31 Aralık 2009 Perşembe

Eksi Bir

Karlı yılbaşılara veda edeli uzun zaman oldu ama yılbaşı kelimesi ne zaman geçse karlarla çevrili manzaralar geliyor aklıma. Belki de eskinin kartpostallar göndererek kutlanan yeni yıllarından yer etmiştir aklımın bir kıyısında. O kartpostallarda kızakların çektiği araçlardaki mutlu çocuklar karlarla kaplı yollardan geçip geniş ve ışıklı evlere doğru giderlerdi. Zihnimde o taşra kentinin karlarından çok kartpostallardaki karlar, kardan adamlar, noel babalar yer etmiş. Karsız bir yılbaşı daha geldi. Birini bitirip, öbürüne geçiyoruz. Takvimden bir yaprak daha eksildi. Hoş takvimler de kartpostallar da gittiler, yerlerini elektronik takvimler ve elektronik postalar aldı. Birisi hoş bir cümle kuruyor, koyalayıp yapıştırıp birbirimize iletiyoruz. O cümlelerin içinde, mutluluk, sağlık, başarı dilekleri üç aşağı beş yukarı hemen hemen aynı yerlerde konuşlanıyor. Geyik ya da klişe kıvamında bir cümleyi de ben kopyalayıp yapıştırdım bu sene arkadaşlarıma. Dedim ki;

“Mutluluk bankasının sevgi şubesinde, 2010 no'lu hesabınıza, mutluluk içinde harcamanız temennisiyle 365 gün daha yatırılmıştır. Yeni yılda yüzünüzde hep gülümseme, çevrenizde hep gülümseyen insanlar olsun, hayatınızda sağlık, mutluluk ve başarı, içinizde umut ve hayaller eksik olmasın. Mutlu yıllar dilerim.”

Bu da benim son geyiğim oldu 2009’a dair.

Takvimdeki yaprakların daha hızla çevrilmesini beklemekte zorluk çektiğim yıllar geride kalıyor. Her bir yıla kazandığım bir yıl daha değil de hayatımdan eksilen bir yıl diye bakmaya ne zaman başladığımı kendimi ne kadar zorlasam da anımsayamıyorum. Çok olmamıştır her halde.

2009 eksi bir, eşittir 2010.

Bu sabah okuduğum gazetenin üçüncü sayfasında her sabah koşuya giden erkek arkadaşının spor yapmasına mani olmak isteyen bir kadının, sabah dışarıya çıkmasına mani olmak için kapıyı kilitlediği yazılıydı. Kapıyı kilitli bulan adam “beni boğuyorsun, rahat bırak artık” dedikten sonra silahını alarak kadını iki ayağından vurmuş ve koşu yapmaya çıkmış. Bunun gibi cinnet haberleri bireye kadar inmiş vaziyette iken bitirdiğimiz bir yıl.

Sanırım yarın Taksim’de taciz haberlerini izleyeceğiz, sanırım yarın haberlerde yeni yılı ilk kutlayan Sidney ve Çin’den görüntüler izleyeceğiz, İngiltere, Almanya ve Fransa’da kutlanan yeni yıla ilişkin görüntüleri, sarhoş değilim iddiası ile trafik polislerini atlatmaya çalışan insanların komikliklerini, yeniyıl kutlaması esnasında yanan evleri.

2009 eksi 1 eşittir 2010.

Fazla derinine inmeyeceğim ama tahmin edilebilir bir yıl bizi bekliyor.

Bekleyeceğiz.

Göreceğiz.

İyi seneler dilerim.



29 Aralık 2009 Salı

Tırrrrr-roleybüslere Veda !!!

Eskiden bu şehirde troleybüsler vardı.

Fakültemizin önünden troleybüse biner, Konak’a ya da Mithatpaşa üzerinden Fahrettin Altay’a giderdik. Hoş o dönemler Sahilyolu da yoktu o yüzden meta zori geçilirdi Mithatpaşa Caddesi’nden. Troleybüsler tuhaftı ama nedense o dönem tuhaf gelmezdi biz yolculara. Kutu gibi daracık, sanki 1930'ların dokusunu andıran iç dizaynı, 1920’den 1960’lara sarsıntıyla her durakta durarak ilerleyen, oradan Star Trek zamanlarına atlayan dış dizaynı vardı bunların. Bindik mi zaman tüneline girmiş gibi olurduk. Sanki ilk durakta şoför; “sene 1945, var mı inecek?” diye bağıracakmış gibi gelirdi. Durağımıza geldik mi inerdik: Çoğunlukla bindiğimiz sene inerdik durağımıza yılın son gece yarısını troleybüste geçirmiyorsak şayet. O da nadiren belki de asla. Otobüsten inmeler sakindi, binişler hep o sakinlikte değildi.

İlk tuhaf anım fakültenin önünden bir kız arkadaşımla bunlardan birine binerken yaşamış olduğum. Neşeli bir tip olan arkadaşım önden, ben hemen onun ardında attık kendimizi araca. Arkaya doğru ilerliyoruz, şoför “hop hop” diyerek bir şeyler gevelemeye başladı. Ben adetim olduğu üzere bana doğru seslenmeleri asla üzerime alınmam. Arkadaşım ise benden de vurdumduymaz. Bize hoplamalarla erişemeyeceğini anlayan adam “Kotlu bayan, kotlu bayan” diye seslenmeyi seçti.

Arkadaşım merakla sordu: “Bana mı seslendiniz?”
“Bayan, öğrenci bileti attınız nerden belli öğrenci olduğunuz?” diye bu sefer şoför sordu.
Bunun üzerine arkadaşım sağ eline defterini alıp havaya kaldırdı, sol elindeki kitaplarını aşağıya indirip bir nevi reverans yaparak yana döndü, gülerek: “Kıyafetlerimden değil elbette, pasomu gösterdim girişte” dedi gülerek. Şoförler o zaman şimdikiler gibi küstahlıktan agresifliğe ve oradan manyakça saldırganlıpa doğru evrimleşme dönemlerine başlamamıştı bile. Adam gülerek “Dalmışım kızım görmedim” diyerek güldü. Birkaç yaşlı yolcu da güldüler. O seyahatten sonra arkadaşımın adı elbette “Kotlu bayan” olarak kaldı. Seneler geçti o yıllara dair anıları paylaşanlar kızın adın değil kotunu ve bayanını anımsıyorlar.

Troleybüslerin belirli bir güzergahı vardı, o yoldan asla çıkamazlardı çünkü izledikleri rota üzerindeki tollara cihazların enerji sağladıkları özel bir elektrik hattı vardı. Araçlar bu elektrik hatlarından vatandaşların boynuz adını taktığı tuhaf bir antenimsi, kancamsı, hatta balık oltamsı bir edevat ile elektrik alırdı. Bazen ani bir duruş, hızlı giderken dönüş gibi durumlarda boynuz elektrik hattından çıkar, troleybüs aniden dururdu. Şoför sol tarafındaki kapıyı açar adeta atlayarak yere iner, otobüsün arka bölümünü geçerek boynuzunu tellere geçirir aracı tekrar yürütürdü. Uzun sürmezdi bu işlem yoksa İzmir’in cehennem sıcağını andıran döneminde durmakta olan o araçların içinde bir iki dakikadan fazla kalabilmek bizim harcımız değildi.

Ben troleybüslere kendi rotamdaki değişiklikten ötürü veda etmeden kısa bir süre önce Üç kuyular’dan binmiş Alsancak’a gidiyordum. Troleybüs doluydu, oturan gençler ayaktaki yaşça büyük yetişkinleri görmezden geliyorlardı. Tutunulacak yerin kayışlarına dengeli biçimde tutunamayan bir adam gördüm. Dış görünüşten yaş tahmininde bulunamıyordum o zamanlar o yüzden ne çok yaşlıydı ne de gençti diyebilirim. Adamın alnı terliyordu. AKM yakınlarında durakta yolcular inmeye başlarken adam yere düştü. Adamın öldüğünü kim, nasıl anladı hatırlamıyorum. İlk kez ölü bir insan bedenini troleybüste görmüştüm. Az evvel ayakta duran, alnında terler olan adam az sonra yerde yatıyordu. Çenesi bir tuhaf olmuştu, elleri bir çocuğun ki gibi büzülmüş, ayakları kıvrılmıştı. Az evvel canlı, şimdi ölü. Hayat aniden bitiyordu.

Troleybüslerin de ömrü bitti İzmir’de, yol üzerindeki elektrik hattına bağlanan boynuzları, yılları devirmiş narin detaylarına rağmen hantal görüntülü gövdeleri yok artık. Hayatımızdan nasıl çıktılar, en son ne zaman bir troleybüse bindim hatırlamıyorum.

Yeni yıla girmemize şu kadarcık kalmışken bu kadar nostalji olsun değil mi ya?

24 Aralık 2009 Perşembe

Her Evin Öyküsü

Her evin bir öyküsü var. Her insanın olduğuna göre, evlerin de olacak elbette. Gece olunca ışığa bürüneninden karanlıklara göümülü kalanına kadar her birini ayrı öyküsü var. Bazen bir çığlık sesi yükselir o sarı odalardan, bazen afedilmesi mümkün olmayan bir müzik. Hiç dinlemediğiniz, duymadan önünden geçtiğiniz sesler bazen yolunuzu keser. Günaydın veya gülümsemeye selam vermeyenlerin dalgınlıklarında, insan sevmezliklerinde gizlenmiş öykülerine bir ucundan tanıklık edersiniz bir gün. Çok sevecen ve dışa dönük, dost canlısı insanların aslında maskelerden oluşutuğunu görüp de şaşırabilirsiniz. Aldatıldığınızı hissedersiniz bazen. Ama hayat bir aldatmaca zaten. İnsan çoğu kez kendini aldatır kısa vadede başkalarını kandırdığını zannederken.


16 Aralık 2009 Çarşamba

Tuhaf Apartman İsimleri ve Milyonlarca Bisiklet

Lüzum oldu, günlerdir ilginç bir apartman ismi arıyorum. Bu arayış vesilesi ile blog camiasından bile uzak durur oldum. Yıllar boyunca aklımda yer eden, arkadaşlarla yaptığım e mail, mesaj trafiğinden onlardan edindiğim garip apartman isimlerini topla topla sonu yok gibi. Tabeladaki ismiyle bile sanki merak uyandıran, ismin gerisinde merak uyandıran bir öyküyü saklar hissi uyandıran apartmanlar mı arasınız, bir kez gördüğünüzde “doğru mu gördüm acaba” kuşkusu ile dönüp tekrar baktırtanları mı. O kadar çoklar ki:

Duymadık Apartmanı,
Ölmesek Apartmanı,
Çile Apartmanı,
Bevliye Apartmanı,
Bayar Apartmanı,
Ralli Apartmanı,
İffet Apartmanı,
Dünya Malı Apartmanı,
Oral Apartmanı,
Güdüm Apartmanı.

Hayat, Kader, Ekselsiyor gibileri saymıyorum, ayrıyeten turuncu renge boyanmış olsa da Bembyaz Apartmanını listeme almıyorum. Onların yerine İzmir’de kendi gözlerimle gördüklerim kategorisinde yer alanları şöyle listeliyorum:

Zararsız Kardeşler Apartmanı,
Göbelez Apartmanı,
Zorba Apartmanı,
Çokiçen Apartmanı,
Yılların Emeği Apartmanı,
Dönmeyecek Apartmanı,
Anal Apartmanı,
Vuruşkan Apartmanı,
Herman Gençleri Apartmanı,
Göç Apartmanı,
Bizim Apartman,
Alaimisema Apartmanı,
Burçlar Apartmanı.

Bana göre; en hüzün vereni “Dönmeyecek” apartmanı, en merak uyandıranı da “Burçlar” apartmanı. Bu ikincisinin üşenmesem bir gün resmini çekeceğim. Oniki daireli bu apartmanda kapı numarası yerine burç isimleri var, balkonlarında da her bir burcun işareti. Hoş ve zarif bir fikir kanaatindeyim.

İsimler hoş da benim öyküme katkısı olmadı, sonuçta ben kendim uydurmak zorunda kaldım.

Bu apartman bahsini önce bir türbe ismi: “Tezveren Sultan Türbesi” – ki öyküsü bir blog entrisi olacak denli enteresandır.

Sonra da 2005 yılından sevimli bir pop şarkısı ile kapatayım. Katie Melua isimli bir Gürcü güzeli söylüyor “Nine Million Bcycles”

Sözleri bilimsel olarak yanlış veriler içeriyor olsa da bu hataları kafaya takmaya gerek yok sanırım.

11 Aralık 2009 Cuma

Dünya Kuran

Adam kadını çok sever. Kadının anılarını, hayallerini alır ve bunlarla o kadın için bir dünya kurar. Zamanla yarışmaktadır adam. Zamanı dolduğu anda; kadın, adamın kurduğu dünyaya adım atar. Kadın, kapı önlerinden geçerken, vitrin önlerinden yürürken adamın kalbi küt küt atar. Yarattığı dünyanın bir ucunda, ufak bir noksanlık vardır. O noksanlığı görürse kadın sanki herşeyin sonu gelecektir. Görmez noksanlığı kadın. Bomboş sokakta usul usul yürür. Bir tek çiçeği görünce durur. Adamın az önce solmuş yapraklarına can verdiği çiçektir bu. Kadın çiçeğe yaklaştırır dudaklarını. Mutludur. Kadının da zamanı kısadır o dünyada. Kısa bir süreliğine kurulmuş dijital dünya yavaş yavaş silinecektir. Komadadır aslında ve adam son bir defalığına sevdiği yerleri izlettirmiştir kadına. Kurduğu dünya silinirken, kadının hatralarından kurulmuş dünyadaki anları resimlere dönüşür. Adam kadının dudaklarının çiçeğe değdirdiği andaki, noktaya değdirir dudaklarını.
Aşk bazen hüzünlüdür, bazen de hüzün hafif kalır aşık olmanın verdiği acının yanında.
Bruce Branit bir günde çekmiş kısa filmi "World Builder"'ı, çekim sonrasındaki işlemler 2 yıl sürmüş. Ve "dünya kuran" kısa ama etkileyici bir film olarak sanal dünyadakilerin seyrine sunulmuş 2008 yılında.



World Builder from BranitVFX on Vimeo.

10 Aralık 2009 Perşembe

...Ve Sonra

David ilk e-maili aldığında sanki kabahat işlerken suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi önce susmaya karar verdi. Ancak, kararını çabuk değiştirerek ancak yine bir çocuk gibi, ona inanmayın dercesine Nazan’ın gönderi listesindeki herkese ünlem işaretli bir cümle yolladı. O cümleyi Nazan’a gönderecek kadar gücü yoktu. Aylarca saçma sapan bir borç için peşinden gelmiş, mesajlar yollamış kadından bu kadar süre boyunca kaçtıktan sonra, “o kinci kadına inanmayın” e-mailini kendisine gönderemezdi. Önce Samantha’nın işe balıklama dalması, ardından babasının onu yerin dibine geçiren sözleri ve ve bunlara Nazan’ın verdiği cevaplar sinirlerini iyice bozmuştu.

İçmeye öğlen başlar gece eve dönünceye kadar en az on beş şişe bira içerdi. Babasının e mailinden sonra her zaman gittiği barda adisyon fişinin arkasına hesap yaptı. Her gün bir bira noksan içse Nazan’a olan borcunu fakına bile varmadan ödeyebilirdi. Bu kadar kolaydı demek. Çok mutlu olup bir bira daha söyledi. O kadar sevindi ki günlük bira haddini aştğını fark etmedi. Artık kapasitesini aşmıştı günde onyedi bira tüketmeye başladı. Son e mailden sonra Nazan’ kafasından sildi attı. O akşam eve döndüğünde Samantha yoktu. Oysa barda beraberdiler. Ne zaman kalkmıştı. Ah evet saat on gibi kendisinin neredeyse yarı yaşındaki bir genç erkekle başka masaya kalkmıştı. O masada çok samimi olduklarını gördükten sonra bir daha o yöne bakmamıştı David. Bir yer bulabildilerse kesin bir iki saat sonra damlardı Sam.

David sessizliğin tadını çıkarmak istedi. Salonda, Sam’in oyuncak tavşanlarının durduğu TV sehpasının üzerinde bir zamanlar TV’nin durmakta olduğu boşluğa baktı uzun uzun. Eastenders’ı izlediğini hayal etti. Babası, annesi ile yaşarken de Eastenders’ı izledikten sonra.babası ile beraber köşedeki bara gidip bira içerlerdi. Gözlerini kapadı o barı düşledi. Bardan çıkıp yemyeşil çimenlerle çevrili köylerindeki yoldan yürüyerek kendini yatağın üzerine bıraktı usulca. Üstündekileri çıkarmaya üşenmişti. Yemyeşildi her yer.

Bir saat sonra kapı açıldı. Dudakları sızlayan Samantha ilk başta direnen kapıyı zorlayarak eve girdi. Yatak odasının olduğu yerden horlama sesi geliyordu. “Pis ayyaş” diye söylendi. Duşa girdi. Nazan’a çok kızıyordu. Bir zamanlar yakın arkadaşı olan bu kadın yazdığı e mailler ile aslında nasıl bir adamla yaşadığını herkese ilan etmişti. Sular kızıla boyalı saçlarından yüzüne, omuzlarına akarken Nazan’ı sildi kafasından. Bu gece beraber olduğu genç adam düşündü. “Yakışıklı ama işlevsiz” diye geçirdi içinde. Kendi zevkinden başkasını düşünmeyen bir erkek daha. İngiltere’nin yeşil kırlarına bakan köyündeki barda içmeyi özlemişti. O yeşil günler geldi aklına. Duştan çıktı, kurulanırken aynaya baktı. Dudakları şişmişti, boynunda diş izleri vardı. Yapma demişti o kadar dinletememişti. Adam illaki kendi izini bırakmıştı az önce boynuna. Başı hala dönüyordu. Aynadaki kadına da “pis ayyaş” dedi. Yatak odasına geçti.

Dorian erkenden yatmıştı. Oğlundan haber almayalı bir yıldan uzun süre geçmişti. Karısı çok üzülüyordu, ama ondan bahsetmek kadını daha da çok üzdüğü için adını anmıyorlardı artık evde. Birbirlerinden habersiz endişe dolu e mailler gönderiyorlardı oğullarına. Bir yıldan sonra yaşadığına dair bir haber aldıkları için çok mutlu olmuşlardı. Uykuya dalarken oğlunu düşündü yine. “Neden yazmıyor bize?” diye sordu karısına, karısı çoktan derin uykuya dalmıştı bile, onu duymadı.

Nazan alışverişe çıkıyordu.’de Öğle saatleriydi daha. Mutlu bir yaşamı vardı, mutluluğunu herkes bilsin istiyordu. Eskiden canını sıkan herkesin canını sıkmaya karar verdiğinde sonunda kendi canının sıkılacağını düşünmemişti. Bu İngiliz milleti bir garipti. Borcunu ödemeyen bir adamı nasıl da korumuşlardı. Tehdidini düşündü. Uğraşmaya değmeyeceğine çoktan karar vermişti. K-Mart’ta onu bekleyen eşi aklına gelince gülümsedi. Yemyeşil ağaçlar hafiften sarı ve kırmızının tonlarına bürünmeye başlamıştı. Radyoda Neil Young'ın Philadelphia şarkısı çalıyordu. Lansdowne’daki ağaçlı yoldan hızla geçerken, gölgeler arabasının üzerine neşeyle dokundular. Can sıkıntısı işte o anda bir daha geri dönmemecesine silindi gitti.

Kedi rüyasında çimenlerin üzerinde koşuyordu. Hep balkondan gördüğü ama bir türlü üstünde yürüyemediği yerde koşuyor olmaktan çok büyük heyecana kapılmıştı. Bıyıkları titredi, arka ayakları seyirdi. Masanın üstündeki vazonun yanına kıvrılmıştı. Masa, yasak yer.

Vladimir kediye baktı, gülümsedi. Kedinin rüyasında neler gördüğünü sadece hayal edebilirdi. Nazan, Sam, Dave ve baba figürünü geçirdi kafasından. Öyküyü istediği gibi toparlayamamıştı. Yarattığı karakterlerin bir süre sonra kendi başına buyruk davranmaya başlamalarını, kendi yarattığı o insanların birbirlerini çekememelerini, sonunda birbirinden intikam almaya kalkmalarını pek sevmiyordu. Hayal ürünü oldukları bir bakışta anlaşılıyor o zaman diye üzülüyor bu üzüntüyü nasıl aşacağını pek bilmiyordu. Denemek için bu kez her bir karakterine bir e mail yaratmıştı. Kedi uyuyordu, diğer kedi de çalışma odasında olmalıydı. “olmeznazan” yazdı, Nazan’ın doğum gününden oluşan şifresini girdi.Gmail biraz yavaş açıldı. Dört e mail gelmişti Nazan’a Hepsini merakla okudu. Sonuncusu onu mutlu etmişti. Çok kısa bir soruydu. Vladimir yüksek sesle tekrarladı:

“Sen gerçek misin?”

Sesinin yankısı hoşuna gitmişti, artık neyin gerçek neyin kurgu olduğunu bilmiyordu. Yazmaya başlayınca hayal, uydurma, gerçek ne varsa hepsini sihirli bir kavanoza doldurup sallamışsın gibi oluyordu. Bu karışımda her şey el kararıydı, ölçüsü yoktu.

Vladimir’in kafasında yaklaşık iki aydır yeni bir fikir dolaşıyordu. Onbeş daireli bir eski apartman vardı, her bir dairesinde onbeş yıl boyunca başka başka insanlar yaşamıştı. Bazı geceler uykusundan uyandığını sanıp rüya görmeye devam ediyordu. O gece rüyasında apartmanın bahçe kapısından geçti. Çimenler ve güller vardı içeride. Yemyeşildi çimenler. Yürüdü bahçeyi geçti. Üç eski basamaktan yükselerk cümle kapısından geçti. O eski apartmanın gri renkli mozaik zemininde o gece ilk adımını attı Vladimir.

Birinci dairenin kapısını çaldı.


Nazan - 3

Kimden: Nazan Ölmez (olmeznazan@gmail.com)
Tarih : 27 Ekim 2009 Salı 15:19
Kime: dorianprecious@gmail.com, Vladimir, Browley, ebrummacmurphy@gmail.com, Jale Eryilmaz, Dilber Tatlisu, Emir Gunbegun, Florian Thellington, Finley Barthe, James Dilbertson, dicksilkwater@gmail.com, mortimermelrose@gmail.com, Roberta Wagehouse, damienprecious@gmail.com, davidprecious@gmail.com, Samantha Simpleperfect
Konu: Ynt: Ynt: David’e dair geçmişten bir ses!!!
Sevgili Dorian,

Başlamadan önce, yanıt vermiş olduğun için teşekkür ederim. Ben aslında ne senin, ne ailenizin diğer fertlerinin, ne de arkadaşlarımızın David’e ait olan ve kendileri ile hiçbir alakası bulunmayan bu borcu ödeyeceklerini düşünmemiştim. Evet, sana tepeden tırnağa kadar hak veriyorum, kaç yaşına gelmiş oğlunun kendine ait bu kadar basit bir borcu ödeyemeyecek denli aciz oluşunu, eski kız arkadaşından e-mail alarak bir kez daha öğrenmek çok zor olmalı. Onun ne kadar hesabını bilmez olduğunu ayrıldıktan ve bu kazığını yedikten sonra öğrenmiş oldum. Gurur duyacağn bir evlat yetiştirememişsin, ne yazık.

Bu e-mailler serisini alan herkesin de bildiği gibi Amerika’ya 2005 Eylül’ünde gittim, Şubat 2006’da ayrılmaya karar verdik. Mart 2006’da ülkeme geri döndüğümde benimle uydu aboneliğini devir için buluşmasını istedim, yanıt bile alamadım. Daha sonra türlü vesile ile ülkeme gelmeden önce hep e-mailler yolladım, kısa mesajlar çektim. Her birine borçlarını düzenli ödediğini bu konuda sorun yaşamadığını söyleyen mesajlar yolladı bana. Tabi ona inanmakla hata ettiğimi sonradan anlamış oldum.

Ancak geçen kış ülkeme döndüğümde bayii ile görüştüğümde durumun ciddiyetini anladım. Ama bunlar olurken o ne yapmış, eski evini terk edip gitmiş, uydu alıcısını da eski evinde bıraktığı için bir de cihaz parasını ödemek durumunda kaldım. Bu sorumsuz adamın borçlarını ödediğimde hala öğrenciydim ve evli değildim. Tarihleri de yazdım ki e mail listesindekilerden merakına yenik düşenler iyice kontrol etsinler


Sevgili e-mail listesindekiler,

Sözlerim hepinize, evlenmeden önceki hayatımın ve yaşadıklarımın şu andaki hayatımla alakası bile kalmadığını ilk ve son defa söylüyorum. Şimdiki hayat arkadaşımın, eşimin mevkine bakıp da onun önüne gelenin geçmişteki borçlarını ödeyen bir kişi, ya da mali işler meleği olarak görülmesini istemiyorum. Kocam David’in borçlarını asla ödemeyecek.

Bu para bana bir hafta içinde ödenmezse ben ne yapacağımı çok iyi biliyorum.

Dünya tatlısı David’in bana olan borçları ile hepinizi rahatsız ettim. Kusuruma bakmayın.

Nazan Ölmez

9 Aralık 2009 Çarşamba

Dorian

Kimden: Dorian Precious
Tarih : 26 Ekim 2009 Pazartesi 19:00
Kime: olmeznazan@gmail.com
Bilgi: dorianprecious@gmail.com, Browley, Vladimir, ebrummacmurphy@gmail.com, Jale Eryilmaz, Dilber Tatlisu, Emir Gunbegun, Florian Thellington, Finley Barthe, James Dilbertson, dicksilkwater@gmail.com, mortimermelrose@gmail.com, Roberta Wagehouse, damienprecious@gmail.com, davidprecious@gmail.com
Konu: Ynt: David’e dair geçmişten bir ses!!!
Nazan,
Çok kısa keseceğim. Sen uzun bir süre David’le çok yakındın. Onun para konusunda ne kadar hesabını bilmez olduğunu iyi bilmen lazım. Onun ne kadar savurgan ve ümitsiz olduğunu ben bedelini ödeyerek öğrendim.
David’in bu kadar uzun bir süre kendine ait borcu ödemediğini öğrenmekten dolayı aşırı derecede üzüldüm, hayal kırıklığına uğradım.Ondan ayrıldığında faturalarını ödemekte zorlanacağını biliyor olmalıydın. Madem sözleşme senin adınaymış neden sona erdirmedin ya da David’e devretmedin Sen devretmediğine göre o kendi üzerine devir alamazdı ki zaten. Bu devir işini yapmamaktan sen sorumlusun senin yüzünden borç büyümüş ne hallere gelmiş.

David’in senin ödediğin parayı ödemekte neden ciddi bir adım atmadığını anlamış değilim. Biz de zaten kendisinden nereyse bir yıldan uzun zamandır haber alamıyoruz. E-maillerini okumuyor galiba, ne benim ne de annesinin yazdıklarına cevap vermeyişi bizi o kadar endişelendiriyor ki anlatamam.

David yakında 40 yaşına basacak, yani kendi ayaklarının üstünde durabilen bir yetişkin. Hal böyleyken senin annesi, babası, ağabeyi, arkadaşları ve meslekdaşlarından borçlarını üstlenmelerini istemeni mantıksızca bulduğumu söylemeliyim. Öte yandan senin fakir bir öğrenci olmadığını hatta zengin bir profesör ile evlilik yapmış olduğunu da biliyoruz.

Dorian Precious

Nazan - 2

Kimden: Nazan Ölmez (olmeznazan@gmail.com)
Tarih : 24 Ekim 2009 Cumartesi 22:45
Kime: Samantha Simpleperfect
Bilgi: dorianprecious@gmail.com, Browley, Vladimir, ebrummacmurphy@gmail.com, Jale Eryilmaz, Dilber Tatlisu, Emir Gunbegun, Florian Thellington, Finley Barthe, James Dilbertson, dicksilkwater@gmail.com, mortimermelrose@gmail.com, Roberta Wagehouse, damienprecious@gmail.com, davidprecious@gmail.com
Konu: NE YAZIK!!!
Sevgili Samantha,

Sahiden de zamanında bir şeyler paylaştığını zannettiğin kimselerin böyle adileşmiş olmaları ne kadar acı verici.

Belki fark etmemişsindir (gözünü aç da tarihleri bir zahmet kontrol ediver) bu sorunu çözmeye çalışmak ne kadar zamanımı aldı biliyor musun? ( Hem de kimseyle paylaşmadan ve yalnız başıma). Eğer iğrençleşerek olan biten her şeyi ortaya dökmeyi seçseydim bunu seneler evvel yapardım. Ama hayır, hayır, HAYIR!! Ben seneler önce değil de şimdi açmaya karar verdim. Önce senin o biricik “harikulade ve sevimli insanın” David’e ulaşmak için defalarca uğraştım. Tahmin et senin o harikulade sevimli David’in ne yaptı? Söyleyeyim koskocaman hiçbir şey!!!

Çalıştığı yere 4 kere gidip kendinle uzaktan alakası olmayan bir borç için rica etmeye gitmek çok güzel bir şey mi sanıyorsun? Hayır, hiç de güzel değil ben söyleyeyim. Pekala, o kara kendimi oralara kadar yordum da ne oldu, sonuçta ödedi mi? Onu da söyleyeyim, HAYIR!!! Gittiğimde ödemeye tenezzül etmeyen adam, telefon mesajlarıma olumlu bir mesaj verdi mi? Onun da cevabı HAYIR!!!

Hazır halka açılmışken bir ucundan da sen maydanoz olmaya kalkmadan evvel iyi bir düşün istersen.

Şimdi de sıkı dur seveceğine emin olduğum bir soru geliyor: Görüşmeyeli sen neler yaptın güzel arkadaşım benim, eski erkek arkadaşının borçlarını ödeyecek birini kafesleyebildin mi ya da (tercihen profesör) evlendin mi? A tabii ki HAYIR !!!! Sen Nazan gibi iğrenç değilsin, gidip de ahmağın birisi olan eski erkek arkadaşının borçlarını ödeyesin değil mi?

Onu bunu bilmem David o borcu çatır çatı ödeyecek, git o harikulade insana pardon insan müsveddesine söyle.

Nazan Ölmez

Not: E-mailinin ekinde gönderdiğin güzel düğün resmimize bayıldım, çok teşekkür ederim. Bu poz bende yoktu. Umarım tanrı herkese hayatlarında en az bir kez o mutluluk dolu anı yaşama şansını verir. Bu arada, lütfen elini çabuk tut zengin biri ile benim ki kadar görkemli bir tören ile evlen. ( Başkasının olmasa bile en azından kendi borçlarını ödersin güzelim)
Not2: Bu e-mailimi de halka “malediyorum”

8 Aralık 2009 Salı

Samantha

Kimden: Samantha Simpleperfect
Tarih : 24 Ekim 2009 Cumartesi 12:01
Kime: olmeznazan@gmail.com
Bilgi: dorianprecious@gmail.com, Browley, Vladimir, ebrummacmurphy@gmail.com, Jale Eryilmaz, Dilber Tatlisu, Emir Gunbegun, Florian Thellington, Finley Barthe, James Dilbertson, dicksilkwater@gmail.com, mortimermelrose@gmail.com, Roberta Wagehouse, damienprecious@gmail.com, davidprecious@gmail.com
Konu: Korkunç, Korkunç, Korkunç
Sevgili Nazan,

David ile ilgili e-maili bana göndermediğin için sonradan ortak bir arkadaşımız sayesinde haberim olabildi. Ne büyük terbiyesizlik! Benim bildiğim Nazan böyle biri değildi.

David ile aranızdaki problemler keşke size özel kalsaydı. Bunu ortaya açmakla hepimize malettin böyle olunca ben de bildiklerimi ortaya dökeyim istedim.

E-mailindeki bazı konular bildiğim kadarı ile doğru ama tam anlamıyla da değil. Mesela David ile ayrıldıktan sonra onu Amerika’ya yanına çağırdığını unutuyorsun galiba? Onu yanına çağırıp gereksiz yere adamcağıza para harcatacağına birazcık hasret çekiverseydin, zavallı David uçağa vereceği para ile rahatça senin uydu faturalarını öderdi.

Ayrıca, fakir öğrenci ayaklarını e-mail listesindeki bazı kişiler yutabilir ama bana yutturamazsın. Bazılarımız senin beş parasız olmak şöyle dursun, geçtiğimiz yaz ne kadar varlıklı bir profesör ile evlendiğini pekala da biliyoruz. E- mailimin ekinde dünya evine girerken verdiğiniz pozlardan bir tanesi var. Bu durumunuzu bilmeyenler o fotoğrafa bakıp da o mesut günde ne kadar bahtiyar olduğunuzu görüp sevincinize ortak olabilirler. Acaba değerli eşin David’in borcunu ödemeyi düşünmez mi? Belki böylece hayatın boyunca yüzünü bile görmemiş olduğun insanlarda para dilenmene gerek kalmamış olur.

David’in babasına ve kardeşine böyle bir e-mail göndermiş olman son derece zalimce. İsa aşkına, David yetişkin bir erkek!!! Bunu sen de çok iyi biliyor olmalısın. Bu yazdığım yazıyı listedeki herkese gönderiyorum ki gerçeği herkes tüm çıplaklığı ile görebilsin. David senden ayrıldıktan sonra perişan olmuş, yıkılmış harikulade ve çok bir insan. Seni gerçekten sevdi. Seni untabilmek için nasıl uğraştı bilemezsin. Ve bütün bunların üstüne sen ona bu adiliği yapıyorsun!

Böylesine iğrenç birisine dönüşmüş olduğun için gerçekten çok üzgünüm. David’in sana olan borcunu ödemediğinin farkındayım. Kusura bakma ama bu gibi durumlar öyle abuk subuk e mailler yazarak çözümlenmez. E- mail yolladığın insanların hiç biri ile bağlantın yok, en son hangisi ile ne zaman görüştün ki tutmuş onlardan para istiyorsun!! İğrenç, iğrenç, iğrenç!!!

Eğer bu konuyu etraflıca konuşmak istiyorsan nerede olduğunu biliyorsun.

Samantha Simpleperfect


David

Kimden: David Precious (davidprecious@gmail.com)
Tarih : 15 Ekim 2009 Perşembe 18:05
Kime: dorianprecious@gmail.com, Browley, Vladimir, ebrummacmurphy@gmail.com, Jale Eryilmaz, Dilber Tatlisu, Emir Gunbegun, Florian Thellington, Finley Barthe, James Dilbertson, dicksilkwater@gmail.com, mortimermelrose@gmail.com, Roberta Wagehouse, damienprecious@gmail.com
Konu: Nazan

Nazan’ın mesajını dikkate almayın! Kinci ve zavallının biri işte!


7 Aralık 2009 Pazartesi

Nazan

Kimden: Nazan Ölmez (olmeznazan@gmail.com)
Tarih : 15 Ekim 2009 Perşembe 12:32
Kime: dorianprecious@gmail.com, Browley, Vladimir, ebrummacmurphy@gmail.com, Jale Eryilmaz, Dilber Tatlisu, Emir Gunbegun, Florian Thellington, Finley Barthe, James Dilbertson, dicksilkwater@gmail.com, mortimermelrose@gmail.com, Roberta Wagehouse, damienprecious@gmail.com
Bilgi: davidprecious@gmail.com
Konu: David’e dair geçmişten bir ses!!!

Sevgili arkadaşlar, akrabalar ve David’in değerli meslekdaşları;
Bu e-maili yazıp yazmamayı, yazdıktan sonra da gönderip gödermemeyi o kadar çok düşündüm ki. Bu davranışım etik olarak ne kadar doğru - ya da değil - bilmiyorum. Ancak, maddi durumumu ve David’in can sıkan ilgisiz tutumunu dikkate alınca ince eleyip sık dokuduğum bu konuda yeterince hassas davrandığımı düşündüm ve bu işi yapmam gerektiğine karar verdim.
Hepinizin bildiği gibi, David’den ayrıldığımdan beri dört yıldır Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşıyorum. Bundan yedi yıl önce David evine bir televizyon satın aldı. Türk yayınlarını ilgisini çekmeyince bir uydu kanalına üye olmak istedi. başvuru formunu beraber doldururken karşısına “TC Kimlik Numarası” hanesi çıkınca havlu atacak oldu, onun bu haline kıyamadım ve benim adıma ve benim resmi bilgilerimle müracatta bulunduk. Uydu yayını hizmeti veren şirket ile gereken sözleşmeyi imzaladım. Bu imzayı atmakla hayatımın en aptalca hatasını işlediğimi nereden bilebilirdim? O zamanlar, insan sevdiği bir insana koşulsuz güvenebilir sanırdım. Bir gün ayrılırsak eğer ne olacağına dair kötü bir düşünce geçmedi aklımdan.

Amerika’ya gitmem netlik kazandığında, David’e e defalarca cihazı ve hizmeti kendi üzerine çevirmesini söyledim. Ama o her seferinde türlü bahane uydurdu, faturalarını düzenli olarak yatırdığını bu durumda hiçbir sorun çıkmayacağını anlatıp durdu bana. Amerika’da olduğum dönemde arada e-mailleştiğimizde de uydu yayını ile problemi olmadığını söyleyip duruyordu. İşte durduk yere faturalarının ne kadar güzel ödendiğini söylemesi oldu beni kuşkulandıran. Geçen Aralık ayında noel tatili için ülkeme döndüğümde uydu yayını yapan şirketin bir bayiine gidip adıma kayıtlı üyeliğin durumunu öğrenmek istedim. David 2 yıl önce, bana söylediğinin aksine faturalarını ödemeyi bırakmış, yayın kesilmiş, benim dosyam icralık olmuş. Bana benim kanuni takiplik olmuş dosyama bakan avukatın adres ve telefon numaralarını verdiler. Avukat ile görüştüğümde yaklaşık 1.000.- TL ödediğim takdirde borcun sıfırlanacağını söylediler.

David telefonlarıma cevap vermeyince cep telefonuna üç kez kısa mesaj çektim. Mesajlarıma yanıt alamadım. Çalıştığı yere gittim. Bana çok aptalca biçimde yalan söylemeye devam etti. Güya ödemelerini asla aksatmamış da sadece makbuzları kaybetmiş ve nereye ödediğini anımsayamıyormuş. Hem ödemek zorunda olsaymış bile birden bir tek kalemde bu kadar rakamı ödeyemezmiş. Kendi izlemediğim bir yayının parasını ödemek zorunda kalacak olmak çok ağırıma gitmesine rağmen yurt dışına çıkışta sorun yaşamamak için benim olmayan bu borcu gidip avukata ödedim.

David avukata ödediğim tutarı bana taksitle ödeme sözü verdi. Bir sözleşme imzaladı ve o günden beri bana topu topu, bir defa 50 TL ödeme yaptı.

Amerika’da öğrenciyim ve maddi açıdan bolluk içinde yaşadığım söylenemez, sizlerden ricam David’e bir iyilik yapıp onun yıllardır ödeyemediği borcundan kurtarmanız ve benim aşağıdaki banka hesabıma borcun karşılığı olan 670.- Amerikan Dolarını yatırmanız.

Sizlere böyle bir e mail yazdığım için gerçekten çok özür diliyorum, ama başka çaremin de kalmadığını bilmenizi rica ediyorum.

Hepinize en iyi dilek ve saygılarımla,

Nazan Ölmez

2 Aralık 2009 Çarşamba

1 İzlenim, 2 Üzüntü, 1 Film, 1 Aşı, 2 Albüm, 1 Ses ki: O Ne Ses Öyle?

Kurban bayramı eski yıllarda gözlerimizi şenlendiremeyen görüntülere sahne olurdu. Sokak aralarında sevabı uğruna ufak çaplı cinayetler işlenir, zemin kat balkon demirlerine kancalar ile asılan cılız ya da besili hayvan bedenlerinden postları yüzülür, etleri parça parça küvetleri doldururdu. Tabii ki henüz bu parçala ve böl seremonisine başlamadan önce apartman bahçelerinde kan gövdeyi götürmüş olurdu. Şimdi Avrupa Birliğine girmeye “niyetliyiz” ya, kan gövdeyi götürmüyor, istenmeyen bu görüntüleri ulu orta görmüyoruz. İsteyen gidiyor görüyor o ayrı.

Arife günü bir haber kanalında Ankara’da bir büyükbaş hayvan pazarını gözümüze soktular. Her zamanki gibi görüntülerin üzerine çığırtkan nitelikli madrabazın teki yırtım yırtım yırtıyordu ses çıkartma organlarını. Şimdi efendim, güzel yurdumuzun her bir yöresinden gelen havyan üreticileri ineklerini/sığırlarını almışlar bu pazara varmışlar, kurban kesmek isteyenlere satmaya çalışıyorlar. Bütün gün hayvan satmaktan sıkılan bu hayvan satıcıları hem zamanlarını daha değerli bir biçimde sarfedebilmek, hem müşteri beklerken sıkılmamak hem de kurban adaylarını motive etmek için bir aktivite düzenlemişler. Aktivite şu, pazarın en güzel ineği seçilecek. Allah’ım ineklerin üzerlerine numaralar yazılı kartonlar asılmış ve sahipleri onları sıraya sokmaya çalışıyorlar. İnekler sıraya girmeye rıza göstermediği için bunları ya yularlarından çekiyorlar, ya da üç dört insan bir araya gelip arkasından ittiriyorlar. Sonuç nafile. İneklerin bir bölümü bir gıdım kımıldamıyorlar. Bir grup gazeteci de benzetmek gibi olmasın görüntülemek istedikleri canlılardan pek de farkı olmayan bir kalabalık halinde birbirlerinden görüntü çalmaya çalışıyorlar. Derken bir tarafına halel gelmesin mi yoksa erkek milletini cezp etmesin mi nedendir bilemem, başını örtmüş bir hanım gazeteci kızımız ciyak ciyak konuşurken cevvalliği ile dikkat çekmeye başladı. İneklerin ne kadar çevik olduğunu bir zamanlar tecrübe etmiştim. İşte bu tecrübenin verdiği endişeyle "Ya bu kadın neden kırmızı başörtüsü takmış?" demeye kalmadan az evvel bir adım bile atmamak için direnen büyükbaşlar kırmızı rengin üzerlerinde yarattığı karşı konması güç kışkırtma neticesinde Bayan Ciyak’ın peşinden koşmaya başladılar. Neyse kovalamaca uzun sürmedi inek sahipleri hayvanlarını hayvanların karşı koyamadığı bir sevgiyle dizginlediler. Hanım kızımız hangi akla hizmet kırmızı başörtüsü ile o ineklerin, sığırların huzuruna çıktı bilinmez ama insanoğlunun dünyasında bu davranışın adına kışkırtma, ya da biraz mürekkep yalamış görünmek isteyenlerce de provakasyon deniyor. İnek güzeli seçilemedi, görüntünün üzerine konuşan spiker heyecandan ve nefes darlığından bir ana ölecek gibi olduysa da “bayram gelmeden ilk kurbanı verdi Türkiye” dememe kalmadan karizmayı toparladı. İnek güzeli seçilemedi ama inek sahipleri bir anda en kızgın ineği seçerek atraksiyona son verdiler.

Bayramda beni üzen inek kurban etmek isteyen bir grup kişinin insanlık dışı davranışıydı. Kurban etmek için aldıkları inek direnince baklta ile vurup ayaklarını kesmişler. Ancak böyle vahşice zaptettikleri hayvanı kurban etmişler. Hayvana acı çektirdikten sonra ne kıymeti kaldı?

Bir de bayram vesilesi ile deniz kenarlarına akan, kenarda oturup suya bakan insan kalabalıkları var. Bunlara da üzülmedim desem yalan olur. Bunlar tertemiz deniz kenarlarına gelip, tertemiz çimenlerin üzerine oturup saatlerce kıyıda mıyıl mıyıl öz memleketlerinin hayalini kuruyorlar sonra akşam olunca kalkıp evlerine gidiyorlar. Gittikleri vakit. Geride olanca poşet, kağıt, bok püsürat vesaire bırakıyorlar. Buldukları gibi bırakmayı akıl edenine rastlamadım.

İnsanoğlu işte böyle birbirini kolay beğenmiyor.

Bayram kanlı geçti, kurbanlar ve her zamanki gibi trafik kurbanları. Yok trafik kurbanı değil, direksiyona geçmiş öküz kurbanları.

Kandan kurtulmak için sinemaya gittik: 2012. Milyarlarca insan ölüyor, sizi temin ederim bir gram kan yok filmde. Ölüp gidiveriyorlar o kadar işte. Üzücü pek bir şey olmuyor, sadece John Cusak’ın canlandırdığı karakter Himalayaların tepesinden bir ceket bir gömlek kalınca aman üşütmesin diye korktum bir an ama o da olmadı. Himalayalardaki sularda bile yüzdü sonradan bana mısın demedi, daldı daldı çıktı. SOnuç olarak özel efektlerin ter ter tepindiği bir film olmuş, perdedeki aksiyon hiç dinmedi, bir santimetrekare bile bir an olsun aksiyondan mahrum kalmadı.

Aşı işi hayli şaştı, organizasyon diye bir şey cidden vardıysa şayet o da yan yattı. Hacca gideceklere bedavaya H1N1 aşısı yapıyorlar, grip aşısını git kendin ol diyorlar, adam dikleniyor ben aşıya para mı vericem diye. Gençten ve yüzünden fepfetullah nursuzluk akan bir tanesine aşı yapıyorlar, suratına mikrofon dayıyorlar kaçınılmaz olarak küçükdağları ben yarattım yılışıklığı ile ben aşı olmazdım ama olduk bir kere mimiği yapıyor. Hacca gidene bedava, ben gittim mi parayla. Belli meslek grubundakilere bedava, yaş sınırı altı ve üstündekilere bedava. Nedir bu ya?

Seneler önce makam arabasına binerken bizlerden sır olup da gizlenen gizli hastalığı nükseden sevgili Başbakanımız aniden kendini araca kilitlemişti de sonradan ağzında köpürtü benzeri görüntü oluştuğunda Türk Lirası ile yüzbinlerle ifade edilecebilecek değerdeki hususi otomobilin depdeğerli camlarını kırarak kilit altında rahatsızlık geçirmekten kendisini kurtarmışlardı. Çok üzülmüştük vatandaştan gizlenecek denli önemli hastalığını olmasına, kendisine acil şifalar dilemiş, dualara etmiştik. Şimdi çıktı Sayın Sağlık Bakanına çıkıştı, aşı olmayacağını beyan etti. Haklı, Sayın Bakan Başbakan’ın aşı olacağını ima etmeye yönelik beyanat vermeseydi, oh olsun. Başbakanın hakikaten haklı çıkışışı bir çok kafayı karıştırdı, halkın bir bölümü ürkeceğine, aşı olmaktan caydı. Sanırım “biz milyonlarca aşı getirttik kendileri olmak istemediler de öldüler vicdanımız malum bisküvi markası kadar tertemiz” vakası.

Pink Martini’nin son albümünü dinledim, her zamanki gibi güzel. Göksel de dinlesin. Ninna Nanna’ya kulak versin. Şarkı nasıl söylenirmiş öğrensin.

Joan Armatrading’in Into the Blues albümünü çok gecikmeli de olsa dinledim, harika bir albüm, o hızla elimdeki tüm albümlerini MP3 çalara yükledim şimdi bir müddet joan ile baş başa kalayım diyorum. O ses var ya o ses. Ben de bile yok :p

27 Kasım 2009 Cuma

Kurban Bayramı

Kurban Bayramınızı can-ı gönülden kutlarım, sevgiler....


24 Kasım 2009 Salı

Olgunlaşmayıp Dolgunlaşmış Olabilirsiniz...

Kulağına müzik takıp sesi sonuna kadar kökletenlere çok gülüyorum ben. Ulan oha, sanki Doğan görünümlü Şahin’ine kurulmuş, müzik setini cıstaklatarak imkanı mümkün olmayan nostalji otobanında gidiyorlar. Anlayabiliyorum bunların cem-i cümlesindeki "Bakın ben neler de dinleyebiliyorum habari de dabara" çabalamasını. Tamam da senin hangi notalarda seyrüsefer içinde olduğundan bana ne, kime ne?

Geçenlerde Karşıyaka istikmetinde, 121 nomerolu otobüsün içinde Talatpaşa Bulvarı’nda trafik sıkışıklığı yaşıyoruz. Allah’tan bu bulvara bulvar demek için bin şahit gerekmiyor yoksa bir tane bile bulamazdık, üçyüz metreyi onbeş dakikada katedince kendimizi şanslı sayıyoruz, o kadar sokak arası görünümlü yani, tasavvur edin. Otobüs gıdım gıdım ilerliyor. Her gün vapurla giden ben, "nerden çıktı bu otobüse binme fikri" diye yakamdan tutup kendimi sarsım sarsım sarsalayasım var. İş çıkışı saati ya, tüm otobüs koyu renk takım elbiseli kederlere bürünmüş, otobüste bir iş kadını diğerlerinden geri kalmayacak denli gayet ciddi siyah bir kılığın içinde. Ablamızın, saçı başı yerinde, havalı, kulağa oturtmuş AY-FONunu, bir ciddiyet var deme gitsin. Karşıdan duyuluyor ne dinlediği. Dikkat ettim sanki Seda Sayan anırıyor sandım. Kulaklıktan oryantal altyapı üzerine kişneme sesleri dökülüyor, bu ciddileşiyor. "Kudur ey kanun, çağla ey gitar" kıvamında pür motivasyon bir şarkı. Ara nağmelerde hafiften kalça oynatıp ritme kendini kaptırıyor ablam. Çaktırmadan yan gözle kendi kalçasını süzüyor kıvırdıkça habire şöyle arkaya arkaya bakaraktan. Sanki Cazibe Hanım'ın gündüz düşlerinden fırlamış bir fantazi gibi geldi bana, "Allah'ından bulsun bana ne?" dedim. Salsalar dansöz kılığında işe gitmeye müsait bir altyapı üzerine giyinmiş döpiyesi, sürüştürmüş allığı, iki okka boyayı, en pahalı parfümü. Kapatmış yüzeyi bir nebze ama içinde neler var içinde. Zaptedemiyor belli. Cazibe’den uzaklaşmak için yürüdüm arkalara arkalara, körükleri geçtim. Ses giderek kesildi. Aman bana ne herkes n’aparsa yapsın. Madem kulağına gömmüş o kulaklığı, sesini de içine atsaydı ya bir zahmet. Kimse kimsenin müziğine metazori maruz kalmak mecburiyetinde değil.

Hayat bir garip herkes doğuyor, büyüyor, ölüveriyor. Kimisi büyürken boy atıp kazık kadar oluyor, kimi cesametçe büyürken diğer taraftan iç dünyasında da ileriye doğru adımlar atıyor. Benim anlamadığım bizim müzik camiasındaki şarkıcı tiplemeleri. Kardeşim bir olgunlaşamadı gitti müzikaliteniz. İnsan ardı ardına beş, on tane birbirinin aynı albüm yapar mı? Bir gidin geliştirin kendinizi, inkişaf edin eskilerin dediği gibi.

Adam yirmi yaşında piyasanın eline düşüyor nurtopu gibi, promosyonu olan bokundaki boncuk ilavesi ile. Derken üzerine yirmi sene geçiyor; bu adamlar da/kadınlar da aynı jestler, aynı mimikler, aynı ses tonları ile;
“ay sen bana böle yaparsan
ben de senden şöyle şöyle intikam almaz mıyım,
annem avradım olsun
ya da istersen al boruyu gez koruyu,
bu rezalet yedi bitirdi beni ”
veya
“beni terk ettin ya,
valla elimden zor alıcaklar yakalarsam seni,
sevenin intikamı kötü olur,
parçalıcam parçalıcam
yolucam seni çırmaklaya çırmaklaya”
nevinden zırvalamaların üzerine döşenmiş birbirinin kopyası konfeksiyon ritmler, tınılar, zorttirik slogan şarkıları. Ya bi gidin geliştirin kendinizi, bir olgunlaşın, adam gibi müzik yapmayı öğrenin. Çalmadan çırpmadan beste yapın, karşınızda enayi yok, dünya küçük artık her yandaki müzikten haberi oluyor insanların, rezil etmeyin kendi kendinizi iki nota uğruna. Boşladınız abicim şu müzik ortamını, Seda ablacım sen de Türkiye’nin en güvenilir kadını olmayı başaracak denli zenginledin lütfen artık müzik yapma. Sonra sizin yüzünüzden otobüse biniyoruz, sahte sarışın iş kadınları, eski devrimci yeni bankacı/avukat/diş teknisyenlerinin kulaklıklarından dökülen ucube sesleri dinlemek zorunda kalıyoruz.

20 Kasım 2009 Cuma

Kötülük

Kaç kere gülebilirsin
Hem de böyle sahici?

Sabah, bazen çok erken
Koyu kuytulara varıyor.
Serinliğe dokunurken daha
Loş desenlere açıyor gözünü
O, yürürken bakmıyor,
Arkasından kapanıyor kapılar
Karanlık sokaklardan geçiyor

Umursamıyor çoğu zaman
Soruyor yine de;
Bu şarap hangi kadehten damladı?
Duman aralanır gibi oluyor
Cevabı duyulmuyor
Eski bir dudak kapanıyor

Göz göze geliyor nadiren
Tanımıyor, başını önüne eğiyor
Tanıyor, çenesini ileriye uzatıyor
Bu ikisini aynı anda yapmak
Hem imkansız fena biçimde
Hem de çaresiz, vazgeçiyor

Artık ne tanıyor
Ne de tanımıyor

Gülüyor, sahiden dumana karışıyor
Aralamadan geçiyor sisin içinden
Ne kadar istendiyse, tastamam o kadar gülüyor
Arkasından aralanan kapılara hepsinden çabuk alışıyor

Yorgun merdivenlerden
Yukarıya çıkıyor
Bedenini serin çarşaflara bırakıyor
Akşam olmasın diye
Bir kadeh dolusu dua ediyor

Gözlerini kapatırken
Gülüşlerini hesaplayan
O çocuk /adam kadar
Kötü olmak istiyor.

Tıkırtısından tanıyor
Bunlar kendi ayak sesleri

Kötülük
Bir gidiyor, bir geliyor.


D.M. 1997

19 Kasım 2009 Perşembe

Yüzsüzlük

Kimileri çok yüzsüz. Yüzüne tütkürseniz yağmur yağarken duydukları sevinci sahnelemeye başlıyorlar. Ya da kimileri var ki üstüne vazife olmayan konuda gelip akıl vermeyi vazife edinmişler. Çocuk olmayı çok özlüyorum bu anlarda. Üstümüze gelene bir tekme. Çocukluğumda Kemeraltı ya da benzeri kalabalık yerlere girmek zorunda kaldığıda bolca huysuzlanır, o zaman ki yerden bitme halimle içinde kaybolduğum uzun bacaklar ormanında fazla yakınıma geldiler mi basardım tekmeyi. Bacaklarım eskiye göre kuvvetli ama tekme atmakta kullanamıyorum malesef. Beyin kıvrımlarımda gizli tekme arzuları koşuşturuyor bazen, dışarı çıkıp bağırasım geliyor. Bağırmıyorum, serde olgunluk var.
Bazı şeyleri söylemektense ucunu bırakıp yola koyulmak daha iyi sanırım. Bazı insanlar her şeyi duymaya hazır değil. İnsanlara her tür kabalığı edip zeytinyağı gibi üste çıkabilecek yüzsüzlüğe sahipler. Yüzleştiğinizde kendilerini haklı çıkarabilecek sebepleri aklınıza gelemeyecek kadar çok. Uzun lafın kısası yüzsüzlük yapılmaması gereken bir davranışı rahatlıkla ve de pişkinlikle yapmak ve bundan da zerre kadar utanmak eylemi.
Çok iyi arkadaş olduğumuzu sandığım bir arkadaşımı bir akşamüstü yeni iş yerinde ziyarete gittim - eşek olmadığım için belki de eşek olduğum için karar veremedim - ilk gidişim olduğundan eli boş gitmedim, ofisinde kullanacağı bir hediye ve de müziği sevdiğini bildiğim için müzik cd leri götürdüm. Oturduk. Makamına kuruldu. "Naber, iyi misin?" faslından sonra çay söyledi. Çayı beklerken sustu, sustu, karardı. E ben gideyim madem diyeceğim aniden telefona sarıldı, "çat çat çat çat" ve "çattadanak" sesleri ile bir numara çevirdi. Bu, masasının arkasında, ben masasının önünde gözümün içine baka baka, fısır fısır birisi ile muhabbet etmeye başladı. Çay geldi bu arada, ben çayımı bitirdim. Konuşması bitmedi, çayı bitti. Susmuyor. Kah gülüşüyor, kah manalı bakıyor, karşı taraftaki kişinin kelimelerinde eridi gitti. Verdiğim hediye duruyor, açılmamış. Bu şimdi, "defol git buradan?" demek değildir de nedir? Şimdi karşında oturan adam kalkmış bir başka şehirden oraya gelmiş, sana değer vermiş oturmuş karşına, canın konuşmayı istemiyorsa "çok yoğunum, bu yoğunlukta sana zaman ayıramayacak kadar yorgunum" demeni kaldıracak onca sene var arada. Desene be güzelim.
Arkadaş kendisine yapılan en ufak kabalıkta aşırı hassasiyet gösteren, yok yan baktın, yok şunu mu ima ettin diye en ufak yağmurda darılmaya hazır beklediği için ben de kasten uzayan yersiz uzunluktaki fısırtılı telefon görüşmesini "defol git olarak" algıladım. Ama on seneyi aşkın arkadaşlığın hatırına telefon görüşmesi ne kadar sürerse sürsün sonuna kadar beklemeye karar verdim.
Gitmediğimi görünce telefonunu bitirdi.
Sonra ne konuşulduğu, önemli değil. Başlık yüzsüzlük olunca, arkadaşın yüzsüzlüğünü ve pişkinliğini misal olarak şuraya yazayım istedim.
Nedir bu yüzsüzlerden çektiğimiz yahu? Tabi onlar da haklı, yaşamın doğal seleksiyonu bunları genetiği değişmemiş öküz olarak olgunlaştırarak sürüyor toplumun içine içine; maksat mevzu çıksın, misal olsun, örnek teşkil etsin. Yüzsüzleşmek isteyen daha yüzsüzleşsin, aklı selim sahibi kimseler "yüzsüzlük de böyle bişiymiş demek" desin, bilsin, etsin, falan feşmekan.

16 Kasım 2009 Pazartesi

There is a light that never goes out

Günlerdir "There is a light that never goes out " cümlesinin türkçe çevirisini arayan birilerinin yolu bloguma düşüyor. Bu çaba için ayrılan vaktin daha fazla uzamasını istemem. Bir daha ararsa, burada bulsun. There is a light that never goes out, "orada hiç sönmeyen bir ışık var" manasına geliyor.
Blogumu açtığımdan beri en çok; "Toz almanın püf noktaları" aramasını yapanların yolu düşüyor adresime. Toz almanın püf noktalarına dair derin araştırmalara kendini kaptırmış insanlarla yolumun kesişmesi güzel bir şey. Tozdan ben de hazetmem, evdeki eşyalar toz erişmini aza indirgeyecek şekilde seçilmişlerdir, öyle oymalara, girinti ve çıkıntılara gelemem, üstünde toz barınmayacak mobilya olsun gerekirse canımı yesin. Mala geleceğine cana gelsin hatta. Kayahan gibi hissediyorum her gün blog patrol kontrolümü yaptıkça. "Ah" diyorum, "bugün toz almanın püf noktalarını yalnızca beş kişi merak etmiş". Kayahan'ın hırçınlık üstüne hırçınlık yapıp, şarkısını söyleyen veya söyleme ihtimali olanların burunlarından fitil fitil getirmesine, ülkemizde şarkı söyleme tekelini elinde bulundurma isteğine rağmen yolu sevgiden geçen herkesle birgün buluşacağına dair ahkam harikası bir slogan sallamasına perhizdeki insanın böylesi bir lahana turşusu yeme hevesinde olması gibi bakmıştım bir müddet. Bu ne hırçınlık bu ne iddialı sevgi pötürcüklüğü böyle. Ama bu bakış açım da eskidendi, çok eskiden. Şimdi toza takmışların yolu da benimle kesişiyor. Sevinsem mi üzülsem mi, şu anda karar veremeyeceğim. Daha çok gencim. Belki ileride gururlanır ya da kendimden nefret ederim. Her ikisi de olabilir, hayati konularda işte böylesi esnek tavırlar koyabiliyorum.
Bir filmdeki çeviri hatası üzerine olan ve yazılmasının üzerinden kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen "kalça mankeni" aramasını yapanların yollarının da internet trafiğinin bir kenarından sayfama düşmesini önceleri şaşkınlıkla izlerken, şimdi tozcularla, kalçacılar arasında adeta bir yarışa dönüşen arayışı alaka ile gözlemlemekteyim. Bildiğim kadarı ile mankenlik mesleğinde, kalça mankenliği alt branşı yok. Ancak "kalça mankeni nedir?", "kalça mankeninin neresi güzel?", "alışmadık kalçada don durabilir mi?" gibi merak yüklü aramaları yapanları sayfamda konuk edebiliyor olmak durumum, bende bundan böyle erotik çağrışımlı başlıklar açıp sayfama daha fazla sayıda meraklı insanı buyur etmek gibi gizli bir emeli alevlendirdi alevlendirecek. Benim iç dünyam şöyle dursun, google üzerinden kalça mankenliğine dair araştırmalara kendilerini kaptırmış, görmezden gelinemeyecek denli insandan oluşan kalabalığın mevcudiyeti böyle bir alt branşın ülkemizde elzem hale geldiğinin habercisi adeta. Şimdi nedir bu manken? Modacıların tasarladığı yeni modaya uygun elbiseleri giyip kendi üzerinde teşhir etmekle görevli kimse değil midir? Manken dediğin alır elbiseyi, giyer, çıkar podyuma gösterir. Modacının elbiselerini insan üzerinde gösterebilmesine hizmet eden bir görevli sonuçta. Elbiseyi iyi bir teşhir etmekle yükümlü kimse. E, peki kalça mankeni neyi teşhir edecek? Ben onu anlamadım. Neyse. Meraklısı çok, ilgilisi teşhir ettirsin.


14 Kasım 2009 Cumartesi

Şu anda

Şimdi şöyle bir göl kenarında olmak vardı. Georges Seurat, toprağı bol olsun, hayallere daldırttı beni.


11 Kasım 2009 Çarşamba

Büyüme Çocuk

Arada dilime takılan iki şarkı var, kafaya taktım mı da günlerce mırıldanırım. Anmadan geçemeyeceğim.
Birincisi Nükhet Duru'nun 1979 yılında yayınladığı albümlerinden biri; Nükhet Duru IV de yer alan, sözleri Özcan Kandemir Bilir'e müziği Cenk Taşkan'a ve düzenlemesini Onno Tunç'a ait bir şarkı. Nükhet Duru'nun alaturka yollara sapıp sesini bozmadan, kendini bir Mahmure karikatürü ile özdeşleştirmeden önce söylediği kenarda kalmış, unutulmuş çalışmalarından bir tanesi, Büyüme Çocuk:
Büyümeye bu özlem,
bu özenti niye çocuk?
Sen daha çok küçüksün,
dünyaysa çok büyük,
Bütün renklerin pembe
Siyahlarsa senden uzak...
Düştüğün için ağlama,
Bu düşüş düşüş değil,
Ellerin kirlendiyse üzülme.
Yüzün ak, yüreğin pak ya.
Elbisen kirlendiyse ne çıkar,
Oyuncağın kırıldıysa ne olur?
Büyüde gör.
Kalbini nasıl kırar eller,
Bir anlık zevkleri için,
Bir ömrü nasıl zindan ederler,
Büyümeye özenme çocuk...
İnsanlar büyüdükçe küçülürler,
Üstleri temizlendikçe,
içleri kirlenir.
Para denir,
şöhret denir,
aşk denir,
Tüm iyilikler menfaatlerde erir.
Büyümeye özenme çocuk...
Bir büyürsen,küçülemezsin,

Bir diğer dilime dolanan türk pop müsikisi şarkısı da ninni kıvamında bir ilk dönem Sezen Aksu şarkısı. Sözleri Deniz Türkali müiği Sezen Aksu'ya ait sanatçının 1978 tarihli Serçe isimli albümünde yer alan Çocuk ve Dev.

Bir zamanlar koca bir dev
Ve minik bir çocuk vardı
Korkusuzca gezerlerdi
Yeşil güzel bir bahçede
Kocaman dev bir bahçıvan
Minik çocuk bir çiçekti
Sımsıcacık yürekleri
Hep elele gezerlerdi

Kocaman devin elleri
Minik çocuğun yüzünden
Korkuları hep silerdi

Ama akıllı insanlar
İnanmadılar bu masala
Koştular kurtarmaya
Minik çocuğu o devden
Onları uyur buldular
O yeşil güzel bahçede
Sımsıkı sarılmışlardı
Bir daha uyanmadılar

Bu alışılmadık kısa şarkı, Şarkılı kahvenin şarkıcısına pek yakışırdı, Ama unutuldu, gitti.

Şimdi böyle naif şarkılar yapılmıyor, haşna ve fişna imalı eylemleri ön plana alan şarkılar daha zekice yazılmış olanlardan sayılıyor. Ya da mesaj verici şarkılarda mesaj dinleyicinin östaki borusuna borusuna tıkıştırılmaya çalışıyorlar.
Hayat bir garip yaşlanıp gün saymaya başlayanlar istiyorlar ki çocuklar büyümesin, masum ve el değmemiş kalsın. Çocuklar bir an evvel büyüsün istiyorlar ki kendilerine "dur", "yapma", "oturma", "kalk" diyenleri dinlemeyecek iriliğe kavuşsunlar. Bir anlamamazlık, bir kendini başkasının yerine koymamazlıktır gidiyor. İnsanlar birbirlerini etiketliyor, etiketlediğine uymayanları da hizaya soksun diye birbirlerine hayatı zindan etmeye çalışıp duruyorlar.
Sanırım hayat iletişimsizlikten ibaret, tüm dramlar iletişememekten kaynaklanıyor. Dramsız hayat da pek yavan öte yandan. Şimdi ben yukarıya mı, yoksa aşağıya mı tükürsem? Rüzgar da var...


10 Kasım 2009 Salı

Aşk Acısına Dair İnce Bir Sızı

"Romantik komedidir neme lazım uzakta durayım" düşüncesine kapılarak bir müddettir elimi sürmek istemediğim "500 Days of Summer" filmini izledim. Fim; başlar başlamaz, hatta başlamadan daha ilk karesinde, simsiyah boşlukta beyaz harflerle "bu bir aşk filmi değildir" diye yazarak/diyerek izleyicisine ne filmi olmadığını bir güzel dank ettiriyor ve takip eden iki cümlede de seyircisi ile cilveleşmeye hazır muzip bir film olduğunu ispat ediyor. Ardından siyahlık gidiyor ve renkler akmaya başlıyor. Bu Marc Webb'in yönettiği ilk film, başrollerde Joseph Gordon-Levitt ile Zooey Deschanel var. Genç bir film bu, hikaye düz bir çizgide akmıyor, Tom ve Summer'ın tanışıp, ayrılmalarının öyküsünün 500 gününe bir baştan, bir sondan, bir ortadan şahitlik ediyoruz.
Tom gerçek aşka inanan, Summer ise aşka ve birine bağlanmaya inanmayan bir genç. Summer'a ilk görüşte aşık oluyor. Summer her erkeğin birlikte ömrünü geçirmek isteyeceği bir kadın, Tom ise iddiasız ama samimi bir erkek. Çok güzel geçen bir kaç aydan sonra Summer, birisi ile ilişkide olmaktan ya da ilişkilerinin bu derece hızla ilerlemesinden ürkerek biraz uzak kalmak isteyince Tom kendini melankolinin türlü haline bırakarak hayata küsüyor.
Mutlu anların müzikale dönüşmesi, çizgi film karakterlerinin dans eden insanlara yaklaşmaya çalışması, mutsuz anların umutsuzluğa düşmeden anlatılması, Tom'un hayalini kurdukları ile gerçekte yaşadıklarının aynı anda ekrana yansıması, kederli anların zarif animasyonlarla kartpostala dönüşmesi, takvimden geçen günlerle birlikte ağacın yapraklarında mevsimi izlemek gibi hoş buluşları var filmin. Başroldekiler de, yan rollerdekiler de son derece inandırıcı. Mutlu bir an, mutsuz bir an ile arka arkaya geldiğinde sanki aynı vücutta yaşayan iki ayrı insanı izler gibi oluyorsunuz.
Ayrılıklarından bir yılı aşkın süre sonra Summer ve Tom'un parkta karşılaşmalarını izlerken Issız Adam'ın kulaklarını çınlattım. Filmler her şeyi iyiyse iyi film oluyorlar, buna finalleri de dahil. Issız'ın finalinde her şeyi batıran ve samimiyetsiz hale dönüştüren, düpedüz hantallığıydı. Bu filmde de benzeri bir yontulmamış acelecilik her şeyi berbat edebilecekken, ne kalbi kırık Tom'a acıyor ne Summer'a kızıyorsunuz. İki oyuncu son derece doğal. Mutlu gibi davranmaya çalışan ama gerçek hislerini gizleyemeyen Tom'un da, onu anlayan ama anladığını bilinçli olarak belli etmek istemeyen Summer'ın sıradan kalmaktan gocunmayan hallleri de son derece samimi. Aşk acısına dair ince bir sızıyı hatırlamak isteyenlerin kederlere gark olmadan izleyebileceği genç bir film.
Filmin Fragmanı

Filmin müzikleri de filmle başarılı biçimde örtüşen bir seçkiden ibaret;

Regina Spektor – “Us”
The Smiths – “There Is A Light That Never Goes Out”
Belle & Sebastian – “The Boy With The Arab Strap”
Black Lips – “Bad Kids”
The Smiths – “Please, Please, Please, Let Me Get What I Want.”
Patrick Swayze – “She’s Like The Wind.”
Jack Penate – “Have I Been a Fool? ”
The Doves – “There Goes the Fear”
Hall & Oates – “You Make My Dreams”
Knight Rider Theme Temper Trap – “Sweet Disposition”
Carla Bruni – “Quelqu’un M’a Dit”
Black Lips – “Veni, Vidi, Vici”
Paper Route – “The Music”Feist – “Mushaboom”
Regina Spektor – “Hero”
Spoon – “Infinite Pet”
Simon & Garfunkel – “Bookends”
Wolfmother – “Vagabond”
Mumm-Rah – “She’s Got You High”

O Olmasaydı...

O yaşamasaydı, onun içinde cesaret olmasaydı, onun içinde vatan sevgisi olmasaydı.. Onu bu kadar sever miydik?
Bu sabah İzmir'de sirenler çalarken aklıma eskiden okuduğum şu yazı geldi. Bazen öfkelenip de çaresiz kalınca insan hırslanır ya. Gözümü öfkenin yaşları ıslattı.


9 Kasım 2009 Pazartesi

Zemberek Kuşu'nun İzinde

Bir kitabevinin en alt raflarında dizilmiş sıra sıra kitaplara bakarken onunla ilk kez bu yaz karşılaştım. "Sınırın güneyinde Güneş'in batısında" anlamına gelen başlığı ilgimi çekti alıp sayfaları çevirdim. Sonra sıradaki kitaba geçtim. "Zemberek Kuşu'nun güncesi" anlamına gelen adı ile bir çok gizem vadediyordu adeta. Raflarda Haruki Murakami isimli yazara ait kitapları karıştırdıkça, müzikle ilgilenmiş, bar işletmiş, bir çok maratonda koşmuş bir adamın silüeti belirdi kafamda. Daha önce farketmediğim bu yazara ait hangi kitaptan başlayacağıma karar vermeden önce biraz hakkında araştırma yapmak için kitapçıyı eli boş terkettim.


İzmir'de bir kaç kitapçıyı dilimde Murakami sorusu ile dolaşınca o güne kadar sorduğum sorulara kibarca cevap vermiş olan insanlar gözlerinin içi gülerek ve gözümün içine baka baka cevap vermeye başladılar. Anladığım kadarı ile "Zemberek Kuşu'nun güncesi" türkçede en çok sevilen kitaptı. Eli boş neticelenen kitapçı dolaşmalarımda Haruki Murakami'nin; adını The Beatles'ın "Norwegian Wood" şarkısından alan kitabının "İmkansızın Şarkısı" adı ile dilimize kazandırıldığını öğrendim. Norwegian Wood'u John Lennon'un Yoko Ono ile tanıştıkları ilk günü anlatır diye bilirdim, bunu da şarkının "Kalmamı istedi, otur bir yere dedi, etrafa baktım oturulacak bir sandalye olmadığını farkettim" anlamına gelen beyitinden kendimce kurgulardım, "Kadın Japon ya, batı ülkesinden yaşasa da evine bu saatten sonra sandalye alacak hali yok herhalde" diye aklımdan geçirirdim.


İnternettir, kitapçıdır gezerken "Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında", "Zemberek Kuşu'nun Güncesi", "Yaban Koyununun İzinde" kitaplarının da dilimize çevirildiğini öğrendim. Hatta Zemberek Kuşu'nun ingilizceye çevirisinin tam çeviri olmadığı ve adapte olduğu, bu adaptasyon çalışması sırasında yaklaşık 200 sayfasının çeviride kaybolduğunu, türkçeye de fransızca tercümesinden çevrildiği gibi gereksiz bir bilgi edindim.


Derken, umudu kestiğim bir anda "Yaban Koyununun İzinde" elime geçti. Bir solukta okuyup bittiği için hayıflandığım kitaplardan oldu hemen. Öyküsünün ilginçliği bir yana, dilinin sadeliği ve her bir bölüm sonunda okuyucusuna bir sonraki elin ne olacağını tüyo veren bir kumarbaz gibi davranışını sevdim. Her yeni bölüm bir önceki bölüme ilk cümlesi ile şaka dolu bir selam verir gibiydi.


Hemen ardından Kafka on the Shore'u alıp bir solukta bitirdim ve adapte mi çeviri mi aldırmadan The Wind Up Bir Chronicle'ı okurken bir İstanbul seyahatinde raflarda İmkansızın Şarkısını gördüm ama yanımda ağırlık yapmasın diye satın almadım. Norwegian Wood'u da ingilizce çevirisinden okudum. Şimdi "Dance, Dance, Dance"i okuyorum.


Cuma günü Kafka Sahilde'nin de türkçe baskısını gördüm kitapçıda. Doğan Yayınları'ndan, yeni çıkmış. Satın almamak için zor tuttum kendimi.


Haruki Murakami'nin roman ve öykülerinde sade bir dil var. Bu basitlik içinde inanması zor olaylar anlatılıyor. Yazarın sahip olduğu sihirli güç de burada devreye giriyor, inanması güç olayları inanılır kılıyor. Sıradan hayatları içinde günlük rutinlerini yaşayan insanların başına en olmadık işler açılıyor, umulmadık bir andan gökten acaip nesneler, canlılar yere düşüyor, hayvanlar dile gelip konuşmaya başlıyorlar. Okuyucu hayretler içinde bir sonraki sayfada ne olacağına dair fikir bile yürütmeden kendini alelacele okumaya kaptırıyor.
Murakami 29 yaşında, beyzbol maçı izlerken aniden roman yazabileceğini düşünüp yazmaya başlamış. Yazdığı ilk roman ile ödül kazanmış ve yazma serüvenini devam ettirmiş. Ülkesinde yaşamayan japonlardan, roman kişilerinin isimleri ve yer isimleri olmasa japonyayı andıran bir ize rastlamak zor. Kimsenin kendini içinde yabancı hisstemeyeceği dünyalar yaratıyor. Müziğin yarattığı dünyalardaki yeri önemli. Bir şarkının ucundan tutup olmadık yolculuklara çıkıyor. H. Murakami aynı zamanda bir maraton koşucusu. 33 yaşında koşmaya karar veriyor ve 100 km koşma hedefini yakalayıncaya kadar koşmaya devam ediyor. 50 km koştuktan sonra, yalnız ve yapayalnız olduğunu, ayaklarına söz geçiremediğini hissediyor. Koşmaya devam ediyor ve 75 kmyi geçtikten sonra apayrı bir dünyada olduğunu hissediyor. Artık ayaklarına hükmettiğini ve istediği yere kadar koşabileceğini biliyor. 100 km dolduğunda büyük haz ve mutluluk hissediyor. Uzun süre koşamıyor. Koşmaya başladığında artık triatlonlara katılmaya başlıyor. Yazma ile koşma arasında paralellikler kuruyor. Yazmayı koşmaya benzetiyor.
Bir yazıya başladığında müzik devreye giriyor ve emprovize yapmaya başlıyor, yazmayı koşmaya olduğu kadar caza benzetiyor. Bir sonraki sayfada ne olacağını tahmin edemiyorsa okur, biraz da yazarının bir sayfa sonra ne olacağını bilmeden yazmasından geliyor. Yazıyor, yazıyor ve durduğunda geldiği noktadan etrafa bakıyor.
Sadece roman ve öykü değil aynı zamanda kurgusal olmayan, japonyanın yakın tarihini ilgilendiren konularda da yazıyor. Büyük deprem ve metroda sinir gazı ile insanların ölümüne sebep olmuş tarikatı inceliyor ve onlar hakkında da yazıyor.

Okumaya başladığınızda önünüzde daha öncekilere benzemeyen bir serüvenin kapıları açılıyor, denemek bütün kitap kurtlarının boynunun borcu.


Biraz oradan, biraz buradan Haruki Murakami; Resmi Sitesi, Gayriresmi ve de çok yasak bir sitesi, Murakami ile ilgili şu ilginç yazıyı buldum bir yerlerde, bir de şu yazı var , hmmm enteresan galiba ama ben bir şey anlamadım. Veeee.... Son bomba geliyor: Zemberek Kuşu'nun Güncesi'nden esinlenerek yapılmış bir albüm.

5 Kasım 2009 Perşembe

Doğrusunu Söyleyin, Haram mı, Helal mi?

Günlerdir gerizekalı haber anonscuları gibi bağırasım var "GDO da GDO" diye. Domuz gribi sayesinde svayn denen bir mahlukattan haberimiz oldu olmasına da Meğerse aramızda svayndan daha acaip mahlukat dolanıyormuş, nebatat yetişiyormuş da habersiz kalıyormuşuz. Tırstım ama belli etmedim. Günlerce kendi kendime "Allah Allah, bak sen" deyip içime attım. Ama artık yetti, gerizekalı anonscular kadar cevval ve gürbüz, hatta grip görmemiş bir ses ile GDOlama sırası artık bana da geldi.

Efendim neymiş GDO? Genetiği Değişmiş Organizma demekmiş. Kimi bu meretlere "genetiği değişmiş organizmalı ürün" kimi de "genetiği değişmiş organizmalı madde" diyor. Bir kere bu kısaltma GDOM ya da GDOÜ olmadığı için Genetiği Değişmiş Organizma olarak algıladığımı ve elimden geldiği yere kadar da böye algılatacağımı peşin peşin söylerim ben arkadaş, bu bir. Bu memleketin başına ne geldiyse cümle genetiği değişmemiş haza öküzden gelegeldiğine göre değişmiş bir şeyin değişmemiş bir şeyden daha hayırlı olduğunu tam yüzde doksan dokuz türk felsefesine uygun olarak belirteyim; bu da iki. Şu anda bu satırların ham halini türkün aklının başına geldiği yerde, daha bu sabah kargalar kahvaltılarını etmeyi akıllarına devşirirken aklımdan geçirmişliğimi de gizlememe gerek var mı onu bilemiyorum. Nasılsa birazdan ortaya çıkar, iyisi mi ben paşa paşa itiraf edeyim.
Dağlarında tepelerinde yol kenarından bakanların görmemesi imkansız biçimde "Türküm, Doğruyum, Çalışkanım" ya da "At, Vur, Öğün" yazılmış olan bu memlekete hatırı sayılı ve unutulamaz biçimde zarar veren ve zarar vermekten vazgeçmeyen GDHÖ'ler, öküzlüklerine devam ettikçe anamız ağladı, geçmişimiz ve geleceğimiz genetiği değişmiş dışkımsı bir kusmuğa sıvandı. Üçüncü dünya ülkesi olmaktan kurtulamadığımız gibi dördüncü dünya ülkelerinden beter durumdayız. Bakın İran'a. Eller Mersin istikametinde arş arş yaparak giderken, biz tam tersi yönde ilerleyiş içindeyiz. Allah yazmasın asırlardır en yakın dostumuz olmuş - yok böyle bir şey - İran'la yakınlaşma alametleri göstermek ister gibiyiz. Biz onlarla yakınlaşmaya çalışalım, güzelim, tapınılası, İran yine karıştı. Protestolar dinmek bilmiyor. Ciğeri beş para etmez insan müsveddelerininin tahakkümünden İran halkına yine bezginlik gelmiş olmalı ki oylarının çalındığı ayyuka çıkıp da itirazlarından ötürü Sindir-Ella muamelesi görmelerinin üzerinden çok geçmeden yine yollara döküldüler. Sıradan iranlılar zorla, cebren ve de hile ile tıkıştırıldıkları cendereden çıkma arayışındalar. "Bir gün herkes molla olacak" teranesini otuz sene de geçse yutmadı halk, yutan varsa da içine sindiremedi.
Bizler ise bozkırda büyümüş, sonra kentlerde adam sıfatına bürünmüş, iyice serpilip lümpenleşmiş GDHÖ'ler sayesinde saymadım kaç yıl oldu ama belki de asırlardır inim inim inler vaziyetteyiz. Bu öküzler nerde ne şartlarda yetişiyorlar, nasıl oluyor da tepemize ediyorlar ben sadece onu bilmek istemiyorum bir de şunu bilmek istiyorum: Etraflıca açıklıyayım. Bakanların falan ciddi ciddi TV ekranından tam evimizin ortasına kadar girip aniden "GDO!!!!!" diye bağırmasına akşam yemeği sonrası içi geçmiş kişilerin ürkerek uyanmasından bu işin ne kadar endişe verici olduğunu, Allah yazmasın öküz olmadığımız için anladık. Görünen o ki bu GDO denen meretten kurtuluş yok. Dördüncü dünya ülkesi olduğumuz için, en temel gıda maddelerimizin, tüyü bitmemiş bitkimizin, şefkat görmemiş sebzemizin en değişmemiş orijinal halini üç tohuma büyük uluslara satmış ve hatıralarını bile en rating zengini dizi filmlerimizden bile silip atmış vaziyetteyiz. Onlar - ki burada "onlar" kelimesi büyük uluslar manasına getirtilmeye çalışılmaktadır - ne tohum veriyorsa onu ekiyor, dikiyor ve ne derlerse harfiyen onu yerine getirmekten başka çaremiz olmadığına dair inandırıcı olmaya gayret ediyoruz. Doğal olarak vakti zamanında ne ektiysek, sonra da onu biçiyoruz. Bizi bu duruma düşürmüş olan GDHÖ'ler artık rahat uyuyabilirler, misyon önceleri belki impasıbıldı ama artık tamamına erdi sayılır. Şimdi, tam da bugünlerde gündemi böyle kelime oyunları, baş harf üretip ortaya atmaları ile zorlayıp değiştirme denemelerini beş yıldızlı pekiyilerle, takdirlerle ve de iftiharlarla karşılıyoruz. Ama bu filmi daha önce görmüştük, ilk karede bir arslan kükrüyordu, derken minik fare ürküyordu. Nasılsa pek bir zarasız olduğu söylenen svayn flu sayesinde yığılan insan cesedi öbeklerinin üzerine kürek kürek kireçli toprak atılmaya başlandığında gündemi değiştirecek başka bir suçlu bulunur inşallah. Bir de şunu bilmek istiyorum demiştim unuttum sanılmasın, GDO'yu ilk duyduğumda, ilk aklıma geleni de saklarsam öncelikle kendime sonra da harama el uzatmayan ama her tür naneyi yemekte beis görmeyen ve yediği haltlar için hesap vermeye tenezzül etmeyen insan yığınlarına karşı haksızlık etmiş olurum. Bu GDO meretleri acaba dinimizce haram mı yoksa helal mi kabul ediliyor? Bilmeden bir gram daha günaha girmek istemem. Çünkü dünya fani, ölüm ani. Haramsa, ağzıma bu güne kadar domuz eti sürmediğim gibi GDO da sürmem. Helalse de helalleşmesini bilirim.

Neyse efendim böyle bir günü böyle değişmemiş, bozkırlı kalmış öküzlerle heba etmiyelim ben size Ajda Pekkan hanımefendiden (genetiği değişmiş mi bilemem, beni enterese etmez zaten) bir şarkı göndereyim ki her günümüz böyle delicesine coşku ve neşe dolu geçsin. Şarkıyı kendiniz arayın bulun, ben korsana da karşıyım zaten, volümü yükseltin, çalmaya başlayın. Ajda Pekkan söylüyor: Flu Gibi.
FLAŞ, FLAŞ, FLOŞŞŞŞŞ!!!!
Bu GDO'lu ürünleri tüketmek haram mı helal mi? Bu konudaki teknik heyetin cevabı ahanda işte burada.

Kaldırımların Taşları, Erkeklerin Kıyafetleri

Alsancak'ın oynak kaldırım taşlarının üzerinde hızla ilerlemenin riski ile boğuşuyorum bazen. Taşlar oynak olunca, taşın altına sıvı kaçtıysa ani oynamalarda sıvının yer üstüne çıkması olasılığı hayli yüksek.
Alsancak kaldırımlarında gri takım elbisemi giymiş, lacivert mavi puanlı kravatımı takmış, saçları afili biçimde yandan ayırmış, koluma attığım lacivert pardesüm, evrak çantam elimde ilerlerken aklımdan erkeklerin aynı model ve renk elbise ile aynı işyerinde pişti olmalarının aslında hiç bir önemi olmadığını düşünüyorum. Hani kadınlar aynı elbiseyi seçip de aynı ortama düştülerse "skandal" mahiyetinde bir manşete kadar konu olurlar ya aynen öyle. Erkekler giyse giyse lacivert, gri, siyah takım elbise ya da bu renk kombinasyonlarında pantolon ya da ceketlerinin içine giydikleri beyaz, açık sarı, açık mavi gömlek seçenekleri ile sıklıkla pişti oluyorlar ama bunu hiç de konu etmiyorlar. Bugün kiminle pişti oldum gene diye hiç aklımadan geçmez am ao an kravatımın puanları iyi ki iri değil, ya iri puanlı kravat giyseydim, ya bu seçimim beni olduğumdan iri gösterseydi diye bir fantazi yaparken. Üstünden geçerken her zaman hopladığım kaldırım taşı bir an aklımdan çıkıvermiş. Önce sesi duydum. Kaldırım taşının altındaki olaanca suyun çıkardığı "foooorrrrrrş" sesini. Ardından sağ ayakkabımın içinde üşümeye başlayan ayağımı. Kaldırım taşının altında yağmur sonrasında birikmiş olanca su aynen teminki forşlaması ile yer değiştirip pabucumdan içeri girdi.
Şimdi kardeşim ne lüzumu var? Her yanı domuz gribi endişesi, şişe şişe elleri dezenfekte edici jel, öpüşmeyelim, tokalaşmayalım rica ederimler kaplamışken hiç münasebeti var mıydı yani?
Kaldırımın üstünden sürüler halinde geçip gitmiş domuz gribi hülasasının toğladım sağ ayakkabımın içine. Şimdi gel de o şapşahane takım elbisenin içindeki bedene anlat bunları. Hoş sağ pabuca su dolunca gri elbisenin sağ paçasını ıslattı aynı suların arta kalan bölümü. Gri kumaş ıslanınca rengi koyulaşıyor biliyor musunuz? Çizdiğim imaja bak. Bir gram karizma varsa o da kaldırım uğruna gitti, döküldü, yerle yeksan oldu. Paçalardan karizma akıta akıta iş başı yaptım. Pabucu ters yüz edince hala akıyor yerlere kadar sokağın suyu. Şimdi gel de pabuç kadar olmuş 43 numara ayağa dezenfekte et bakalım kolaysa. Aldık başımıza işi.
Bir kere de Konak Vapur İskelesi'nden Konak'a doğru yürürken ıslaklığı fazla bir havada ahşap yer kaplamalarının üzerinde kayarak ağır çekimde kıç üstü oturmuş beyin sarsıntısı geçireceğimden ürkmüştüm. Ama o zaman domuz gribi yoktu, beyin sarsıntısı da kase ıslanmasından geçmiyordu.
Olmuş muyumdur?
Kapmış mıyımdır şu mereti?


4 Kasım 2009 Çarşamba

Cevapsız Kalmış Hayati Sorular

En büyük korkularımdan birisi ortak panik duygusu ile hareket eden bir kalabalığın içinde kalmak. Başkasını düşünme yetisini geride bırakmış bir kalabalığın içinde her gün evden çıkıp geri dönüşümüz birer macera gibi yıllardır. H1N1 virüsünün yol açtığı sıkıntıları ve diğer ülkelerin aldığı önlemleri aylardır izliyorum. Bu tehlikeli yumurta nihayet kapımıza geldi, hatta elimize bırakıldı.
Yumurta kapıya geldiği andan itibaren bir türk vatandaşı olarak; Bu hastalığın belirtilerinin ne olduğuna dair sağlık bakanlığının internet sitesine aylar önce yapıştırılmış bir yazı ve bol bol ellerimizi yıkamaki ortak kullanım alanlarını dezenfekte etmek dışında ciddi bir önlemin alındığını ne gördüm ne duydum. Bu virüsün bana ve yakın çevremdekilere ulaşmasından ve sonuçlarından korkuyorum. Bu tür virüslerin insan vücuduna bulaşması halinde oseltamivirin etkin olduğu ilaçların kullanıldığını tıp bilimine uzak bir vatandaş olarak biliyorum ancak oseltamivir'in h1n1 karşısında etkin olamadığnı da biliyorum.
Bu virüsün yol açtığı hastalığın tedavisi mümkün müdür?
Mümkün ise hangi ilaç bu tedavide kullanılır?
Tedavide kullanılan ilaç bu ilaçtan ülkemizde yeterli miktarda stok var mıdır?
Madem aşı bu virüse karşı önemli tedbirdir, neden Başbakanımız bu aşıyı olmayacağı yönünde beyanat vermektedir?
Bu aşının ivedilikle yapıldığı kitle seçilirken neden hayati görevlerde çalışan kimselere öncelik tanınmamaktadır? Bu sene hacca gidecek olanların bu sene gitmesi illaki şart mıdır apar topar hacı adayları aşılanmakta, arap topraklarına virüs bulaşmasın diye uğraşılmaktadır? Bunların yerine sağlık görevlileri, devleti vatandaşı korumakla işlerini yürütmekle görevli olanların tamamının aşılanması düşünülmemektedir?
Bu sorulara, türkçe yayın yapan hiç bir gazete, internet sitesi ya da TV kanalında yanıt verilebildiğini görmedim. Hastane görevlileri domuz gribinden ölüyor, kişiler öldükten sonra yapılan tahlillerden ölüm sebebi ortaya çıkıyor. Tanı koyulabilmesi için yapılan labaratuvar tahlilinin çok pahalı olduğu sebebi ile yapılmaktan kaçınıldığını duyar oluyoruz.
Panik yaratılması için her tür sebep ortada. Ciddi bir önlem ya da halkı ciddiye alıp hayatlarının nasıl bir tehlike/tehlikesizlik ile karşı karşıya olduğunu açıklayan bir Allah'ın kulu yok. Hayatlarımıza ne kadar değer verildiğini görüyoruz. Bir çok ülkenin aylardır eylem planları oluşturduğu, gerektiğinde sokağa çıkma yasakları uyguladığı salgın ile ilgili hiç bir ciddi grişim, plan yok.
Sizi bilmem ben korkuyorum.
Ellerinizi yıkayın ey türk halkı, bir de doğru düzgün haksırın ve de tıksırın. Benim düzgün hapşırıyor olmamın bana nasıl bir faydası olacaksa.
Ey kafası her daim karışık, kifayetsiz, basın kartı taşıyan insan kalabalığı, 13 yaşında ölmüş öldükten sonra H1N1 bulaştığı tespit edilmiş kız çocuğunun ailesinin hedef göster sen, vakit kazan.

30 Ekim 2009 Cuma

Maddesel Olmayan Varlık mı? Dinlen Dinlen Kaç

Domuz gribi korkusundan sokağa çıkamaz olduk. Anadili ingilizce olanların deyimi ile çok kısa zamanda bir "couch potato"ya dönüşme riskinden beni koruyacak tek şey ise kanepeden kalkmamı sağlayacak sıkı bir korku filmi. Korku filmlerinde de Star TV'nin hayatımıza soktuğu saçmasapan terim ile ifade edecek olursam "maadesel olmayan varlıklar" beni hayli irkiltegelir nedense. Ben böylesi bir korku filmi ararken beklediğim sıkı korku filmi meğer 2007 yılında çekilmiş bile. Bir kaç festivalde boy göstermiş ancak, gösterime girme şansı bulamamış, yönetmeni kapı kapı dolaşıp filmini dağıtacak bir baba stüdyo bulmasa haberimiz olmadan unutulup gidecek bir filmmiş.
Senaryoyu yazan ve filmi yöneten Oren Peli, Oyuncular aynı zamanda filmin büyük bölümünü elde kamera, çeken Katie Featherston ve Micah Sloat. Blair Witch Project, Rec, Cloverfield, Quarantine ve Diary of the Dead'den sonra yine bir amatör kamera ile çekilmiş süsü verilmiş bir film ile karşıkarşıyayız. 15.000 USD'nı aşmayan bu film bir haftada, filmde önemli rolü olan dublex, bahçeli, havuzlu bir evde çekilmiş. Filmin üç ayrı sonu var, ilk gösterildiğindeki son fazlası ile kanlı ve akılda çok soru işareti bırakıyor, sanırım bu sebeple katıldığı festivallere ve bir kaç gösterim şansı bulduğunda ikinci son ile gösterilmiş. Direktör Oren Peli yılmamış filmini gösterime sokabilmek için neredeyse 3 yılı bulan bir süre uğraşmış ve sonunda Dreamworks'e ve Steven Spielberg'e ulaşabilmiş. Steven Bey filmi izlemiş, dokunulmamış haline rağmen filmdeki potansiyeli görüp seyirci yüzü görmemiş sayılabilecek bu filmi yeniden çekmeye karar vermiş. Ancak yeniden yazmaya girişmeden önce filmin ikinci finalini beğenmemiş ve eldeki malzemeden son bir final oluşturmuş. Kurgulamış demiyorum çünkü film uzun planlardan oluşuyor. Özellikle finalde kamera sabit hiç bir yere kıpırdamıyor. Üçüncü finali ile film için bir deneme gösterimi yapılmış ve alınan tepkiler çok olumlu olunca yeniden çevrim planı rafa kaldırılmış ve Paranormal Activity 16 Ekim 2009 tarihinde seyircisine kavuşmuş. Amerika'da bindokuzyüz küsur salonda gişe rekorları kırarak gösterime girmiş. Imbd'de filme filmi oylayan 13025 kişinin oluşturduğu rating şu anda 7,4 seviyelerinde.
Filmin öyküsü; Micah ve Katie henüz yeni beraber yaşamaya başlamış genç bir çift. Micah evde geçen her anlarını video kamera ile kayıt altına almaya meraklı. Evdeki ilk gecelerinden itibaren Katie tuhaf sesler duyarak uykusundan fırlıyor, bazen kulağının dibinde bir ses adını fısıldıyor bazen alt katta bir tıkırtı oluyor. Bunun üzerine Micah evdeki 24 saati kameraya almaya başlıyor. Geceleri kamera yatak odasında kamera ayaklığının üzerine sabitlenip tüm odayı görüntülüyor. Evlerini bilinmeyen bir güç ile paylaşmakta olduklarını düşünerek tedirginleşmeye başlayan çift doğa üstü güçler konusunda tanınmış bir medyumu evlerine davet ediyor.
Dikkat bundan sonrası filmin büyük bölümünü anlatıyor yani feci biçimde spoiler içeriyor, filmi izlemeyi düşünenler okumasın lütfen.
Medyum, Katie'nin 13 yaşında iken evlerinin yanmasından beri görünmeyen bir varlık tarafından ziyaret edildiğini öğreniyor. Böyle güçlerin olduğunu, bunların iyi ya da kötü huylu olabildiklerini ama ne yaparlarsa yapsınlar onlarla asla iletişim kurmaya çalışmamalarını. İletişim kurarlarsa ve kötü niyetli ise öbür dünya ile aralarında bir daha asla kapatamayacakları bir kapıyı açacaklarını ve ondan sonra başlarına çok kötü olaylar geleceğini söylüyor. Özellikle ruh çağırma tahtalarındani ruh çağırma seanslarından uzak durmalarını hatta denemeyi asla kalkışmamalarını önerip gidiyor.
Bu ziyaretten sonra video kamera, yatak odalarında tuhaf hareketler kaydediyor. Gece yarısından sonra yatak odası kapısı aralanıp kapanıyor, aşağıdan sesler geliyor. Uyanıp alt kata indiklerinde avizenin sallandığını görüyorlar. Uykularında yatak örtüsünün altından bir hava akımı girip Katie'nin ayağını tutuyor, yatak odası kapısında ayakta duran bir varlığın gölgesi izlenebiliyor, üst kattaki diğer odanın ışığı yanıp sönüyor. Bütün bunlar çiftin sinirlerini iyice bozuyor. Kameranın her anlarını kaydetmesi kadının sinirlerini bozuyor ve Katie Micah ile kavga ediyor.
Her gece ayrı bir tuhaflığın kaydedilmesi ile bir yere varılamadığını gören Micah bir arkadaşından ruh çağırma tahtasını ödünç alıyor. Tahtayı gören Katie evi terkediyor. Çift evi terkedince ruh çağırma tahtasının üzerindeki işaret tahtası harflerin üzerinde hızla hareket edip bir şeyle yazıyor. Ve ardından tahtanın yüzeyi alev alıyor. Saatler sonra eve geri dönen çift o gece merdivenlere, koridora ve yatak odası kapısına un serpiyorlar. Aniden bir sesle uyandıklarında ışıkları yakıp odalarında üç parmaklı bir ayağa benzeyen nesnenin braktığı izleri görüyorlar. İzler onları tavanarasına açılan bölmeye götürüyor. Micah tavanarasında üç parmaklı ayağa benzeyen yanmış bir eski fotoğraf buluyor. Resim Katie'nin 13 yaşındaki halini gösteriyor. Aile fertlerini arayan Katie küçüklüğünde yaşadıkları yangından bir tek eşyalarını bile kurtaramadıklarını o resmin de yanmış olduğunu öğreniyor.
Ruh çağırma tahtasının eve girmesinden sonra varlık daha sinirli bir hal alıyor. Ertesi gece kapıyı çarpıp arkasından tekmeler atıyor. İnternette bir araştırma yaptıklarında 1963 yılında bir kızın ruhuna şeytan girdiği öğreniyorlar, kızın internetteki ürkütücü görüntülerinden bu durumdaki kurbanların ne kadar tehlikeli olabildiklerini görüyorlar.
Ertesi gece merdivenlerden öfke ile çıkan adımları duyuyoruz, merdivenlerden çıkıp odaya giriyor ve Katie'yi yataktan çekip ayaklarından sürüklemeye başlıyor. Katie'nin çığlıklarına uyanan Micah diğer odaya koşup kadını geriye alıyor. Alt kata iniyorlar, Katie'nin sırtında bir ısırık izi var. Daha sonra bacağında da bir ısırık izi oluşuyor. Katie yatağına dönüyor ve evden taşınmayı düşünmelerinin gereksiz olduğunu söylemeye başlıyor. Takip eden gece Micah buldukları yanık resmi şöminede yakıor. Katie gece yarısını bir kaç saat geçe uyanıyor bir saati aşkın süre kıpırdamadan durup Micah'a bakıyor. Sonra aşağıya iniyor, derken Katie'nin çığlıklarını duyuyoruz. Micah koşarak yanına iniyor, olan biteni görmüyoruz seslerden anladığımız kadarı ile dövüşüyorlar. Birisi ölüyor. Merdivenleri çıkan ayak sesini duyuyoruz. Katie yatak odasına giriyor, üstü başı kan içinde ve elinde büyük, kanlı bir bıçak var.
İlk final: Katie kameraya yüzünde çılgınca bir gülümseme ile yaklaşıyor. Gözlerini dikip aniden bıçağı kendi boğazına sokup yere düşüyor.
İkinci final: Katie yatağın ayak kısmına yakın, yere oturup saaterce sallanıyor. Ertesi gün akşamüstü telefona mesajlar nırakılıyor. Akşam dokuz gibi Katie'nin yakın arkadaşı eve giriyor, mutfakta ceset görünce kaçıyor. Yarım saat sonra eve giren polisin sesini duyuyoruz. Polis üst kata çıkıyor, Katie'yi görüyor. Kadın elinde bıçakla polislere doğru yürüyor, "Micah nerede?" diye soruyor. Polis bir kaç el ateş ederek kadını vuruyor.
Sinema finali: Çift döğüşüyor ve Katie Micah'ı bıçaklayarak öldürüyor.
Ağır başlayıp, yavaş ilerleyen ama yavaş yavaş yarattığı korku dolu dünyanın içine çeken bir film. Gece, yatak odası çekimleri sıkıcı olabilecekken hızlı ilerlemelerle ilginç hale getirilmiş. Bir korku filmi şaheseri değil ama seyiriciye verdiği ufak bilgi kırıntıları ile gerilimi tırmandırmayı başarmış bir film. Ben holywood sonunu değil de ikinci finali olanı baştan sona izledim. Film bu hali ile daha güzel bence, diğer tam bekleneni veriyor.
Micah ve Katie beraber yaşamaya başlayıp paranormal aktivitelere şahit olmadan önce, mutlu günlerinde.