31 Ocak 2011 Pazartesi
Alim Olmak Gereksiz
Üç İsimli Kız
30 Ocak 2011 Pazar
İstanbul Ortaya Karışık
29 Ocak 2011 Cumartesi
Karşılaşmalar
28 Ocak 2011 Cuma
Sabrın Ya Da Ertelemenin Sonu/nda
21 Ocak 2011 Cuma
Türk Sabah Müziği
Yataktan zıp-kın gibi zıplayıp fırlıyorum. Banyoya dalmadan evvel radyoyu açıyorum. Aman o da ne? Güzel bir melodi, şahane sözler, etkileyici bir kadın vokali aniden kanıma işliyor Türk hafif müziği imiş. Damardan bir esermiş. Büyürken insanın içindeki çocuğu yeniden bulmasını anlatıyormuş. Kah karlı dağlara yansıyan kendi gölgesinden, kah hayatının rotasını kendi kendine çizmekten kah devasa dalgalara yelken açmaktan bahsediyormuş.
Meğer Gülşen, Demet, Murat, Rafet, Seren, Reyhan, Emre, Gökhan-lar, Şehrazatiyetler, Levent, İzel, Çelik, Ercan, Sinan, Aykut, Pötek, Gülben ve benzerleri şak diye hepten kestirip atmak suretiyle müziği bırakmışlar. Hatta bırakmakla kalmamışlar meğer on yıldır müzik yapmıyorlarmış. Ses rengi denen orijinallikten mahrum kalmış bağırganlar ve onlara ritm döşeyip üzerine slogan attıran ibibişler ortadan tası tarağı toparlayıp kaybolunca pop müzik alanındakiler de rock müzisyenlerinin yaşadığı kendini geliştirme ve bunu müziğine yansıtabilme hazzını tatmaya başlamışlar. Müzik bir kalitelenmiş, bir kalitelenmiş mutluluktan parmaklarını yersin. Prodüktörler kaliteli müziğin de alıcısının olduğunu fark etmişler. Halk bet seslere kulaklarını tıkamayı falan öğrenmiş. Böyle olunca da müzikte dekoltajın kitabını yalamadan yutmuş yengeler, kırkını devirirken kendine yirmilik süsü vermiş enişteler yerine yeteneği olan, yeteneğini emeği ile birleştirebilenler ayakta kalabilmişler.
Yalan tabi, yok böyle bir şey. Ne olmuşluğu ne de olabilirliği var. Eski tas eski hamam devam edecek, elliyi çoktan devirmiş ebediyen ablalığa mahkum müzik köşetaşlarının yarattığı gençlik argosu zorla hayata geçirilmeye çalışılacak. Biz de onları dinleyip dinleyip sabahlara dek aşklayacağız, bir japona aşık olacağız, bu gecelerin adamı olamazsak eğer ezberleri bozacak, elleri havada üçyüzkırkbeş kere şakşaklatarak “ay inanmıyorum hala ve hala hepsi benim mi?”, “hadi bakalım kolaysa başına gelsin” zırvaları ile mutluluk nöbetleri geçirirken bir yandan ter ter tepineceğiz. Dört notadan fazlasını kullanmadan yapılan sayıklamalar beste diye yutturulmaya devam edilecek. Altmışlı yılların türk rock zihniyetiyle yapılmış türkü uyarlama saçmalıklarını, özgün müzik gibi uyduruk isme sahip (Hııı.. Tabii.. bu özgün öbürküler değil) sazlandırılmış davudi sesli vıyıltıları ve de arabEKs denen türler arası kombinezon pardon kombinasyonu saymıyorum bile.
Affınıza sığınarak şuraya bir saplama yapasım var:
1- İki yılda bir albüm çıkartılacak (Nerden?)
2- İki ayda bir bir bilemedin iki duayen ziyaret edilip şarkı edinebilmek için ona şirin ötesi görünülecek.
3- İki yılda bir albüm çıkartmak sıkıyorsa, (zorsa yani) yılda bir singıl olmazsa olmaz.
4- Single albüm tutmadıysa eskilere tutunulacak, nostalji yapılacak, gerekirse arabeskin dik alası da olabilir.
5- Slikonlar takınılıp, yer çekimine “Dur!!!” denilecek.
6- Dudaklar ebediyete kadar büzüştürülüp, konuşulan ya da poz verilen her kimse onunla aramızda konuşlanmış ama görmesi ölümlüye namümkün bir nokta seçilip gözler belertilerek tam o nokta süzüm süzüm süzülecek.
7- Yılda 15 kilo şişilecek, manşetler eşliğinde bu şişkinliklerden kurtulunulacak, zayıflamanın reçetesi her sene, her sene tekrar tekrar bıktırasıya kadar yeniden verilecek.
8- Manşetlerce ve TV dedikodu programlarınca unutuldukça hatırlanmayı mümkün kılan eylemlerin hepsi mübah.
9- Daha çok dekolte.
10- Çok unutulursak mümkün olan her yere svaroski taş yapıştırıp bunları dükkan tutulup orada satılacak
11- Albüm/Single çıkınca Beyaz, Okan ve diğerleri o hafta sırasıyla ziyaret edilip “ay ne esprili, ne kültürlüyüm ki ne çok diyecek lafım varmış” yapılacak. Sorulacak olursa “üç yaşında sahne tozunun yalanmadan yutulduğu, bu tozun öksür öksür çıkmadığı” anlatılacak.
Her güzel alıntı gibi bunun da sonu varmış. Bunu zaten söyledim, ama gelin görün ki aşk böyledir önce sevdirir sonra sopa sopa cancaazlarım.
Adam/kadın bir şekilde bir şarkı ile şöhret ile haşır ve neşir olmaya görsün, önümüzdeki 40 sene şarkı yapmak mecburiyetinde gibi, tiraj arttırmak peşinde türlü ucubelikle karşımıza çıkıyor be kardeşim. Devlet memurluğu da değil ki bir emekliliği yok bunun ki, jübilesi yapılsın, gitsin bir daha geri gelmesin. Ölünceye değin yirmilerinde yaş görüntüsü hedefleyerek beş yaşındaki çocuk aklı ile zıp zıp zıplanılacak karşımızda. Olgunluğa eriştiğine kanaat verince de, yani kalça geri dönüşü olmaz biçimde korselerden taşmaya başladığında diyelim, Basen bölgesini gizlemek için o yöreyi komple örten kazaklar giyilip sağ omuz olabildiğince açılacak ki dikkatler gerden boyun omuz üçlüsü arasında gitsin gitsin geri gelsin. Bu arada botokslu dudaklar yüzün ortasında anlamsız biçimde ancak ve ancak patlangaç adı verilebilecek bir çiçek şeklinde büzüştürülecek. Bu eylemler sonucunda doğuştan gelen ve sözüm ona saraylılara yakışan bir doğallık sergilenecek. Yahut da enişte beyler göbekleri çifte korse ile gizleyecek. Mamafih botokslar sarktığı için bir dudağı yerde olan mosmor suratı ve olabildiğince önce dişlekleştirilmiş sonra bembeyazlaştırılmış bir diş yapısı ile derin uykusundan az evvel uyanan gözleri mahmur zombi misali manasız bakılacak. 45 sonrası 25lik ve de doğallığın dış görüntüsü bunlar olacak – ki içi kendilerini dışı ne canları yakacak.
Bu işin kuralı bu şimdilik.
Gelişen bir şey yok.
Sabah uykudan fırlayınca radyoda boşuna güzel şarkı aramanın yeri ve zamanı değil.
Hep aynı, hep aynı.
Resim: Renee
19 Ocak 2011 Çarşamba
Yanıtları Uydurulabilen Sorular
Lokantalarda birbuçuk porsiyon ya da tıka basa bir aileyi dolduracak kadar çok çeşidi ısmarlayıp da yanında neden vicdan azapta gerek misali diyet içeceği isterler? Zayıflamak için mi? Zayıf kalmak için mi?
Bankalarda kasa dairesinin kapısı mesai saatlerinde ardına kadar açık dururken değeri elli kuruş etmeyen tükenmez kalemler neden ipinden bankoya zaptedili durur? Kalem mi değerli yoksa insanların uğruna birbirlerini öldürmekten kaçınmadığı para mı? Yoksa gönülleri mi zengin değil?
Sokakta parkedilmiş arabaların en ucuzundan en pahalısına hepsinde alarm takılı. Yoldan geçen biri arabayı dürtse, ya da ağır bir vasıta anidan hızla seyretse cümle alarm faaliyete geçer. Çeşit çeşit kafa tırmalayan ses sokakta yankılanıp civarda oturanları rahatsız eder. Balkona çıkıp bakarız, bunun sahibi nerelerdeleniriz de sahibi çıkmaz. Alarm çalar çalar susar. Arabanızın alarmı çaldığında evde kaygısız oturup kendi kendine sesini kesmesini beklemek mi gerekiyor yani? Ya arabayı çalıyor olsalar, umursanmayan alarmmı koruyacak arabayı?
Kedilerin farelere kayıtsız kalamadığı söylenir, fare etinin pnlar için doğal besin olduğu söylenir. Madem öyle hem kediler şenlensin hem haşerat bir hayvan türü bir miktar gözlerden ırak olsun, neden fareli kedi maması üretmezler?
Nuh gemisine hayvan, börtü, böcek doldururken neden bir iyilikte bulunup da sivrisinekleri geride bırakmayı akıl etmedi acaba?
Üzerinizdeki yün kazağınızla yağmurda kalır ve ıslak kazağınız üzerinizde kurursa çeker küçülür. Yağmura yakalanan koyunlar neden çekip küçülmüyorlar?
Uçakların hiçbir koşulun imha edemediği kara kutuları vardır. Uçak düşer, herşey lime lime olur, kutu yine kara kutudur bir şey olmaz. Ararlar bulurlari kutudakş kayıtlardan uçağın nasıl düştüğünü anlarlar. Peki o halde niçin uçakları kara kutu gibi düştüğü, yandığı, suyun dibini boyladığı vakit hasar görmeyecek biçimde üretmiyorlar bir türlü?
Bir cilt hastalığımız olmadıkça çoğumuz güneşe yayılıp yattığımızda ya da güneş altında fazla turladığımızda tenimiz koyu tonlara doğru renk değiştirir de aynı güneşin altındaki kumral ya da sarışınların saç renkleri deriler koyulaşırken neden daha açık tonlara dönüşür?
Lotodan ikramiye kazananların isimlerini gazetelerde görüyoruz da bugüne kadar neden hiçbir falcıya ya da astroloğa ya da TVlerde boy gösteren medyumumsulara büyük ikramiye çıktığını duymadık hiç?
Terzi kendi söküğünü niye dikemesin? Olsa olsa domuzluğundandır domuzluğundan…
14 Ocak 2011 Cuma
Monica Zor Durumda
Eve geldim. Buzdolabından kocaman bardak dolusu buzlu su, televizyonun karşısına geçip ayaklarımı uzattım kanepeye. Kedi geldi izin ister gibi baktı yüzüme. “Gel” deyince atladı, yerleşip kucağıma oturdu usulca. Sinema kanallarını dolaştım. Festival filmleri kanalında Gaspar Noé’nin filmi. Alt geçitte geçen meşum mizansen. Monica zor durumda.
Kadına uygulanan şiddeti bu kadar netlikle veren başka film görmedim. O kadar rahatsız edici. Tecavüz ve öldüresiye dayak. Tecavüz eden, tecabüz edilen ve burunlarına kadar dayanmış kıpırdamayan kamera seyirciyi bu insanlık dışı ama insanlık tarihi boyunca var olmuş sahnenin ortağı yapıyor. Filmi önceden görmüştüm merakımdan izlemeye devanm ettim; TV kanalı neyi ne kadar gösterecek diye.
Tecavüz sonuna kadar kesintisiz orada. Erkeğin işi bitince kadının üzerinden kalkarken kesip bir sonraki sahneye geçmişler. Oldukça pornografik sahne başından sonuna kadar orada, adam kalkarken erkeğin çıplaklığına sansür. Tecavüz sonrasında izlemsi zor bir dayak sahnesi var oraya da makas. Heme sıradaki mizansene geçiliyor. İzleyenler bilir Irreversible isimli filmin akışı sondan başa doğrudur. Bir önceki sahne aslında kronolojik olarak tecavüzden önceki olaylar. Monica bir ev partisinde. İçki, sigara ve uyuşturucu. Sigaraların gözükmemesi için iyi çaba sarfetmiş kanal. Bulandırılıp ekstradan dumanlandırmış.
Yani biz sayın izleyiciler bir tecavüzü başından sonuna erkeğin aman diyeyim bir kenarı gözükmeden izleyip zevk alalım gülelim oynayalım. Tecavüz sonrası dayağı görmeyelim maksat kanal kapanmasın. Sigara zararlıymış gösterilmesin. Masumiyetimiz bozulmasın.
Ne büyük bir iki yüzlülük bu. Sorarım size Monica’nın geçtiği yollar neden meşeli?
13 Ocak 2011 Perşembe
Ölüme Yakın Duran Kedi
Kedilere evini açanlar bilirler. Kedi ölüme yakın durdu mu ortadan kaybolur. Yine sizinle aynı çatı altında kalır, ancak sizin insan gözü ile farkedemeyeceğiniz ancak kendi kedi gözünün çok önceden seçtiği gözden ırak düşecebileceği bir kuytuya saklanır ölmek zamanı geldiğinde. Çocukken kedilere dair dikkatimi çeken bir şey hastalandıkları zaman tüylerinin bayat balığa benzer bir kokuya büründüğü ve o koku duyulduktan sonra seçtikleri köşeye saklanmaya gittikleriydi. Kediyi ne kadar seviyor olsanız da, onu saklandığı yerden çıkarıp alıp kendi yaşam alanına çekiyor olsanız da, onun yine başı öne düşük kuyruğu bacaklarının arasına sıkışmış vaziyette çıkarmaya çalıştığınız gizli, huzur veren son yuvasına geri döneceğiydi.
Tüylü sakin dostlar ölümü ve acıyı paylaşmayı sevmiyorlardı. O son anları huzur içinde bir başlarına yaşamayı seçiyorlardı. Ölümün elinden tutup sizi bırakarak gittikleri gün arkalarından gözyaşı dökmeniz, bahçenin yine kuytu bir köşesine gömerek yasını tutmanız ise serbestti.
Geçtiğimiz yaz, zor günlerin yazı idi. Hastane yaşamına dair tecrübe edinme yazı idi. Annemin geçirdiği iki ameliyat sonrasında yaklaşık kırk gün kadar İstanbul’da bir hastahanede refakatçi günleri idi. Refakatçiler arası dostluğu, paylaşmayı öğrenme yazı idi.
Kedisever refakatçiler bahçedeki kantini ev bellemiş bir kedi ailesini kaşarlı ve sucuklu tostlar ile yada günlük tabldottaki yemek artıkları ile besliyorlardı. Anne kedinin bir gözü mavi diğer gözü tuhaf bir yeşil renkteydi. Üç yavrusu vardı; gri, alacalı ve tekir yavrular. Anne kedi bahçedeki kameriyelerden ağaç altında olanın üzerine zıplıyor ve yavrularını orada emziriyordu. Kameriyenin üzerinde temmuz güneşine kendini siper eden bir ulu ağacın ağacın gölgesi sayesinde kurtuluyor, yavruları süt emerken o yarı aralık gözlerini gurulu biçimde kırpıştırıypordu. Kameriyenin üzeri sadece hasta odalarından görülebiliyordu. Kediler için huzurlu bir köşe yaratırken kameriyenin çatısı, insanlar için birazcık gölge ve biraz esinti sağlıyordu. Ta ki drama sever bir kadın çığlığı temmuz sıcağını yırtasıya kadar:
- Ay burda kediler var.
Kadının canhıraş halini duyan godzilla benzeri bir yaratığın pençesi altında son nefesini verdiğini zannedebilirdi. O kadar uğursuz bir çığlıktı. Ben hasta odasının penceresinden aşağıya bakıyordum. Kedi her zamanki gölgesinde gözleri yarı kısık, minik kediler süt emmekten yorgun düşmüş uyku ülkesinin rehavet yüklü kapılarına serilip kalmışlardı. Kedileri benim gibi beslemekten hoşlanan bir kadın aşağıda çay içiyordu. Kantindeki görevlinin eli gölgedeki gri kediye uzanıp boynunda yakaladı aniden ve çekmesi ile minicik kafasını koparması bir oldu.
Ben aşağıya koşarak indiğimde diğer iki yavru da aynı akıbeti paylaşmış anne kedi kaçmıştı. Kedisever kadın çığlık çığlığa bağırarak bu yaptıklarının insanlık dışı olduğu haykırıyor, kantin görevlileri ve kantin sahibi deli kadın rolünü uygun gördükleri kadını alaycı bakışlarla – suskun - izliyorlardı. Çöp kutularından birisinin ağzını örten mavi naylon parçası rüzgar ile kıpırdayarak açıldıkça içeride birbirinin üzerine atılmış tekir, alacalı, gri tüy yumakları gözüküyordu.
Kadının isyanına bende katıldım ama kantinin suskun ve doğulu insanları ile iletişim kurmaya çalışmanın yararı olmayacağı belli olmuştu. Kadın bana dönerek “başhekime çıkıp şikayet edelim bunları” dedi. Başhekimin odasını bulduk, sabırla odasına dönmesini bekledik. Geldiğinde ısrarımızdan bıkan görevliler yanına girmemize izin verdi. Olayı anlattık kendisine. Başhekimin sözleri şaşırtıcıydı ancak şaşırtmamalıydı. Bu ülkede yaşıyorduk, kimse bir işe elini atmak, tabiri yerinde ise kimse yaralı parmağa işeyip bir nebze olsun faydalı olmak istemiyordu. Şunları söyledi sayın başhekim doktor:
- Bu işe beni karıştırmayın.
Kadınla birbirimize bakakaldık ve odayı terkettik. İkimizde susuyorduk geri dönerken. Susmak en kolayıydı.
Kantinden geçerken kantin sahibinin çalışanlarına taslar içinde kuruyemiş ikram ederek ödüllendirdiğini gördük. Ne de olsa üç kedi yavrusu ve iki zibidinin olay çıkarması hadisesini bertaraf ettiğinin bilincindeydi adam.
Kediyi aradık bahçede, kameriyeden biraz uzaktan kuytu bir delip bulmuştu. Korku ile bakıyordu resmini çektiğimde. Kadın eğilip okşadığında kaçmadı. Kıpırdamadı bile. Sonra hastane odasına doğru yola koyulduk. Kadın ellerini kokladı, bana dönerek “biliyor musunuz, kedi balık gibi kokuyordu” dedi.
12 Ocak 2011 Çarşamba
Amanda'nın Yılbaşı Partisi
11 Ocak 2011 Salı
Naif Süper
Abim seyahate çıktığı için dairesini ben kullanıyorum. Güzel bir daire. Abimin epeyce parası var. Neyle uğraştığını Allah bilir. Pek iyi takip etmiş sayılmam. Ya bir şeyler satıyor ya da satın alıyor. Şimdi yurt dışarda seyahat ediyor. Nereye gideceğini söylemişti. Bir yerlere yazdım. Afrika olabilir.
Bana bir faks numarası verdi ve ona gelen mektuplarla mesajları faksla yollamamı tembih etti. Benim ufak işim de bu. Basit ve kolayca kıvrılabilir bir iş.
Bunun karşılığında da evinde kalabiliyorum.
Buna minnettarım.
Tam da ihtiyacım olan şey.
Kafayı dinlemek için biraz zaman.
Yaşamım son zamanlarda azcık tuhaflaştı. Her şeye karşı ilgimi yitirdiğim bir noktaya vardı.
* * *
Sahip olduklarım şunlar:
Ama listeyi daha yakından incelediğimde, bunun dengesiz ve kötü bir hesap olduğu daha bir netleşti kafamda.
Sahip olduklarımdan bazıları olmadan da idare pekala idare edebilirdim ve sahip olmadığım birtakım şeyler, yaşamak istediğim şekilde yaşayabilmem için elzem gözüktüler gözüme.
Çeviren: Dilek Başak - 2003 - Tavanarası Yayınları.
9 Ocak 2011 Pazar
7 Ocak 2011 Cuma
Ezberbozan
6 Ocak 2011 Perşembe
Yeni Kelimeler
İzmir Kedisi Kirloş
5 Ocak 2011 Çarşamba
The Event
4 Ocak 2011 Salı
Nankör Köpek
"TV kanalının duygu koordinatörü (anchorman) ne dedi acaba bu işe?" O da ayrı bir merak mevzuu.
2 Ocak 2011 Pazar
1 Dakika Ve 56. Saniye
1 Ocak 2011 Cumartesi
Catfish
Şu anda çok kötü bir şey yapmak üzereyim. Yılın son günlerinde senenin en güzel filmlerden bir tanesini izledim ve bu filmi hakkında hiçbir bilgi edinmeden izlemenin yapılacak en hayırlı iş olduğunu biliyorum. Buna rağmen bu film hakkında yazmak istiyorum. O yüzden sizden ricam eğer Catfish'i izlemediyseniz lütfen bu yazıyı okumayınız.
Catfish Sundance film festivalinde yıldızı parlamış bir dokümanter film. Filmde yer alan kişiler gerçek. Aktarmaya çalıştığı konuyu; merak, yalanlar ve internet olarak özetleyebilliriz. Ancak filmde anlatılan olayların gerçek olamayacağını iddia edenler de çoğunlukta. İzleyince kararı sizin vereceğiniz filmlerden bir tanesi ile karşı karşıyayız.
Nev Schulman yirmili yaşlarda New York'lu bir fotoğrafçı. Kardeşi Ariel ve arkadaşları Henry Joost ile aynı evi paylaşıyorlar. Kardeşi ve Henry amatör olarak filmler yapıyorlar. Nev dansçı fotoğrafları çekiyor. Çektiği resimlerden bir tanesi gazetede ve gazetenin internet sitesinde yayınlanıyor. Bir kaç ay sonra Michigan'ın kasabalarından birinden Abby isimli 8 yaşındaki bir kız çocuğu Nev ile temasa geçerek, ona gazetedeki fotoğrafa bakarak yaptığı yağlıboya tabloyu gönderiyor. Nev çekmiş olduğu fotoğraftan yapılmış resimden etkileniyor. Abby'ye üzerinde çalışması için yeni fotoğraflar gönderir. Her fotoğraf geriye yağlıboya tablo olarak geriye döner.
Nev Abby'nin ebeveynleri Angela ile Vince ve Ablası Megan ileinternet üzerinden tanışır. Facebook'ta birbirlerini eklerler. Megan müzik yapmaktadır. Aile Nev'e koliler gönderip onu şaşırtmaktadır. Nev'in kardeşi ve arkadaşı internet üzerinde gelişen dostluk ilişkisini dokümanter film haline getirmeye karar verir. Filmin müziklerini megan'ın gönderdiği MP3 kayıtlarındaki müzikler ile yapacaklardır. Bu arada Nev ile Megan arasındaki ilişki hızla romantik yöne kaymaya başlar. Sürekli cep telefonu ile mesajlaşlaşılmakta (1500 mesaj), arada telefon ile görüşülmekte, internette yazılı sohbetleşilmektedir.
Nev, Ariel ve Henry Abby'nin yaşadığı yere yakın bir yerdeki dans festivalline katılacaklarını bildirirler ve onlardan uzun bir süre orada kalacakları için gelmelerini, beraber vakit geçirmeyi talep ederler.
Festival için otele vardıklarında chatleşirken Megan'ın Nev'e gönderdiği bir şarkının başkasının facebook videolarından alındığını farkederler. BU olaydan sonra düşündükçe ve mesajları birbirleri ile karşılaştırdıkça bu aile hakkında yolunda gitmeyen bazı izleri farkederler.
Bunun üzerine habersizce aleyi ziyaret etmeye karar verirler. Sonunda ne ile karşılaşacaklarını bilmedikleri bir yola koyulurlar. Bu insanlar gerçekten var mıdır, yok mudur? Merakla koyuldukları yolculuğun sonunda neler yaşayacaklardır? Vardıklarında yalanlar katman katman açılır, arada gerçek olduğunu düşündürenlerin izleri belirir ta ki en altta yatan "insan" tüm çıplaklığı ile ortaya çıkıncaya kadar.
Dokümanter bir filmin merak unsurunu filmin yarısında ortaya çıkartıp, buluşma anından sonra izleyicisinin zekası ve duyguları ile kedinin fare ile oynadığı gibi oynaması ve bunu basit çekimler, gizlenmiş kameralar, elbiselere saklanmış mikrofonlar ile başarabilmiş olması bir mucize. Film bittiği ana kadar baş karakterlerden birinin sırlarını ele vermeye devam etmesi dahası film bittikten sonra yazılar geçerken arada facebook sayfalarının görüntülleri üzerine konuşmalar girip katmanların açılmaya devam etmesi çok etkileyici. Filmin finaline doğru"Catfish"in öyküsünü Vince'in ağzından dinlemek ise büyük keyif. Bu ad nerden çıkmış diye düşünmektense o da aydınlanıyor film bitmeden.
Uzun zamandır beklediğim sinema keyfini böyle minik bütçeli, mütevazi bir filmden alabilmiş olmak da yeni yıl hediyesi sanki.
Filmin bir kaç fragmanı var her biri birbirinden etkileyici.