en iyi yönetmen ödülünü Tom Jones filmi, EN iyi yabancı film Oscar Ödülünü , filmi,

Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ödülünü L. Visconti’nin Leopar isimli filmi,

Berkin Film Festivalinde Altın Ayı ödülünü Il Diavolo filmi kazanmış.

America, America (The Anatolian Smile), The Birds, The Cardinal, The Caretaker, Charade, Cleopatra, The Damned, Dementia 13, Dr, Strangelove......, Dr. No, From Russia with Love, The Great Escape, The Haunting, Hud, The Incredible Journey, Irma la Douce, It's a Mad Mad Mad Mad World, Jason and the Argonauts, Le Mépris, Lillies of the Field, Lord of the Flies, The Nutty Professor, The Pink Panther, The Raven, The Servant, Uncle Vanya, Yesterday, Today and Tomorrow filmleri pek bir revaçtaymış.

O sene ilk filmini yapanlar;

Alan Alda, Alan Arkin, Tippi Hedren, Norman Jewison, Kurt Russell, Lynn Redgrave, James Caan..

Yeşilçam’da tarihe birakılan izler ise şöyle;

Akasyalar Açarken, Aman Kimse Duymasın, Sabah Olmasın, Helal Olsun Ali Abi, Beni Osman Öldürdü, Bize de mi Numara?, İkisi de Cesurdu, Bekarlık Sultanlıktır, Erkek Fatma Evleniyor, Kahpe, Bahçevan, Bazıları Dayak Sever, Beyaz Güvercin, Maceralar Kralı, Yavaş Gel Güzelim, Genç Kızlar, Geçim Dünyası, Zoraki Milyoner, Sayın Bayan, Kötü Tohum, Arka Sokaklar, Çapraz Delikanlı, İki Gemi Yanyana, Cici Can, İki Çalgıcının Seyahatı, Azrail’in Habercisi, Ölüme Çeyrek Var, Makber, Genç Kızların Sevgilisi, Acı Aşk, Çalınan Aşk, Çapkın Kız, Şıpsevdi, İlk Göz Ağrısı, Badem Şekeri, Küçük Beyin Kısmeti, Kelepçeli Aşık, Ayşecik; Canımın İçi, Ayşecik; Fakir Prenses, Şafak Bekçileri, Barut Fıçısı, Bütün Suçumuz Sevmek, Bahriyeli Ahmet, Adanalı Tayfur, Cilalı İbo Kızlar Pansiyonunda, Cilalı İbo Kadın Avcısı, Sıralardaki Heyecanlar, Bulunmaz Uşak, Yaralı Ceylan, Kavgasız Yaşayalım, Yakılacak Kitap, Yaralı Aslan, Leyla ile Mecnun Gibi, Şaşkın Baba,Kiralık Koca, İki Kocalı Kadın, Yedi Kocalı Hürmüz, Kırık Anahtar, Yolcu, Gizli Sevda, Hop Dedik! Bir de İtalyanlarla yapılan bir filmimiz olmuş o sene L’immortelle.

Ülkemizde 70 li yıllarda Kaçak ismi ile gösterilen “The Fugitive” TV dizisi o yıl gösterilmeye başlanmış.

O sene doğan ve sonradan öeşhır olanlar;

teven Soderbergh, Vanessa Williams, Quentin Tarantino, Johnny Depp, Jeanne Tripplehorn, Helen Hunt, Lisa Kudrow, Emmanuelle Béart, Elisabeth Shue, Tatum O'Neal, Brad Pitt, Mike Myers, Michael Jordan, Eros Ramazzotti, Conan O’Brien, Jet Li, Phoebe Cates, Steve Carell, Natalie Merchant, Ahu Tuğba, Alejandro González Iñárritu, Atilla Atalay, Aydan Şener, David Koepp, Elle Macpherson, Ergün Poyraz, Erkan Mumcu, Jennifer Beals, Behzat Uygur, Brigitte Nielsen, Candan Erçetin, Cem Aksel, Fatboy Slim, Fatih Altaylı, Gaspar Noé, George Michael, Greg Kinnear, Hakan Peker, Whitney Houston, Hülya Avşar, Hüner Coşkuner, James Hetfield, Garri Kasparov, Kürşat Başar, MC Hammer, Mehmet Açar, Melike Zobu, Meral Konrat, Michel Gondry, Paul Oakenfold, Peker Açıkalın.

Doğduğum yıl; Nâzım Hikmet, Manisa Tarzanı, Sylvia Plath, Edith Piaf, Dinah Washington, Muzaffer Sarısözen, Robert Frost, Suphi Kaner. Jean Cocteau, Aldous Huxley ölmüş. Patsy Cline bir uçak kazasında ölmüş. A.B.D. Baikanı John F. Kennedy Lee H. Oswald tarafından öldürülmüş, Lee Oswald ise bir başkası tarafından öldürülmüş,

Doğduğum yıl;

Guggenheim müzesinde aralarında Andy Warhol’un eserlerinin de bulunduğu ilk Pop_Art sergisi ziyarete açılmış.

Alcatraz Hapishanesi kapatılmış,

Birmingham, Alabama’daki ırk ayrımcılığına karşı gösteri esnasında binlerce kara derili amerikalının üzerine once köpekler salınmış, kanlar içindeki kalabalıktan yakalanan binlercesi tutuklanmış. Martin Luther King “Bir Rüyam Var” isimli şiirini ilk kez bir topluluğa okumuş,

Budist keşiş Quang Duc budist rahiplere devletin uyguladığı baskıları protesto etmek için kendisini Saygon’da yakmış.

İlk kadın astronot Valentina Tereshkova uzaya gönderilmiş,

Kıbrıs Rımları Kıbrıs Türklerine sistemli biçimde saldırılar düzenlemeye başlamışlar,

Gördüğünüz gibi toplumsal olayları arşivlemek gibi bir huyumuz pek bulunmadığı için "bilmem kaç senesinde ne oldu" sorusu aklınıza düştüğünde internetten bulabildikleriniz arasında türkün izine rastlamak kolay değil. Sadece sokaklarda, duvarlarda mini bir manasız temenninin izi var: TDO. Yani, "Dünya Türk Olsun". Hmmm peki olsun. Balık hafızalıyız ya kolay kolay hatırlamamak için bütün bu arşivsizlik, darmadağınıklık.

Uzun laf değil de kısası makbüldür ama çenem düştü mü konuşurum da konuşurum. Bugünkü çene düşüklüğümün müsebbibi, ekimin ondokuzunun kendimi bildim bileli benim doğum günüm olmasıdır. Lafı daha fazla dolandırmadan sözü şarkıyla keselim. Zamanında pek bir sevdiğim New Order şarkısını sizler için çalıyorum. Gününüz şahane geçsin. Sevgiler.






18 Ekim 2011 Salı

Alokafalılar !!!

Tanıştırayım sizleri, onları biliyorsunuz zaten. Ama isimlerini bilmiyordunuz. İşte isimleri:

ALOKAFALILAR

Bunlar her yerde, her dakika, her salise, kulaklarına bir telefon yapıştırmadan duramayan insanlar. Alokafa olmak için konuşmayı bilmeniz,bir de cep telefonu edinmeniz yetmez. Bunun için her allahın günü her dakika, girdiğiniz kalabalığın neresi olduğunu umursamaksızın ciğererinizin son kuvvetine kadar ahizenin içine ya da gelişigüzel her yana hönkür hönkür haykırmanız gerekiyor. En dandik ya da, en hiç kimseyi ilgilendirmeyecek konuda topluluk içinde bağrınıyor olmaktan utanmayacak denli izansız, düşüncezsiz, kaygısız ve beyinsiz olmanız kafi. Al telefonu eline bağır babam bağır.

Bunlar böyle otobüse dalar, anır anır anırırlar, gece klübünde ciyak ciyak paralanırlar, bankada, hastahanede, süper markette başkasının sırasını kapmaya çalışırken kulakları telefona yapışıktır bunların. Ölüm döşeğindeki hasta kenarında olmak falan bunlara asla bana mısın demez. Vırvır öterler. Yeter ki o ahizenin içinden sesleri geçsin. Kulaklarına bir telefonun bir kenarı temas etsin. Günün yarısını telefon kulakta ipe sapa gelmez konuda meram anlatmakla geçirir alokafalılar.

Kafaya her an alo denecek bir gavur icadının teması alokafalı hıyaraağasının kendinden geçmesi, viyak viyak viyaklaması için yeterli kışkırtıcı unsurdur. Bunlar btoplu taşıma araçlarına yayılmasıyla birlikte, telefonu açarak günü özzetini değil ta kesndisini an be an geçmeye başlarlar. Cümle alemi abuk subuklamalarının hegamonyası altına alıverirler. Hemen hepsi. sevgilisi, karısı, kocası, yabuklusu, metresi, dış kapının mandalı ya da her ne haltı ise onunla incir çekirdeğini doldurmayacak konuda analiz üzerine analiz yaparlar.

Kendi çıkarttığından daha gürültülü ortama gelemez alokafalılar. Alınlarını hafiften öne meyillendirip, saçları öne kaykıltıp eğimle kafayı telefonlarına yaslarlar. Pür telaş o ortamdan dışarı fırlarlar. Başı öne eğdilermi cumburlop telefonun içine, bu dünyadan o dünyaya akarlar. Sesleri burada kalır kendileri telefonun içinde. Eğlence yerlerinin, restoran ve barların önğnde yol kenarında dinelmiş telefonlarına bağıran bunlardan istemediğiniz kadar görebilirsiniz.

Allahın alokafalıları diyorum, başka da ne diyeyim? Kendi kendileri, kendilerini her yerde anlatır vaziyetteler zaten.


Alokafalılar - Kolaj, D.M.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Çevir Kendini Yanmayasın

Hayli iyi niyetli ve yaygın bir çeviri hatası. "Kendin pişir kendin ye demeye" getirmek istiyorlar, sıkça da rastlanıyor bu yazıya üstelik. Ancak "Kendin pişir kendin ye" demeye çalışırken "Cook yourself, eat yourself" derseniz; bir tür "Auto cannibalism" işine adım atmış olursunuz. Zira öyle yazdığınızda, "kendini pişir, kendini ye" demiş olunuyor. Gülünüyor, geçiliyor.



"Iıııh! Yanlış."

Geçer, Gider....

2007 yılında başlamışım burada yazmaya. Daha önce başka yerlerde, başka isimlerle de, Vladimir lakabı ve bu bickin varyasyonları ile yazmışlığım olduğu için buradaki ömrümün bu denli uzayacağını hiç düşünememiştim. Buradan boş düşüncelerimi ve diğer şeylerimi paylaştım sizlerle. Bir sürü de öykü karalamışım, hayatımdan, dostlarımdan, kazandıklarımdan, kaybettiklerimden bahsedip bir haylı kafa ütülemişim.

Blog yazmak da okumak da ayrı bir keyif. Zaman içerisinde kimleri kimleri takip etmişim, sonra unutmuşum. Bazıları yazmayı bırakmış, uzun süredir bir iz bırakmamış kendi bloguna. bazıları hiç durmamış hep yeni birşeyler paylaşmış insanlarla. Kapanmışız bir kaç kez, haksızlığa uğradığımız için üzüntü duymamak mümkünmü ama üzüntü sindirmemiş bizleri öfkelenmişiz, açıldığında sevinememişiz. Hayatımda dört yılda neler neler değişmiş. Ya sizlerin hayatlarında neler değişmiş blog yazmaya başladığınızdan beri? Bütün bunların izleri hep bloglarınızda ve benim blogumda var.

Ben yazmışım, günden güne daha çok paylaşır olmuşum. Bazen bunalınca herşeyden uzakta kalmak istiyor insan. Ben de o bunaltılı dönemlerden geçmişim. İzlerini burada görmek mümkün. Yaşamı kayıt altına almışız burada; bir bölümünü. Aklımdan geçenleri paylaşmışım sizlerle. Ama en güzeli ne biliyor musunuz? Sizler de bana yazmışsınız. Okuduğumuz yazılara bir selam çakmak niyetiyle yorum yazmak da ayrı bir keyif. Yazmayı da okumayı da seviyoruz. Kimselerin dikkat etmeyceğini düşündüğümüz bir ipucu bırakıyoruz yazılarımızın içine, sonra birisi gelip onu yakalayıveriyor. Hayatımın cümlesi gibi bir cümle yazmışım içinden bir kelimeyi özellikle seçmişim, sonra bir blog arkadaşım gelip yakalamış o kelimeyi. Nasıl mutlu olduğumu, o anı o kadar iyi hatırladım ki tekrar okuduğum vakit eski yorumları. Yaşadığım apartmandan bahsetmişim ve "bizim bloğa hırsız girdi" diye yazmılım bir arkadaş, "Nee Bloga hırsız mı girdi diye heyecanlanmış" falan. Bunlar çok tatlı anılar. Anıları ziyaret etmek lazım değil mi? Yoksa unutulup gidiyorlar. Kontrol panelinden yorumlar sayfasına girince hepsini derli toplu bir arada görebildiğimi kelfettim bir kaç ay önce. Öğrenmenin sonu yok işte.

Yazdıklarınızı, yorumlarınızı okudum, bir bir üstüne, dörtbin taneyi geçen yorum olmuş. Binlerce yorumu alt alta okumak sanki zamanda yolculuk yapmak gibi oldu benim için. Yorumları baştan sona okuyunca eski bir dosttan gelen bir mektubu okur gibi hissettim kendimi. Ben hayatımda bu kadar uzun mektup almamıştım hiç. Aralarından seçmesi zor oldu. Her yirmibeş adetlik sayfadan birer tane almaya çalıştım ama bazen daha fazlası da çıktı. Sonunda yılların içinden süzülüp gelen sizin yazdıklarınız 30 sayfayı buldu. Hepsini almak istesem yüzlerce sayfa olurdu. Seçtim, ama kısaltmak istesem de içlerinden bir tanesini bile silmeye kıyamadım. Bir kaç gündür Vladimir'e Mektuplar başlığı altında sizin yazdıklarınızı sizlerle paylaştım.

Bana yazdığınız içten yorumlarınız ve acısıyla, tatlısıyla, hüznüyle ve neşesiyle tüm mektuplarınız için size teşekkür ederim.

Ve dört yıl geçmiş.

Zaman görevini yerine getiriyor. Göğümüzden sabırla geçiyor, bizi sınıyor, sevindiriyor, ve daha bir sürü şeyler yapıyor bize, öyle süzülüp geçerken.

Daha da geçer mi?


Dört yıl içindeki bannerlarımdan ve avatarlarımdan bazıları

16 Ekim 2011 Pazar

Vladimir'e Mektuplar - 10 - Son

Hah haaa, Vladimir;

Hangi küflü bohçadan bulup çıkardın bu şarkıyı ya? İyi bilirim bu abuklamayı, sözler de Parlamız Şenolumuzun babasına ait. Baba beyin bir de bizzat söylediği Yayla Kızı adında, "Kavuştum yine baharla sürüme" diye başlayıp nakaratında "Pırpırpır leeeeyi" şeklinde kanat sesleri taklit eden pastoral sanat harikası vardır, internetten arayınız:)) Kartpostala gelince, efenim o kıyafetler 70 li yılların sonlarına aittir, tecrübeyle sabittir (Leylak bilir, yaşını karıştırma:) Yalnız arkadaki ağacın erik olduğundan şüpheliyim, çiçeklerin büyüklüğü, pempeliği ve de çiftimizin yazlık kıyafetlere geçiş yapmış olması hasebiyle şeftali olduğu kanaatindeyim. Bu kadar bilimsel ve detaylı yorumu da zor bulursun:))) Hakkı Devrim'i geçtim yahu:))

Evet öyleyizdir biz kediler. Hele de sokak kedileri. herşeyi biliriz önceden. Yağmuru, karı, kazayı, hastalığı, sevinci hepsini ama hepsini. Ama hiç etki etmeyiz hayata. Olacak olan olsun diye bekleriz. Tuhafız biraz. O yüzden hep korkmuş insanlar bizden. görülmeyenleri gördüğümüz için. Kimileri şeytan demiş bize. Ama hep varız işte. her köşe başında, kaldırımda, çatıda, ağacın dalında, evdeki minderde... Zamanı izliyoruz.

Semtimizde kocaman binaların arasında kalmış, can çekişen gibi görünmeyen, kocamaaannnn bahçeli bir gecekondu var. Yaşlı bir teyze yaşıyor o gecekondu da. Tek başına değil ama. Yaklaşık 20'ye yakın kedisi, birkaç tavuk ve horozu ile. Hayvanları çok seviyor o da. O da, benim gibi. Bu kediciklere sık sık süt olmakla beraber yiyecek veriyorum ben de. Çok güzeller. Bir yere gitmek için dışarı çıktığımda elimde poşet vs. bir şey gördüklerinde peşimden ayrılmıyorlar, dolanıyorlar bacaklarıma. Bir kaç gün önce yine süt verirken kediciklere kızımla birlikte, bir tanesinin kuyruğunun olmadığını fark etti kızım. Sordu "ne olmuştur?" diye. Ona kediciğin bir kaza sonucu kuyruğunun kopmuş olabileceğini söyledim. Ama sonrasında da bunu birisinin de yapmış olabileceğini söyledim. Evet birisi yapmış olabilirdi bunu. İnsan görünümünde olan, fakat yazık ki insanlaşamamış. Kızıma "bu dünyada kötü insanlar var" derim hep ve dikkatli olmasını tavsiye ederim. Evet, bu dünyada kötü insanlar var. Ve bu kötü insanlardan birisi bizim buradaki kediciğin kuyruğunu koparmış, :( diğeri de Oktay'ın :( Bu insanlardan o kadar çok var ki. Her zaman şunu söylerim ki bu bir klişedir aslında. Çok doğru bir klişe... "Hayvanları sevmeyen, insanları sevemez". Çok doğru bir laf bu. Bir canlıya zarar vermek düşüncesi, onun canını yakmak, hayatına kast etmek. Ufff düşünmesi bile canice... Ne çok konuştum değil mi? Bu konu canımı sıkmıştır hep. İçimi döküyorum o yüzden Neyse. Son olarak da şunu belirtmek istiyorum. Benim gözümde, hırsızlık veya tecavüz suçlarını işleyen kişilerden farklı değildir bu kedi kuyruklarını koparan ya da onlara benzer eziyetlerde bulunan kişiler de. Adi suç, adi suçtur. Hafifi vs’si yoktur. Hepsini aynı kefeye koyabilirim bu anlamda dedim…. Dedim ve gitttimm… Hoşçakalın..

Bunun nedeni geleneksel eğitim sistemimiz. Daha doğrusu kalıplaşmış doğrularımız. Çocukluktan başlayarak erkek çocuklarına: sen evinin erkeği olacaksın, evinin reisi olacaksın, evine eşine çocuklarına kol kanat gereceksin, yemeyeceksin yedireceksin, aslansın, kaplansın......denirken kız çocuklarına: evinin kadını olacaksın, kocan çocukların herşeyden önce gelecek, anneler saçını süpürge eder vs vs vs denmez mi? sonucun bu olması normal...sofrada bile aman kızım tavuğun en iyi yerini kocana koy adamcağız akşama kadar sizin için çalıştı.......

Bir fikri zikret. Sonra ortalık ayağa kalkınca yok ben öyle demedim de geri adım at. Böyle böyle birçok abuk fikir gündeme geldi tartışma konusu yapılmaya başlandı. İnsanlar tabii ki her istediklerini düşünebilir, her istediklerine inanabilir ancak bizimki gibi yolunu yönünü belirleyememiş, ne yazık ki cehaleti çok yüksek bir toplumda fikirlerin tartışılması da aynı cehalet seviyesi üzerinden gidiyor. Bu arada biz de aslında bunları konuşarak ekmeklerine yağ mu sürüyoruz acaba diye düşünmüyor değilim :( İki akşam önce metrobüste karşımda 2 erkek oturuyor. Biri diğerine soruyor herhalde uzunca bir süre görüşmemiş iki arkadaş olacaklar. Sen ne yaptın evlilik işini diyor. Diğeri de cevap veriyor biliyorsun benim nişanlım teyze kızımdı diyor ama beni istemedi ben askerdeyken başkasına kaçtı evlendi o adamla da mutlu olamadı boşandı şimdi diyor. Arkadaşı soruyor niye istemedi seni..Cevap çünkü ben karı kısmısının çalışmasına karşıyım mutlaka yollu olurlar illa birileriyle bişey yaşarlar çalışma dedim diye bana bozuldu benden soğudu. Ama bak haklıymışım yollu çıktı diyor. Ben de bir "karı kısmı" sı olarak işimden geri dönüyorum ve bu konuşmayı duyuyorum. Kimbilir kız bu öküzle evlenmemek için belki çaresizce kaçtı başkasına. Zihniyete baksana akraba evliliği var, karı kısmısı çalışırsa yollu olur var...hangi biriyle nasıl uğraşacaksın. Bir de hala kalkmış çok eşlilik yasal olsun zırvaları mevcut cehaleti temizlemeyi başaramadık bi de yenileri geliyor. sinirlendim bölük pörçük yazdım neyese böyle gönderiyoum başını sonunu kaçırdım ama artık olsun.

Geçmiş yıllardan birinde annem hastanede yatarken oda arkadaşının refakatçisi torpil yaptırmak için yana yana bir kağıda adını yazdığı tanıdığının tanıdığını arıyor, bir türlü bulamıyordu. Kadın yokken kağıda bir göz attığımda gülmekten kopacaktım, kağıtta yazan isim şuydu: Ahmet Hasan Sörcü Hani sen asansör deyince aklıma geldi:)))



Gerçekten çok güzel bir konu ve yazı sevgili Vladimir. Okurken ilk öğretmenimi hatırlamaya çalıştım, o değil ama sanırım 3. öğretmenimdi onunla ilgili buruk bir anı canlandı hayalimde. İlk okul son sınıftaydık; Kim tarafından yapıldığı belli olmayan bir iftira sonucu başka bir okula göndermişlerdi sevgili öğretmenimizi ve biz bütün öğrencileri elimizde pankartlarla öğretmenimize yapılan haksızlığı protesto etmiştik (sene 1969 ) :)

Uyku düşkünü biri değilim, hafta sonları ve tatillerde de işe gider gibi uyanırım ama belli bir saatin altında da uyursam ertesi gün "dumura uğramış" gibi gezerim. Ama kesinlikle daha az uyumayı isterim. Ne güzel, zamandan zaman çalmak gibi. :D .. Gerçekte ne yapmak istiyoruza gelince :D Aslında seyyah olup gezesim var, işte o kadar :D Hadi yiyorsa yap bakalım, hadi, hadiii..

Bana söylüyorsun değil mi? Bırak bankacılığı, uyan ve yapmak istediğin işi yap diyorsun :))

Sabah 25 dakika oyalanma mı? Rüya gibi :) 5 dakikada kalkmam lazım, Bu halde bile sabahın köründe kalkıyorum.

Hadi "duymadım, görmedim, söylemedim" de.

Mübadele şart mıydı o zamanki koşullarda? Merak ederim ama birşey de okumadım bu konuda:)

Mübadele maalesef şarttı. Ege’de Türklere yardım eden pek çok Rum vardı, onlara yazık oldu. Ama yılanın dediği gibi “bende bu kuyruk acısı, sende de bu evlat acısı varken” bu iş olmazdı. Yaşanan o olaylardan sonra başka türlü devam edemezdi. Acı, ama böyle.

Smileyde bile bıyığı buldun, ama güzel olmuş :)

Vladimir Bıyıklı günler:{) { bu paranteze süslü parantez diyenleri duydum:)

Ben genelde =) kullıyorum; daha sevimli geliyor. Buna da bıyık ekleyebiliriz ama göz kırpan bıyıklı olmaz malesef. Aklıma ne geldi bu arada; "Buraları yıkılıyo benden bıkılıyo. Her gün peşime bıyıklı takılıyo" ={)

Takma bıyıkta, ya da perukta falan, beni hep ürküten bir şey olmuştur. Sebebini bilmiyorum, ama yüzüme takma sakal bıyık takmak beni gerçekten çok rahatsız eder.

O bıyıkların çoğunu takmayacağını biliyorsun değil mi Vladimir? Lütfen bıyık ustalarına karşı duyarlı olalım ve ihtiyacımız kadar bıyık alalım. Lütfen bak.

Bana müthiş hırslı ilkokul öğretmenimi hatırlattın. Dersini bilmeyenleri sopası ile döverdi. Bir gün beni de ödevimi yapmadım diye dövdü, haksızdı. Ben de okulumu değiştirmelerini söyledim. Annem nasıl konuştuysa artık, hoca benden özür diledi, barıştık. Hocadan dayak yemek pek hoş bir şey değil. Acı vermesi bir yana, çok küçültücü bir şey. Ben de ağabeyimin uzaktan kumanda kamyonunu nasıl çalışıyor acaba diye sökmüştüm, bir de bunu hatırlattın bana. Bereket kumanda almıyordu artık, yoksa ben de azarı yemiştim. :)

Sevgili Vladimir, Bu kez gözlüğün olumsuz tarafından bakmışsın. Belki sana olumsuz şeyleri hatırlattığı için. O tabela bana da annemi kaybettikten sonra resimlerine baktığım günü çağrıştırdı. "Çok sevgili arkadaşıma" imzalı fotoğraflardaki kızlar benim için hiç bir şey ifade etmiyordu. Bir kısmını attım, bir kısmına kıyamadım. Benden sonra onlar da atılacak. Kapatılan bir evin ardından, kalanlara bir anlamı olmayan eşyalarla birlikte bit pazarına düşmüş de olabilir. En azından bana bu hissi verdi.

İnsanlari eskitenin zaman oldugunu dusunmuyorum ben, aksine insanlar kendilerini eskitirler.. Nacizana fikir beyaninda bulundum.

Yıpranır, hele ki uzuuuuun mesafeler, uzuuuuun zamanlar, aşk-eş-çocuk-depresyon giriyorsa araya, yıpranır da, dost olmuş olmanın hatırı sürekli onarır :) Bilmem, belki de ben iyi bir dost değilim...

Eskimiş insanların, sınanmış dostlukları ise zamanı bile yıpratabilir...



Sevgili Vladimir;

Bu çok önemli konuyu işletmelerde yöneticiler işe alınma zamanlarında, işçi ve memurlarına nazik bir dille anlatmalı. Israrla kötü kokusunu farketmeyene ancak aleni ikazda bulunulmalı diye düşünüyorum. Bir de günah keçisi seçilip "Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla yapılabilir." İnsanı incitmek çok hassas bir konu çünkü. Sevgilerimle.

Gerçekten yaz aylarının en büyük eziyetlerinden koku konusu. Şahsen, sıcaklar zaten sinirlerimi bozuyor :) Yoğun kokular da baş ağrısı yapıyor. Özellikle toplu taşıma araçlarındaki halimi düşünün :) İnsanların kendilerinden yayılan böyle ağır kokuları fark etmemelerini aklım almıyor. Ben devamlı kendimi koklarım mesela, ter kokusu almasam da yanımda biri varsa ona da koklatırım :) Samimiyetim olmasa da tanıdığım biriyse, deodorant ve ıslak mendil alıp hediye ediyorum, onlar hediye aldıkları için mutlu, ben bir dahaki görüşmemizde en azından koku yoğunluğu az olacağı için mutlu :)Kullanmamakta ısrar eden olursa, üstüne bir de sitem ediyorum, "aldığım hediyeyi kullanmıyorsun" diye, mecbur hissediyorlar kendilerini :) Bir kaç yıldır da otobüste, minibüste falan kibarca uyarıyorum insanları. Bir daha görmeyeceği birinden duymak daha az incitici olur gibi geliyor bana. En azından koktuğunu bilir, huzursuz hisseder kendini, belki önlemini alır da sayemde birileri rahatlar :) Şunu da anlamaya çalışıyorum. Maddi gücü yok insanların, ay sonunu getiremiyorlar, bir ekmek parası olmuyor ceplerinde. Lüks harcama gibi geliyor deodorant. Ama aynı insanlar, sigara içmekten vazgeçmiyorlar. İyi bir deodorant en fazla 2 paket sigara tutarında. Günlük 4 sigara az içseler, 10 günde deodorant parası çıkar. Yine de biz ne yaparsak yapalım, bu ilk gençlikte kazanılmamışsa, sonradan kazanılması zor bir alışkanlık. Hepimize sabır diliyorum :)

Hay hay. Katılalım bakalım, ben de çok merak ettim neler olacağını? - Vermek: Gönül - Sahiplenmek: Kedi - Sesler: Hareket - Eskiler: Meraklanılan - Anılar: Özlenen - Üşüşmek: Karıcalar - Korku: Başarısızlık - Kızım: Bir gün olur mu acaba? - Gece: Huzur - Yüz: Niyet

Yazarken baktım, başkaları daha güzel kelimeler bulmuş. Ama benim de aklıma bunlar geldi. Haydi hayırlısı. 1. hediye 2. emek 3. insan 4. antikacı 5. okul 6. endişe 7. hastalık 8. sevgi 9. sükunet 10. Neden hiç hafızamda kalmıyorlar?

1-sevgi 2-ailem 3-kuşlar 4-koltuk (niyeyse valla gözümün önünde hemde yeşil renkli kenarları oymalı koltuklar belirdi) 5-Coşkun Sabah :) 6-Balarısı 7-Karanlık 8-Doğam 9-Meltem 10-Göz Şimdi diğer yorumları okuyayım ben :)

Çok ilginç bir şey gerçekleştirmişsin Vladimir. Kendi öyküne bizleri de kattığında değişik bir şey çıkmış ortaya.

Vay be! Bilmeden ne güzel bir şeye, güzel bir öyküye vesile olmuşum!

Bildiğim gerçek bir hikayeye benzettim, içim tekrar üzüldü. Bir trajedi ile geriye dönüş olmayan hayatlar için yapılacak hiçbir şey yok malesef.. Kalemine sağlık!

Selam Vladimir, Murathan Mungan adı geçince bir iki lakırtı ben de edeyim istedim. Murathan Mungan öncelikle benim için şairdir. Şiirlerini çok severim. Şiirleri beni çarpar. Sonra iyi bir denemecidir. Deneme kitaplarını eksiksiz edinmişimdir. Deneme kitaplarının bana göre şöyle bir güzelliği var. Başından sonuna okumanız gerekmez. Elinizin altında durur. Zaman zaman alır, sayfalarını karıştırır okursunuz. Murathan Mungan'ın denemeleri beni zanginleştirmiştir. Öyle hissederim. Öyküleri de kışkırtıcıdır. Hayal kapılarını zorlar. Beğenirim. Romanlarına gelince. Yok. Sevemedim. Şairin Romanı'nı aldım. Mesafeli duruyoruz birbirimize. Henüz okumadım. Hazır değilim. Bakalım, okumak ne zaman kısmet olacak merak ediyorum doğrusu. Yazınız çok hoş. İş bitimi keyif aldım. Teşekkür ederim.

Şairin Romanı'nı ben okudum. Başlangıçta çok beğenerek başladım yalnız ilerledikçe bazı bölümlerin lüzumsuz uzatıldığını düşündüm.Yanlış hatırlamıyorsam 600 sayfaya yakın bir kitap, bazı bölümleri insanı bir örtü gibi sararken, bazı bölümlerde o örtüyü terden üzerinden atıvermek istiyorsun! Ve sana kesinlikle katılıyorum. Mungan, hala Türk Edebiyatı açısından benim de en sevdiğim yazarlar/şairler arasında yer almasına rağmen yeni kitaplarını, eskileri kadar keyifle hiç okuyamadım... Aslına bakarsan bunda sadece onun üslubunun değişmiş olması değil bizlerin de aradan geçen zaman içerisinde, okur olarak yetişmiş ve gelişmiş olmamızın büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Yelpazemiz genişledikçe beğenilerimiz daralıyor. Hani şey gibi bu... Komik bir benzetme olacak ama :) insanın yaşı ilerledikçe ve daha fazla insan tanıdıkça, armudun sapı, üzümün çöpü diye diye kimseye aşık olamaz hale gelir ya! İşte bizler de böyle git gide daha az kitaba aşık oluyoruz...

Sevgilerimle,


Hamiş:

Önce 2'yi okudum, şimdi de 1'i. Ne yorum yazayım bilemedim. Her bir yorum yazı konusu gibi :)

P.S.:

Birbirinden bağımsız yorumlar olsa da, güzel birleştirmişsin. Aslında kafası karışık birinin birbirinden çok da alakasız olmayan konular arasında sıçrayıp durması gibi olmuş yorumlar :)) Güzel fikir :)))

Not:

Sanki bir yorumu benim gibi hissettim. Bi şımarmak geçti içimden:) Var mı ki acaba:) Ayrıca güzel bir çalışma olmuş.

Unutmadan:

Vladimir, bari şu yorumların hangi yazılara ait olduğunu belirt de bütün arşivi taramayayım. Sen dört yıldır burada olabilirsin, ama ben sadece dört aydır buradayım. Hadi, yap bir güzellik. :) Yorumları toplamak çok ilginç bir fikir. Hoş bir çalışma olmuş. Gerisini bekliyorum.

Son Bir Not:

Ben tanıdım kendi yazdığım yorumu:) Birinden eminim ama sanki bir tane daha var bana ait:) Yani sana ait olanlardan eskiden bana ait olan bir yorum :) N!apmışsın sen böyle arkadaşım yaaa :) Çok sevdim çok :)


Vladimir'e Mektuplar - 9

Sevgili Vladimir!

Dünyada iyi kedi resmi çeken fotoğrafçılarından bir tanesi olan Hans Silvester -Yunanistanda yaşıyor - da kedi resmi çekmenin çok zor ve sabır istediğini söylüyor. Ben de onları fotoğraflamayı sevdiğim için onca para verip bir teleobjektif almış olsamda son derece zor resimlemek. Gelelim sokak kedilerine; Bence en güzel en candan ve en iyi huylularıdır. Senin fotoğrafladığın sarmandan bir tanede benim ofisin kapısında var ama garibim şaşı. Zor mama yiyiyor. Ofisin kapısında herkese bir mama kabı var zaten. Al sana bir mahalle delisi daha. Bir de deli hikayesi; Yıllar öncedir ve Ali evlidir. Fakat eşinin kedilerle hiç mi hiç arası yoktur. Ali bu ufak tefek kızın yüreğini kediler için yumuşatmak adına çöp kutularından aldığı kirloşları -bak ne güzel garibim- diyerek şirinlik yapar hep. Bir gün apartmanın girişindeki çöp konteynırının önünden geçerken kutudan gece vakti bir kirloş fırlar ama eşi çok korkup bayılır. Ali tüm çabalarına tekrar başlar ve yıllar yılı yılmadan ona kedileri sevdirmek adına türlü şirinlikler yapar. Olmaz da olmaz. Bir gün yolun kenarında duran bir küpün içinden el kadar bir siyah beyaz fırlar. Ali avucunun içine aldığı bu el kadar kedi yavrusunu eşinin yanına getirir. Kız parmağının ucuyla dokunur Benek adını verdikleri kediye. Artık evde herşey 3 canlıya göredir. Beneğin gelişinden kısa bir süre sonra Benek ve ufak tefek kız giderler bir daha dönmemek üzere. Giden artık bir kediseverdir. Kalan ise sokak kedileri gibi yalnız, güvensiz ve ürkektir.. Sokak kedileri ise hep böyledir.. Tedirgindir... Sevgilerim ile.

Güney sahilimizin güzide tatil merkezlerinden birinde beş yıldızlı bir otelde çalışıyordum yıllarrrr önce. Sabah kahvaltılarını dördüncü kattaki restaurantlarımızdan birinde verirdik. Civarın tüm kedileri otel güvenliğini aşıp tesise girmenin ve hatta merdivenlerde kimseye rastlamadan dördüncü kata çıkmanın yolunu bilirlerdi. Salonda hemen üç masadan birinin altında bir kedi, afiyetle müşteriler tarafından önlerine uzatılmış şarküteri ürünlerini mideye indirmekte olurlardı. Nasıl besili, nasıl kocamanlardı, anlatılamaz :) Kahvaltı sonrası terasta güneşe yayılır gelene geçene göbeklerini kaşıtırlardı üstelik :)))



Sevgili Vladimir ! Bendeki bir yaraya parmak basmışsın ki sorma gitsin. Türkiyenin bu ilçesinde onlar efendi biz köle durumunda yaşıyoruz. Apartmanlarda 6 ingiliz aileye arşılık 1 ya a 2 Türk aile var. Osmanlıya ve Cumhuriyet tarihine bakın en büyük ararı bu ingiliz milleti vermiş. Ortadoğuda akdenizde egede, ki türkiyenin sorunlarının sebebi bu millet. Lübnan, beyrut, musul, kıbrıs, 12 adalar problemlerinin altında bu kavmin yaptıkları yatıyor. Burada görüyoruz; bunların köylüsü bile emperyalist, sömürgeci mantığa sahip. Arkadaşın teki apartmanında bir ingiliz kendini yönetici ilan etmiş illegal para topluyor. Ne yapıyorsun diye sorulunca Türk kat malikine "Siz azınlıktasınız" diyorlar küstahça. 1600-1700 lere kadar Fransızlar ingiliz sarayına damat verme, kız gönderme meselesinden ötürü ingiliz sarayında fransızca hakim olarak konuşuluyor. Fransızcayı anlamayan keltler ise duydukları fransızca kelimeleri kendi lisanları ile mecz edip adına ingilizce diyorlar. Bir çok dil bilimci bu görüşü paylaşırken, ingilizce fransızcanın keltçeyle metafora uğratılmış halidir derler. ******* Fransız devriminden önce bir grup ki içinde Danton, Rousseau falanda var. Tahıl borsasında üç kağıt açıp tahılı karaborsa ediyorlar. Marie Antoinette de dediğin gibi yumurta, patates ve çavdar unundan yapılan ekmek-brioche için "O zaman brioche yenilsin" diyor. Tarih boyunca bizim bu kadar aleyhimize çalışmış millete bu MHP li belediye(fethiye) toprak taşınmaz satışında Türkiyenin önde gideni... Saygı ve sevgiyle....

Ben de metin içinde kullanayım bari, daha anlaşılır olsun:)) "Birkaç bakımlı erkek arkadaş indirim saatlerinde gittikleri kahvede bir süre oklama oynayarak zaman geçirirler. Bir tanesi babasının köprüleme ameliyatından ve üzerine bahis oynadığı ahırdaşların yenilgisinden dolayı üzgündür. Onu avutmak için eve giderler. TV izlemeye başlarlar ama ana haber sunucusundan sıkılıp altın saatlerde bu da olur mu diyerek geçgeç yapar ve müzik kanalında görümsetme izleyerek yeğni biralarını içerler. Bir yandan da ruh göçü üzerine sohbet etmektedirler, lakin bu konu bir diğerinin yarım başağrısının tutmasına neden olunca dışarı çıkmaya karar verirler. Yıldırı korkusundan tenha bir yere gitmek ister ve arabanın yolbulunu ayarlayıp yol üstündeki duyurumluklara bakarak ürkü duymayacakları bir mekana doğru yol alırlar." Ayh, bu nedir yahu:)))

Bana o kadar tanıdık ki bu öykü. Her gün onlarcasına "tanık oluyorum". Türkiye "şahitler kahvesi"ni dahi görmüş bir ülke. Bilirsiniz geçmişte, böyle kahveler varmış. Profesyonel tanık haline gelmiş artık insanlar. "Bir sözümüzle adamı ipten alırız.", "Bir sözümüzle adamı ipe götürürüz." sözleri çok duyulurmuş. Şimdi kahvesi yok fakat yalancılığa devam. Bu arada dikkatimden kaçmayan bir şey de bu aralar "yalan" ile fazla haşır neşirsiniz. Hayırdır inşallah? :)

Sevgili En Hakiki, Has, Hoş, Öz Vladimir ! Ben senin bu kedi çiziktiriklerini ayrı bir seviyorum. Fakat bu arkadaşın büyük resmine bakamadım. Renkler çok güzel. Fekat pu patilerin pembeliği ve onlara dokunmak.. amanın içim bir his ve bir hoş oldu ki.. uykum mu geliyor nedir. Ben de bir kitap var, Amerikada sahibini bakışlarıyla hiptotize edip ülkeyi baştan aşağı arabayla gezen bir Siyam hakkında. Bu arkadaşların bakışları ve miyavlamaları onları seven beşer için çok tehlikeli. Yapılmayacak işler yaptırabilir. Senin siyah kediyi de görmeden sevdim. Bende de zamanında bir tane vardı. Adı Kadife idi. Fakat senin kedi isimleri ise bir başka.. Ellerine sağlık ve Sevgiyle...

Yalan tanıklığın cezası hapis, durumlara göre de kategorilendiriliyor. (Türk Ceza Kanunu m. 272) Yeterince ağır gelmeyebilir belki sana. Çünkü anladığım kadarı ile bu konuda öfkelisin. En kötüsü de kişinin, yalan yere tanıklık yaptığı gözüne bakınca anlaşılsa bile, bu tanıklığın yalan yere yapıldığı ispatlanamadığı sürece bir hükmü yok, bu tanıklık yargılamada delil teşkil ediyor. Ancak bir hakim, karşısındaki tanığın yalan mı doğru mu söylediğini daha 3., 4. cümlesinde anlıyor. Sorun bizim toplumumuzun zihniyetinde bu yüzden. Ahlak, şeref gibi kavramları yitirmeye başladık. Hatırlarsanız eskiden ticari ilişkilerde de bu böyleydi. Şu an ticari hayatın günden güne tükenmesinin bir sebebi de tacirlerin borcu olduğunu bile bile bunu ödememe yollarını, -en acısı da kanundaki boşluklardan faydalanarak- araması. Oysa ben bilirim ki yıllar önce, sözle bile borç verilirdi ve o söze dayalı olan borç günü geldiğinde ödenirdi. Biz böyle görmüştük en azından.



“Niye bulundugum yerdeyim?” diye düsünüyorum bazen, cevabi biliyorum: bu yazdiklarindan kacmak icin. Bir gün kendimi yine insanlarin icinde tutabilecek kadar güclü görürsem dönecegim. Ama sana da sunu demem gerekiyor, hala oradasin ve kendinle gurur duy ki hala güclüsün. Ben pılımı pırtımı toplayıp defoldum, Yedi yıldır yokum. Ama anlattıkların maalesef o kadar da dogru ki. İnsanin insana verdiği zararı başka hiçbir şey vermiyor. Ne demii düsünür: "İnsan insanın kurdudur"...

Offf, bankacılık günlerimi hatırladım, içie kasvet bastı. Müşteri ile genel müdürlük arasında top gibi bi o yana, bi bu yana, Allah kurtarmış beni. :)) Yok, yok Allahı karıştırmayalım, zamanı geldi emekli oldum, nokta.

Etrafta görünenleri dolaplara tıkıştırmayı temizlik yapmak sanmak gibi bir şey bu. :) Modern binalar kurumlar, ancak içeride dönen oyunlar. Türkiye halleri özeti olmuş. Bir işi de tam yapsak nasıl başka bir ülke olurdu? Güzel yazı olmuş gerçekten.

Aynı şekilde benim kedim de her sabah kuru mama tıkırtısını duymak isterdi. O tıkırtı gelmedikçe mama kabının içinde mama olsa dahi başına geçmezdi. Sanırım taze yemek gibi bir güdüleri var. :) Bir de ben onların sokakları, yolları, insanları izleyişlerine hayranım. Dikkat kesilip saatlerini bu şekilde geçirebiliyor, ardından da güzel uykularına dalıyorlar göbek üstü. Hiç aklımdan çıkarmadığım şu satırları Murathan Mungan ne güzel söylemiş; ... Çıkmaz bir sokağa benzeyen bu avare avunması vitrinlerde Ne çıkmaz sokaktayım ne de mutsuz Sadece rüzgârlardan daha güçlü olmak istiyorum o kadar Açık denizlerde nice yolculuklara yelken açarken Kış güneşinin mutlu ettiği bir kedi gibi mutlu, emin, tasasız Sere serpe ve keyifli olmak tek isteğim ve dileğim Senin ve benim , yani bizim için...

Ben bazı yazılarımı türlü şekillerde yazıyorum. Anektod gibi görünenlerde kimi zaman diyaloglar, kimi zaman detaylar (yer/zaman), kimi zaman da kişiler ya da sonlar değişiyor. Bazen de birebir senin bahsettiğini yapıyorum. Yaşadığım bir şeyi, başkasının yaşadığı olarak yazıyorum:) Aslında bu insana özgürlük veriyor yazarken. Sanırım bloguma not düşmem lazım bunlar için. Bekliyoruz okumayı seninkileri:)

Anneannem de, rüzgâr eserken, "yapraklar ters dönünce yağmur yağar" derdi. Yaprakları ters çevirecek kadar rüzgâr estiğinde yağmur yağar demekti bu. Güzeldir böyle bilgilerle donanmış olmak.

Memleketimde kötü çeviri yüzünden heba olmuş çok kitap var! Çevirmenlerle ilgili bir program izlerken röportaj veren çevirmenlerinden birisi, “Bir çevirmen aynı zamanda iyi bir okur ve iyi bir yazar da olmalıdır” demişti. O kadar doğru ki! Çeviri öyle kolay iş değil, İngilizce biliyorum diye masa başına oturan herkes yapmamalı. Yapıyorsa da birileri hoca sen n'aptın falan demeli. Bu vesile ile sizleri çevirisinin beceriksizliği yüzünden heba olmuş nice sanat eseri için 1 dakikalık saygı duruşunda durmaya davet ediyorum. :)

Nasıl severim sakız çiğnemeyi, hemi de şakır şakır ve balon yaparak, patlatarak. bugünlerde içe doğru balon yapıp kese kağıdı patlatır gibi gürültü çıkartmayı buldum. Çok eğleniyorum. Malesef etrafımdakiler çok iğrenç buluyor:-( çiklet çok yakında mahfıma sebep olacak.