9 Şubat 2011 Çarşamba

Bütün Düşler Nazlı'dır

Huzur Apartmanının önüne ulaştığımda her yanım karla kaplanmıştı. Merdivenlerine serilmiş kırmızı halılarıyla, konuttan çok bir Uzak Doğu oteline benzeyen apartmana girerken una bulanmış bir hamsi hissettim kendimi.

Asansöre binip en üst kata çıktım.

Kapının ziline basarken, saatim tam onikiyi gösteriyordu.

Kapı açılır açılmaz alev rengi saçlar hoş bir parfüm kokusuyla birlikte dalga dalga merdiven boşluğuna yayıldı. Türk edebiyatının düş ustası Nazlı Eray, televizyon programlarından bildiğim ışıl ışıl gülümseyişi ile karşımda duruyordu işte.

Birlikte salona geçtik.

Benim gibi düzenli birisi için başdöndürücü bir karışıklığı vardı salonun. Duvarları boydan boya kaplayan kitaplıklar, binlerce kitap ve video kasetiyle doluydu. Masa ve sehpaların, hatta koltukların üzerlerine bile dergiler, açık kitaplar, gazete kesikleri yığılmıştı.

Kanepede duran kitapları iteleyip oturmam için bana yer açtıktan sonra, kendisi de televizyonun karşısına yerleştirilmiş deri koltuğa oturdu. Aramızdaki sehpaya konmuş bir gümüş çerçeveden Marilyn Monroe hınzır hınzır gülümsüyordu bana. Onun İlbank bloklarındaki çalışma evinde özel bir Marilyn odası bile olduğunu duyduğumdan baş köşedeki bu resime fazla şaşırmadım.

Çantamdan çıkardığım "Her gün perşembe olsa"yı uzattım ona. Teşekkür ederek aldı. Merakla sayfalarını karıştırmaya başladı. Kitabın, ilk dostum anneanneme adanmış olması, birbirimize çabucak yakınlaşmamızı sağlayan ortak noktalarımızdan yalnızca biriydi.

Bir süre garip bir tutkuyla bağlı olduğumuz Ankara'dan konuştuk. Yaşamlarımıza sokak sokak sokularak, bir tür bağımlılık yaratmıştı. İkimiz için de çok derin anlamlar taşıyordu bu kent.

Annesi, babası, kardeşi, bütün ailesi İstanbul'da yaşıyordu. İlk, orta ve lise eğitimini de yine orada tamamlamıştı. Sonra ani bir kararla, üstelik Hukuk Fakültesini de yarım bırakarak anneannesinin yanına gelip Ankara'ya yerleşmesinin nedenini merak ediyordum. Sanki kırk yıllık dostmuşuz gibi koyulaşan sohbetten cesaret alıp sordum,

"İstanbul'dan neden ayrıldınız?"

"İlk aşk" dedi. "İlk düş kırıklığı. Anlatmamı ister misin?"

"Sizi üzmeyecekse dinlemek isterim"

"O zamanlar çok etkilemişti beni. Yıllar geçti üzerinden. Artık üzmez."

Bir sigara yakıp anlatmaya başladı.

Ege!ymiş adı......


* * * * *

Bilkent Konser Salonundan çıkıp arabaya bindik.

Usul usul kar atıştırıyordu. Kulaklarımızda Hector Berlioz'un Fantastik Senfonisi ile hiç konuşmadan kente doğru ilerlemeye koyulduk.

"Bundan sonra ne yazmayı düşünüyorsun?" diyerek sessizliği bozdu.

"Yine yeni öyküler var tezgahta. Ama henüz benimle dolaşan, demlenme aşamasındaki bu öyküler ne zaman kağıda dökülürler bilemem" dedim.

"Bu arada farklı bir tür deneyip renkli, şaşırtıcı bir yaşam öyküsü yazmaya ne dersin?" diye sordu ansızın.

Anlamıştım.

Hızla gaza bastım yanıt yerine.

Önümde uzun, sorumluluk ve sabır isteyen, hem çok zor, hem de çok keyifli bir yol olduğunu biliyordum. Coşkuyla biraz daha yüklendim gaz pedalına.

Bizim beyaz Renault Spring, üstü açık toz pembe bir Cadillac Coupe'a dönüşüp gökyüzüne doğru kanatlandı.

Geceyi yırtarak birlikte anıların içine daldık.

23 Ocak 1995 - 30 Ocak 1998




1998 - Can Yayınları


Meraklısına Linkler:

2 yorum:

  1. ilgimi çekti... :) merak ettim.paylaşım için ,teşekkürler :)

    YanıtlaSil
  2. çok güzel bir kitapmış.paylaşım için teşekkürler.not ettim:)

    YanıtlaSil

Yorumlar