"Akışı Olmayan Sular"a ev sahipliği yapmış apartman bu öykü kitabında da daha da heybetli biçimde karşımızda. Kitabın son öyküsünün finalinde yer alan ve anne - kız öyküsünün son sayfaları okuru adtea bir anda bir tiatro sahnesinin içine ya da bir filmin en kritik anının yaşandığı sahneye çeker ve alır.
Nedir bu sahnede yaşanan?
Annesinin yıllardır hiç değişmeyen, her olaya karşı hazırda tuttuğu üç, beş tekrarlanan mimiğinden, değişmeyen tepkilerinden, gürültücü kahkahasından ergenlik çağına girmiş bir çocuk gibi neredeyse nefret eden, artık kendisi de iki çocuk annesi olmuş bir kadının; annesini bir kredi fare oyununun içine çekmeye çalışması anlatılır. Ancak kadının planı yürümeyecek ve sürekli duygusuz olmakla itham ettiği kadının nasıl bir aşkın kıyısından geçtiğini anlayarak, seneler sonra nihayet annesinin içinde gizlenen “şey”i görecektir.
Alıntı
Ağzına dek götürdüğü bardağı bir yudum bile almadan koyuyor tepsinin üstüne. Yüzü o denli bozuk ki, konuşmayı sürdürüp sürdürmemek konusunda kararsız kalıyorum bir ara. Ama öğrenmem gerek. Kesinlikle ve ayrıntılarıyla.
"Yahu, anne, babamla o kadın arasında..."
Öğrendim sayılır artık. Şu sapsarı kesilmiş, her yanı titremeye koyulmuş şişko kadına daha fazla işkence etmenin ne gereği var? Ama ok yaydan çıktı bir kere.
"...bir şeyler vardı, bir şeyler oldu değil mi?"
"Ne münasebet? Nereden çıkarıyorsun böyle zırvaları, durup dururken?"
"Yahu anne ne çıkar söylesen? Bunca yıldan sonra ne önemi var?"
Ne önemi mi var? Yumruk yemişçesine ters yüz olmuş şu yaşlı kadın nelerin önemi olduğunu anlatmıyor mu bana? Neden böyle acımasızca gidiyorum üstüne? Bir şeylerin önemini - hiç değilse kendim için - daha başından beri bilmiyor muydum?
Yerinden kalkıyor. Fırlamıyor, hayır. Annemden beklenilecek olan fırlamaktır oysa. Top gibi zıplamaktır hatta.
Ağır ağır kalkıyor ve gözlerimin içine bakarak alçak sesle konuşuyor.
"Yalan söylüyorsun. Neden durup dururken yalan söylüyorsun bilmem. Ama yalan işte. Onu görmedin!"
Arkasını dönüyor bana. Çirkin bibloların sıralandığı bir rafa yaklaşıyor. Uluslararası üne sahip bir oyuncu ancak bu kadar güzel oynayabilir bu sahneyi. Şaşkınım.
"Neden yalan söyleyeyim?"
Sanki biblolarıyla konuşuyormuş gibi, ömrümce ondan işitmediğim alçak bir sesle yanıtlıyor.
"Yalan söylüyorsun. Çünkü o öldü."
Bu kez yumruk yeme sırası bende.
"Öldü mü?"
"Öldü. Ölmeseydi birlikte gideceklerdi. Bizi bırakmaya karar vermişti baban. Bankaya benim adıma para yatıracaktı. Çok para... Her şeye yetecek kadar para diyordu. Belki de ondan alacaktı. Ama..."
Konuşmasını sürdüremiyor. Ağlamaya da başlamıyor. Susuyor yalnızca.
"Nasıl öldü peki?"
Sorumun anlamsızlığını sözler ağzımdan çıktıktan sonra ayrımsıyorum.
Annem biblolardan ayrılıp bana dönüyor ağır ağır.
"Ne farkeder?"
Varoluşçuluğu benimsemiş bir felsefe öğrencisinin yetkin yıkılmışlığıyla yineliyor.
"Ne farkeder? Öldü. Babanı da öldürdü. Baban daha on dört yıl yaşadı sanıyorsun sen, değil mi? Yanlış! Ben biliyorum, hep biliyordum, onunla birlikte öldüğünü."
Ne diyeceğimi bilmiyorum.
Hiç tanımadığım bir kadın bu karşımdaki. İlk kez annem olarak değil de, insan olarak görüyorum onu.
Birden kıpırdanıyor. Bir şeyler yapmaya davranacak. Ama elleri kararsız. Koltuğa yaklaşırken devinimleri hala dağınık.
"Çaylar buz gibi oldu." diyor sonunda bildik sesini toparlayarak. Zarflı bardağa uzanan elinin titremesi tam geçmemiş.
Evet o duygusuz, kaba, gürültücü ve şişman annenin içinde gizlenen şey elbette bir insandır.
Bu iki kitaptan sonra Kür’ün yazdığı ne varsa aldım okudum: 12 Mart dönemini ve sonrasını bir avuç insanın üzerine düşmüş izler üzerinden anlatan “Yarın Yarın”, Tiyatro camiasındaki ilişkilerin resmigeçidine andıran “Küçük Oyuncu” ve köleleştirilmiş, çaresiz bırakılmış bir kadını anlattığı “Asılacak Kadın”.