23 Eylül 2011 Cuma

Kırmızı'ya Doğru






Elenor

Adım Elenor. İki yıl önce öldüm. O zaman 16 yaşımdaydım. Ölmem gerekiyordu, Pelin halam zaten nasıl öleceğimi planlamıştı. Öldüm ve kurtuldum onun büyüleri ile örülü hayatı yaşamaktan.

Yaşarken ismim başıma belaydı. Annem İngiliz, babam Türk. Aslında adım Eleanor. Elanur diye çağıranlar bile olurdu beni. O yüzden Elenor daha kolay.

Halamı çok severdim. Onun da beni çok sevdiğini zannederdim. Öldükten sonra anladım ki halam çok kötü bir kadın. Karanlık dünyalara kapılar aralıyor. Bazen beni burada bile rahat bırakmıyor. O ve beyaz saçlı adam birlikte herkese kötülükler yapıyor.

Halam beni kırmızı bir kurdele yüzünden, kırmızı bir kurdele ile öldürdü. Çok şaşırdım öğrenince.

Ne tuhaf değil mi?



Resim: Elenor - D.M. ile Kolaj..

22 Eylül 2011 Perşembe

Beyaz

Cengiz Santurcu 30’lu yaşlarının sonunda, evli ve bir çocuk babasıydı. Çalıştığı kurumda en kestirmeden bu sözle tanıtılırdı. Çalıştığı birimin başına yönetmen birkaç ay önce yönetmen olarak atanmıştı. Yakışıklı sayılabilecek, uzun boylu bir adamdı. Dörtbuçuk derece miyop gözlüklerinin arkasında iki zeki mavi göz pırıldardı. Kurumun personel müdürlüğü dosyalarında adının karşısında bir de mali tahlilci ve ikinci derece İngilizce bilir ifadeleri yazılıydı. Bunlar iyi şeylerdi. Çünkü Cengiz bir işkolikti. Tüm işkolikler gibi işine özel hayatından daha fazla önem verirdi. Yani evde işler pek yolunda gitmiyordu. Son yıllarda ne dese, ne yapsa evde ayrı bir kavga çıkar olmuştu. Ve Cengiz siz bu satırları okuduğunuz sırada ölüyordu.

Son bahar yağmurları başlamadan babadan miras kalan evi bir kez ziyaret etmişti. Bahçedeki otlar büyümüştü. Komşularının evi ise daha berbat görünümdeydi. Kızları intihar ettiğinden beri bu evin içinde kimse bir hareket görmemişti. Yine de bakışları o evein üzerinde şöyle bir gezerdi. Bir anne ve baba için evlatlarını kaybetmek büyük bir acı olmalıydı. Hem de intihar şekli. Hatırlamak istemediği bu düşünceyi kafasında uzaklaştırmak ister gibi rüzgarda dağılan saçlarını düzelti. Baba evine bir adım daha attı. Çocukken neşe ile yürüyüp geçtiği, bahçedeki kısacık yolu ağır adımlarla geçti. Cebinde çıkardığı anahtarları kilide uydurmaya çalışırken arkasında o sesi duydu.

Yüreğinde davullar çalmaya başlamıştı. Ayakları yerden kesildi. Kapının önüne düşerken başı kapının önündeki eşiğe çarptı. Her yer bembeyaz olmuştu. Daha önce de bayılmıştı Cengiz. Yere usulca, kayar gibi düşmüştü. Başını çarptığı anda;

“Her yer bembeyaz oldu, demek ki bayılıyorum” diye düşünürken her şey silikleşti, aydınlandı. Kendisini o beyazlığın içine bıraktı. Baygın geçirdiği birkaç saniye içinde hayatının değiştiği o günü yeniden yaşadı.

Birkaç sene önce, okuldan çok yakın bir kız arkadaşının annesi, Selin teyze, alışveriş merkezinde merdivenlerden düşerek kalçasını kırmıştı. Bir gün işten çıkışta bir demet çiçek alarak hasta ziyaretine gitmişti. Fala, falcılara, hayaletlere, ruhlara gülüp geçen bir kişiydi. O gün hastayı ziyarete gelen yalnızca kendisi değildi. Yaşadığı kentin ünlü falcılarından birisi de oradaydı. Adamın ününün farkında değildi. Adamın albino olması dışında başka bir özelliği olmadığını sanmıştı ilk başta. Ama adam o gün orada Cengiz’in önce kahve falına bakmış ve arkasından suya bakarak genç adamın geleceğini okumuştu. İnanmıyordu ama beyaz saçlı, beyaz tenli adamın sözleri onu etkilemişti.

Çok yakın bir gelecekte olacakları, isimler, tarihler ve yerler vererek anlatmıştı. Ardından durun demesine kalmadan, bir de suya bakmıştı onun için. Asıl korkutanlar suda gördükleri oldu. Yakın gelecekteki başarılı, mutlu günlerin ardından onu bekleyen inanması güç tehlikeleri saymıştı. Trafik kazası, bir başka minik trafik kazası, eve giren bir hırsız ve son olarak onu bekleyen iğrenç bir ölüm şekli. İnanmak istememişti duyduklarına ama korkuyordu.

Adam onu bu olacaklardan koruyabileceğini söylemişti. “Az evvel odada konuşmadan otururken yabancısı olmadığım, başkalarına garip gelen bir hissin işareti ile gözlüklerimi çıkardım ve size baktım. Arkanızda duran karanlık işaretleri gördüm. Çok güçlü büyüler altındasınız. Ama çözebilirim. Dediklerimi harfiyen uygularsanız tehlikeleriz beraber defederiz” demişti.

Zİuaret bitip de ayrılınca tereddüt içindeydi. Bir hafta sonra arkadaşı Pelin’in evine gidip Beyaz adamın hazırladığı paketi almıştı. Eve gelince karısı güldü onun bu işlere bulaşmasına. Ufak bir tartışma geçmişti aralarında.

“Bunlar hep para tuzağı”

“Adam para almadı benden”

“Bedavaya günahlarını vermez onlar, vardır bir menfaati”

“Mesleki gurur yaptı canım, zor bir büyüyü kaldıracak”

“Sen de yedin bu mavalı, başımıza iş açma da”

Sonra çalışma odasına çekilip paketi açmıştı. İçinden bir şişe su, bir kutu kesmeşeker çıkmıştı. Adamın düzgün bir el yazısı ile yazdığı kağıtta da bir takım dualar ve talimatlar yazılıydı. Su her sabah birer bardak içilecek ve ilk iki dua yedi kez okunacaktı. Ayrıca kırk gece yatmadan okunacak dualar vardı. Dualar okunduktan sonra, bir kesme şeker ağza alınacak çiğnemeden erimesi beklenecekti.

Adam şekerleri bitirdiği gün büyük bir rahatlama hissetmişti. Arkasından, adamın söylediği tarihlerde beklenen olumlu olayların hepsi birer birer, sırasıyla gerçekleşti. Karısının, kendisinin terfileri, piyangodan çıkan minik bir servet, eşine yüzünü görmedikleri bir akrabadan kalan miras hayatlarını kolaylaştıran olumlu gelişmelerdi. Umulan kazalar ve hırsızlıklar gerçekleşmeyince adam kötülüklerden tamamen arındığını düşünmüştü. Ölümünün bir köpeğin saldırmasıyla olmasını hiçbir insan kendisine yakıştıramazdı.

Cengiz birkaç saniyelik baygınlığından ayılırken yine önce beyazlıklara açtı gözünü. Önce sesleri işitmeye başladı. Yüzündeki yalıcı nefesi ve yabani hırıltıları duydu. Gözlerini açınca komşunun iri köpeği ile burun buruna geldi. Köpek merakla yere düşen adamı inceliyordu. Adamın mantıklı olacak hali yoktu kalbinin ritmi düzensizdi, nefes alamıyordu, ensesinden başlayan bir ağrı aniden bütün sol tarafını sardı. Garip bir şekilde bütün bu olanları bir düzmece olduğunu, Albino’nun kendisine yardım için değil, kötülük olsun diye bir büyü yaptığını düşündü, parasını da elbette sevgili arkadaşı Pelin vermişti. En büyük korkusunun eşliğinde ilk ve sonuncu kalp krizini geçirdi Cengiz. Baba evinin kapısındaki cansız beden köpeğin ilgisini çekmiyordu artık. Hayvan arkasını dönerek bahçe kapısından çıktı ve gitti.



Kolaj: Beyaz - D.M.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Albino

İşte orada karşımda duruyordu. Daha önce yalnızca bir kez, huzur veren bir rüyada gördüğüm beyaz saçlı adam. Yıllar once sıklıkla ziyaret ettiğim bu evde, şimdi ilk kez, bir hasta ziyareti için geldiğimde karşımaydı.



Yağmurlu bir gündü. Ağır tül perdeler gün ışığının içeriye süzülmesine izin vermiyordu. Tavandaki ampülün ışığı soluk sarıydı. Adam loş odada gözlerini gizleyen kapkara ve geniş güneş gözlükleri ile oturuyordu. Arkadaşım bana kahve pişirmek içeriye, mutfağa gitti. Hastaya ettiğim bir kaç geçmiş olsun dileğinden başka söz aklıma gelmiyordu. Artık rahatsızlık vermeye başlayan sesszilki giderek büyürken. Kahvem geldi. Kahvemi içer ve giderim diye düşündüm. Herkes susmuştu. Benim kahve içerken çıkardığım sesler ve koskocaman duvar saatinin tiktaklarından başka ses işitilmiyordu.


Kahvemi içtim. Beyaz saçlı adam gözlüklerini çıkardı. Kalbim güm güm atıyordu. Sanki gelecekte olacak bir şeyi hatırlar gibiydim. Bu anı yaşamamıştım ama yaşayacaklarımı biliyordum sanki.


Adam: Falınıza bakmak istiyorum. Müsade eder misiniz dedi?


Hayır diyemeyecek kadar hazırlıksız yakalanmıştım.


Bardağım soğuyuncaya kadar bekledi. Fincanı eline alıp büyük dikkatle içindekilere bakmaya başladı. Beş dakika kadar sessiz kaldı. Arkadaşıma ve annesine baktım. Annesi sus der gibi işaret parmağını dudağına yaklaştırmıştı. Başka zaman olsa gülerdim. Gülemeyecek kadar tedirgindim.


Adam aniden konuşmaya başladı:


"Bir yıl içerisinde dönem dönem güzel şeyle olacak sizin için" dedi. Bir takım tarihler ve isimler verdi. Sonra yine sustu. Bembeyaz kirpiklerini çevrelediği açık ela renkl gözleri ile bana baktı. Baklışlarımı kaçıramıyordum. Konuşmaya devam etti:


"Ama sonra çok kötü şeyler olacak" dedi.


Gülmek istedim. Başarısız bir gülüş yerleşti yüzüme.


"Biliyorum inanmıyorsunuz bu safsatalara.... Ama lütfen inanmayı deneyin, sizi bir tek ben kurtarabilirm. Dediklerimi harfiyen yerine getirdiğiniz takdirde kurtulma şansınız var. Hasmınız çok kuvvetli yerden yardım alıyor. Sizin kaderinizi değiştirebilecek kadar güçlü birisinin nefesi değmiş ona"


Adamın yüzüne dikkatle baktım. Yaşı olmayan, yaşını göstermeyen şanslı insanlardandı. Pembe beyaz yüzlü bir adam, kaderimin değişeceğini, kötü şeyler gördüğünü söylüyordu. Doğruyu söylediğine dair bir his belirdi içimde. İzin verdiğimi belirtmek için başımı salladım.


"Bana bir tas su getirir misin kızım?" diye seslendi arkadaşıma.


Sehpanın üzerine konulan yarıya kadar su ile dolu bakır bir hamam tasına birlikte bakmaya başladık. Burnuma yeşil sabun kokuları geldiğini hayal etmeye başlamıştım ki, adam yine konuştu. Rüzgarlı bir gecede fısıldar gibi çıkıyordu sesi. Belli belirsiz.


Duyduklarım bir daha hiç aklımdan çıkmadı.





20 Eylül 2011 Salı

Işık

Ve Tanrı "ışık olsun" dedi.

Işık oldu.

Işığın yüzeylerine vurup yansıması ile tüm canlıların ve cansızların renkleri, şekilleri görünür oldu. Işığın erişebildiği yerleri gördük. Işığın erişemediği yerlere yabancıyız. Göremediklerimizi o yüzden daha fazla merak etik.

Işık ve ışığın aydınlattığı her şey.

Bir sayfa, bir kumsal, bir çiçek, durgun bi su, gökyüzü, bir kadın, bir adam, ağaçlar, kumlar, seramik bir ev eşyası, buzlanmış bir araba, bir köpekbalığı, "maddesel olmayan bir varlık", yol, birbirinin tam zıddı iki insan, bir kadın ve bir erkek, bulutlar, bir ağaç birbriinin tam zıddı iki kedi, bir başka adam, sevişen bir çift, kağıdın üzerine karalanmış anlamsız şekiller, bir kedi, bir bahçe, bir sabah erken henüz güneş doğmaya hazırlandığı bir daha unutulmayacak bir seher vakti, bir yırtıcı hayvanı alıp uzunca bir öykü yazdım. Bütün bunlara ışık öyle bir vurdu ki, ben gçrdüklerimi anlatmak için oturduğum vakit, bunların hepsi bana bambaşka bir şekilde göründüler. İşte bu yüzden öykümde bunlar yer almayacak.

Benim öykümde kağıt olmayacak onun yerine ilk önce bir ışık çakacak, bir adamın ağzından kehanetler dökülecek, sonra korkutucu görünümlü ama aslında çok sevecen bir ev köpeği, bir kadın, bir kuş, kötü niyetli ama kötü niyetini gizleyen bir başka kadın, bir gül, sularla çevrili olan ve her gün giderek sulara gömülen bir şehir, şehrin yüksek yerlerinde kapısı yılda bir gece çalınan bir ev, o kapıyı çalan bir adam, kulübenin etrafında sayıları günden güne azalan ağaçlar, içindekileri söyleyemediği için duyguları günden güne azalan bir adam, insanlarının giderek yırtıcı hayvana dönüştüğü karanlık bir şehir, vedaların giderek azaldığı ama her seferinde daha da zorlaştığı bir ülke, büyücülere gidip sevmediği insanların kaderini deiştiren ve gerçek yüzlerini hep gizleyen kötü yürekli kadınlar ve erkekler, kaderi değiştiği için intiharı seçen bir genç kadın, gizkice buluşan evgililer, her gün kavga eden ama ayrılmayı akıllarından bile geöirmeyen evli çiftler, kuyruklarını açtığında bir güneş gibi etrafı ndaki herşeyi mucizevi bir ışıkla aydınlatan büyülü bir kuş, hayallerinden uzun yıllar önce vazgeçtiği halde bir gün bir anı parçasına elleri değidiği vakit vaz geçtiklerinin anısı ile yürekleri dağlanmış insanlar, karlı dağların tepesinde süzülüp kehanetin izlerini takip eden bir kartal, çocukluğunu satın almak herşeyi yeniden yaşamak isteyen bir adam, bitmeyen, hiç bir yere bağlanmayan bir yol, özgürlüğünü aramayı denememiş, bu eksikliklerinin adını arayan insanlar ve su kenarlarına inen yırtıcı hayvanlar olacak.

Bir gün içimden bir ses bana dedi ki;

"Renkleri anlat"

O sesi dinledim.

Beyaz ile çıktığım yolculuk, siyaha vardığım gün bitti.


"Beyaz" ve "Siyah" klaj - D.M.

Gitarlansam?

Psikopati mimledi... Konu: "Ölmeden önce mutlaka yapmak istediğim şey/ler ne olabilir."

Konu cidden kıvrandırttı beni, bir türlü yazacak bir şey bulamıyorum. Halbuki yapmak istediğim şeyler var. Üstüne varınca aklıma gelmiyor işte. Bu beni zorlayan ikinci mim oldu. Geçen gün yazdığımda da ilk önce aklıma gelmeyecek sanmıştım ama sonra aniden böyle şakır şaır uydurmalara doyayamıştım. Ama bunda böyle olmayacak belli ki.

Ne isterdim ne isterdim. Mmmm...

Sanırım, Güney Amerika ülkelerini gezek istiyorum özellikle de Peru'nun her bi ryanıı keşfetmek istiyorum ben.

Bir de yıllardır ertelediğim işi yapmam lazım. yani tez elden bir gitar alıp komşularıma müzik ziyafeti çekmem şart. Sonra da onların bloglarını okumak isterdim benim retallerim hakkında. Bu mim beni zorladığı için kimseciklere yollamıyorum :)


19 Eylül 2011 Pazartesi

İş Yerindeki Dar Görüşlü ve Kiyayetsiz Muhterisleri Tanıyalım

Kifayetsiz muhteris dediğimiz çalışan tipi türk iş hayatında yaygın biçimde bulunan ve maalesef yerlerini sağlamlama almış kişilerdir Bunların hepsi beceriksiz olduğunun ve o mevkiye hak ederek gelmediğinin bilincindedir: Böyle olunca da, sinsice pusuya yatarak ileride kendine rakip olma ihtimali olanları ya da çalışkanlığı ile kendisinin bir çalışan değil de yatan olduğunu ortaya çıkarma ihtimali bulunan kimseleri teşhis etmeye ve onların ayaklarını kaydırmaya kendini vakfeder. Bunları aleni değil de gizlice yaptığı için de son derece tehlikeli insanlardır.

Beceriksiz ve kıskanç insanları tespit edersek kendimizi, kariyer geleceğimizi korutabiliriz. Peki bu lüzumsuzluğunu ve başarılı insanlara düşman olduğunu sinsice gizleyen insanları, nasıl tespit edebiliriz?

Aslında çok kolay.

Bu sinsi yaratıkların yedi tane temel özelliği vardır, sizde çalıştığınız kurum içindeki beceriksiz, kıskan, sinsi muhalifleri bu özelliklerine bakarak şıp diye yakalayabilirsiniz.

İş yeri ruh emicilerinin yedi zarar verici özelliği;

1 – Kod adı olumsuzluk:

Bunlar; her şeye olumsuz yönünden bakarlar, her konuya olumsuz yaklaşırlar, her konu hakkında olumsuz düşünürler, her konuda olumsuz aksiyon alırlar. yeniliklere tamamiyle kapalıdırlar.

Yenilik varsa engellemek için ellerinden geleni en sinsi biçimde yaparlar. Çünkü onlar alıştıkları düzende kendilerini kamufle edebilirler. En minik değişiklik unların kamuflajının aralanması ihtimalidir. Alışmadıkları yani kendilerini gizli tutamayacakları çalışma ortamları bunlar için deşifre olmak demektir. Yani bu yüzden yenilikler, farklılıklar bunlar için çok tehlikelidir. Bu tehlikeyi savuşturmak için harcamayacakları kimse yoktur.

Bunlar son derece sıkıcı tiplerdir, hava sıcak olur sıcaktan yakınırlar, hava serinler yağmur yağar, yağmur yüzünden bütün planlarının altüst olduğundan yakınırlar. Rüzgar esse saçlarının bozulacağından şikayet ederler. Bunlar doğa olayları düşünün siz farkına varmadan bunlar için bir tehlike ihtimali olursanız eğer sizin hakkınızda, arkanızdan sinsice nasıl yakınıp durur, nasıl bitmez tükenmez biçimde sizi karalamaya koyulurlar.

Bunlar herkesin kendi aleyhlerine iş çevirdiğini düşünürler, herkesin kendilerine karşı plan yaptığı tasasını taşırlar. Zaman zaman iş ile ilgili gerçek sorunları da görebilirler ama asla sorunları çözebilecek fikirler bunlardan çıkmamıştır. İş ile ilgili en ufak bir sorun ise bunların elinde ve dilinde en büyük faciaya dönüşür. Bu durumlarda minik sorunu nasıl çözümleyeceklerini değil de kimi suçlayacaklarına odaklanırlar. Hatalardan asla ders alamazlar. Meseleleri her zaman şahsi sorun olarak algılarlar.

Çalıştığınız kurumda muhasebeci ünvanını bugün ya da geçmişinde taşıyan birisi varsa eğer, işte bu tipi yakaladınız demektir. Zira muhaliflerin en azılıları muhasebecilerden çıkar.

2 – Düşünmek mi? Gereksiz elbette:

Düşünmeden hareket ederler. Bunların yıllar içinde oluşmuş bir ezberleri, her duruma karşın sıkı sıkıya sarıldıkları, sorgulanmasını hakaret algıladıkları rutinleri vardır. Algıladıkları durum bunların içinde hangi düğmeye bastı ise onu yaparlar. Hata halinde zaten suçlanacak başka birisini mutlaka bulacaklardır. Özellikle bir yere amir oldularsa, öenmli bir pozisyon elde ettilerse burayı kaybetmemek için dört elle sarılırlar. Bunların çevresinde olan kişilere de dikkat etmek gerekir. Bunlar ilk duydukları ile hareket eden tiplerdir Sizi rakip gören, karalamak isteyen kişiler bu tiplerin ilk duyduğu ile hareket etme özelliğini iyi kullanırlar. Eskiden çalıştığım kurumlardan bir tanesinde maalesef böyle bir bölge müdür vardı. Akbaba dediğimiz bu herif, saçma sapan adamların asılsız dedikoduları ile çok kişinin hayat akışını maalesef değiştirmiştir. Maalesef yardımcısı olduğum için ilk elden gözlemleme şansım oldu. Yüzde yüz haklı olduğunu ve kendisine iletilen bilginin asılsız olduğunu bildiğim bir durumda bile orta kademe bir yönetici ile ilgili “Bir de kendisini dinleseniz” ikazımı dinlemeden elne fırsat geçtiği için aksiyona gemişti.

Özel hayatlarında da çok saçma insanlardır bunlar. Bir şeyi görür, beğenir hemen satın alırlar. Sonradan kazık yediklerini anladıklarında ya da daha iyi bir başka seçenekten haberdar olduklarında yine başkasını suçlarlar.

İçinde bulundukları organizasyon ile ilgili geleceği düşünme ve planlama yetenekleri yoktur. Birkaç adım sonrasını hesaplayacak kapasite bunlarda eksik kalmıştır, hatta hiç oluşmamıştır. Sadece o anki pozisyonu algılayabilirler. İş hayatında şu anda attıkları adımın sonuçlarını asla öngöremezler.

3 – Konuşmak, konuşmak yine konuşmak:

Bunlar çok konuşur. Konuştukları kadar dinleyemezler. Dinlemek şöyle dursun başkasının konuşmasına tahammül bile göstermeyenleri vardır. Laf kalabalığına boğarak göz boyamasını severler. Meseleleri ne yapıp ne edip her zaman en iyi bildikleri, yüzde yüz hakim oldukları konuya döndürür ve boş konuşmamış olurlar. Konu o anki gündemi es geçmiştir. Ne gam? Konuşma oldu mu laf gemisini bunlar yürütürler. Bir show varsa bunlar o showun yoldızı olmaya bayılırlar, gerekirse gözünüzün içine baka baka yalan söylerler. Patronunuz ya da amiriniz/şefiniz/müdürünüz bu tiplerdense dikkatli olun hele astlarına karşı yalan söyleme açısından hiçbir utanma ve arlanmaları bulunmaz. Artık saçmalama sınırını aştıklarını fark etmezler. Seslerine aşıktır bunlar. Yeter ki konuşup dursunlar.

Eşitiniz biri bunlardan biri ise: Aman dikkat!! Sizin tavsiyelerinize asla kulak vermesine engel olacak, hatalarını kabul etmeyecek kadar büyük gururları vardır. Bunlara iyi niyet ile vereceğiniz tavsiyeler ile sadece gizli bir düşman kazanırsınız. Bunlar kendi kafalarının içinde her daim haklı ve doğru oldukları inancına sıkı sıkı sarılmışlardır. Asla bırakmazlar. Olumlu olabilecek öneri ve tavsiyeler bunların kendilerini kötü hissetmesine yarar. Aşağılık kompleksleri tumturaklıdır. Konuşurken çam ormanlarını devirirler, büro ortamını kırık kalpler ofisine çevirirler ama en ufacık doğruyu bir başkasından işittiklerinde kırılıp dökülme dramına dört elle tutunurlar.

4 – Vazgeçiyoruz çocuklar:

Çabuk vazgeçerler. Zeki, öngörülü, çalışkan, hak ederek başarılı olmuş insanlar; başarısızlıkları asıl başarıya tırmanan yoldaki mihenk taşları olarak görürler. Ama bu beceriksizler ilk başarısızlık alameti algılarının ufkundan bunlara el sallar sallamaz geri çekilirler. Menfaat sağlayabileceklerini düşündükleri adımları ilk anda binbir eda ve hava ile ata bu köhnemiş beyinliler, bir problem ya da hata ile karşılaşır karşılaşmaz bütün ilgilerini kaldırıp bir kenara koyarlar.

5 – Ben yandım sen de yan:

Bunlar diğerlerinin de kendi yanına çekmeye çalışırlar. Ne kadar tanıdık değil mi? Cehennemde türklerin içine atıldığı kazan gibi… Ne zaman birisi kazandan çıkıp paçasını kurtaracak gibi olsa, diğerleri ayağından tutup onu aşağıya çeker, altı cayır cayır yanan bu kazandan kimsecikler kurtulamazmış fıkraya göre.

Bu beceriksizler bileğinin hakkı ile başarılı olmuş, çalışkan, zeki insanları kıskanırlar, sevmezler. Onlar gibi sıkı çalışarak başarıya erişmek yerine, başarılı insanlar ile lgili asılsız dedikodular üretip bunları yayarlar. Minik minik teferruatlar uydurup iş yerinde sevilen insanlara minik minik lekeleri son derece sabırlı ve sistemli biçimde kondururlar. Oysa çalışkan kimseler ile dost olup, onlarda öğrenip aynı yolları kendileri de katedebilecekken saçma sapan ve adına gurur dedikleri o güdük his yüzünden asla doğru olan yöne ilerlemeyi seçmezler. Adam karalamak malsefe ülkemizde sandığınızdan fazla prim yapan bir ayak ayunu türüdür .

6 – Zamanın boşa kullanımı:

Bunlar vakit öldürmeye bayılırlar. Çünkü bir sonraki adımda ne yapacaklarını planlama isteği ve kapasiteleri yoktur. Özle yaşamlarında da TV izlemek, yemek yemek, içip sarhoş olmak, çocuklarını bilmem ne kursuna göndermek, gelecek yaz nereye tatile giderse daha havalı olur gibi boş düşüncelerin peşine takıldıkları için asla ve asla kendilerini olumlu yönde geliştirme şansını yakalayamazlar. Tamam bu aktiviteleri herkes yapıyor ama tüm bir hayatınızın merkezine bunları koyduğunuzda zamanınızı boşa harcamış olursunuz.

7 – Zor olmayanı seçelim:

Bunlar iş ile ilgili kararlarında daima kolay, kestirme yolu seçerler. Kendilerini yormaya gelemezler. Sonuçta elde edilecek kazanım daha fazla olsa bile daha az olanı, kolay olanı seçerler. Farklı bir dalda adım atacaksa “Armut piş ağzıma düş” atasözü bile bunlar için çok zahmetli ve riskli iş anlamını taşır.

Çalışma ortamında çevrenizi dikatle inceleyin. Bu yedi özelliğin hepsini birden üstünde toplamış insanlardan ne kadar çok olduğunu görüp şaşıracaksınız. Bunlarla asla özelinizi paylaşmayın. İş ile ilgili hayal kırıklıklarınızı, amirleriniz ile ilgili gerçek düşünceleriniz paylaşmayın. Gün gelir aleyhinize kullandıklarını görerek şaşırabilirsiniz.




18 Eylül 2011 Pazar

Sessiz, Sakin Kitap Günleri

2. Boğaziçi Kitap günleri sessiz sedasız kitaps everlere merhaba dedi. Konuk ülke Almanya ve bu günlerin teması "Göç". Beenmaya ile epeydir görüşmek istiyorduk ama fırsat bulamıyorduk. Cumartesi günü dedik, ktap fuarı dedik, ve kitapları ziyaret etmeye karar verdik.

Cumartesi sokağa en çıkılmayacak günlerdenmiş, epeydir böylesine çetrefilli hale gelmiş bir trafik görmemiştim. Vesile ile o da aradan çıktı.

İstanbul Kongre Merkezi'nin nerede olduğunu pek bilen yokmuş, sora sora bulduk. Ben cumartesi günü gidilen bir kitap fuarının hayli kalabalık ve itiş kakış olacağını düşünmüştüm. Aksine resmen bomboş sayılabilecek bir ortamdı. Yanlış yere geldiğimizi düşünerek tedirgin olduk ikimiz de ama, içerideki bir iki işaret kitap günlerinin bizim hayal ürünümüz olmadığını ispat ediyordu. Demekki ana tema "göç" olunca, konuya tersw düşmemek için bir terkedilmişlik havası üflemişler ortama.

Zeminin altındaki kata inerken, yürüyen merdivende bariz biçimde genişlemekte olan bedenini şıkırtılı kırmızılar giyerek zapturapt altına almış şıkırdım bir hanımefendi önümüzde duruyor, dururken de, elinde tuttuğu telefonun içine içine "Ay konser başlamadan gelin cancaaazım" diye bağırıyordu. Beenmaya ile bir an bakıştık. Demek yakınlarda bir bir yerlerde bir de konser vardı. Merdivenden inip kapıdan girerken kadın konuşmasına devam etti. Kapıdaki görevliler, "Hanımefendi giriş ücreli" diyerek telefondaki kadını uyarmak istediklerinde kadın yaklaşık beş metre kadar gitmişti. Hışımla dönerek "Telefonla görüşüyorum görmüyor musunuz?" gibi kendisi için natürel, bu soruya maruz kalan cümle insanoğlu için süper natürel kıvamında bir yanıt bahşetti. O an, oracıkta hepimiz nakavt olduk. Demek ki telefonla konuşuyor olmak bir nevi görünmezlik kalkanı olmalı ki, kalkanına rağmen görünür olmak kadının hoşuna gitmedi gibi bir mantık çerçevesine oturtma girişimim olabilr. Neyse kadını bir kenara koyalım ki gün gelip üzerimize sıçramasın.

Kitap günlerine ayrılan dört salonun dördü de birbirnden terkedilmiş vaziyetteydi. Kitaplar öksüz öksüz standlarda dururken, standların gerisindeki görevliler, tek tük ziyaretçiye inanılmaz ihtimam gösteriyordu. Bu tabi ki çok hoş bir duygu. Her tür sorunuza cevap vermeye hazır bir alay insan sizi beklyor, kesinlikle bir daha yaşamaya değecek bir deneyim.

Buranın böyle boş kalmış olması kesinlikle rganizasyon hatası, yeterince bile değil, hiç duyuru yapılmamış. Kapıdan girerken ele geçirdiğimiz broşürlerin üzerinde "Boğaziçi kitap günleri, Şehrin tam kalbinde" ifdesi var. Bir anda bu cümlenin sonuda bir de "ıpıssız" yazsalardı cuk diye otururmuş diye düşünüyorum.

Ama bir alay kitapla böyle sessiz ve sakin bir ortamda bir arada olmak aslında bulunur nimet değil.

En güzel deneyimi ise Heyamaola Yayınları'nda yaşadık. Bu sene Şubat ayında bu yayınevinin, adeta İstanbul'a yazılmış en güzel aşk şiiri gibi bir serisinden bahsetmiştim, şurada... Daha sonra İzmir için benzeri bir seriyi hazırladıklarından haberim vardı ama Trabzon ve Adana için hazırladıkları kitap setlerini duymamıştım.

Yayınevi çalışanları çok sıcakkanlı, hoşsohbet kimseler. Ayrıca, "Ben Haliç" kitabını yazan Nusret Karaca çok samimi, açık yürekli bir beyefendi. Beenmaya liderliğinde hep beraber çok keyifli bir mini sohbet yapma şansımız oldu. Nusret Bey; "Ben Haliç'te, gecekondular arasında ellerinde yağlı ekmeklerle gülümseyen çocuklar gördüm. Bembeyazdı dişleri... Ve onlar hala düşlerimde. Çocuk düşleri gibi yazarım Haliç'i" diyor. İmzaladığı ve Beenmaya'nın hediye ettiği kitabı bir solukta okudum bu sabah. Hakikaten de dediği gibi yazmış kitabı. Anılar ve şiirler bir arada.

Bu serinin, sayısı artık 80'i yakalamış her bir kitabı ayrı bir İstanbul macerasına birinci elden tanıklık edenlerle keyifli bir sohbet demek. Kesinlikle edinilmeli, artık her yerde bulabiliyorsunuz üstelik.

2. Boğaziçi Kitap Günleri 15-21 Eylül 2011 tarihleri arasında İstanbul Kongre Merkezi Harbiye'de düzenlendi. Sessizliği ve kitapları seviyorsanız göz atmanızı önreririm.


Fotoğraf: 2. Boğaziçi Kitap Günleri - D.M.

17 Eylül 2011 Cumartesi

Kedi Dili - 1

Kediler çok tuhaf yaratıklar. Sanırım ben cumleyi kurmuş olan sekiz milyarıncı kişiyim. Bu cümleyi kuran herkesin mutlaka kendince bir sebebi olmuştur. Benim kurmamın sebebi de kedilerin iki dili son derece akıcı biçimde konuşabiliyor olmaları. Ve dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin bu dil yöreye göre değişmiyor.

Kedilerin iki dili var biri sesli diğeri sessiz. Mesela aşağıdaki resimdeki kedi size bir şey anlatmıyor mu? Susmuş, sadece bakışları ile, vücut dili bile kullanmaksızın ne kadar güvensizlik hissettiğini bakışlarından anlamak mümkün.



Kediler türdaşlarına kullandıkları bir kaç tehdit tonu istisna kalmak üzere sesli dili sadece insanlarla iletişim kurmak için kullanıyorlar. Siz hiç birbirine miyavlayan kedi gördünüz mü? Sesli dil, insanlara kendilerini fade etmek için seçtikleri yöntem. Onun dışında birbirleri ve diğer hayvanlarla anlaşmak için kullandıkları vücut dilleri ve vücut dillerinin en önemli bölümü olan kuyruk dilleri var. O kuyruklar neler söylüyor bir bilseniz.



Ben bu yazıya küçük dostlarımızın dillerine bir nebze olsun tercüman olabilmek için kalkıştım. Hoş evinde kedi besleyen, kedilerle fazla haşır neşir olmuş kişiler zaten çözmüşlerdir bile bu dili. Yine de ben bir yerlerde yazılı olarak bulunsun istedim. Böyle olunca da onların insanlar ile iletişim için seçtikleri dilden başlayalım.

Sesli kedi dili: Bu dilde mühim bir kelime haznesi yoktur. İnsan dili ile yazılı kayda almak gerektiğinde bir ya da iki heceyi aşmayan ses grupları vardır sadece. İnsana meramlarını anlatmak istediklerinde kullanırlar. Erkek kediler sahipleri ile çok fazla konuşurlar, dişi kediler erkek kedilere göre daha sessizdirler. Kedi türleri içinde siyam kedileri bir istisnadır onlar sahipleri ile başbaşa kaldıklarında en geveze kedi türüdür. Bir türlü susmak bilmezler. Erkek siyam kedileri söylediğiniz her cümleye ya da onlara attığınız her bakışa mutlaka yanıt vermek isterler.






Kediler otuza yakın farklı ses çıkarırlar ve bunların yirmi kadarı bildiğimiz "miyav" sesinin çeşitlemeleridir.

Mivv: Miyav demek üzere açılmış kedi ağzından ilk heecenin çıkmasının sebebi kedinin kendisine dikkat çekmeyi istemesidir. Kedi bir şey istiyordur ve nerede olduğunu sahibine bildiriyordur. Kapının yanında durup bu sesi çıkarıyorsa "kapıyı aç", yemek kabının yanında durup bu sesi çıkarıyorsa "açım yemek ver", su kabının yanında bu sesi çıkarıyorsa "su ver", ya da dolu yemek kabının yanında bu sesi çıkarıyorsa yemeği ile ilgili bir sorun var ya da oyuncağının yanında bu sesi çıkarıyorsa "benimle oyna" demektir. Bu sesi duyduğunuz anda kedinin nerede olduğuna bakarsanız size ne demek istediğini kolayca anlrsınız.

Miyavvv: Mi kedinin yerine işaret eder, yav ise ne istediğini gösterir. "Mivv"lerine cevap alamamış kedinin sesini yükselttiği andır. Anlamazlıktan gelirseniz zaten bir size gelip bu sesi çıkaracak bir isteğinin olduğu yere koşturup bu sesi çıkartacaktır. Israrı dinmeyecektir. hatta ısrarlı istemine cevap bulamayan kedi, sizin anlamayacağınıza inanırsa sizi cezalandırmak için en sevdiğiniz mobilyayı tırmalamaya, tül perdelerinize tırmanmaya veya en sevdiğiniz saksı çiçeğinin yapraklarını ısırmaya başlar. Bu "beni anlamadın üzdün beni al biraz da sen üzül" manasında bir sessiz mesajdır.

Mırk: Bu kedinin evde sevdiği insanlar, özellikle sahibi olarak gördüğü kimseye kullandığı bir sestir. Kedinin kendine biçtiği bir güvenli alan vardır. En kısası bir kol boyu mesafedir. O alanın içine girdiğinizde uykuda bile olsa başını hafifçe kaldırıp çoğunlukla gözlerini bile açmadan "Mırrk" sesini çıkartır. Bu "seni gördüm, yanımda olduğunu biliyorum" demektir. Eğer eve döndüğünüzde kedi size doğru gelip bu sesi çıkardıktan sonra size bir dokunup başka yere gidiyorsa bu "hoşgeldin" demektir.

Maeooovvv: Kedi mutsuz olduğunda, paniğe kapıldığında, evinde ayrılıp kafes içinde yola çıktığında bu sesi çıkarır. Ya da kucağa alınıp fazla sıkıştırılarak gösterilen ilgi ve sevgiden bunaldığında bu sesi çıkartır.

Ffffff: Kedi ağzını kokrku verecek biçimde açıp, genizden bu sesi çıkarıyorsa saldırmadan önceki son aşamaya geçmiş demektir. Gayet anlaşılır bir tehdit sesidir.

Tıkır tıkır çene sesi: Kedinin ağzı yarı açıktır gözleri erişemediği bir yere ilşmiş, vücudu iyice küçülmüş dört ayağı üzerinde çenesi yere yakın vaziyette dururken alt çenesi çok hızla açılıp kapanarak dişlerini bir birine vurmakta ve kedi bu sesi çıkarmaktadır. Ya cam kenarında kuşları izleyip atalarının avcılık günlerini hayal ediyordur ya da fazla hareketli ama uzak bir cismi yakalamanın hayalini kuruyordur.

Çok uzun tiz çığlıklar: Bunlar kedilerin birbirine kullandığı tehdit sesleri ya da cinsel ilişki öncesi birbirlerine gönderdikleri kızışma alametleridir. Bazı kediler mutsuz olduklarında da bu sesi çıkartırlar. Etrafında kimse yokken bu sesi çıkartan kedinin alışkanlıkları gözden geçirilmelidir. Hasta olabilir. Ya da bazı erkek kediler kendi sesleri çok severler, etrafta kimse yoksa biraz melodik olarak lügatlarındaki bütün kelimeleri ardarda yirmi otuz kere tekrarlar, genizlerinde yaşadıkları titreşimin keyfini çıkartırlar. Bu durumda ondan uzak durmakta yarar vardır. İzlendiklerini anladıkları anda inanılmaz biçimde utangaçlaşırlar. Yaptıklarının kötü bir şey olduğunu ve sizin onu kötü bir şey yaparken yakaladığınızı düşünürler.




Kulak verdiğiniz ve onları anlamaya çalıştığınızda bu sevimli hayvanların insanla iletişim kurma yönünde hayli başarılı olduğunu anlayabilirsiniz.

Vücut dili ve kuyrukları ile anlattıklarına değindiğimde ise bir çoğunuzun hayli şaşıracağını düşünüyorum.


Yukarıdaki resimde ürkmüş ama merakına yenik düşmeyi başaramamış bir kediyi görüyorsunuz.

16 Eylül 2011 Cuma

Kadından Don Kişot Olur mu?

Kendine ait bir ruh mimlemiş, sağolsun. Zor bir mim. İlk defa bir mimde ilk okumamda tıkandım kaldım. Konu şöyle;

"Bir günlüğüne ruhum aynı kalmak koşulu ile kadın/erkek olsam ne yapardım? Ne haltar karıştırırdım?"

Kendime kadınların kendi aralarında neler konuştuğunu gözlemleyecek fırsatlar yaratırdım sanırım. Şu halimle gidemeyeceğim yerlere giderdim, kadınlar hamamı ya da kuaföre mesela... Oralarda bana malzeme olacak bir sürü gözlem yapardım.

Hatta o ortamda kadın kadına bir mahalle kavgası izlemek isterdim. baktım kavga çıkmıyor açardım bayramlık ağzımı, ben çıkartırdım bir tane. Gözüme kestirdiğim bir tanesine dalardım saç saça başbaşa. Maksat anı olsun, tecrübe hanem olsun. Bir kenarda dursun. belki bir gün lazım olur.

Ya da ne bileyim güzellik yarışmasında dereceye kalıp orada dünya barışı ile ilgili düşüncelerimi açıklamak, bu güne kadar söylenmiş en saçma lafları söyleyerek sunucuyu dumura uğratmak, lafı ağzına tıkmak, sonra da o ağzını torba gibi büzmek isterdim;

"Size abi demek istiyorum, hem ben sizi hep bir abi olarak görmek arzusunda olsam el ne karışır?" derdim.

"Benim için varsa yoksa dünya barışı, hem zaten değil mi ki dünyada ölümden başkası yalan, elbette bir gün ağlıyorsak bir gün güleceğiz, zaten kırık kalpler durağında inecek var. Kul kurar, kader gülermiş, bazı düşlerin sonu mutsuz bitermiş. Ama kadere inat insanoğlu hayal kurmaya, yazgım değişir diye inanmaya devam edermiş" derdim. Söylediklerimin şarkı sözü olduğundan habersiz tüm insanlık hayranlıkla bana bakakalsın isterdim. Hızımı alamayıp şaşkın bir şebeğe dönmüş sunucunun elindeki mikrofonu kaptığım gibi:

"Senin yerinde olsam, ufak ufak uzarım burdan... Sevene zulmedeni ezer geçerim. Sevene zulmedeni yakar geçerim" diye sıyırmış biçimde tehditler savurarak devam eder, hatta bu şarkımı remixletir tüm bir yaz ortalığı fırtına misali inleterek cümle alemi yıkar geçerdim.

Yok öyle sevene zulmetmek arkadaş. Bundan böyle sevene zulmeden karşısında beni bulur. Ben ne yapacağımı biliyorum o zaman. Bu böyle biline! Nah şuraya bir çizik! Artık burama kadar geldi.

Güzellik yarışmasında rezalet çıkartmak kesmezdi beni. Kadın Don Kişot olurdum bu sefer. Donna Quijote diyelim şuna hatta. Değirmenlere sağlı sollu girişirdim.

"Neye dellendin bacım?" diye sual edenlerin karşısında göğsümü gere gere, dimdik dikilip

"Hayat şartlarından bilader" derdim.

O zaman belki bana hak verir, "Vay be ne delikanlı kadın, anasını satayım" diyerek yanımda yer alır. hatta benimle bir olup değirmenlere saldırırlardı. Birlikten kudret doğarmış derler, alaşağı ederdik ali kıran baş kesen tüm değirmenleri.

Öyle bir donna olsam takardım elbette peşime hepsini. Şoför Nebahat gibi olurdum, Fosforlu Cevriye gibi olurdum yeminle. Seçerdim içlerinden yağız bir delikanlıyı, dünya ahiret yavuklum ederdim oracıkta. Başka dilbere bakacak olsa ikisinin de gözlerine çekerdim kızgın milleri. Bilirlerdi zordur benim sevdam. İntikamım acı olur diye için için ürkerledi bana ihanet etmekten..

Sanal olmayan dünyadaki ismim zaten diğer cinse uyumlu. İsim konusunda sorun çıkmazdı ama şu naçizane blogumun adı bir günlüğüne, zombalak Tv dizisinden de hafif ilham kaparak, Vladimirgül'ün Derdi Ne? olurdu o zaman.

Vay be hemşiremin derdi beni şimdiden sardı.

Vladimirgül'ün kapısını çalardım usulca. Çekingen ayak sesleri gelirdi içeriden. Kapı aralandığında ay parçası gibi, mahzun cemali görünür, eğer neşeli ise ortamı aydınlığa boğardı, kederliyse en derin kederlere cümlemizi sürüklerdi. Kapının açılmasıyla bir de bakardım ki her yer karanlıklar içinde. İçeride çalmakta olan gramafondan "Makber" şarkısının ilk nağmeleri dökülürdü.

Selamı sabahı es geçerdim. "Bacım niye dertlisin?" derdim ona.

Yanaklarından sımsıkı bir makas alırdım. Boynunu büküp çekingen bakışlar atardı yıllardır sofada heyula misali dikilen eski portmantodaki raflara asılı duran sararmış dantelalara ve bilhassa oturma odasının baş köşesine kurulmuş çeyiz sandığının kıyısından baş gösteren farbelalara. O böyle baktı mı bileklerimi keseyim, kan kaybından oracıkta öleyim ve cesedimi kanalizasyon kanallarına atsınlar isterdim. Ama şımarmasın diye bu hislerimi ona sezdirmezdim.

O ise gözümün içine baka baka yanıt babından, iç çekerek "Yok bir şeyim" diye mırıldanırdı.

Yanakları kızarırdı aniden. Huyuydu yalan söylemeyi beceremezdi. Ne vakit yalan söylemeye kalkışsa yanakları al al olurdu. Tombik yanaklarındaki pembelikler az sonra gözlerinden boşanacak ikindi yağmurlarının habercileriydi aslında. Munisliği öyle nalet bir şeydi ki, bilmelisiniz.

"Bunlar güzel günlerimiz ablam" ya da "E, anlat haydi neymiş şu derdin biz de bilelim. Açılırsın" derdim.

"Derdini söylemeyen derman bulamaz" diye bir beylik laf daha ederdim.

Ağlayacak gibi oldu mu janjanlı büstiyerimin üst kısmına, iki göğsümün ortasına, o bölgeyi daha diri ve iri göstersin diye özel biçimde katlayıp, kıstırdığım oyalı mendili tek hamlede çıkartır, ona doğru uzatırdım.

Gözlerimi bilmiş bilmiş kısarak, "Al kurula gözlerini kız, gören duyan da bir mevzu var sanacak" derdim.

Yaza yaza bitiremediği dertlerini güzelce bir çırpıda konuşturur, ferahlasın diye belki bir de acı kahve ısmarlama girişiminde bulunurdum. Köşedeki çay ocağından sımsıkı iki süvari sipariş ederdim.

"Evladım iki süvari bize! Nohutlusundan verme pişman ederim yedi ceddini" diye çemkirirdim pencereden, hem de "i"leri insanı deli çıkaran bir biçimde bağırarak.

"Ay o nasıl lakırdı, bağırmasana kuzum çocukcağıza" diye itiraz edecek olurdu bana.

"Sen karışma, Anna Karenina" diyerek paylardım hafif yollu. Hoşuna gidderdi bu sahiplenici tavrım. Çocuk gibi utangaç kıkırdardı.

"Anna Karenina'ya mı benzetiyorsun beni?" diye sorardı, kedi yavrusu gibi.

"Allah sonunu benzetmesin" derdim.

Gibi bir diyalog yaşarken biz, çat kapı kahvelerimiz gelirdi. Bir tane ona, bir tanesi de bana. Bilirsiniz acı kahve ile hatır, niyaz ilişkisini. İçine minnacık mercankösk dalı batırılmış kahvelerimizi höpürdeterek içerdik. Keyfimiz yerine gelirdi. Sonra süvari bardağında da olsa kahve falına bakardım. Baktım o da kesmiyor bir de tarot falı açardım. Fal açarken heyecan olsun diye sakızımı patlatır, masadaki vazodan aldığım bir gülü upuzun, abanoz karası saçlarımın arasından geçiriverdiğim gibi kulağımın üzerine takkadanak takardım. Yüzümde kıpkırmızı ve geniş bir gülümseme yayılır da yayılırdı. Bembeyaz dişlerim, ile gülümsememin en ucuna, yani yanağımın sol kenarına tanrının kondurduğu simsiyah ben ile müthiş bir tezat oluştururdu. Gülümsemi gören oracıkta vurulur, bana olan aşkından divaneye dönerdi. Bir daha da iflah olanını göremezdiniz.

Ve daha neler neler.

Siz beni o zaman görecektiniz asıl.

Zor bir şey insanın başka cinse bürünmesi. Gözlem için büyük fırsat ama. 24 saatin her bir tanesini de türlü tecrübe birikimi için kullanırdım eminim.

Zor bir mimmiş. Kimler cevaplamak ister?

hiç sordunuz mu kendinize: "Bir günlüğüne ruhum aynı kalmak koşulu ile erkek olsaydım ne yapardım?" diye.

Peki ya siz...



Siz hiç sordunuz mu kendinize "Bir günlüğüne ruhum aynı kalmak koşulu ile kadın olsam ne yapardım?" diye.



Fotoğraf için 7. Oda'ya teşekkürler, nihayet resme uygun bir konu bulundu.

15 Eylül 2011 Perşembe

Bir Şairin ve Bir Bestekarın Sırrı

Murathan Mungan dikkatimi ilk kez öykü kitapları ile çekmiş daha sonra şiirleri ile beni yakalamış bir yazardır. Önceleri onun yeni kitaplarını okumak bana büyük keyif verirken, son yıllarda onun yazdıklarını okumanın bana aynı keyfi vermediğini farkettim. Ama sanırım artık sadık bir okuyucusu olduğum için her yayınlanan kitabını satın alarak, okumasam bile diğer Mungan kitaplarının arasına koyuyorum. Sanırım ondan soğumama düz yazılarında kullandığı, ders verir gibi, her konuya kesin yanıtlar arayan neşesiz üslubu oldu. "Höt höt höt", "Bu, budur. Başka da bir şey değildir" benzeri ifadeler bence yazar ile okur arasındaki mesafeleri açan ifade tarzı oluyor. Mungan'ın bu okur ürküten anlatım tarzını bir müddet Özen Yula'da sergiledi. Hem yazılarında, hem de twitter ortamında. Ama Twitter gösterisinin rengi sonradan anlaşıldı. Amaç twitterda okuyanları kelimelerle yaylım ateşine tutup manasız bir mana denizinde boğduktan sonra eş, ahbap, dost dergisinde; yazar öyle değerli, öyle duygu ve mana sahibi cümlelerin sahibi ki twitterdaki cickciklemeleri bile öyle böyle değil biri dünyanın en şahane cümlesi babından bir atmasyonel kafa ütülemesinin öznesi olmak imiş. Samimiyetsizliğin dik alası işte. Sonra ne oldu beğenirsiniz. Dergideki yazı yazınlanınca hazret twitterdaki hesabını komple kaldırdı. Ara ki bulasın.

Sanırım dik dik yazılıp, dan dan kafaya vurulan cümleler dikkatli okurun, yani ciddi okurun hazedeceği, sindirmeyi arzu edeceği cümle türlerinden değil. Ben her bir meslek sahibi için şöyle bir düşünceye sahibim; bankacı, doktor, avukat, karpuz satıcısı, kalorifer tamircisi, imam ya da ev hanımı kategorilerinde gündelik faaliyet sergileyen bir insan mesleğinin teknik detayını öyle bir özümsemiş olmalı ki kendi alanına giren mevzuyu konuya zır cahil kimselere bile onların anlayabileceği kadar sadeleştirerek aktarabilmeli. Bu husus bence yazarlar için de geçerli. Sadeleşmeyip, karmaşıklaşmak narsistliğin nahoş belirtilerinden bir tanesi. Hoş sığlığın boyun seviyesine geldiği ülkemizde kimse bu hususlara dikkat çekecek değil elbette.

Murathan Mungan uzun yıllar boyunca devam eden bir projesini geçtiğimiz aylarda okuyucusuna sundu. Kitabın dağa tırmanmak gibi olduğu söyleniyor: Önceleri hayli zahmetli, tepeveye vardıktan yani zirveden büyük resmi gördükten sonra ise, dağdan inmenin hayli coşkulu ve nefes kesen cinsinden olduğu anlatılıyor. Yüzlerce sayfayı iç sıkıntısı ile okuyup finaldeki coşkuya kendini hazırlayacak okur sayısı malesef pek az ülkemizde. Finaldeki dağ rüzgarının bir benzerini erkenden yakalamak için kitabın sayfaları hızla çevirip - sayfalar hızlı çevrildimi bir nevi rüzgar çıkar malumunuz - şöyle bir göz gezdirerek okumuş olduğunu düşünüyorum bir çok okurun ve kitap eleştirmeninin. Neden mi? Öncelikle yazar, gündelik hayatta çok sık kullanılan bir kelimeyi kitapta bilhassa kulanmadığını kendisi ifade etti. O sık kullanılan kelime yerine o kelimenin yerini alabilecek diğer kelimeler sıraları geldiğinde metne hizmet etmişler. Benim anlamadığım bunca eledebiyat eleştirmeninden bir tanesinin de, hala çıkıp "işte o kelime budur" diyememiş olması. Demek ki dikkatle okuyan okuyucu sayısı çok az ülkemizde.

Onu okumaktan eskisi kadar keyif almıyorum demiştim. Yanlış anlaşılmasın, bu yazarı sevmem demedim. Mungan'ı ve kurgusunu geliştirme yöntemini severim. Hep sevdim. Kitap okumak, yani satırların anlamını çözmenin peşine düşmek, iflah olmaz kitap kurtlarının en büyük zevklerindendir. Mungan da bunu iyi bilir ve şiirin yanı sıra, roman ve öykü kitaplarında da, ancak dikkatli bir gözün yakalabileceği kelime oyunlarını hep yapar. Herkesin bildiği "Yalnız Bir Opera" şiirinin içinde yer aldığı "Yaz Geçer" kitabı yazarın bu özelliğini yine yazarın ta kendisi sayesinde kavramama vesile oldu. O kitabı o kadar çok defa satın alıp o kadar çok kimseye hediye ettim ki. Kitapta yazılan yer alan "yaz geçer, iyi gelir kelimeler" mısrasını o kadar kez okudum ki, okuduğumuz kitapların bize iyi geldiğine en acı çektiğimiz mevsimi bile acımızın farketmeden atlatmamıza neden olduğu anlamını çıkarttım o ifadeden. Meğer benim sezdiğim sadece görünen anlamıymış. Bir kitap fuarında yeniden satın aldım Yaz Geçer'i ve kuyrukta sıramın gelmesini sakince bekledim. Sıra bana geldiğinde, yazar kitabı elimden aldı ve ilk sayfasının içine şu kısa ancak kitabın bütün almanını benim için bir hamlede değiştiren şu ifadeyi yazdı "Vladimir'e.... Yazınca da geçmeyen ile....". O andan sonra o kitap benim için bir başka kitap oldu. Yazmak ve kelimeler, kelimelerin farklı anlamları bir anda kafamda yerlerini bulmaya, bulamayanlar ise aramaya başladı.

Mungan yazılarında kitap sevdalılarına böyle ufak işretler bırakmayı seviyor. Okuyucu elinde tuttuğu kitabın minik şifrelerini çözdükçe yazarla arasında daha yakın bir bağ oluşutuğunu düşünüyor. Şairin Romanı'nın tek sırrı o kullanılmamış kelime değil elbette. Yazarın seneler önce yazdığı Omayra isimli şiir kitabında her bölüm bir takım rakam grupları ile eşleştirilmiştir. Hatta kitabın en son sayfasında da gizemli bir sayı yer alır. Bu sayı gruplarının ilki ya da ilk ikisi o bölümde yer alan şiir sayısını geriye kalan sayılar ise o bölümde yer alan dize sayısını gösterir. Kitabın sonundaki rakam da kitaptaki şiir ve dize sayısının bir nevi icmali görevini üstlenmiştir. Şairin Romanında yer alan Şairin Levhaları bölümündeki sayılar Omayra da yer alan sayılar ile aynıdır.

Ben şu anda bu kitabı baştan sona okumaya hazır hisssetmiyorum kendimi. Sadece bir kısmına göz gezdirebildim. Ama biliyorum ki bir gün okuyacağım. Sadece zamanını bekliyorum.

Craig Armstrong - The Negotiator, "Intro Theme" ile Sezen Aksu'nun "Unuttun mu beni?" şarkısının arasındaki benzerlik beni benden aldı başka diyarlara götürdü. Ülkemizin en güçlü bestecileri 90'lı yıllarda yapılan filmlerin müziklerinden ağır biçimde esinlenip altına imza atıyorlarsa yuh olsun artık dedirtti. Oysa ne çok sevmiştim bu şarkıyı yaz başında. İki beste arasındaki fark bir türk tarafından sahiplenilmiş olanında sözsüz kısımlarda tıngırdatılan gitar melodisi. O da aslında nedense ilk başında beri hiç yabancı gelmedi, bir kaç kovboy filmi zilesem nereden alındığını bulmak mümkün aslında. Bu şarkının altına "bir film müziğinden esinlenerek bestelendi" yazılması kimsenin incilerini dökmezdi sanırım. Neyse ülkemizde rezil olma müessesesi hiç çalışmadığı için kimse ayıplarını neredeyse 50 yıldır üstlenmiyor. Bir güzel susuluyor.

Edebiyat ve müzik dünyası böyle işte hiçbir sır uzun süre sır olarakkalamıyor, dünya küçüldü insan okuduğunu ya da duyduğunu kolay kolay unutmuyor. Kimileri iyi hatırlanıyor kimileri de kötü.


Murathan Mungan ile ilgili olarak meraklısına linkler;



Bıyığın Böylesine de Pes Doğrusu !

Tamam anladık her yere bıyık da bu kadarı biraz fazla olmuyor mu? Ayıp yahu!!

13 Eylül 2011 Salı

Küçük Şeyler

Seneler boyunca görmediğin bir insanla karşılaşırsın.
- "Nasılsın? İyi misin?" diye sorarsın
- "İyiyim" der.
- "Ne var, ne yok?" sorusu gider gelir karşılıklı.
- "Hiiiç, ne olsun? yanıtı yankılanır ayaküstü.

Halbuki ayak üstü söylemeye değer bulmadığın aslında çok önemli şeyler de yaşanmıştır arada. Hatta bir çırpıda akla gelmeyen bir sürü küçük şey olmuş bitmiştir her ikinizin de hayatlarında.

Mesela;
- TV izlerken, karşısında uyuya kalmak.
- İnternetten yemek sipariş etmek.
- Vapur yaklaşırken, hemen iskeleye atlamak.
- Şeftali reçeli yemek.
- Hep aynı kitabı okumak, bitirince yeniden başlamak.
- Yolda durup bir eylemi, ya da eylemsizliği izlemek üzere bakakalmış insan kalabalığına karışıp kayıtsızca izlemek. Gördüklerine dair yorumlar yapmak. Öyle olmadı böyle oldu diye fikrini empoze etmeye çalışanlara; "Görünen köy kılavuz istemez" demek.
- Misafir edildiğin her sofrada sunulan her yemeğin tarifini almak.
- Şehirdeki bütün parklara en azından bir kez gitmiş olmak.
- En yakın arkadaşının arkandan dolaplar çevirmesi, seneler sonra bunu anlamış olmak.
- Davet edildiğin bir yemekte zehirlenmek.
- Duş alırken şarkılar söylemek.
- İnsanlar sana yalan söylerken gözlerinin içine baktığın anda yalanı anlamana rağmen anlatılanları dinlemeye devam etmek.
- Ayaküstü sohbet ettiğin kişi arkandan dedikodunu yapmamasını garantilemek için koktyel bitinceye kadar dibinden ayrılmamak.
- Yanında bir davet boyu dineldiğin için seni dedikoducunun arkadaşı sanmaları.
- Bilmediğin halde kahve falı uydurmak.
- Buna rağmen... Sonradan çıkma ihtimali var diye yanındaki kimseye rüyalarını anlattırmamak.
- Rüyada gördüğün bir kişiyi gerçek sanmak.
- Gerçekten yaşadığın bir olayı rüya sanmak.
- Çekirdek yemek konusunda muazzam bir hız kazanıp serileşmek. Bu eylem esnasında çıkarttığın sesin farkında olmamak.
- Terliklerin arkasını sürüye sürüye yolda yürümek. Çıkan sesin insanları deli etmesi.
- Ve bir sürü vesaire daha....

Büyük şeyler hep oluyor da işte böyle böyle küçük şeyler de var hayatta. Anlatabiliyor muyum?

10 Eylül 2011 Cumartesi

Gece Vardiyası – Stardust Collective Remix

Ay Vakti Vardiyası

Ay büyüdüğü vakit bambaşka bir hayat başlar bu şehirde. Herkes “karanlık işte” der geçer: Oysa bambaşka aydınlanır her şey. O karanlıkların içinden çıkan ışıklara bakıp da görmeyenler beni şaşırtıyorlar. 

Karanlığı seviyorum. Hava kararmaya başladı mı, beni bırakın dışarıya. Sabahın ilk ışıklarına, gün ışıyıncaya kadar dışarlarda dolanayım. Başka bir şey istemem. İstemedim de zaten. Tastamam böyle oldu. Karanlık benim için; ay demek, yıldız demek, hayaller, düşler, huzur, sukûnet, gizem, gerçek, meltem ve hayat demek, hatta inanır mısınız ışık demek. Ona isimler vere vere karanlığı yaşayan bir insan oldum nihayet. Çünkü o özgürlük demek. Huzur için hayata tavizlerim ve sukûneti sevebilmek için kaderime iade ettiklerim ile gereken her türlü bedeli ödedim. Artık düşler benim. Düşlerimde bir türlü anımsamayı beceremediğim geçmişe ait çehreler var. Neden hiç hafuzamda kalmıyorlar? Tanıdık suretler beni neden yalnız bıraktılar?

Askerdeyken mi girdi karanlık kanıma, bilmiyorum. Gencecik delikanlıydım daha. Hayatı askerde öğrenir derler erkekler için. Yok canım. Ne öğrendik orada. Silahı sök, silahı temizle, yeniden birleştir, nöbet tut ve ölme. Ölmemeyi nasıl öğrenir insan? Hayat bir şans ölüm ise şansının bittiği yer, koskoca bir talihsizlik. Sınıra yakındık, yıldızlı bir karanlık vardı. Soğuktu, rüzgar yoktu. Işık karanlığı boydan boya yırtmak için hazırolda bekliyordu. Gündüz birden olacaktı. Ama azıcık daha vardı. Ahmet’le dehşet dolu bir nöbet daha geçirmiştik. Bir kaç gündür rüzgarsızdı karanlıklar ve bu hareketsizlik iyiye alamet değildi. Gözümüz açık tutmamız bir an bile dalmamamız gerekiyordu. Cebimde son sigaram vardı. Ahmet’e sordum:

- Sende sigara var mı?

- Yok

Son sigaramı ikiye bölüp yarısını ona attım. Sigarayı alınca kibritini öyle bir çaktı ki gözleri apaydınlık oldu. “Ne büyük hata” diye düşündüğümü anımsıyorum. Büyük hataydı çehreni apaydınlık ortaya çıkarmak. Kuytuda duruyorduk gölgelere saklanmıştık halbuki.

Başımı arkamdaki toprağa dayadım. Ahmet elini ışığına siper edip gizleyerek sigarasından derin bir nefes çekti ve her zamanki gibi yeni doğmuş kızını anlatmaya başladı. O zamanlar evlenmek ve bir kız evladına sarılmak bana çok uzaktı. Bilmiyordum tabi askerden döner dönmez aşık olup evleneceğimi. Kızından ne zaman bahsetse gönül teli titrerdi Ahmet’in. “Bir gün benim de olur mu acaba?” diye düşünürdüm o böyle konuştuğunda. Oturduğum yerden ifadesini seçemiyordum ama gözlerinin dolu dolu olduğunu tahmin ediyordum. Tam o sırada karanlığı bir ıslığımsı bir rüzgar böldü. Belli belirsiz ama artık tanıdığım tehlikeli bir rüzgar. Sanki bir şey vurdu Ahmet’in bulunduğu yere.. “Bir şeyin yok ya?” diye fısıldadım. Kıpırtı bile gelmiyordu Ahmet’ten, silahıma sarılıp öte yana ateşe başladım. Ateşim karşılıksız kaldı. Karagahtan koşarak karıncalar gibi başımıza toplandılar. Tek bir atış yapılmıştı. Ahmet’in yanına gittim. Miğferinde bir delik açılmıştı çehresi kan içindeydi. Sabah olunca üstündekileri çıkardılar. Ceplerini boşalttıklarında üç paket sigarası olduğu ortaya çıktı. Sigarası olduğunu benden gizlemiş olmasına hiç kızmadım. Onun ölümü beni çok etkiledi. 

Askerden dönünce evlendim. Hemen bir çocuğumuz oldu. Karımı da çocuğumu da çok sevdim. Ayşe ile Emel. Onlar için öl deseler ölürdüm de sonra birden değiştim. Susmayı dinlemeyi çok sever oldum. Yaşayanları ve çürüyenleri anımsar oldum; bütün hüzünleri yani. Biricik eşim ve sevgili Öykü’mün adlarını anarken bile içim cız ediyor hala. Ama yürüdüm çıktım evden. Ben evi, evliliği, gündüzü değil hayalleri, meltemi, yıldızları istiyordum. Kalsaydım hepimiz daha mutsuz olacaktık. En çok Emel’im üzülmüştür, çocuk ne de olsa. Ama alışırlar. Herkes alışır. Hayat böyle. Önce acır, için yanar. Sonra alışırsın. Yedi sene geçmiş. Yedi senedir hep bu ışıklardayım, yedi senedir hep yollardayım.

Özgürlüğü kendi mülkiyetine aldığını sanmak ne kadar komik aslında. İmkansız. Onu bilenler iyi bilir. Ortası yoktur, ya hiç birşey yahut herşeyini bilirler. Sen karanlığa değil o sana ışıkları ile sarılır. Karanlık da bana sarıldı, bir daha bırakmadı. Yıldızlar görünecek gibi oldu mu koyuluyorum yollara.

Evlendikten sonra öğrendim ki yıldızlar gökte gezerken, uykumda konuşuyormuşum. Sanki rüya nöbeti tutar gibi gürültü çıkarıyormuşum. Hanım söyledi. Yedi sene önce kapıyı çekip çıktım evden. Taksi şoförü olmaya karar verdim. Artık karanlıkta uyuyunca o sınır nöbetlerini tekrar tutmak istemiyordum. Arkadaşımın gözümün önünde vuruluşunu bir daha, bir daha görmek o kadar zordu ki. 

Gündüzü unuttum artık, sadece vurdumduymaz gürültülerini tanıyorum. Ay vakti ile gündüzün müziği bile o kadar farklı ki. Gündüzler hayat dolu, canlı, cıvıltılı, koşuşan insanlar, enerji yüksek. karanlıkta olanlar daha farklı, daha karamsar bazen, gürültüler de enerji de farklı. 

Kapıyı çarparak evden son kez çıktığım gerçeğini anımsıyorum bazen. Karım TV seyrederken uyuyakalmıştı, üzerini battaniye ile örttüm, uyanır gibi oldu. Biraz bekledim. Saçlarını belli belirsiz okşarken kulağına fısıldadım: “Ben senin saçının bir tek telini bile incitirsem çaresiz kalırım, ama gitmem lazım, affet beni” Saçlarından son bir kez öpüp arkamı döndüm. Çok kolay bir kaç adım attım sokağa doğru, ama aslında zordu ayrılmak.

Durakta bazen gündüz vardiyasına yazıyorlar adımı. Hiç istemiyorum. Hemen yalvar yakar karanlıklara yazdırıyorum kendimi. Işıklı yollarda sürmenin tehlikeleri de var biliyorum, ama huzursuz uykulardan bıkmıştım. Uyumamak daha iyiydi. Bu şehrin her bir karışını adım adım, santim santim ezbere öğrendim sonunda. Ay’ı, yıldızların ışıklarını seviyor, o ışıkları gördükçe artık gizem saatlerinde uyumadığıma seviniyorum. Uykularıma, düşlerime giren hareketleri artık işitmek istemiyorum.


"Taksi Remix Kolaj" - D.M.




Öyküye dair bir teşekkür yazısı:

Lô-La'nın verdiği ilhamdan hareket ederek bir öykü yazdım, Gece Vardiyası. Sonra beraber bir oyun oynadık, 18 kişi katılmıştı bu öyküyü tam burada yayınlayacakken 19. oyuncumuz da geldi. Öykünün ilk halinde yer alan 10 kelimeyi yani; Vermek, sahiplenmek, sesler, eskiler, anılari üşüşmek, korku, kızım gece, yüz kelimelerini çıkardım. Ve bu kelimelrin yerine;.Kunegond, D., Aynır (Küçük Hala), Eren, Beenmaya, Hazan, Kara Kitap, Fahimbey, Emili, Pisikopati, Çiğdem, Egemavisi, Şule, Ne Yazdı Ne Yazamadı, Tabiat Ana, Tutsak, Beyaz Lale, Kamikaze, Üç Ünlü İçinde Bir Ünsüz'ün verdiği kelimeleri koyarak hikayeyi yeniden düzenledim. bazı cümlelerin ve bazı paragrafların yerini değiştirdim. Üç tane soru ilave ettim ki o sorular da oyunculardan gelmişti. Hikaye kelimlerin yer değiştirmesi ile biraz farklı hale dönüştü, tıpkı şarkılara yapılan remixler gibi bu da bizim kollektif remiximiz oldu. Bana güvenip, zaman verip katılan herkese çok teşekkür ederim. Sevgiler. , 





9 Eylül 2011 Cuma

Gece Vardiyası

Geceyi seviyorum. Hava kararmaya başladı mı, beni bırakın dışarıya. Sabahın ilk ışıklarına gün ışıyıncaya kadar dolaşayım. Başka bir şey istemem. İstemedim de zaten. Tastamam böyle oldu. Geceyi yaşayan bir insan oldum. Gece için hayata geri verdiklerim, geceyi sahiplenebilmek için kaderime iade ettiklerim ile gereken bedeli ödedim. Artık gece benim.

Gece bambaşka bir hayat var bu şehirde. Herkes skaranlık zanneder oysa bambaşka bir aydınlanıyor herşey. O karanlıkaların içinden çıkan ışıklara bakıp da görmeyenler beni şaşırtıyorlar. 

Geceyi sahiplenmek ne kadar komik aslında. İmkansız. Geceyi bilen bilir. Sen geceyi değil gece seni sahiplenir. Gece beni de sahiplendi. Gece oldu mu koyuluyorum yollara.

Gündüzü unuttum artık, sadece seslerini tanıyorum. Gece ile gündüzün sesleri bile o kadar farklı ki. Gündüzler hayat dolu, canlı, cıvıltılı, koşuşan insanlar, enerji yğksek. Gece sesleri farklı daha karamsar, daha farklı gürültüler, enerjisi de farklı. 

Askerden dönünce evlendim. Hemen bir çocuğumuz oldu. Karımı da çocuğumu da çok sevdim. Ayşe ile Emel. Onlar için öl deseler ölürdüm de sonra birden değiştim. Susmayı dinlemeyi çok sever oldum. Eskileri anımsar oldum. Gündüz bir şeyleri anımsamak zor, gece anılar birer birer üşüşüyor. Biricik eşim ve sevgili kızım adlarını anarken bile içim cız ediyor hala. Ama yürüdüm çıktım evden. Ben evi, evliliği, gündüzü değil geceyi istiyordum. Kalsaydım hepimiz daha mutsuz olacaktık. En çok Emel’im üzülmüştür, çocuk ne de olsa. Ama alışırlar. Herkes alışır. Hayat böyle. Önce acır, için yanar. Sonra alışırsın. Yedi sene geçmiş. Yedi senedir gece, yedi senedir hep yollardayım.

Askerdeyken mi girdi gece kanıma bilmiyorum. Gencecik delikanlıydım daha. Hayatı askerde öğrenir derler erkekler için. Yok canım. Ne öğrendik orada. Silahı sök, temizle, yeniden birleştir, nöbet tut ve ölme. Ölmemeyi nasıl öğrenir insan? Hayat bir şans ölüm ise çansın bittiği yer, talihsizlik. Sınıra yakın bir geceydi. Soğuk, rüzgarsız bir geceydi. Işık geceyi boydan boya yırtmak için hazır olda bekliyordu. Gündüz birden olacaktı. Ama azıcık daha vardı. Ahmet’le korku dolu bir gece daha geçirmiştik. Bir kaç gündür sessizdi geceler. Sessizlik iyiye alamet değildi. Gözümüz açık tutmamız bir an bile dalmamamız gerekiyordu. Cebimde son sigaram vardı. Ahmet’e sordum:

- Sende sigara var mı?

- Yok

Son sigaramı ikiye bölüp yarısını ona attım. Sigarayı alınca kibritini öyle bir çaktı ki bütün yüzü apaydınlık oldu. “Ne büyük hata” diye düşndüğümü anımsıyorum. Büyük hataydı yüzünü apaydınlık ortaya çıkarmak. Kuytuda duruyorduk gölgelere saklanmıştık halbuki.

Başımı arkamdaki toprağa dayadım. Ahmet elini ışığına siper edip gizleyerek sigarasından derin bir nefes çekti ve her zamanki gibi yeni doğmuş kızını anlatmaya başladı. O zamanlar evlenmek ve bir kız çocuğuna sahip olmak bana çok uzaktı. Bilmiyordum tabi askerden döner dönmez aşık olup evleneceğimi. Kızından ne zaman bahsetse sesi titrerdi Ahmet’in. Oturduğum yerden yüzünü görmüyordum ama gözlerinin dolu dolu olduğunu tahmin ediyordum. Tam o sırada karanlığı bir ıslık sesi böldü. Belli belirsiz ama artık tanıdığım bir ses. Sanki bir şey vurdu Ahmet’in oralarda bir yere. “Ahmet bir şeyin yok ya?” diye fısıldadım. Ses gelmiyordu Ahmet’ten, silahıma sarılıp öte yana ateşe başladım. Ateşime karşılık veren olmadı. Karagahtan koşarak başımıza üşüştüler. Tek bir atış yapılmıştı. Ahmet’in yanına gittim. Miğferinde bir delik açılmıştı yüzünün sağ yanı kan içindeydi. Sabah olunca üstündekileri çıkardılar. Ceplerini boşalttıklarında üç paket sigarası olduğu ortaya çıktı. Sigarası olduğunu benden gizlemiş olmasına hiç kızmadım. Onun ölümü beni çok etkiledi. Evlendikten sonra öğrendim ki geceleri uykumda konuşuyormuşum. Sanki gece nöbeti tutar gibi sesler çıkarıyormuşum. Hanım söyledi. Yedi sne eönce kapıyı çekip çıktım evden. Taksi şoförü olmaya kara verdim. Artık geceleri uyuyunca o sınır nöbetlerini tekrar tutmak istemiyordum aslında.Arkadaşımın gözümün önünde vuruluşunu bird aha bir daha görmek o kadar zordu ki. 

O kapıyı çarparak evden son kez çıktığım geceyi anımsıyorum bazen. Karım TV seyrederken uyuyakalmıştı, üzerini battaniye ile örttüm, uyanır gibi oldu. Biraz bekledim. Saçlarını okşadım belli belirsiz. Kulağına fısıldadım: “Ben senin saçının bir tek telini bile incitmekten korkuyorum, ama gitmem lazım, affet beni” Saçlarından son bir kez öpüp arkamı döndüm. O kadar zordu ki ayrılmak. 

Durakta bazen gündüz vardiyasına yazıyorlar adımı. Hiç istemiyorum. Hemen yalvar yakar geceye yazdırıyorum kendimi. Gece sürmenin tehlikeleri de var biliyorum ama her gece her gece huzursuz uykulardan bıktım. Uyumamak daha iyi. Bu şehrin her bir karışını adım adım, santim santim ezbere bilirim. Geceyi, gecenin ışıklarını çok severim. O ışıkları gördükçe artık geceleri uyumadığıma seviniyorum. Uykularıma, düşlerime giren gece seslerini artık duymak istemiyorum. 



Bu öykü için ilham veren Lô-La’ya teşekkür ederim.
"Taksi Kolaj" - D.M.