30 Temmuz 2008 Çarşamba

İzmir'den Kızılşın Bir Fırtına Geçti

Şimdi bir arkadaş var. Kızıl saçlı, ben onu tanıdığımda saçları kızıl değildi. Seneler önce kahverengi saçlıydı, saçları kendiliğinden kızıl olmayacağına göre boyattığından kuşkulanıyorum. Aslında direkman böyle kuşku duymam doğru olmaz. Belki de saçları hep kızıldı da, o eskiden kahve tonlarında saç boyalarının yardımı ile ancak kızılşınlığını gizliyordu, tam olarak bilemeyeceğim.

Arkadaşımız tüm kızıl saçlılarda olduğu gibi altıncı his bakımından kızıl saçlılıktan nasibini almamış insanlara nazaran bir miktar daha fazla şanslı. Leb demeden leblebiyi anlayabiliyor olmak onun için sıradan olaylardan. Kirpiğinizin kıpraşma açısını tespit edebilecek ve bu duruma bakarak aklınızın ucundan bir saniye sonra çakıvecek düşünce işareti logosunu sezececek denli çevresi ile alışveriş halinde. Onun yanındayken şaşkınlığa uğramadan geçireceğiniz anların sayısı hayli az. Gelecekte veya o anda olmakta olanları tahmin etme kapasitesi oldukça yüksek olduğu gibi bu tahminlerin tutması olasılığı da çoğu zaman azami seviyede.

Aynı işyerinde çalıştığımız dönemlerde, yani seneler önce Ankara’ya eğitim amaçlı bir seyahatimiz olmuştu. Bir akşamüstü izmir’den beraber geldiğimiz Katerina ile bir kaçamak yapıp Tunalı Hilmi deki Tadım Pizza denilen yerden Kızılşın arkadaşımız olmadan bir akşam yemeği yemeye kalkışmıştık. Kızılşın arkadaşımızın işi uzun süreceği için bizimle gidememişti. O zamanlar cep telefonu henüz icat olmadığı için haberleşip onu da davet etme şansımız solda sıfırdı. Efendim arkadaşımızın işi bitince oturup 10 saniye kadar transa geçerek düşünmüş “ben Vladimir ve Katerina olsam nereye giderdim şimdi?” diye. Aklına gelen ilk cevaba göre Ulus’tan bizim Tunalı Hilmi Bey’e doğru rotayı çevirmiş. Siparişlerimizle beraber masamıza gelince çok şaşırmıştık. Aslında daha yeni yeni tanışıyorduk bu şaşkınlık doğaldı.

Geçen Pazar akşamı, aslen İstanbul’da konuşlanmış bu arkadaşımız, Bodrum tatili sonrası İzmir’e uğramıştı. Pazartesi günü ben tek başıma öğlen yemeğine çıktım, Kordon’da son zamanlarda sakin olduğu için tadandığım lokanta zınga-zınk dolu olduğu için lokantanın az ilerisinden 2. Kordon’a dönderek sokak arasında, ev yemekleri yapan mütevazi bir lokantaya girdim. Yemeğimi yedim, hesabı ödeyip ayrıldığımda cep telefonumda cevapsız bir arama gördüm. (Ben telefonlara cevap vermeyi fazla sevmediğim için cevapsız arama kayıtları benim ve hep sessizde duran telefonum için hayli doğal bir şeydir) Arayan kırmızı saçlı arkadaşımdı. Kıbrıs şehitleri caddesinin sonundan iş yerime doğru yürürken onu aradım. Ben işe dönmek amacı ile o yoldan hiç geçmemiştim, oradan geçmem hayatımın en zayıf ihtimallerinden biridir. Telefona hemen cevap verdi, karşılıklı birkaç espri yaptık. Nerede olduğunu sorunca Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nin sonlarında olduğunu söyledi. “Ben de ordayım” deyince “Seni görüyorum ben” dedi. Beni onu görmem biraz vakit aldı. Kırmızı pantolonlu, kırmızı çantalı, kırmızı pabuçlu, kırmızı saçlı ve kırmızı çakmaklı kadını anında görememek her babayiğidin harcı değildir. Ağır hipermetrop astigmat gerektirir. Ben deki hafifinden olduğu için hemen olmasa da hemenden az uzun bir zaman bölümünde onu gördüm. “Seninle planlasak burada buluşamazdık” dedim. “Çünkü planlamış olsaydık ben ekerdim” lafıma nedense çok güldü. Oturup “Sakız”da duble türk kahvelerimizi, kırmızı renkli gül likörlerimiz eşliğinde içtik.

Arkadaşımı artık uzun zamandır tanıyorum ama yanındayken ortasına düştüğüm tuhaf tesadüflere ve şaşırtıcı rastlantılara hala daha şaşırıyorum.

Bugün öğleden sonra beni aradı. İstanbul’a döndüğünü söyledi. İzmir için derin bir oh çektim. Kolay değil İzmir’den bir kızılşın fırtına geçti.

Gaybubetinde çok kitap okuduk bu arkadaşın.

29 Temmuz 2008 Salı

Özür Dilerim

İçinde tuhaf bir heyecan vardı, yakalanmaktan korkuyordu. El çantasının içindeki aklına geldikçe kalp atışlarının ritmi değişiyordu. İnandıklarının savunucusu olması için ona bu şans tanınmıştı. Kendisine güvenenleri yarı yolda bırakmayacaktı. Yanındaki arkadaşı ile konuşacak konu bulamıyorlar etraftakileri dinliyorlardı. Yol kısaydı ama uzun bir otobüs yolculuğu gibi geliyordu kendisine de arkadaşına da. Saçları kısacık kesilmişti her ikisinin de. Tıpkı birer asker gibi.

Bir haftalık traşsız yüzü, altları kahverengiye dönüşmüş gözleri vardı. İçerisi çok sıcaktı ama dışarıdaki karları gördükçe paltosunun içinde üşüyordu. Gülümsediğinde bembeyaz dişleri ortaya çıkıyordu. Önlerindeki sırada iki üniversite öğrencisi genç kız vardı. Kendi aralarında İngilizce konuşuyorlardı. Kızlardan birisinden çok hoşlanmıştı, mola verdiklerinde bir çay eşliğinde kısacık sohbet ettiler. Kız da ondan hoşlanmıştı.

Moladan sonra otobüse bindiler. Arka sağ tarafta oturuyorlardı, arkalarında çıkış kapısı ve merdivenleri vardı. Önlerindeki kızlar ders kitaplarına bakıp birbirlerine ingilizce bir şeyler söylüyorlardı. Bunu bahane edip genç kızla konuşmak istedi.

Erkek: “Ne güzel ingilizce konuşuyorsunuz”
Kız: “Ders çalışıyoruz aslında, önümüzdeki hafta sınavımız var bunları ezberlememiz lazım”

Erkek: “Ben de biraz ingilizce biliyorum”
Kız: gülümseyerek “Ne güzel”

Genç adam başını koltuğa yasladı. Az kalmıştı. İçinden saymaya başladı. Beş dakika sonra koltuklarından kalktılar. Muavinden otobüsü durdurmasını istediler. Otobüs durdu, arkadaşı merdivenlerden inerken o çantasını açmıştı, içinden çıkardığı metal cisime asıldı. Metalik bir tıkırtı duyuldu. Kapıdan içeriye doğru soğuk bir rüzgar esmeye başladı. Yuvarlak bir topa benzeyen nesneyi genç kızın kucağına bırakırken gülümsedi genç adam, arkadaşının peşinden koşarakotobüsü terk ettiler.

Hayatında ilk kez bir el bombasını gören genç kızın patlamadan önce duyduğu son sözler güzel gülüşlü genç adamın sözleri oldu: “Excuse me !!!”

Seneler önce, Ankara-İstanbul arasında bir otobüs yolculuğu esnasında yaşananlar aşağı yukarı böyleydi. Yolcuların çoğu öldü, yolcuları indiren muavin hayli ucuz kurtuldu. O özür kelimelerini çok canice buluyorum. Celladın kurbanına sondan bir önceki zalimliği olduğunu düşünüyorum. Bombalı eylemlerin tümünü kınıyorum, şerefsizlik, adilik, insanlıktan uzak olmak olarak adlandırıyorum.

Kendi kendime soruyorum bazen: “Masum insanları kalleşçe öldürme vazifesini üstlenmiş insanlara nedenleri ne olursa olsun acımalı mıyız? “

Kaçamak Bakışlar

Kedilerin yüzüne, gözlerinin içine bakarsanız bir süre sonra gözlerini kısmaya, sizinle göz göze gelmemek için gözlerini kapatmaya başlarlar. İnsanlarımızın da büyük çoğunluğu konuşurken göz teması kuramıyor. Birisinin doğrudan doğruya gözünün içine bakmaktan neden çekiniyorlar anlayamıyorum. Kedi gibi de değil, gözlerini kısarak da olsa bakmıyorlar. Ya başlarını önlerine eğiyorlar, ya başka taraflar bakıyorlar. Siz bakmazken göz ucu ile size kesik kesik bakışlar fırlatıyorlar. Böyle gözlerini kaçırarak konuşanlar bende güven duygusu uyandırmıyorlar. Ben bu gözgöze gelmekten kaçınma halini biraz özgüven eksikliğine bağlıyor, biraz da insanları arkalarından konuşarak yargılama potansiyellerinin işareti olarak yorumluyorum. Tabi utangaçlık belirtisi olabileceği ihtimalini ise asla es geçmiyorum.

24 Temmuz 2008 Perşembe

Benimkisi Kuyruksuz Olsun

Kuyruk denildi mi aklıma ilk anda, ne gece elbiselerinin birkaç metre arkasından süzülen allı pullu uzantılar, ne de resmi resepsiyonlarda giydiğim frağımın ardından sarkan bölüm geliyor. Kuyruk dendi mi, küçükken dinlerken olsun, söylerken olsun akıbetini bir türlü öğrenemediğim ama nerdeyse ortaokul demlerime kadar bir dönem takık biçimde sormaktan caymadığım o şarkıdaki kurbağayı hatırlarım:

Vladimir: “Anne.. Küçük kurbağanın kuyruğuna ne olmuş?”
Vladimir: “Dayı.. Küçük kurbağanın kuyruğuna ne olmuş?”
Vladimir: “Teyze.. Küçük kurbağanın kuyruğuna ne olmuş?”
Vladimir: “Anneanne.. Küçük kurbağanın kuyruğuna ne olmuş?”
Vladimir: “Babaanne.. Küçük kurbağanın kuyruğuna ne olmuş?”
Vladimir: “Dede.. Küçük kurbağanın kuyruğuna ne olmuş?”
Vladimir: “Hala.. Küçük kurbağanın kuyruğuna ne olmuş?”

Küçük kurbağanın kuyruğuna ne olduğunu hala bilmiyorum. Zaten zamanla, haliyle, büyüdükçe olaya ilgim söndü. Yıllar beni başkalarının sorunlarına alakasız kalabilmeyi öğretecek denli bencilleştirdi, kaldı ki şarkıdaki de alt tarafı bir tane kuyruksuz kurbağa.


Kuyruklarda benim için hüzünden eser yok üstelik beni sinirle şarj ediyorlar zaman zaman. Bir kuyrukta beklemekten oldum olası nefret ettim. Beklemek gerekirse beklerim. İnsan dizileri içinde beklemeyi böylesine güçlü biçimde sevmeme nedenlerimden bir tanesi genelde sakin bir adam olmamdan kaynaklanıyor ve asıl önemlisi insanlar arasında adalet ve saygı olması gerekliliğine olan inancımı yitirmedim. Gözümün önünde cereyan eden adaletsizlik ve saygısızlıklara kayıtsız kalma sabrını gösteremediğim için ne sebeple olursa olsun bir sıraya girip beklerken gözlemlediklerime vereceğim tepkiler beni ürkütür ve sıra kısaysa girerim sıra uzunsa vazgeçer geri dönerim. Birkaç kez alışveriş merkezlerinde alışveriş arabasını ağzına kadar doldurup sırf kuyruk uzun diye caymışlığım olduğundan ultra hiper züper marketlerin tenha saatlerini tercih eder oldum. Yine de tenha saatlerde bile kuyruklar olabiliyor. Belli sayıdan az ürün aldıysanız ona özel kasaların olması da iyi bir buluş.

Kuyrukta ön tarafta bekleyen kişilerden kendi önüne birisinin geçmesine ses çıkarmayana sinirlenir ve seslenirim, “bayım önünüze geçiyorlar siz ne diyorsunuz bu işe” diye sorarım, ses çıkarmazsa gider ben de onun önüne geçerim. “Ne o başkasına kayıtsız kaldınız benim sizin önünüze geçme önceliğime karışmaya ne hakkınız var” gibi ifadeler ile hem irkiltici, hem de kışkırtıcı olurum. Olay çıkar. Ya da direkt olarak sıraya girene “bakar mısınız sıranın sonu orada değil sıranın sonundan kuyruğuna girer misiniz lütfen” diye ta en arkalardan seslenirim. Önümde bekleyip de duruma ses çıkarmayanlara feci halde gıcık olurum.

Bir de mağdur pozisyonunda rol kesen ricacı tipler olur, markette elinde iki tane ürün ile sıra tam size gelmişken sorarlar “benim iki tane zottirivinyam var önünüze geçebilir miyim”, “hayır” dersiniz, bir bozulurlar. “Hanımefendi az ürün satın alanların kasasına gitseniz hayal kırıklığı da olmazdı” dersiniz. İçli içli bakarlar. Hayır kelamını yanıt addedemeyişleri kendi noksanları.

Geçenlerde yine bir markete kalabalık saatinde gitmek zorunda kaldım, çıkışta taksi durağına gittim. Taksi yok, değnekçi “abi şurada bekle gelir birazdan” deyince poşetlerimle beraber beklemeye koyuldum, beş dakika sonra ardımda bekleşenler oluştu. İleriden taksimiz gözüktü gözükmesi ile birlikte alışveriş merkezinin önünden bir kadın “TAKSİİİİ” diye en tizden bağırmaya başladı. Taksinin durağa doğru ilerlediğini görünce çılgınlar gibi bizlere doğru koşturmaya başladı. Taksi tam benim önümde durdu, ben bagajı açarken kadın kapıyı açıp oturdu taksiye, eşyalarımı koydum ve de öbür kapıdan girip oturdum içeriye. Şoföre gideceğim yeri söyledim. Kadın “ay ay ay vay lay lay” şeklinde bana çığlıklar attı. “Hanımefendi sıra denen bir şey var, o sıra denen şeye kuyruk diyenler de var. İsterseniz camdan bakın o kuyrukta hala bekleyenler var, siz en öne geçtiniz, tamam ilgi de topladınız, ama gereksiz oldu biraz” deyince daha da asabileşti, adeta lütfederek indi taksiden söylene söylene. Kapıyı dan diye bir çarpışı var. Al sana haksızlığa uğramış bir prenses daha. Prenses fena halde cazgır o ayrı. Şoförle dikiz aynasından bakıştık, “Devam et ağabeycim sen“ dedim. Abim bastı gaza. Koyulduk yola, İzmir kazan ben kepçe…

22 Temmuz 2008 Salı

Baskın Basanındır

Yoğurtlu soslu beyti kıvamındaki törkiş kamera şakalarına tilt oluyordum, kılın önde gideniyim ya kıl olmadığım tüy yok şu dünya üzerinde. Kanal 1 ekranlarında amerikan yapımı reality tv showlarından “cheating spouses”dan (aldatan eşler) apartma bir show başlamış Allahım’a şükürler olsun. Kameramanların bir yatak odalarımıza girmediği kalmıştı o da oldu hayırlara vesile olmasını niyaz ediyorum. Zinaya birinci elden şahit kayıt halindeki kameraman mevcut bir de sevişen ve bu anın tespit edildiğinden güya habersiz bir çift. Bu çoklu iletişim halinin grup seksten bir farkı varsa bile bu farkı benim idrak etmem zor. Öyle kanımın son damlasına kadar mutaasıp da değilim ama aynı odadaki cinsel temastan zevk alan kişi sayısı ikiden fazla olursa benim lügatımdaki grup seks tanımına cuk diye oturuyor.

Tabi bunlar ilk duyduğum anda kapıldığım önyargılardı, denk gelip izleyemedim. Üzgünüm.

Program kendi çapında iddialı olan şu sözlerle yayına geçeli hayli zaman olmuş da ben farkına varmamışım:
“Aldatıldığını düşünler,
ihanete uğradığından şüphelenenler 'İhanet Avcıları'na başvuruyor,
'İhanet Avcıları' yaptığı takiplerle tüm şüpheleri ortadan kaldırıyor.
İhanet Avcıları birebir çekilen sıcak takip görüntüleri ve gizli kamera kayıtlarıyla içinde gerçek hayata dair bir çok şeyin olduğu yepyeni bir program.
Çapkınlara, kurnazlara, akıllı geçinenlere, 'ben aldatırım, bana bir şey olmaz' diyenlere bundan böyle geçit yok.
Türkiye'nin ilk ve tek kriminal psikoloğu Doktor Joseph Erdem liderliğindeki İhanet Avcıları aldatıldığından şüphelenenler için yepyeni bir çözüm olarak Kanal 1 de.”


Bugün öğle yemeği için buluştuğum ve bu programı izlemiş olan arkadaşım anlattı, öyle evlerde yatak odası baskınları tertip edilmiyormuş, otel odası, iş yeri gibi yerlerde aldatan çiftler kıstırılıyormuş. Bir tanesini anlattı; ellili yaşlarının henüz baharında olan reklam şirketi sahibi bir kadın yanında çalışan 20lerinin henüz başlarındaki ofis boyla sevişerek evlenmiş. Kocası daha sonra şirkette genel müdür pozisyonun konuşlandırılmış. Kadın şirkette olmadığı zaman senaryo yazımı, fikir teatisi, manken seçimi gibi envai bahane yaratan genç koca gönlünü yaratabildiği bahanelerden de fazla çeşitlilikte dilber ile eğlendiriyor. Bu yaratıcı iş bahanelerinin ardı arkası kesilmeyince karısının baharlarına güz gölgesi düşmeye başlıyor, gölgeler kadında kuşku uyandırıyor. Kuşkulu kadın eş dost tavsiyesi ile programın yapımcıları ile temasa geçiyor ve aldatan koca birkaç hafta izleniyor. En sonunda ekip ne yapıyor ne ediyor eşi iş üzerinde yakalamayı başarıyor. Kadın kameramanlar ve sunucularla beraber kendi şirketindeki fotoğraf stüdyosuna girip başlıyor feryada. Dekor amaçlı yataktan kendisini zor atan koca ayağına bir şort geçirmeyi başarıyor, yataktaki kadın ise vücudunun yuvarlak kısımlarını narin bir çarşafla zapt-ı rapt altına almaya çalışıyor. Aldatılan eş basıyor çığlığı:
Kadın: Adi adam
Adam: Sinirlenme aşkım
Kadın: Pis herif beni aldatmaya utanmıyor musun
Adam: Göründüğü gibi değil bir tanem.
Kadın: Çok pişkinsin hala nasıl inkar ediyorsun
Adam: Hayatım çekim yapıyorduk görmüyor musun?
Kadın:………….


Kadının da idrak etmiş olduğu gibi fazla söze hacet kalmadı adamın öne sürdüğü mazeret beni benden aldı. Duyduğumdan beri tekrarlıyorum ulu orta. Sapıklıkla itham edilmem an meselesi.

17 Temmuz 2008 Perşembe

O Kadın, Bu Adam, Şu Kadın

Memleketimizdeki erkeklerin hayatın yüklediği sorumlulukların yüklenilmesi açısından bakıldığında, kadınlara göre daha avantaj sahibi olduklarını biliyoruz. Kız belli bir yaşa gelince ister istemez kendini bir takım ev işlerine el atmış, hatta farkına varmadan kendisini toz alır, çamaşır yıkar, yemek yapar, kardeşine bakar, yerleri siler, sobayı yakarken bulabilirken erkek çocuğu 30 küsur yaşına kadar yaşına kadar yatağını yapamaz, kirli çamaşırlarını çamaşır makinesine atamaz, yumurta kıramaz, dolaptaki yemeği mutfakta yangın çıkartmadan ısıtamaz denli kendi kendisine yetmekten acizdir. Ta ki bir sebeple o evden ayrılıncaya kadar aslında yaşamını kendi kendine sürdüremediği için acınacak haldedir. Onun için bu işleri yapacak bir annesinin olması son derce doğaldır. Anne kendisini paralar; kazık kadar adamın yatağını yapmak, yemeğini önüne koymak, elbiselerini tertemiz önüne koymak, çoraplarını peşinden toplamak, halı saha maç yapmaktan döndüğünde terden ıslanmış eşofmanlarını çamaşır makinesine koyabilmek için yorar kendini.




Reşit olalı yıllar geçmesine rağmen çocuk gibi kendi kendine yetmekten aciz kalmış kazık kadar adam hayatının en temel ihtiyaçlarını karşılaması için hala annesinin eline bakmaya muhtaçtır. Oh ne ala hayat değil mi?

Bu kazık kadar adam bir sebeple evden ayrılır, bu genellikle ilk önce öğrencilik döneminde arkadaşları ile bilmediği bir şehirde ev tutması ile olur ve en genellikle ve de özellikle de evlenmesi ile olur. Bekar evi kabus gibidir o güne kadar arkasını toplayan bir gizli ele alışkın “çocuk” darmadağınık evde yaşamaya alışamaz, gırgır şamata güzeldir de o koku çekilir mi yani? Kabusu kenara bırakalım o çocuğu daha fazla üzmeden dünya evine sokalım. Çocuğumuza bir kadın yemek yapsın, evini temizlesin, çamaşırlarını yıkasın, canı sevişmek istediğinde ona baş ağrısı taklidi yapmadan kendisini onun kollarına bıraksın.

Evlilik müessesine adım atmış erkek çocuklarımız bir kadının kendisi için saçını süpürge etmesine alışkındır. Teslim olmuş bir kadının kendisi için yaptığı işleri son derece doğal kabul etmektedir. Bu işler sıradan işlerdir gerekirse kendisi de yapar zaten. (N.A.H…!! yapar)

Böyle evden işe işten eve giderken ve de evdeki kadın hayatını en lüzumsuzundan işlerle çocuk-erkeğinin arkasını toparlamaya adamışken erkeği alır bir sıkıntı, alır bir monotonluk baskısı endişesi, alır bir “otuzbeşime girdim hayatımı yaşayamazsam böyle ölür giderim” endişesi. Hele bir kadın çoluk çocuğa karışıldı ise adamcağız hiç çekemez o çocukların yetişirken çıkardığı gürültüyü. Çocukların çıkardığı sesin kulak zarlarını hırpalamakta olduğunu fark eden adam hayatını yaşama yönünde gizli bir karar alır. Etrafına bakınır kandıracağı, geleceğini karartabileceği, kendisine kul köle edebileceği, bir başka cinsi latif aranmaya başlar. Arayan bulurmuş beyimiz bulur evden sıkıldığında kapağı atabileceği yedek evin sahibesini. Evli adamın uzun vadeli gönül ilişkisi objesine “o kadın” ismini veriyoruz.

Evli erkeğin çekimine kapılan çok insan olur ama garantici evli erkeğimiz hazır arkasını toplayan ve bunu en iyi şekilde yapan çocuklarının annesinde bir değişiklik yapmayı pek düşünmez, mağduru oynar ama önemli bir karar alıp da tutup karısını boşayacak denli salak değildir. Yedekte tutar karısını, günü gelip geri döneceği yuvasını. Olan evli erkeğin gönül işleri objesi olup hiçbir geleceği olmayan ilişkinin kadın kahramanına olur eğer bu kadın kafa kopartangillerden değilse öyle olmaya hüküm giymiştir. Eliyle sımsıkı tutup kendine katabileceği bir şey yoktur, adamın nikahlı karısının garantilediklerini ona asla sunamaz. Sadece, sürekli kendi hayatından verir. Adamın belirlediği ama kendisinin bilmediği planın parçasıdır sürekli. Adam ona ne zaman vakit ayırmayı uygun gördüyse o zamanı beklemeye hadi denildiğinde bir ıslıkla ona koşmaya mahkum eder kendini. O darılmasın, o kızmasın, o alınmasın, o gücenmesin diye kendinden verdiği tavizlerin arkası gelmez. Sürekli kendini hiçe sayar kadın. Belki gözlerini kör eden bir yalanın ışığına kapılmıştır pervane gibi, “çocuklar büyüsün seninle evleneceğim” yalanının içinde mantık ararken adamın karısının hamile olduğu haberini alır, inanması gereken yalanlar her gün artar. Adam rahattır evde karısı çocukları onu beklemekte, diğer evinde ise canı sıkıldıkça kaçamak yapacağı kadın onun ile ilgili gelecek hayalleri kurmaktadır. Adam ne yardan geçer ne serden. İkisini idare eder.

Sona erdiremediği evlilikle ilgili sonsuz sayıda mazereti bir çırpıda serebilir o kadıncağızın önüne. Say say bitmez. Yeni çocuğumuz oldu şimdi ayrılamam, kırkı çıkmadan olmaz, annem babam kızıyor, işlerim kötü ayrılırsam nafaka veririm iki misli yük altına girerim, kayınvalidem hasta boşanırsak ölür yazık değil mi ona. Örnekler çoğaltılabilir.

Benim anlayamadığım “o kadın” denen, yedekte tutulan kadının hali. Bir insan bir diğer insan ile ilgili geleceği bu denli imkansız iken nasıl olur da güvenilecek en son insana güvenip kendi geleceğini ona bağlar, onun uğruna yoluna çıkan bütün fırsatları geri teper, hayatına bir yol veremez, kendi geleceğinden çalar, yedekteki kadın rolünü giyinir. Üstelik evli kadın bu ilişkiyi biliyorsa işi daha zordur, ondan nefret eden anne kadın çocuklarını ile beraber kendi kinini kardeş ederek büyütür.

Kafa kopartanlar ayır bir konu, daha eğlenceli öyküler çıkabiliyor buradan, adil bir alışveriş. En azından alan razı, veren memnun.

Bu durumda olan bir arkadaşım var, üstelik eşi de arkadaşım. Adam sevgilisini de arkadaş grubumuz ile tanıştırdı. Bizlerle buluşurken bazen karısı, bazen de sevgilisi ile geliyor. Sevgilisi adamın evli olduğunu biliyor, karısının bir şeyden haberi yok. Eşinin sık sık iş seyahatlerine çıkmasına bozuluyor biraz, bilmiyor ki adam şehir dışında, iş seyahatinde değil. Bu ikiyüzlülüğe bizi ortak ettiği için kimimiz kızıyoruz arkadaşımıza. Taraf olmamamız gereken bir ilişkiler yumağına taraf olmak istemediğim için bu bir alay laf salatası, yoksa bana ne isteyen istediğini yapsın, ne yaparsa yapsın, el ne karışır.

11 Temmuz 2008 Cuma

İmajinasyonunun Yağını Yiyim

Ev kullanımı için tasarlanmış müzikli TVli, hadi bilemediniz en sıradanlarından, oturduğunuz vakit klozet kapağından ısıtmalı, oturanı usul usul masajla rahatlatıcı tuvalet dizaynlarına insan zaman zaman imrenmeden duramıyor (edemiyor). Çok güzel şeyler bunlar.

Ama evlerimizde iş yerlerimizde olanlar sanırım genellikle en mütevazi olanlarından pek bilinmedik bir yaratıcılık ürünü değil. Gayet sade, gayet normal. En abartmış olanlar klozet kapağı kılıfına tığ ile uğur böceği, asma yaprağı, incir çekirdeği katkısında bulunmuş olabilir hadi en fazlası. Evlerdekinde pek sorun yok. Sorun ortak kullanıcı adedinin arttığı yerlerde ortaya çıkmaya başlıyor. Öyle iş yerleri var ki; kapıyı açıp girip hemen geri çıkmak normal bir insanın en doğal refleksi olabilir anca. Zira burun-göz koordinasyonu sonucu oluşan ittifak beyine öyle seri ani ikazlar yoluyor ki o kukuyu duyan, o köşedeki kirli tuvalet kağıdı öbeklerini gören içerde bir saniye duramıyor maalesef.

Tuvalet dediğiniz, sade, temiz olmalı.

Bir arkadaşımın yeni dekore ettirdiği ofisine gittiğimde çok etkilenmiştim. Harika, işlevsel, gözü yormayan, ofis içinde iş akışını kolaylaştıran uyumlu renklere sahip sade ve etkileyici ofise hayran olmuştum. Doğa çağrısını yapınca uymamak olmadı tabi hemen tuvalete doğru koşarcasına, koştum. Tuvaletin kapısına vardığımda içeride ne göreceğime dair beklentilerim hayli yüksekti. Kapıyı açtım, uzay üssü gibi bir tuvalete girdim. Hoştu, her şey ince ince düşünülmüştü. Ancak görülen oydu ki; kıçının hijyenin her şeyden önemli gören bir zat-ı muhterem bey yememiş içmemiş sıçmak için orayı seçmişti. Zira iki tane siz deyin 43 ben diyeyim 44 numaralık ayakkabının taban izleri klozetin iki yanını çamurlamıştı. Az evvel orada birinin tünemiş olduğuna dair elimde kuvvetli deliller vardı. Bu self hijyen merakı benim bayramlık ağzımdan hiç de bayramlık olmayan lafların dökülmesine yol açtı.

Tuvaletten çıktıktan sonra bir müddet janti giyinmiş sosyetik tiplerin pabuçlarını izledim durdum. Düşman ayağa bakar derler – o an için doğru değildi ben sadece delil toplamaya çalışıyordum.

Ülkemizde gördüğüm en orijinal düzenlemeye sahip tuvaletlerden birisi Maltepe’ye giderken sahil yolu üzerinde yer alan “Maria’nın Bahçesi” isimli restorandaydı. En kötüsü çocukluk yıllarımda kaldı. Alaturka bir “hela” tahtadan yapılmış, ortada bir yarık olan, dışarıda sırada beklerken içeriden gelen sesleri, atıkların yükseklerden düşerken çıkardığı yankılı çarpma sesleri ve tabi o muazzam koku.

Bir de seneler önce işyerimizi dekore ettirdik, muazzam geniş bir yerimiz var. Yer geniş olunca mimar imajinasyonunu işletti ofisimiz süper güzel, itinalı, şık bir yer oldu. Tuvaletler hariç. Gep geniş, ferah ofis. Daracık tuvalet. Kapıyı içeriye doğru açmak istiyorsunuz, kapı klozete değdiği için açılmıyor. Kapıyı klozete dayayıp sağ bacağınızı tuvaletin üzerinden aşırıp sol bacağınızı havaya kaldırıp kapıyı kapatmanız gerekiyor. Kapıyı kapadığınızda başka bir sorunla baş başa kalıyorsunuz. Klozete oturunca alnınız lavaboya değiyor. Size demiştim başka bir sorunla baş başa kalıyorsunuz diye, kesinlikle mecazi bir durum değildi. Hem kusup hem de hacet gidermek isteyen için ideal. Erkeler tuvaletinde de kadınlar tuvaletinde de aynı sorun. Altı aylık hamile bir çalışanımız tuvalete istese de giremiyor. Düzenlemeyi yapan bizi tuvalete gitmeye gerek duymayan mükemmel insanlar olarak tasarlamış kafasında anlaşılan. Ama hayır hayır efendim bizler mükemmel değiliz, belki de sıradan biririyiz.

8 Temmuz 2008 Salı

Karadeniz'de Üç Gün

Güzel yurdumuzun gezilecek o kadar güzel yerleri var ki, kesinlikle görülmeli ve özellikle sevdiklerimizle paylaşılmalı diye düşünüyorum.

Yedi sekiz yıl önce 6 arkadaş yaz tatilimizde Karadeniz’de geziyoruz. İki araba ile yola çıktık beğendiğimiz yerde mola verip konaklayıp devam ediyoruz. Grubumuzdakilerden birisi kuzenim ve eşi, eşi fena halde hamile, bu yolculuğu göze aldığı için ona hayret ediyoruz.

İlk konakladığımız kentte önceden aldığımız tavsiye ile temiz bir otel bulduk, seviniyoruz. Arabaları birkaç sokak ileride park etmemiz gerekiyor. Otelin görevlisi bize yolu göstermeye gönüllü oldu. Akşam karanlığı inmiş bile. Araçları park yerine bıraktık. Dar ve karanlık sokaklardan, kepengi örtülü dükkan önlerinden geçerek otele dönmek için beş dakikalık bir yolumuz var. Otel görevlisi pantolonunun paçalarını çoraplarının içine soktu, öyle yürüyor. Bize “Abi siz de yapın” dedi. Nedenini sormaya kalmadan karanlık sokakta bir gürültü, kepenge “gümmm” diye bindiren ağır bir ses. Karanlıkta gözlerimiz seçmeye başladıkça anlıyoruz, farelerin cirit atması lafının ne anlama geldiğini. Bunlara fare denemez gerçi, bu irilikteki bir canlıyı küçümsemek olur fare demek. Kepenge omuz atan iri canlılar var bu sokakta, bu kentte. Paçalarımızı çorap içine bir sokuşumuz var görmek lazım. Hele bir de otele kendimizi atışımız evlere şenlik. O gece tertemiz odalarımızda, odamıza ikram olarak gönderilmiş jelatinli meyve sepetinin yanında uzanırken gözümü bir kere olsun kırpmadan sabahı ettim. Otelde fare yoktu ama ben tedbiri elden bırakmadım.

Sabah yola çıktık, tepelerdeki bir kasabaya yolumuz düştü. Orada konaklamaya uygun bir yerin ismini bir önceki otelde almıştık. Arıyoruz bulamıyoruz. Kuzenim öndeki arabada. Dağın başında yol kenarında bir adam görünce durdu. Adamı arabaya aldılar. Tarif etmektense kendisi göstermek istedi sanırım. Yardımsever bir adam olmalı. Yaklaşık on dakika sonra aradığımız yerin kapısında durduk. Öndeki arabadan kuzenim, eşi ve yolu gösteren adam indi. Kuzenim ve eşi kahkahalarla gülüyorlar. Bizler ne olduğunu sordukça gülmeleri artıp, gözlerinden yaşlar fışkırıyor ve konuşmayı beceremiyorlar. Sakinlediklerinde anlatıyorlar tabi.

Kuzenimin eşi ön koltukta oturdukça ayakları su topluyor diye ön koltuğu arkaya yatırıyorlar, o da arka koltukta otururken ayaklarını ön koltuğa uzatıyor. Bu adamcağız bizimkilere yolu göstermek için ön koltuğa oturunca, yengemiz şoför arkasındaki koltuğa geçip oturuyor. Adam ön koltuğu kaldırmayıp ön koltuğa resmen yatıyor. Bizimkiler “bu yatarken biz bu yolu bulursak ne ala” diye düşünürken adam dakika başı kafasını kaldırıp dışarıya bakıyor, “daha gelmeduk” deyip yatıyor. Böyle yata kalka yata kalka giderken en sonunda oteli buluyorlar. Otel bulununca sinirleri boşanmış, ona gülüyorlarmış meğer.

Yine aynı ekip Sarp sınır kapısına kadar böyle gidiyoruz. Kuzenimin bir ahbabı oradaki bir akrabasının ismini söylemiş onu buluyoruz. Adam bizi buyur ediyor çay söylüyor. Çayımızı içerken kuzenime şöyle diyor: “Benim yanıma selam getirip gelen çok olur, onları ağırlarız, çoğu dış kapının mandalı gibidir, siz bana deyun bakalım siz de selam getirip geçenlerden misiniz, yoksa bana değer verip gelenlerden misiniz?” Kuzenim yutkunuyor “ Yok Abi biz senin çok hikayelerini duyduk dünya gözü ile bir görelim tanışalım istedik” Adam susuyor. Çaylarımızı içince “siz gidin şimdi, çarşıyı gezin ben sizi bulurum” Neye uğradığımızı şaşırıyoruz.

Çarşıda gezerken bizi buluyor, “gelin sizi nereye götüreceğim bakın” diyor. Bizi Sarp Sınır kapısına götürüyor, sınırı geçirip Gürcistan’a geçirecek. Sınırdaki askerlerle konuşuyor. Askerler “bugün vali teftişte geçemezsiniz” dedikçe bizim ki köpürüyor “ Vali de kimdir?”, “Benim misafirlerim var onları geçireceğum” diye tutturuyor. Hayır dendikçe sinirleniyor. Gürcistan’ı da görüyoruz zaten bu taraftan plajda insanlar oturmuş pinekliyorlar. Oraya geçsek de bu tarafta kalsak da göreceğimiz o kadar zaten”. “Abi yapma etme” derken bizimki zor ikna oluyor. Rotamızı tepelere çeviriyoruz. Yemyeşil ağaçların arasından dar yollardan geçip tepede bir balık lokantasına geliyoruz. Bizden başka kimse yok. Alabalık havuzlarının ortasına uzanmış bir beton üzerinde masalar var. Bizden başka da kimse yok. Adam lokantayı işletenlere sesleniyor: “Kari var!!!” Biz birbirimize dönüp bakıyoruz. Oturduğumuz masanın etrafına perdeler çekiliyor. Mahremiyet sağlanıyor. Son derece lezzetli alabalıklarımızı yiyip kalkıyoruz.

Aklımda bunlar yer etmiş.

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Size Kırküç, Peki Ya Bize Kaça Olur?

Orta okul ve liseyi ingilizce öğretim yapan bir okulda yatılı olarak okudum. Bu okulda hiç bir şeyi öğrenemediysem bile ingilizce ve almancayı çok iyi öğrendim. Bu konuda kendimi şanslı görmüyorum. Çünkü orayı kazanmak için ilkokulun son sınıfının her bir günü ayrı ayrı burnumdan geldi. Şanslıyım tabi ama şansımı biraz da kendim yarattım. Yok yok olmadı bu şansı elde edebilmem için feci gaza geldim, sülalecek “haydi vladimir” diye iteklediler ardımdan. Bak hatırladık sıra fenalaşıyorum. Hatırlamayayım daha iyi, belki bir gün hatırlarım. Zaten anlatmak istediğim de bu değildi.

İlk girdiğim iş yerinde maaş şu kadarcık, göstermek gibi olmasın mikroskobik ebatlarda. Tabii ki de biliyorum, fazlası ile klasik ve baydıran bir laftır; “Size doesn’t matter” demiş elin anglosaksonu, cesametin ehemmiyetsizliğinden dem vurup asıl önemli olanın nasıl kullanıldığı olduğu hususuna parmak basmaya çalışıyor, cesametsiz erkeği gaza getirmeyi hedefliyor. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anlanın bir türlüsü. İlk söyleyen kadın mıdır yoksa erkek mi hatta kim söylemiş onu bile bilmiyorum. Bu lafı eden erkekse ayrı kadınsa ayrı biçimde hayra yorabilirim. “Züğürt tesellisi” ya da “Gizli anaç feministin erkeğini artısı eksisiyle şefkatle bağrına basışı” ya da “büyüklüğe takmış erkeği biraz daha uğraşma yönünde teşvik etmeye odaklı bir kadının sözü“ der çıkarım işin içinden. Neyse efendim, maaş hakikaten küçük ama büyültebilmek için önümüze sunulmuş farklı enstrümanlar mevcut. Mesela yabancı dil sınavına girip, başarılı olduğun takdirde maaşını ikiye katlamak mümkün. Giriyorum başaramıyorum, ertesi ay bir daha giriyorum sonuç değişmiyor. Kızıyorum kendime “ulan eşek herif çatır çatır konuşuyorsun ingilizceyi bir şu sınavı geçemedin” diye azarlıyorum içimden, gizlice. Depresyona girdim gireceğim. Eli kulağında. Tam o sırada askerlik kıvamıma gelmişim. Büyük abi “gel oğlum Vladimir” diyerek çağırdı beni. Gittik, saçları sıfıra yakın numara ile kelaj kıvamına aldık. Askerlik anısı anlatacak değilim, anlatamam zaten anım da olmadı. Benimkisi bir tuhaf askerlik eminim herkesin askerliği kendisi için bir tuhaftır. Hiç alışık olmadığın bir hayatın içine giriyor ve burayı benimsemeyeceğin için de hayatı bir buçuk yıl kadar rölantiye alıyorsun. İlk günü kocaman bir tokat yiyorsun ve geri kalan aylarda kendine dönmek için gün sayıyorsun.


Günün birinde 25 yaşın üstünde bir alay adam, kışla kapısı denen bir yerden içeriye girer. Böylelikle normal hayatın dışına çıkarlar. Hepsinin üzerinde bir çekingenlik vardır, zihinlerinde büyüklerinden ya da arkadaşlarından duydukları sayısız askerlik anısı yankılanmaktadır. Sıraya girerler. Ellerine, giysiler, iç çamaşırları ve teçhizat, matara, postal falan tutuşturulur. Şanslı olanın postalı, çamaşırı, üniforması kendi benden ölçüsüne yakın ebatlarda çıkar. Size doesn’t matter üzülmeyiniz. Birbirinden farklı bir sürü genç adam, ellerindekileri giydikçe birbirine benzemeye başlar. Giyinme faslı bitince, sıra saçlara gelir, iyi çalışmayan bir traş makinesi o gün çok çalışır, yerdeki saç kesikleri yükseldikçe, etrafta bekleşen morali sıfırın altındaki gençler bir tornadan çıkmış gibi birbirinin tıpkısı olurlar. Saç kesimi de bitince, genç adamlar dışarıya çıkartılır. Yürüyüşü korku veren bir adam yaklaşır bekleşen gençlere. Üst rütbeden insanlara "komutanım" denmesi gerektiği kısa sürede öğrenilir. Bu komutan, nezle görmemiş sesi ile bağırır;
"Şu tepeyi görüyor musunuz".diye sorar gençlere.
Gençler "evet" der.
Komutan “duymadım, yüksek sesle” der.
Çilebülbülüm cilveleşmesinin maço olanı oynanmaya başlanır. Birbirinin tıpkıçıktısı derecede morali yerlerde sürünen genç kalabalığı

“evet” diye kükrer bu sefer.

Komutan; "yolun" der.

Az evvel evet diye kükreyen gruptan cılız bir ses yükselir; "Neyi yolalım?"

Komutan; "otları" ve gider.

Bir alay genç, bir alay orta düzey, üst düzey yönetici, bir alay evlilik müessesesi geyiğinde reddedilmesi onöre edici olan mühendis ve doktor vesaire, az sonra tepededirler. Böyle işlere hiç de tanışık ve de alışık olmayan bembeyaz pamuk gibi ve de üniversite mezunu elleri ile otları yolmaya başlarlar. Büyüklük önemli değidir ama bu önemsizlik tepeyi küçültmemektedir. Bir kaç saat sonra en iyimser elden kanlar sızmaktadır, pamuk gibi ellerden eser kalmaz. Akşam koğuşta şu konuşmalar duyulur; "Kremin var mı", Koğuş sanki kızlar koğuşudur, envai çeşit krem elden ele gezer.


Askerlik, insana savaşma sanatını öğretir, erkeği itaat eden erkek haline getirir. Askerlik sıradan bir türk gencine g-bilmemkaç denen bir tüfeği iki dakikada gözü kapalı olarak söküp takmayı, yatağını yapmayı, tepedeki otları yolmayı öğretir.

Askerlik böyle bir şey işte.

Cümbür cemaat tokadı yediğimiz ilk haftaydı. Yabancı dil bilenler beri gelsin diye akşam içtimasından toparlayıp bir sınava aldılar. İngilizcenin altından girip üstünden çıkmışlar, hayli baba bir sınav. Ertesi gün de sözlü sınav yaptılar kesmemiş olacak üzerine time dergisinden kel alaka nevinden İngilizce yazılmış bir makaleyi Türkçe okumamızı istiyorlar. Sınav bitti

Aylar geçti.

Kıtalarımızın belirlenmesi için kura çekmemiz gerekiyor, yabancı dil sınav sonuçları açıklandı. Seksen üzerinde not alanların arasındayım. Askerliğimi mütercim tercüman olarak yapacağım anlaşıldı.

Askerlik bitince uslanmamışım demek, aynı işe girdim. Yine İngilizce sınavı zamanı geldi, yazılıyı geçip geçip sözlüsünde elendiğim sınavda hoca ile İstanbul’da diz dize oturuyoruz. Adam bana mezun olduğum üniversiteyi sordu, "Dokuz Eylül Üniversity" yanıtımı beğenmedi "September Nineth denir ona" dedi. Salaklığım azalmış içten içe işten ayrılma planları yapıyorum, bu yüzden rahatım; "Sizin bu mantığınıza göre Oxford mezunu da ülkemize gelince Öküz-Ford'dan mezun olduğunu söylemeli o zaman", “Zaten ben bu sınavın gerisindeki mantığı anlayamıyorum” dedim, “Sizinkinden zor bir sınavda iyi not alıp bir yılı aşkın süre tercümanlık yapıyorum, sizden bir türlü olur alamıyorum, bunu bana açıklar mısınız rica etsem” diye sordum. Sınavı geçtim. Maaşım büyüdü, işten ayrıldım. Zamanlama hatası işte.

İkinci işimde de sınav vardı, iyi derece ve orta derece. Orta dereceyi geçtim. İyi derce için birkaç yıl denedim. Sözlü sınav barajını üç puanla kaçırınca “bu iş oldu galiba” diye düşünüp bir yıl İngilizce kursuna gittim, sınava girdim, çıktım haliyle. Bir ay sonra sonuçlar açıklandı, bir önceki sınavda kıl payı kaçırdığım notun yarısını bile alamamışım. Azimli biri değilim ben. Atıvermişim havluyu.


Bu kadar "size" den bahsedince aklıma geldi:


Adamın biri mağazanın ayakkabı satan bölümünde dolanır, ayakkabılara bakar. Deneme amacıyla giyer, aynada bakar, çok beğenir. Tezgahtar da "Bunlar sizi açtı" der demez, kutuyu koltuğunun altına kıstırır kasaya yürür. Kasiyer ile arasında şöyle bir konuşma geçer:

Kasiyer: Buyurun efendim.

Adamın biri: Bu ayakkabıları satın almak istiyorum.

Kasiyer: 175 YTL Efendim.

Adamın biri: Nasıl olur?

Kasiyer: Fiyatımız bu beyefendi.

Adamın biri: Ama nasıl olur. Ayakkabının tabanında "size 43" yazıyordu. Fiyatı niye değiştirdiniz? Ben enayi miyim?

Kasiyer: ----------dumur-------------dumur---------

3 Temmuz 2008 Perşembe

Ağır Defter

İsmimi seviyorum ancak o kadar yaygın ki bazen biraz fazla işittiğimi düşünüyorum. Orta okulda hınzır kaderin muzip cilvelerinden bir tanesinin azizliğine uğrayıp aynı sınıfa üç adet adaşımla yazıldıktan sonra liseyi bitirinceye kadar birbirimize yapışık yaşayıp bu duruma tahammül etmek zorunda kalmıştık. İki kız, iki erkek. Erkek olanı ile doğum günümüz, satimiz ve hastanemiz bile aynıydı. İkizlere takıklığım biraz da buradan gelir. Terazinin Hüznü işte. Dördümüz her öğrenim yılının başında en arka dört sırayı kapar, ama hiç yan yana oturmazdık. En arka sıranın tapulu malımızmış her sene bize kalıyor olmasına öğretmenler kıl olup sömestre tatiline kadar bizlerin, en azından ikisini en ön sıraya alıyorlardı. En arka cam kenarı en kıymetli yerdi, burası için kıyasıya didişiyorduk.

Sözlü yapma girişimindeki öğretmenler ismimizi söylediğinde dördümüz de aynı derecede tepkisiz kalmayı başarıyor hiç birimiz üzerimize almıyorduk. Camdan dışarı çam ağaçlarına doğru bakınıyorduk. Adaşlarımdan lise bitinceye kadar kurtulamadım.

Seneler sonra ikinci işimde karşıma iki adaş daha çıktı. Müdürümüz koridora çıkıp ismimiz seslendiğinde diğer ikisi koşarak kendilerini hole atardı, ben istifimi değiştirmezdim. “Bir şey söyleyecekse telefon ile yanına çağırabilir” diye sessiz ve derinden önceleri içimden protesto ediyordum. Kimin sinirlerinin daha sağlam olduğunu tahmin edebiliyordum.

Bu adaşlardan bir tanesi odasını botanik bahçesine çevirmişti, kurtulmak için neler yaptığımı daha önce anlatmıştım. (Bu arkadaşa V1 diyeceğim bundan sonra) V1, bana hayrandı, okuduğum, izlediğim, dinlediğime ilişkin görüşlerimi ağzı bir karış açık dinler. Ben de bu duruma kıl olurdum. Sürekli “ufak ofis şakaları” dediğim aslında halis muhlis eşek şakası olan muzırlıklarımı yapardım buna. (Bir de kamera şakasına kılım değil mi?) Diyelim benim önerdiğim bir kitabı satın aldı ve heyecanla okuyor, sonunu ölüm kalım meselesiymişçesine merak ediyor, Cuma günü öğle tatilinde gizlice odasına girer kitabın en önemli iki sayfasını yırtar alırdım. Hafta sonu memnun mesut evine gider, pazartesi günü hayal kırıklığı içinde geri dönünce masasının üstünde kayıp sayfaları bulurdu. V1’in Herkes hakkında söyleyecek sözü eleştirecek bir tespiti bulunurdu. Tamam iyiydi hoştu ama yüzüne söyleyemeyeceğin şeyler ile kafamın ütülenmesi de neyin nesi oluyordu? Bir öğlen memnun mesut elinde yeni satın aldığı kayıtlı walkmani ile geldi ve bana “Vladimir sen bunlardan anlarsın bu walkman nasıl çalışır?” diye sorunca, bir güzel gösterdim. İçine bir kaset koyup çaktırmadan kayıt tuşuna bastım. Ofiste çalışan kimseler hakkında teker teker görüşlerini sordum. Aynı ropörtaj yapar gibiydi. Hepsini bir güzel anlattı. Yalnız bir sorun vardı susmak bilmiyordu. Meğer çok doluymuş. Öğleden sonra bir ara o kaseti sekretere “çok güzel bir şey var bu kasette çalsana” diyerek verdim. Kaset başladı, tüm ofislerdeki hoparlörlerden V1 in sesi yükseldi:
“Falanca hanım şöyledir,, filanca beyse şöyledir” Arada benim de sesim karışıyor; “Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?”, “Kendisi ile konuşup bu konuyu halletmeyi denedin mi hiç?”,”Yok canım o sözü söylerken kötü niyetli olduğunu zannetmiyorum” gibi sözlerim işitiliyordu. Bu gibi araya girişlerime verdiği yanıt ise genelde; “Yok yok ne yılandır o bilmezsin sen” oluyordu.

Yaptığım kötü bir şeydi biliyorum, olayın ertesinde bunu ben yaptım hepsi benim eserim diye ortaya “yüzleşmeler kralı” gibi çıkmam vicdanımı elbette rahatlatmadı. Sonradan biraz utandım itiraf ediyorum.

V1 entersan bir kadındı. Mesleğinde çok iyiyidi, kılık kırk yaracak denli mükemmeliyetçi ve sorumluğundaki işi asla tesadüfe bırakmayacak denli takipciydi. Öte yandan tipik balık burcuydu. Her kendi hayatı ile ilgili yaslara bürünmesini gerektirecek bir dram bulmasına yardımcı olan sezgilere sahipti. Bunlar boş sezgilerdi. Sürekli melankoli denizinde yüzüyor, gelecekte gerçekleşme ihtimali onbidebir bile yüksek olmayan tuhaf olasılıkların yasını daha o zamandan tutuyordu. Sezgileri boş çıktığı için aslında kendini boş yere üzüyordu.

Edebiyata çok düşkündü, son okuduğu yazara tutku ile bağlanır külliyatını illaki en kısa sürede tüketmeye mecbur hissederdi. Bir Pazar sabahının köründe Ankara’yı seller götürürken Yukio Mishima’nın “Bereket Denizi Dörtlemesi”nin dördüncünü bulmak için yanına bir hayırsever arkadaşımızı katıp şehrin altını üstüne getirmişliği vardı. Üstelik dört cilt de birbirinden farklı konulardadır devamlılık derdi tasası bulunmamaktadır.

O birimdeki müdürümüzün kanı bana ısınmadığı benim de sudan ve de şahsi kaprislere vermeyi düşündüğüm tavizimin bulunmadığı deşifre olduğu için orada senemi dolduramadan başka bir yere transfer oldum. Telefonla bolca konuşurduk sürekli gerçeklerin onun cephesinden yorumları ve bu konudaki endişelerini paylaşırdı. Dinlerdim onu, önerilerde bulunurdum ama hiç birini dinlemezdi. Bir gün onun başına gelen benzeri bir olay benim de başıma geldi beni aradığında konuyu onunla paylaşmak istedim ama daha birkaç hafta önce onun için hayati önem taşıyan sıkıntı benim başıma gelince sanki en sıradan olaymışcasına önemsizmişcesine gülüp geçmeye kalktı. Tespitimi söyleyince hoşuna gitmedi. Ben de geneldeki bu yaklaşımının doğru olmadığını söylerken, sıkıntım ile ilgili saçma sapan bir öneride bulundu, bunun üzerine “V1.bir daha seninle konuşmak istemiyorum beni arama” dedim.

Artık konuşmuyorduk, son görüşmemizden yaklaşık 6 ay sonra istifa etti. İstifasından üç gün sonra postadan bir paket aldım. İçinde sarı bir defter, ortaokul çocuklarının yazdığı hatıra defterine benzeyen bir defter ve kısacık bir not vardı. Not Vladimir’e yazılmıştı, benimle konuşamadığı için üzgündü. Ayrılması gerektiği için ayrıldığını yazmıştı. Konuşmadığım birisini defteri üstelik çok gizli olması gereken hatıra defteri elimdeydi okumak istemiyordum. Okumamam gerekiyordu, otobüste eve giderken okumama kararı aldım. Akşam yemeğinden sonra merakıma yenik düştüm, defteri okumaya başladım. Çok güçlü sezgilere sahip bir insanın imgeler ile dolu yazılarıydı. Benim hakkımdaki duygularının yoğunluğu beni çok rahatsız etti. Sayfalar ilerledikçe duyguların yoğunluğu artıyor, imgeler güçleniyor, sanki o satırların yazarı akıbeti belirsiz bir karanlığın giderek daha derinlerine yolculuk yapıyordu. Defterin bittiği sayfaya bakakaldım. O satırları yazan kişi ben olsaydım orada o sayfada yaşamıma son verirdim.

Ama benim hayatımda bir intihar vardı ikincisini kaldıramazdım. Bu defter bana çok ağır geldi. Güvendiğim bir ortak arkadaşıma verdim, okudu, intihar edip etmeyeceği üzerine konuştuk. Ben V1 i aramadım, arkadaşım da aramadı.

V1 işten ayrılmakla kendisi için en doğru seçimi yaptı, daha mutlu olacağı bir işte çalıştı.

Ben ismimi taşıyan insanlara pek fazla rastlamıyorum artık, yeterince tanımışım zaten.

Ve o defter..

O defter ise gaybubetlere karıştı.


Tesadüf mü saymalıyım bilmiyorum ama hayatımın toplam sekiz yılını birden fazla adaşım ile beraber geçirmek zorunda kaldım.

Sevgili Çınar mimlediğinden beri düşünüyorum, evet yazmaya değer bir tesadüf sanırım.

Ve sizler;

Sevgili Aydan Atlayan Kedi, Ferhanca ve Hayatta Giderken; Sizlerin hayatınızda tesadüflerin yeri nedir? Paylaşmak ister misiniz?




2 Temmuz 2008 Çarşamba

Ey Ruh Geldiysen Masayı Uçur !!!

Üniversitenin ilk senesi, üç kafadar birbirimizi bulduk, okey oynamak için dördüncüye ihtiyacımız var. Onu da bulduk bir müddet okey oynadıktan sonra okeye doyduk. Canımız sıkılıyor dersler ilgimizi yeterince çekmiyor, popüler de olalım istiyoruz nasıl yaparız nasıl yaparız planlar üretiyoruz, beğenmeyip hepsini çöpe atıyoruz. Dördümüze bir baksanız hepimiz bir örnek, al birini çarp diğerine, üstelik bıyıklarımız da var. Tıfılın önde gidenleriyiz. Derken birimizin aklına geldi:

- Fal bakalım
- Oğlum kim bakacak falı?
- Vladimir baksın
- Tamam bakarım, ama bana yardım edeceksiniz
- Nasıl?
- Fal bakmadan ön hazırlık dönemi lazım. Kızları gizlice tanıyacağız birbirleri hakkında ağızlarından çaktırmadan laf alacağız
- İyi fikir, biraz da sihir büyü katsak işin içine
- İlüzyon ile ilgili bilgi toplayalım
- Anlaştık
- Haydi yürüyün

Yürüdük tabii artık kimse tutamazdı bizi. Bir hafta sonra okulun en iyi fal bakan, geçmişi bilen geleceği yorumlayan falcıları olmuştuk. Her geçen gün popülerlik kazanıyorduk.

İlk falımızı anfilerin arkasındaki bölmedeki kırık dökük olduğu için kullanılmayan masa, sandalye ve dolapların muhafaza edildiği ardiyede baktık. Ortamın loşluğu da hoşumuza gidince orayı mesken tuttuk. Kızları ikişer ikişer içeriye alıyorduk, iki arkadaşımız kantin ayağında kontrolü ele almışlardı: O gün fal baktıracak olanların çantalarından kimliklerini gizlice alıp bu bilgileri kağıda yazıyordular. Kişiler hakkında az çok bilgi sahibi oluyordu.

Güya ruh çağırıyorduk, o ruh bize fal baktıran ile ilgili bilgileri veriyordu. Önce nüfus bilgileri, ardından dedikodular derken atmasyon bölümü ile finali yapıyorduk.

Fal bizi popülerleştirdi, artık fal işi kesmez olunca topluca ruh çağırma seanslarına başladık. Yine ardiyede toplanıyor, önce perdeleri çekip içeriyi iyice karartıyor ardından el ele tutuşup seansımıza başlıyorduk. Beş dakika bir şey yapmıyorduk, millet sıkılmaya başladığında ruh çağırmak için kullandığımız masa hareket etmeye başlıyor, çığlıklar atmaya başlanıldı mı masamız uçmaya başlıyordu. Ruh çağırma seansının sonuna kadar yanımızda kalabilen kimse olmadı. Masayı uçurmaya başladığımız ilk an, dördümüzde endişe ile birbirimize bakardık, numaramızı çakacaklar, gömleklerimizin koluna sakladığımız bıçak ve cetvelleri görecekler, bunları kaldıraç olarak kulandığımızı anlayıverecekler diye korkardık.

Kimse anlamadı.

1 Temmuz 2008 Salı

Şakadan Kim Ölmüş?

Sıcaklar bir yandan ekonomik vaziyetler öbür taraftan, ezelden beri sürüp giden haksızlıkların alenileşmesi, uykudaki halkımızın mutluluğuna çoktan düşmüş olması gereken gölgeyi sıcaklara inat edercesine düşürmüyor. Aziz Nesin’in yüzdesel tespitlerine girmeyeceğim zira matematikten zerre kadar anlamam. “İki ile ikiyi topla” desen toplayamam, o iki ile ikinin toplanma konusundaki tercih ve önerilerine açarım kendimi, ya istemiyorlarsa, ya bu isteksizlik yüzünden geceler boyu vicdan azabı çekersem diye kendimi yer bitiririm. Benim aklım bir karış havada, kökü yerde olanlar değil de, elle tutulamayan şeyler ile fark edilemeyen hislerin kırıntıları benim ilgi alanıma giriyor. Duyarlılık mı, sanırım evet duyarlıyım. Ben ancak ve ancak duyarlılık yerine duyargalılıktan nasibimi alsaydım uslu bir böcek olur ve duyargalarımı serin rüzgarlara doğru kıpır kıpırdatarak memnun mesut yaşardım.

Halk olarak hafiften bir kalın kafalılık var, balık hafızalı olduğumuza inandığım anların sayısı hayli fazlalaştı şu sıralar. Öğünüp, çalışıp, güvenen hâlkımız bu denli duyarsızlık sayesinde her şeye ilgisiz, olan bitene tepkisiz, yaratılan sahte gündemlere kapılıp iki gün ondan beş gün şundan bahsederek yılları deviriyor, hazırdan yiyor yiyor bir türlü tüketemiyoruz. Görünürde tepki sandığımız şeylere de ilgimiz aniden azılıyor, gündem ani değişiyor, her gün tepkili kalmak yoruyor insanları. Buna sevinmeli mi üzülmeli mi bilemiyorum ama benden beklendiği gibi bir vatandaş oluyorum uzun yıllardır beyin yıkamasına maruz bir kişi olarak daha aklımdan geçirirken düşündüğümü unutuyorum. Hayır efendim bunamıyorum. Sıkılıyorum, herkes kadar ilgisizim, dünya işleriyle bütünleşemiyorum alakam daha alevlenmeden küle dönüşüyor.

Memleket meselelerini bir kenara bıraktım, nasılsa ilgilenmesi gerekenler de ilgilenmiyor ben mi uğraşacağım. Buda gibi bağdaş kurdum, kendi içimde astral seyahatlere çıkıyorum antreden giriyor, holden geçiyor, televizyonun üzerinden aşıp Ganj nehrinin kıyılarına uçuverecekken gözüm ekrana takılıyor. Hipnotize oluyorum adeta: Nasıl olmam ben şu ara kamera şakalarına takıldım. Hangi kamera şakalarına mı, hani sıradan olanlarına, hani her dakika gözümüze gözümüze sokulanlarına, hani yerli malı yurdun malı olanlarına. Kamera şakası canım hani Kendisine yapacak olsanız hiçbir şakayı kaldırmayacak kibirli insanların düzmece senaryolar ayarlayıp, bir taraflara kamera gizleyip kayıda geçerek, yoldan geçen ya da tesadüfen bir mekanda bulunan insanların kişiliği ve onuru ile oynaması ile sonuçlanan, abuk subuk şakalar, hatta eşek şakaları yaparak, bunları yayınlamaktan ibaret maliyeti düşük bir televizyon programlarına.

Candid Camera olarak tabir edilebilen Törkiş Kamera Şakaları benzeri avrupa, amerika menşeili programlardan esinlenmiştir, ancak yabancı örneklerinde, şakaya maruz kalan kimselerin hiçbirinin kişiliklerinin hedef alınmadığı, spontane tuhaflıkların çok kısa süreli sergilendiği, zeka ürünü olduğu gözlemlenirken, türk malı örneklerinde şakaların, hedef alınan insanı incitmeye yönelik olduğu, zeka kıvılcımlarından eser taşımadığı görülmektedir. Şaka yapılan kimse resmen mağdur edilmektedir. Yapılan şakalarda incelikten eser bulunmamaktadır. Yani herşeyde olduğu gibi kamera şakalarının suyu da türk televizyon şahsiyetleri tarafından çıkartılmıştır.
Tepkisizliğe hüküm giymiş vatandaşımız kendisine kamera şakası yapıldığı söylendiğinde, "üzüntümü, sinirimi, mağduriyetimi kamera önünde belli edersem ayıp olmasın şimdi kameralara karşı", "hem sonra el ne demez" mantığı ile suskun, omuzlar inik, gitmekteyse de, arada bir, bir bilemedin iki maganda çıkıp şakayı yapan insanı bir güzel eşek sudan gelinceye kadar benzetmektedirler. Duygularımız aşırı uçlarda zaten, ya tepkisiziz ya da döveriz böyle, gireriz Allah’ına kadar. Kısa vadede şakaya maruz kalmış kimseyi inciten, ancak; uzun vadede toplumda artık kırıntısı kalmış, bireylerin birbirine duyması gereken saygıyı kökten yok edecek olan bir eylemler bütünüdür.

İşte bunlara takıldım, bunlara karşı insanların tepkisiz olmasına anlam veremiyorum, bir salata barda şakaya maruz kalmış otuzlu yaşları yarılamış bir kadının “size şaka yaptık biz” diyen yılışık sunucunun kafasında aşağıya salata boca etmeyişine. Üstüne “Al bakalım ben de sana yaptım, ah hah hayt” demeyişine takılıyorum. Otobüs beklerken gerizekalı pozisyonuna iteklenen sıradan insanların “ay kamera şakasıydı eğlenin siz de hadi” yaklaşımına karşılık bir tokat aşketmeyişlerine içerliyorum.

Sen kamera önünde insanları aşağılayacaksın, gerizekalı rolünü emrivaki vereceksin adam da tepkisiz kalacak. Bu tepkisizlik, insanların başkalarına, kendilerine, yoldan geçene, alt katta oturana, kayıtsızlığı, kamera önünde mağdur edilen vatandaşların kendi aşağılanmalarına bile tepkisiz kalışları sonunda canıma tak edecek ve atlayıp benim emektar serçeye alıp başımı gideceğim bu diyardan, ya da ölüp gideceğim bu buz gibi şakalardan.
İşte buraya bir çizik.