27 Eylül 2008 Cumartesi

Bayramlar, Kokular, Korkular

Bayram kelimesi herkes için ayrı bir anlam taşıyor. Bu kelimenin tatil kelimesi ile dansetmesine artık neredeyse alışır olmuşken bayram takvimlerinin giderek yaz aylarına dönmesiyle birlikte çok uzun yıllar boyunca bayram lafı edilince tatil kelimesinin hatırlanacağını düşünüyorum.


Herkesin bayram ile özdeşleştirdiği birkaç anısı, zihninde yer etmiş bayramı hatırlatan birkaç nesnesi, birkaç kokusu vardır.


Benim bayram denilince hatırladıklarım;


Öncelikle anneannemin torunlarına vermek için aldığı çekmecesinde sakladığı mendillerin kokusu. Anneannem her torununa onunla ilgili olduğunu düşündüğü bir mendil alır elini öptüğümüzde mendilimizi verirdi, mendili içinde badem şekeri ve bayram harçlığımız olurdu. Benim mendillerimde mikiler, komik desenler ya da kedi resimleri olurdu. Parayı cebimize atar, badem şekerlerimiz hemen yerdik. Mendili koklardım, anneannemin elleri gibi tertemiz kokardı. Aklımda kalan güzel koku bu, bir de burnumdan yıllardır gitmeyen kötü koku var.

Bayram sofralarımız kalabalık olurdu, kardeşlerin çocukları anneannemin evinin bahçesinde oyunlar oynardık.

Bir kurban bayramı dört kuzen bir akşam öncesinden planlar yapmış, sabah karanlığında bahçede bekleyen kurbanlık koyunu alarak Spil dağına kaçmıştık. Fazla uzağa gidememiştik, Sultan Kahvesinin oradaki çeşmenin yanında koyunla oyunlar oynarken bizimkiler tarafında kıstırılmıştık. Koyunun kurban edilmesini istemiyorduk ya dedem bizden yana çıkmıştı gidip bir başka koyun aldılar yeni koyun kurban edildi bizim kınalı o bayramı atlattı.

Bir şeker bayramında Karşıyaka’daki teyzemlere ziyarete gittik, apartmanın önünde tuhaf bir kalabalık vardı, merdivenlerinde ise çok kötü bir koku. Çürümüş et kokusu olduğunu öğrendik sonradan. İkinci kattaki yaşlı amca bayramdan günler önce ölmüş, ziyarete gelen uzak bir akraba cesedini bulmuş. O koku aylarca o merdivenlerden çıkmamış, kuzenim söyledi. O kapının önünden tek başına geçmeye korkmuş günlerce.

Bayramlarda tebrik kartları gönderirdik eskiden şimdi ise üç beş standart e mail seri halde forward ediyoruz birbirimize. O eski kartları üşenmeden yazar postaya verirdik, gelen kartlar birisinin bizi düşündüğünü gösterirdi. Okumadan kenara attıklarımız da olurdu ama çoğu kart tatlı bir gülümseme yerleştirirdi yüzlerimize.


Yaklaşık 15 yıl kadar önce kuzenimin yeni aldığı video kamera ile bir kurban bayramında akrabaları, yaşlıların eskiyi anlatan sohbetlerini, misafir odasında çınlayan kahkahalarını, mutfakta taşan kahve cezvesinin kopardığı minik fırtınayı, ikram edilecek tatlının az, misafirin çok gelmesinin yarattığı paniği kayıt etmiş ve kasedi bir çekmecede unutmuştuk. İki yıl önce bu kasedi bulup cd ye çektirdim, sonrada üşenmeyip aylarca didik didik didikleyip 20 dakikalık kısa bir film haline getirdim. Cd deki biyiklerimizin çoğu artık hayatta değil. O yıl kurban bayramı için cd görüntüsü olanların tüm akrabaları için o CD den çoğalttım, her biri için bir bayram kartı hazırlayıp “Tüm sevdiklerinizle beraber bayramınız kutlu olsun” yazıp adreslerine yolladım. Zarfı alıp izleyenler, hem de eski bir bayramı izleyip artık aramızda olmayanları görerek hüzünlenmiş hem de mutlu olmuşlardı. Bu benim gönderdiğim son bayram tebriği oldu.

Mutlu bayramlar vardı. Şimdi onun yerine çokça geziyoruz, tatile falan çıkıyoruz, mutlu oluyoruz.

Bayramınız kutlu olsun.

26 Eylül 2008 Cuma

Bir Gazete Haberi

Bugünkü Milliyet Gazetesinde aşağıdaki haberi ve yorumlarını gördüm;

Seks yaparken tren ezdi

Güney Afrika'da inanılması zor bir kaza meydana geldi. Daha çok hayat kadınlarının yaşadığı tren istasyonu çevresinde bir kadınla erkek tren rayları üzerinde sevişmeye başladı. Yük trenini kullanan makinist çifti fark edip korna çaldı ancak makinistin uyarılarına kulak vermeyen çift feci şekilde ezildi. Erkek olay yerinde can verirken, kadın ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı. Mpumalanga bölgesi polis sözcüsü Abie Khoabana, "Makinistin tüm uyarılarına rağmen, çift sevişmeye devam etmiş. Zaten bu istasyondan çok az sayıda tren geçiyordu. Tren istasyonu daha çok hayat kadınlarının müşterileriyle cinsel ilişkiye geçtiği bir yer olarak kullanılıyordu" dedi. Polis çiftin gece yarısı saat 02.00'de bir bardan ayrıldığını, kaza olana kadar kendilerinden bir daha haber alınamadığını belirtti.

Yorumları;

[13:55 - torr9s] Zuahahah atın ölümü arpadan olmuş
[14:05 - ercan dindar] İşte bu habere gülünür :)))
[14:06 - sonbahar_2003] Nasil basarmis kadin? Kadinlara yedi canli derler dogru galiba treni bile öldürememis kadini.
[14:11 - goktug atik 2157] ? başka yapılcak yer kalmamış galiba?? Allah akıl fikir versin. Tüm uyarılara rağmende çekime devam etmişler.
[14:14 - 1595782] Şaşırmadım ama fazlasıyla güldüm
[14:16 - antalyalii] Hiç acımadım bile bile de yapılmaz ki canım
[14:23 - 06anka] Kendinden geçme buna deniyor galiba Trende tam geçecek zamanı bulmuş adam belkide değişiklik olsun istedi heycan katmak istedi ama tam bulutların üstünde uçtuğu satte tren ezdi ula uşam makinizt 2 dakika beklesen ölürmüydün. (buda mizahi yorum ) :):):)
[14:31 - dünya_hali_iste] Fazlasıyla iğrenç edep yahuuuuuuuuuuuuu. ölsün böyleleri hiç bakmasınlar. ahlak yoksunları. . .
[15:18 - PCUser] Belki de Belki de fantezi yapıyorlardı, sevişerek ölme fantezisi, olurya olur! insanoğlu çıldırdı artık.
[15:32 - emperyalistamerika] Yuk treni Ustelik yuk treni, metrelerce uzakta olsan bile yeri sarsar, o kadar gurultu yapar, nasil oluyor da farketmemisler anlamiyorum. Buyuk olasilikla uyusturucu cekip kendilerinden gecmislerdir, yoksa farketmemelerine olanak yok, devam etmek isteseler bile korkudan devam edemezler normal olsalar.
[15:39 - elif bayram] Tren ezdi hey yarabbim hey daha neler duyacağız. Oişi yapacak başka yer bulamamışlarmı. . Canlarını hiç düşünmemişler yazık.
[15:39 - inan kaya] Keşke! yaşasaydılar da şu yorumları okusaydılar! arkadaşlar tren altında can veren iki insandan bahsediyoruz. nasılı niçini bırakın, dalga konsu mu bu şimdi! siz nerede ve nasıl öleceğinizi biliyor musunuz da ölüm şekilleriyle dalga geçiyorsunuz bir de. ölüm bu oyun değil ki. . .
[15:44 - http://yorum.milliyet.com.tr/UyeYorum.aspx?UyeNo=1390413&uyeAd=@SY@-66] Yoksa sağırlarmı:) Belkide bir tür intihardır. son anlarınıda öyle geçirmek istemişlerdir. Yoksa İmkanı yok duymamalarının. . Yada ikiside sağırdır kim bilir. :)))
[16:18 - koralay] Fıkra gerçeğe döndü Trenin freni de yokmuş,
[16:18 - 1575284] Her şey dürtü ise o zaman toplum ve ahlak neden gerekli sevgili arkadaşlar öncelikle bu tarz bir olayın ardından yapılabilecek belki tek şey ölümün soğuk yüzü onları buldu demek şeklinde olabilir ancak unutmamak gerek ki bir insan nasıl yaşarsa öyle ölür .
[16:33 - gala75] Mutlu olum. Ask ugruna olmek boyle oluyor demek.
16:49 - xxxUFOxUSOxxx] Buna benzer şey burada olsa makinist göz altına alınmıştı.
[17:01 - mnuran] Hey allah'ım ya.. Daha neler duyucaz bakalım. . ?
[17:13 - ERENEGE] Fıkra gibi temel ile fadime fıkrası gibi olmuş. freni olan dursun birader.
[18:09 - Nnurdan] Güler misin ağlar mısın:))))))))) O KADAR KAPTIRMIŞLAR DEMEK:))))))))))))))))
[18:18 - umut (c)] ... BELLİ Kİ KAFALARI İYİYMİŞ. YOKSA DUYMAMALARINA İMKAN YOK. BİZİM 500 METRE UZAĞIMIZDAN HER GÜN GEÇİYOR. HEPSİ DE DUYULUYOR
[18:35 - xevrez] Yuhhh.macera aramış bunlar belli !! yuhhh. macera aramış bunlar belli !!
[18:41 - Hamdi TÜTÜNCÜ] Vay beee... Hani Bir Reklam Vardı ya EMNİYET KEMERİYLE ilgili. . . . O Şöyle diyordu ''ABİ SIKIYORDU YAAAA'' diye hatırlarsanız. . BUNLAR NEDEDİ ONU MERAK EDİYORUMM.
[18:50 - szr_41] Enteresann... bizim için şaşırtıcı ama baksana tren rayları bir numaralı mekanları. . .
[19:14 - emre kaya] ?????? Kendi hayatlarının uculuğu zaten belliymiş ayrıca orda öyle bişey yaprken bu sonucun olcağı belliymiş acınacak haldeki varlıklar.
[19:46 - anil91] :=) adamlar nasıl kendilerinden geçmişse artık tren bile umurlarında deil hey Allah ım ya bakalım daha neler duyacaz
[19:47 - berkberke] Bu kadarı da saçmalık neden tren rayları? diye sorarlar adama!hiçmi kum, çakıl, çim alan yoktu da demir alanı seçtiniz böylede ölürsünüz amma saçmalık ya
[20:18 - nuran33] Yuh artık başka sevişecek yer bulamamışlarmı azgınlıgın sonu bu olur
[21:25 - oleysa] Bak bak hele fantaziye bak hele demirlerin ustunde vay anasini
[21:44 - dokar] Cennete sevişerek gitmeye ve ruhlarının evren var olduğu sürece sevişmesine karar vermişlerdir.
[22:12 - aber_tadi] Fıkra.. temelin fıkrası gerçek olmuş . hi hi hi
[22:14 - serci_e] Güzel fantaziymiş ama... Sonu kötü bitmiş :)
[09:05 - yesil_su] Kötü eyvah ya nasıl duymamışlar hey allah ım
[09:16 - ufukakdemir26] :) vay canına.. olaYA bak !!! :)
[09:37 - melike kübra gürlek] Allam ya eviniz yok mu sizin. . iyi olmuş allah cezalarını vermiş inşallah ders alırlar. .
[10:23 - yanliz_257] Helal nasıl bir sevişme acayip zevk almışlar demekki baksanıza kornayı bırakın trenin sesini bile duymamışlar. ama sonu kötü tabi az kenara kıvrılsalarmış daha iyi olurmuş.

(Tamamen alıntıdır)

Bizim Evin Falları

Cicim’in sayfasındaki bugünkü yıldız falımı gösteren linke tıkladım. Şunlar yazılıydı:

Terazi ( 24 Eylül-23 Ekim ): Bugün tembel gününüzdesiniz. Bir an önce iş bitse de kendimi dışarı atsam diyorsunuz. Çalışmak içinizden gelmiyor. Yataktan kalkmak istemiyorsunuz. Unutmayın çalışmadan hiçbir şeyi elde edemezsiniz. Sevdiğiniz bu durumunuza çok üzülecek. Söylesenize sizi bu hale getiren sebep ne? Bir an önce silkinin ve kendinize çeki düzen verin. Şansınızı zorlayın. Karşılığını alacaksınız. Bugünlerde size yapılacak sürprizler sizi olumsuz yönde etkileyebilir. Sinirlerinizi bozmayın. Bol bol B vitamini takviyesi yapın.

Okumayı bitirdiğimde hiç şaşırmadığımı görerek şaşırdım. Fala inanmamak için artık hiçbir sebebim kalmadı. Fala direndiğim/inanmadığım dönemde umulmayan bir anda bakılmış iki falımın da aynen çıkması üzerine inançsızlığımı kaybetmiştim, ama iki durup bir fal okutturacak kıvama da gelmeyi tasarlamıyorum asla.

Bir de geçen gün Aydan Atlayan Kedi çok keyifli bir yazı yazmıştı, googledan neyi arattıranların yolu bloguma düşüyor diye ben de baktım tekrardan;

- ENNNNNN ÜNLÜ DOKTORLAR,
- hazır cevap kitapları,
- ofis oyunları,
- beş kolay parça,
- sen türkünü söyle yarışmasının elemeleri ne zaman başlıyor,
- körfez manzara kahvaltı,
- nükhet duru+soyunuk,
- bulvar gazetesi gizli itiraflar köşesi,
- SİGARA NE VERİR NE ALIR,

Hepsini anlayabilirim de şu sen türkünü söyle yarışması diye bir şeyden haberim yoktu, bir de soyunuk Nükhet Duru’yu arayanların benim bloguma düşüyor olmasına gerekçesine çok içerledim. Nükhet Duru’yu soyunuk ya da değil hiç fark etmez, görmek ya da duymak istemem. Bunu da şu ana kadar hiç dile getirmemişken nerden çıktı bu ilinti diye huylanıyorum demikleyinden beri.

Abi’nin yazısının altından bakan, bakarken tartan, ölçen, biçen, yargılamış, çok bilmiş, hiç beğenmemiş bakışlar dün gece bir girdi rüyama çıkartasıya kadar ak ile karayı seçtim. Uyandığımda ak kedi sağ koluma, kara kedi sol koluma çöreklenmiş, hırıl hırıl uyuyorlardı. Allah kahretsin kapı kolunu açmayı öğrendiklerinden beri ilk defa yatak odasına girmeye cesaret etmişler. Geçen haftaki ikinci kedi faciasından sonra (henüz yazmadım) gösterdiğim toleranstan cesaret alıp tepeme çıktılar işte sonunda.


Hazır yeri geldi yazayım oldu olacak. Benim Blackie ve Whitey, iki kedi irisi. Gayet kardeş kardeş yaşıyorlar aynı çatı altında iki yabancı kedi gibi. Sabahları cama çıkıp etrafı seyrediyorlar, mahallenin cümle kedisi de gelip bunları, tanrı kedi zannıyla hayranlıkla seyrediyor. Bizimkiler mağrur mağrur diğer kedileri görmezlikten geliyorlar. Böyle mutlu mutlu yaşarken on gün kadar önce bizimkilerin haddinden fazla kaşındığını görerek durumdan pirelendim. Beyaz biraz aptal yaradılışlı olduğu için yakalayıp kucağıma yatırdım, tüylerini aralayıp bakarken, tüylerin arasından bana bakan sevimsiz bir mahluka ait iki göz ile gözgöze geldim. İnternette kedi haşaratlarını google marifetiyle aratırken orada hiç alakası yokken birkaç blogun da listelendiğini gördüm. Bizimkiler pirelenmiş efendim. Hemen veterinere gittim, pire tasması ya da XXX önerdi. Bu XXX bir damla bir sıkımlık damla, kedinin ensesine sıkıyorsun kedini üstündeki cümle haşarat 8-12 saat arasında öbür tarafı boyluyor.




Akşam eve gelince siyah kediye bir damla, beyaz kediye bir damla sıkmadan önce internette araştırdım hiç bir yan tesiri yok gibi görünüyor. Akşam dokuz sularında siyah kediyi sevecek süsü verip kandırarak kucağıma aldım ensesine bir damla tatbik ettim, ardından beyaz kediye de. Bunlar gayet mesut evde gezinip oynarlarken gece bir gibi siyah kedi acaip sesler çıkarıp kendini yerden yere atmaya başladı. Googledan daha derinlemesine bir araştırma yapınca bu ilacın ölümcül tesiri olabileceğini kedinin ensesinin ivedilikle bulaşık deterjanı ile yıkanması gerektiğini gördüm. Bizimkisini al yıka, koy sepetine. Beş dakika nefes almakta zorlanıyor, dili kıpkırmızı olmuş, dışarıya sarkmış. Beş dakika saklanıyor ve çocuk gibi sesler çıkarıyor. Saat beşe doğru uyumaya başladı. Bir hafta kendine gelemedi böyle olunca ben bu ikisini şımarttım tabi. Beyaz kedide hiçbir yan tesir göstermedi.

Neyse efendim sebebi ne olursa olsun kediyi şımartmamak lazım sanırsam. Aşağıdaki videoda Blackie Efendiyi ölümlerden döndüğü sabah bitkin halde görüyorsunuz.

Bir de sanırım bundan böyle google da pirelenmiş kedilere dair arama tarama yapanlarla da tanışacağız zaar.


24 Eylül 2008 Çarşamba

Kadehler Elimizde

İnsanlar rüzgarın savurduğu yapraklar gibi belli bir dönem yan yana düşüp sonra uçuşarak birbirlerinden ayrılıyorlar. Kiminle ne zaman karşılaşıp ne kadar süre birlikte olacağımıza asla yüzde yüz kesin gözü ile bakamayız. İstediğimiz tarihte bir araya gelsek bile kararlaştırılan sürenin sonuna kadar beraber zaman geçireceğimizin garantisi yok.

İş için uzun süre Ankara’da bir otelde konaklamam gerekmişti. Süre iki ayı geçtiğinde her akşam İskender ve kebap yemekten vücut ölçülerimde gözle fark edilecek denli gelişmeler kaydetmiştim. Böyle olunca o dönem birlikte zaman öldürdüğüm iki arkadaş ile beraber, akşamları kebap yemektense, şöyle güzel bir alışveriş yapıp hem tasarruf edelim hem de zayıflarız düşüncesi ile yola koyulduk. Hepimiz birer iri poşeti önümüze gelen ve “bunu yersek zayıflar mıyız?” sorusuna üçümüzden de evet yanıtı alan yiyecek maddesi ile tıka basa doldurduk. Otele gelince arkadaşlardan M.’nin odasına kapağı attık, elimizdekileri dolaba bir güzel doldurduk. Sonra TV nin karşısına kurulduk. Akşam, karnımızdan gelen gurultular yükselmeye başlayınca yemek yeme saati geldiğine hükmederek soframızı kurduk. Allah ne verdiyse tıka basa yedik.

Hangimizin fikriydi bilmiyorum ama sarma konservesi alışveriş anında zararsız gibi göründüyse de masada hem itici hem de olması gerektiğinden fazla yeşil geldi. Bir ara M. kalkıp meyve salatası yaptı, meyve salatasına atacak sadece küp şekerimiz vardı. Ben küp şekerleri kapıp bir naylon torbaya koydum, torbaya abajurla hücum edince küp şekerlerimiz toz şekere dönüştü. Meyve salatamızı gövdeye indirdik. Yedik, yedik, yedik. Üç gün sonra sıra sarmaya geldi, hepimiz birer tane çatal sapladık, çatalın ucunda sarma, sarmanın ucundan çimen yeşili bir yağ damlası. Bir damlaya, bir birbirimize baktık, rejim olayı o kadar iştahımız açmış ki, birimiz sarmadan bir ısırık alsa diğerlerimiz geri kalmayacak ama, yağın yeşili engel oldu bir kere. Sarmaları çöp kutusuna attık, yağını tuvalete boşalttık. Tuvaletin içi iğrenç bir yeşil oldu. Sifonu çektim gitmiyor. Sanki yeşil her yanı yeşile boyuyor. Defalarca sifonu çektik gitmedi. M. Sızlanmaya başladı. “Üç gecedir benim odada yemek yiyoruz, çöp kovam her gece tıkabasa doluyor, adım temizlik görevlileri arasında obur kadına çıkmıştı artık bu yeşil yağlı tuvaletten sonra bana pis kadın diyecekler. Sizin yüzünüzden.” Arkadaşımızı sakinleştirmeye çalıştıkça, “Sizin yüzünüzden hem obur oldum hem de adım Pis Kadın’a çıktı, zayıflamak ise hayal oldu” diye söyleniyor, şaka mı ediyor gerçekleri mi dile getiriyor anlayamadık. Hakikaten de üç gecede üç poşet dolusu yemeği tüketerk nerdeyse bir haftada yediğimizden fazla yiyeceği tüketmiştik. Rejim böyle olmuyordu anlaşılan.

Obur olduğumuz gerçeği ile yüzleşmekte zorlanan Ş. yemeğin ağır geldiğini uyumak istediğini söyleyerek odasına gitti. Biz M. İle oturup TVdeki bir korku filmini izlemeye başladık. Filmde durduk yere vücudundan alevler çıkan bir adamın hazin olması gereken öyküsü anlatılıyordu. Spontoneus Combustion isimli filmin adı aklımda oyuncuları hafızamdan silmişim, kötü bir filmdi. Adamın alev aldığı sahnelerden birisinde yandaki odadan bir kadın sesi şarkı çığırmaya başladı. “Yanarım yanarım tutuşur yanarım… “ Kadın dönüp dolaşıp “Belalım”ın nakaratını söylüyordu.

M.: Kadın yanıyor Vladimir bir şeyler yapalım.
Vladimir. Yok ya o da aynı filmi seyrediyor bence. Alevleri görünce bu şarkı çağrışmış olmalı.
M. : Çok içten söylüyor kıyamam
Vladimir: Aşık bu belli
M. : Hançereden okuyor.
Vladimir: İster misin elinde saç fırçasıyla ayna karşısında söylüyor olsun?

Biz bu geyiği döndürürken yandaki odada telefon çaldı, şarkı sustu. Bir gürültü koptu kadın kendini yatağın üzerine attı. Aynı anda birbirimize baktık. İkimizde bu konuşmayı dinlemek istiyorduk. Kulaklarımızı duvara dayadık, mırıltılar duyuluyor ama ne konuşulduğu anlaşılmıyordu.

Vladimir: Bir filmde gördüm duvara kadeh kapatıp, kadehin altına kulağını dayayınca duvarın arkasında konuşulanlar daha net duyuluyormuş”
M. : O zaman elbise dolabına girip oradan dinleyelim.
Elimizde kadehlerle beraber dolaba girdik, o oburlukla zor da olsa sığdık. Konuşmaları yaklaşık yirmi dakika dinledik. Sevgilisi ile konuşuyordu. Bizi ilgilendirecek bir konu yoktu. Sıkıldık. Dolaptan çıktık. Derken şarkı sustuğu gibi aniden başladı. Benim uykum geldi kendi odama gittim. On dakika sonra arkadaşıma telefon açtım, cevap yoktu. Meraklanıp oda kapısını çaldım içeride ses yoktu. Diğer arkadaşımız Ş.e gittim, ona durumu anlattım. Yandaki kadın dinlendiğini anlayıp bizimkisine bir kötülük yapmış olmasın diye kuşkulandı. Oteli ayağa kaldırdık, kapıyı açtırıp içeri girdik. Ben ayıp olmasın diye içeri girmedim. M. İçeride mışıl mışıl uyuyordu. Otel görevlilerinden özür dilerken yandaki odanın kapısı açıldı, elinde saç fırçasıyla şarkı söyleyen kadın çıkıp bizi süzdü.
Ertesi sabah seminere gittik, o günkü konuyu aktaran kadın şarkı söyleyen kadındı. Kendimi sudan çıkmış balık gibi mahcub hissettim.


İşte itiraf ediyorum ben elbise dolaplarının içlerine sinsice girip yandaki odaları kadehle dinlemiş casus ruhlu bir adamım.

23 Eylül 2008 Salı

Uykusunda Gezen Adam

Bazı insanlar vardır, nedensiz yere inatçıdırlar. Durduk yerde bir laf ederler ve o lafın ağırlığını bir ömür taşırlar hatalı olduklarını fark ederler ancak bir özür dileyemezler. Haksız olduklarını bile bile ettikleri lafın yanlış olduğunu kabul etmez, inatla küskünlükle yollarına devam ederler. Oysa küsülecek laf var gülünüp de geçilecek laf var, kimi için ağır, ölümüne ağır bir laf kimisine saz misali değmeden geçen, değse de güldüren bir lakırdı olabilir. Ne mi mesela?

“Durun siz evlenemezsiniz”

Filmlerde gülüne bu laf, gerçek hayatta edenin hayatının sonlanması ile bitebilir.

Durun siz evlenemezsiniz;

- Çünkü siz kardeşsiniz,
- Çünkü ben ikinizle de ilişki yaşıyorum,
- Çünkü o adamı/kadını seviyorum,
- Çünkü o adam zaten benimle evli, bakın işte bu karnımdaki de - sizden iyi olmasın -onun müstakbel yavrusu,
- Çünkü evlenmenizi istemiyorum,
- Çünkü ablam evlenmenizi istemediği için bileklerini kesti şimdi Guraba hastenisinde yatıyor,
- Çünkü benden başka kimse mutlu olsun istemiyorum
- Çünkü zaten evlisiniz.
Var mı bir kelamla evliliği durdurmaya yeltenecek babayiğit hemen harcarlar oracıkta. Belki nikah seyretmeye gelmiş birkaç ne idüğü belirsiz zevzek sinsice sırıtabilir ama o kadar.

Aslında ben bunu yazmayacaktım asıl yazacağımı unuttum ondan bu saçmalık. Ben uyuyorum geziyorum, uyurgezerim ben. Uykuda geziyorum, çatıların üzerinden, terasların tepesinden şehre bakmadan geçiyor, şehrin güzelliklerini, geç vakitteki ışıl ışıl halini görmüyor, şehrin içinde gece gibi geçiyorum. Uykudayken gezerken, güzellikleri değil çirkinlikleri görüyorum. Çirkinlikleri görmek için göz gerekmiyor, iyi koku alan bir burun yeterli. Kimi insanlar belayı çeker zaten olanca manasızlık ve hüsranı mıknatıs gibi çeker bu insanlar üzerine. Bende mıknatıs insanlardanım. Uykuda gezen, çirkinlikleri çeken mıknatıs insan.

Bazı insanlar vardır, her şeyin kendisi için en iyisini, tavuğun budunu, şeftalinin en irisini, apartmanın orta katlarını, tiyatroda, konserde, ekmek kuyruğunda en ön sırayı isterler. Bela adamı buluyor, bazen gereksiz tartışmaların göbeğine atıyor, kendini tartışma içine atmayan adamların geceleyin uykularını kaçırıyor bela. Uykusu kaçan adam bütün bir günü yeniden kurguluyor.

Kurgulayan adam o gün Bostancı’daydı, Taksim’e gitmek istiyordu. Taksim dolmuşları binmesi gerekiyordu, dolmuşta şoförün yanındaki en ön koltuğa oturmak istiyordu. Duraktaki arabanın ön koltuğunda birisi olduğu için bir sonraki dolmuşa binmeye karar verdi. Kurgulayan adam kafasında kurgularla, ilk gelen arabanın ön koltuğuna kuruldu. Hava sonbahara dönmüştü, ağaçların yakrakları dökülmeye başlamıştı. Kavak ağacı yaprağı üstten dökerse kışlar sert mi geçiyordu yoksa ılıman mı oluyordu sorusu aklına düştü. Sorular aklına geldikçe işkilleniyordu. Kurgulayan adam, aklına gelen sorularla şekil değiştirdi işkillenen adam oldu.

İşkillenen adam arabanın dolmasını beklerken karşıdan beş adet yarım asrı aşmış süslü kadının geldiğini gördü. Kadınlar binmeden parfüm kokuları arabaya bindi. Bir tanesi pek asık yüzlü, pek tiz sesli, pek topuzluydu. Koskocaman yakaları rüzgarla bir inip bir kalkıyordu. Kadın işkillenen adamı tiksintiyle süzdü ve ondan rica etmek yerine şoförü bularak:

"Ay şunu kaldırtın ben önde gidebiliyorum, arkada gidebilemiyorum. Öğürüyorum zira" dedi.
Şoför yüzünde hiçbir kıpırtı olmaksızın işkillenen adamdan rica etti:
“Beyefendi ordan kalkabilir misiniz hanfendi ağır vakaya benziyor”.
Tercih işkillenen adama kaldı, artık kalksa bir türlü kalkmasa bir türlüydü, adamı felekten bir günü daha tarumar oldu. Kafasının içinde elli tane adam vardı, “Ay şunu kaldırtın” lafını duyunca ellisi de ayrı telden isyan bayrağını kaldırdı. Adam sabaha kadar yattığı yerde o kadına nasıl haddini bildirmesi gerektiğini düşündü.

22 Eylül 2008 Pazartesi

Ofis Oyunları: Bu Bir

Ofis oyunlarından hep nefret etmişimdir ama başına geldi mi de geliyor insanın, millet bin türlü gereksiz ayak oyunu ile kedisini patron/müdürlerinin gözünde yüceltmek için didinir durur. Ben aklımdan geçeni üstlerimle her zaman paylaştım. Üçüncü işyerimde, millet birbirinin önünde “kuzucum”, “ay ben bunu çok seviyorum” diyerek reveranslar yapar, arkasından demediklerini bırakmazdılar. Bu durumda, en çok çekiştirilen kimse de müdürümüz olurdu. Kadın kırklı yaşlarında, sevimsiz, despot olmaya çalışan birisiydi. Siz kendinizi onun ellerinize bırakınca o da sizinle uğraşırdı.

Genel Merkezimizde takip eden yıl için iş planı çıkarılır ve hayat memat meselesiymişçesine gizli tutulması istenirdi. Hep de bizim birimizden bilgi sızardı, saatlerce sorgudan geçirirdi şimdi de o zaman da saygı ile andığımız müdiremiz bizleri. O birimde 10 yıl çalışmış insanlar vardı gıkları çıkmaz hersene aynı aşağılayıcı seremoniden geçerlerdi kuzu kuzu. Nisan ayı gibi bilgiler sızmış kadın bizi sorgudan geçiriyor, en yeni olduğu için en değersiz olan beni odasına çağırdı kadın.

Kaşı Çatık Müdire Hanım: Vladimir, araştırdım, bu soruları siz sızdırmışsınız. Kime söylediğinizi anlatın bana. Yenisiniz böyle minik hatalar her yerde olabilir, Çekinmeyin anlatın, sizi dinliyorum.
Vladimir: Bunu bir suçlama olarak kabul ediyorum Müdire Hanım. Ama bu suçu kabul edemem.
Kaşı Çatık Müdire Hanım: ( alaycı bakışlarla) Nasıl yani?
Vladimir: Çünkü bu bilgiyi sızdıran kimseyi çok iyi biliyorum.
Kaşı Çatık Müdire Hanım: ( merakla ) Sahi mi? Kimmiş.
Vladimir: Söylediğim kimseyi duyunca üzülebilirsiniz ama.
Kaşı Çatık Müdire Hanım: (artık zaptedemediği bir merakla) Üzülmem ben. Söyleyin çabuk.
Vladimir: Sizsiniz.
Kaşı Çatık Müdire Hanım: Saçma
Vladimir: Her sene yıl sonunda yapılan toplantıya bizimle birlikte siz de gidiyorsunuz. Geri dönünce yanınızdaki duvarda asılı tabloya kırmızı kalemle tarihine kadar yazıyorsunuz. BU yazı bir yıl orada kalıyor. Farkında mısınız bilmem ama sizi Ocak ayında diğer birimlerden bir çok kişi ziyarete geliyor ve eminim ki hepsi şu anda benim oturduğum koltuğa oturup, sizinle konuşurken tablodaki tarihleri bir güzel ezberliyorlardır.
Kaşı Çatık Müdire Hanım: (hayal kırıklığı içinde) Doğru söylüyor olabilirsiniz.

Benim hayret ettiğim on yıl kadar orada çalışıp da bunu fark etmemiş olan çalışanlardı. Skandal ortaya çıkınca, arkası sökük gibi geldi. Her çalışanın doğum günü bir pasta ve ufak bir hediye ile kutlanırdı, devamlılığı sağlamak için bir fon oluşturulmuştu. Çalışanlar maaşlarını aldığı ilk gün bu fona para yatırırdı. Dört ay kadar kimsenin doğum günü olmamasına rağmen fondaki para bitmişti. Araştırasım geldi. Öğrendim ki kaşı çaık müdiremiz, kendi arkadaşlarına, bazı açılışlara bizim fondan para yollamış. “Git sen konuş” dediler. “Hayır” dedim “bu kez siz konuşun”. Kadının arkasından eleştiriye devam ettiler tabi. Onlar konuşunca ben de konuşuyordum, eleştirilerimi dile getiriyordum. Ama kadının arkasından eleştiren on yıllık bir erkek arkadaş öğlenleri Müdire Hanımın odasında kahve içme fasıllarına başladıktan kısa bir süre sonra bir toplantı için tüm birim toplantı odasındaki büyük masanın etrafına toplandık. Herkesin gevşediği bir sırada Müdiremiz ters ters bakarak bana sordu “Vladimir, benim hakkımda ne düşünüyorsun?”. Kahve tiryakisi arkadaşımızla olan gizemli muhabbetler meyvesini veriyordu. Hemen cevabımı verdim: “Müdire hanım sizin hakkınızda ne düşündüğümü söyleyeceğim ama bu düşünce bu masanın etrafındaki arkadaşların tamamının ortak görüşüdür. Zira siz yanlarında yokken herkes sizin hakkınızda konuşuyor. Sizi ilk okullardaki başöğretmenlere benzetiyoruz. Siz insanların işlerinden ziyade çalışanlarınızın özel hayatlarına kafayı takmışsınız. Sizi ilgilendirmemesi gereken konularda onlara hesap soruyorsunuz” Tam burada sözümü kesti, “konuşmaya odamda devam edelim, toplantı bitmiştir” dedi. Odasına geçip konuştuk. Cesaretim için beni tebrik etti ama haliyle suyum ısınmıştı. Arkadan konuşanlar konuşmalarına çenelerinin gücü yettiği kadar devam ettiler. Hiç biri hiçbir zaman akıllarından geçenleri, haklı bile olsalar söyleyemediler.

18 Eylül 2008 Perşembe

Kedi Kalbi

Fobi ile alay edilmez, zannımca ayıptır. Mamafih kedi gördüğü için korkan, masa üstüne çıkan, koşarak ortamdan uzaklaşan insanlara gülmemek de zordur. Gülersiniz korktuklarını unutur size kızarlar. Olan kediye olur manasız bakar, içlenir, içine kapanır, gözlerinin feri söner, tüyleri bir an için parlaklığını yitirir, arkasını döner omuzları dik, başı yukarıda mağrur biçimde yürür gider. Ağzı var ancak dili yok hayvancağızın, bir konuşsa yer yerinden oynayacak. Allah koruyor bizi de ademoğluna manalı gelen sesler dökülmüyor minnacık ağızlarından. Konuşsalar ayrı zaten hiç çekilmez geveze kedinin muhabbeti. Hem ne anlatacak ki?

Neyse efendim ben böyle kedidir, arıdır, börtüdür, böcektir gibi korkuları olan insanların, iki salise evvel içinde bulundukları ve kendilerine adeta görünmez kadın veyahutta adam süsü vererek gizlendikleri ortamın bir kenarında fobilerinin en ürkülesi objesinin belirmesi ile gizlendikleri sessizliklerin içinden, canhıraş çığlıklar ata ata çıkıp en yakın en yüksek mobilya ve mobilya benzeri cismin uzerine konuşlanmaları ile beraber, aniden ilgi objesine dönüşmeleri ile beni nedense aynı anda hem tedirgin ederler hem de bu duruma gülerim. Zorla değil ya gülerim işte. Tuhaf karşıladığım olaylara karşı ilk tepkim gülmektir. Genelde ben de bir tuhafım zaten. Gülmenin de envai çeşidi mevcut bende, kahkahalı gülenlerdenim. Tabii gülmekten öfkeye, oradan da ağlamaya geçmem de bazen fazla vakit almaz. Akdeniz insanı işte duygu denen şeyi koyuveriyor önden gitsin. Kendisi varmadan duyguları vasıl oluyor. Böyle olunca doğru zamanda doğru duygu ıskalanıyor elbette. Kendim böyle haleti ruhiyesini degiştirmekte zorlanmayan biri iken kedi görüp cığlığı basana şaşmam yersiz, bunu da yazarken farkettim. Ama devirdiğim çamlar hayli fazla, bu da benden olsun gene.

Aynı işyerinde çalıştığımız bir kız vardı kediden çok korkardı. Bu huyunu öğrenince sordum; "Sendeki gerçekten kedi korkusu mu, yoksa korktuğun muayyen bir desen veya renkteki kedi türü mü?" diye. Herbirinden ayrı ayrı, aynı derecede ürküyormuş. Sabahları servis yaşamı monoton ve tatsız tuzsuzdur, radyodaki bir ahmak diceyin güldürmekten aciz esprilerini dinler ama duymaz, camdan bakar ama dışarıdakileri görmez, onbeş saniye daha kestirsem yanıma kâr diye vakit öldürürsünüz. Bu arkadaşın huyunu öğrenmem iyi oldu. Gayet güzel inceledim. Kedi korkusu olan birisi için öncelikle yanlış ev seçilmiş alt katta balık restoranı var. Kedilerle rastlaşma ihtimali günün her saatinde aynı derecede mümkün. Nitekim her sabah kapısının önünde en az iki kedi bekleştiği için kız apartmandan dışarıya adım atamıyor yüzünde komple dehşet ifadesi ve gunun hava durumuna gore ya elinde bir semsiye ya da gozunde gozluk. Servisten biri inip sabirla kedileri uzaklastiriyor ya da bazen kizin annesi elinde bir caydanlik su ile inip kedilere su serpiyor. Kediler ters ters bakip uzaklasinca kiz elleriyle yuzunun orasini burasini kapatip gorus alanini kedi gormeyecek bicimde daraltir vaziyette kendini servise atiyor.

Kaçınılmaz olarak hali alay konusu. Bazen birisi "Aman yarabbim kedi servise binmiş gizlice" diye seslense dahi, sahi zannedip basıyor çığlıkları. Bir gün akşamüzeri mesai saatinin bitimine yakın, çalışanlardan bir erkek, kızlardan bir tanesinin kadifeli atkısını alıp katladı kucağına kedi misali yerlestirdi. "X Hanım bakın sizin restoranin, kedisi bizi takip etmiş galiba" deyip masasına bırakır gibi yaptı. Kızcağız o anda harekete geçip ofisin bir ucundan öbür ucuna adeta uçtu. Cıkılması imkansiz olan bir kitaplığın üzerine tırmanmaya yeltenirken kendisini durdurabilenler oldu. Şakayı yapan yerin dibine gecti. Bir bölümümüz ilk çığlıkları duyar duymaz "İster misin bundan böyle cümle atkıdan korksun?" endişesine kapıldı. Bu olaydan sonra konuyu kapattık, bir daha yakınından kedi geçecek olsa o kız görmesin diye insanlar hayvancağızın gitmesi için ellerinden gelen maymunluğu yaptılar. Sırf o korkmasın diye çok kedi kalbi kırdık biz, çoook.


Ote yandan karafatma gorunce ciglik atmak artik sıradan bir hadisedir. Bu mahlugu gören basar çığlığı, ama önemli bir noktayı atlamayalım, karafatma görünce çığlık atan bir kadın dikkat çekmezken karafatma gördüğü için aynı tepkiyi veren adam adam cagimizda yadım yadım yadırganır. Cığlık atan kimse bir kadınsa gider böceği ortadan kaldırıverirsiniz pratik bir uygulama ile. Ortaligi romantik bir `cıııırrrk` sesi ve endise verici bir mayi kaplar.
(Bu arada ben gunlerdir resimdeki kedi ne yapiyor diye fikir uretiyorum henuz dogru kanaati bulamadim. Ne dersiniz? Bu kedi ne yapiyor sizce?)

17 Eylül 2008 Çarşamba

Ada Vapuru

Staten Adası'nda tuttuğumuz o küçük eve gidiyorduk. Manhattan'dan feribota bindik. Dört katlı feribotu görünce gözlerin kocaman kocaman açıldı. Özgürlük heykelini bu kadar yakından görmemiştin daha önce. "Aa hiç göründüğü gibi değilmiş, daha büyük bir heykel zannediyor insan" dedin. Özgürlük heykelini herkes daha büyük zannediyor. Herkes herşeyi bir başka şey zannediyor. İnsanlar insanları göründüklerinden daha farklı zannediyor. Oysa insanların görüntüleri de bizim görmek istediğimiz hallerinden ibaret. Herşey şu kafalarımızın içinde bitiyor oradaki hayal neyse o karşımızda cisimleşiyor. Sihir burada, hayatın bütün sırrı burada, şu beyinlerimizin içinde. Ne görmek istiyorsak onu görüyor, ne duymak umuyorsak onu dinlediğimizi sanıyoruz. Oysa herşey bambaşka. Herşey berbat. Bizim gördüklerimiz bu berbat görüntülerin üzerine kendi beyinlerimizin ufak oyunlarla giydirdikleri iyileştirilmiş halleri.

Sen "Aa hiç göründüğü gibi değilmiş, daha büyük heykel zannediyor insan" derken bir kitaptan okuyup şık bulduğun bu cümleyi bir yerlerden hatırlıyıp tekrar ediyorsun bundan eminim. Vereceğim cevabı hangi kitaptan alıntıladığımı ne yapıp edip bulup, sanki zafer kazanmış gibi iki gün sonra karşıma çıkıp "buldum" diyeceğini adım gibi biliyorum.

Hepimizin bildiği ayrı bir yerden kopya edilmiş ayrı bir ezber. Dünya kuruldu kurulalı aynı. Herkesin sırları, herkesin ufak oyunları var. Görmek istediğin kadarını görüp cesaret edebildiğin kadarını gerçeklerin dünyasında geçirebiliyorsun.

Biz iki düş kaçkını, hayal hırsızı, biz iki umut taciri, bindiğimiz vapurda karşıdan karşıya geçiyoruz. Öyle böyle bir geçiş değil bu. Allak bullak olmaya, alabora olup batmaya çalışıyoruz sanki.

Artık ada da ada değil, feribot da feribot değil, özgürlük heykeli ise bambaşka bir şey.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Hayallerimi Bırak

Güneşli bir gündü, öğleden sonraydı çok geç değildi daha, Melekler Şehri’ne şöyle uzaktan, en partal halimde bakıyordum. Yorgundum, hayal bile kuracak halde değildim. İçimde hala saf kalmış bir çocuk vardı, o çocuğun üzerinde hayatın tuzaklı yollarından geçip de artık insanların bir bakışından akıllarından geçenleri tasavvur edebilecek, anlayabilecek hale gelmiş bir yetişkinin elbisesi vardı. Artık hayal bile kuramayacak haldeyken Gulteinen Enkelini mimlemiş, okurken içim cızz etti. Hayallerimi hatırladım, vazgeçtiklerimi, hayal ettiklerimi. Hatırlarken içim ayrı cızz etti. Hayatın maskeler armağan ettiği yetişkin Vladimir şöyle bir hatırlasın bakalım neler istemiş vakti zamanında;

İlkokul üçüncü sınıftayken yirmiüç nisanda izci çocuk olmak istemiştim bütün provalara katılmıştım ama bana izci kostümü alınmadığı için o yürüyüşe katılmamıştım. Yıllarca izci çocuk olmak istedim.

İki tekerlekli bisikletim olsun isterdim, maddi gücümüzün bisiklet almaya yetmediğini fark edince sözle ifade etmekten vazgeçtim. Durumumuz düzeldiğinde bizimkiler unuttular.

Gitarım olsun istemiştim.

Müzik, resim veya edebiyat ile ya da sahne sanatlarının bir türü ile uğraşmayı isterdim. Ama yeteri kadar istememişim demek ki olmamış.

Madem bu işi seçtim, sadık bir çalışan olmamayı seçmeliydim. Ülkemizde bu bir hastalık, acilen tedavisi gerekiyor, kişiye sadık olamayan kurumlara adıyor çalışanlar kendilerini. Ondan sonra falancanın halı saha maçından arkadaşının oğlu, filancanın dokuz göbek öteden üvey görümcesi olma vasıflarına sahip insanlar iş terfiye gelince en önde gidiyorlar. Kendini işine adamış adamın da haksızlıkları içine çekmekten başka çaresi kalmıyor. Ofis oyunlarını hazmedemeyen insanların ofislere düşmemesi lazım.

1995 yılında hayatımdan bir kişiyi çıkardım. İkimize bir şans vermeliydim. Madem şans vermeyecektim onu kafamdan şansı vermediğim kadar kesin biçimde kafamdan silmeliydim.

Gerçekleşen hayallerim,

Özgür bir hayatım var, hesap vermek zorunda olduğum kimseler yok, işimdeki pozisyonum da fena değil. Hobilerime zaman ayırabiliyorum. Bunlar gerçekleşmiş. Eh mutlu olmaya yeter de artar bile. Yakınırsam millet canımın dayak istediğini zannedebilir.

Kafamı hala meşgul edenler ise..

Sanırım o gitarı kendim satın almalıyım artık. Şu huzurlu apartmana bir gitar sesi lazım.

Kuzenimle bir projemiz var, gerçekleştirmememiz için fazla nedenimiz kalmadı. Olgunlaştı bu plan. Hayata geçmesine birkaç ay var. O zaman kendi işimizin patronu olacağız sonunda.


Hep ertelediğim, bir ucundan tutup yarıda bıraktığım şu kitaba da ciddi biçimde eğilmem gerekiyor.

Mimi okur okumaz yazasım geldi ama hafta sonunda yaklaşık kırksekiz saat uyuyarak kendi uyku rekorumu kırma başarısını gösterdim. Böyle zamansız soğuk algınlığı böyle derin uykulara daldırıyor adamı maalesef. Aman siz siz olun yaz gibi havada üşütmeyin.

13 Eylül 2008 Cumartesi

Apartman Boşlugu

Bir elin beş parmağı birbirine benzemezken bir çatının altında toplanmış onlarca hane ve bu hanelerde yaşayan insanların birbirine benzemesi düşünülemez bile. Ama benzemeyişleri ortak alanları kullanmada birbirlerine saygısız yaklaşmalarını gerektirmemeli elbette. Birbirini seven, sevmeyen, kıskanan, gıcık veren, hayran olan, konuşan, küsen, konuşmayan çok sayıda insan bir arada yaşamaya başladımı apartman boşluğunda da farklı farklı sesler yankılanır.


Şu anda yaşadığım evi altı ay aradıktan sonra buluştum. Tam benim aradığım gibi bir yerdi. Önünde parkı olan, her odası aydınlık, bütün evi çevreleyen geniş balkonu, deniz manzarası olan ev. Yani hem güzel, hem kullanışlı, hem ulaşımı kolay, hem her yere yakın, hem sakin, hem de çok ucuz yer bulabilmek için altı ay denemeye değerdi elbette.

Parayı bayılınca eve geri dönüp boş odalara ve neler yapılması gerektiğine baktım. İçimden bir ses “bu evi sigorta ettirt” diyordu, ertesi gün tatile çıkacaktım, “dönüşte sigrtaysa sigorta hepsini yaptırtırım” dedim. Tatile çıktım, havaalanında bir telefon, iş yerinden arıyorlar,
- Vladimir Bey evinizde yangın çıktı
- (Ağzınızdan bal damlıyor) Yaaaaaa…

Yöneticinin telefonunu iyi ki almışım hemen arayıp çatıda yangın çıktığını, kısa sürede söndüğünü ama salon camı açık olduğu için salonumunn, salomanjeye dönme ihtimali olduğunu öğrendim. Yapabileceğim bir şey yoktu. Tatile devam ettim. On beş gün sonra döndüğümde salondaki parkelerin “kalk gidelim” diyerek birbirlerini motive ettiklerini gördüm. Kabarık bir salon düşünün, ortasında iri bir bombe var, “sehpa ya da masa kullanımına gerek kalmamış ne güzel” desem Pollyanna bile yanımda halt eder. Kapıyı kapayıp çıktım dışarı. Gidip evi sigorta ettirdim.

Eve karşı sıktım sıyrıldı, bir isteksizlik, salonu, her bir yanı adam ettirdik. Canım taşınmak istemiyor. Neyse sonunda bir gün taşındım. İlk gün akşama doğru her şey yerli yerinde, düzenli adam olduğumdan değil pek eşyam olmadığı için öyle oldu. Her şey yerine yerleşti, salon da eşya olarak perde, müzik seti, TV ve halılar var. O haliyle salon çok hoşuma gitti, bir minder bulup üzerine çöreklendim (Yılan Vladimir modunda). Allahım ne huzur ne mutluluk. Gözlerimi kapadım. Alt kattakiler başladı fasıla. Düşünün bir kadın, bir adam, iki de çocuk el çırpışarak İbrahim Tatlıses eserleri seslendiriyorlar. Huzurum kaçtı. Belki susarlar diye bekledim. İlk şarkı bitince ikinciye başladılar. Hemen üstümü başımı toparlayıp alt kata indim. Kapıyı 50 yaşlarında bir kadın açtı;

- İyi akşamlar ben üst kattaki yeni komşunuz Vladimir.
- İyi Akşamlar,
- Müzik sevdiğiniz duyarak çok sevindim.
- Akşamları severiz
- Ben hep severim, sizinle iyi anlaşacağız. İyi akşamlar.
Hemen yukarı çıkıp müzik setine Madonna’nın o dönem yeni çıkmış Music albümünü alıp yerleştirir, volume düğmesini daha önce kıvrılmadığı sayılara çevirirsin. Güzel albümmüş, yüksek sesle de pek bir enerji verici. Üçüncü şarkı başlarken bir kısiym dedim mesajım alınmış mı. Ah alınmış, komşuların algısı seçici, ne güzel. İyi anlaşıcaz. O gün bugündür fasıl yapmazlar, arada niyetlendiler mi ben yeni müzik setimi volümünü köklüyorum. Müziği seviyorum ben ne yapayım?



Bu ilk arızadan sonra arızamız çıkmıyor, çok uyumlu bir apartmanız. Birkaç sene önce bir gece bir hırsız çatıdan zemine hepimizi ziyaret ediyor ve hepimizden cep telefonu cüzdan ne varsa alıp götürüyor. Tabi geri gelmiyor, istem dışı ehliyet ve nüfus cüzdanı tamamlama seromonisi ile şenleniyor hayatlarımız.

Dördüncü katta çok sevimli bir köpeği olan yaşlı bir aile var. Köpeklerini çok seviyorlar, hayvanceğiz öksürecek olsa – afedersiniz - çişi geldi sanıp zamanı önemsemeden kendisini tüm asaleti ile parka bakan cümle kapısından dışarıya pışpışlıyorlar. Ümitler boşa çıktıysa ve iş dönüşünde ya da başka vesile ile asansörde karşılaştıysanız sevimli bir amca ya da teyze kucağında beyaz minik köpek ile size bakıp “yanlış alarmmış diyorlar”. Gözlerimizi kısıp karşılıklı gülümsüyoruz. Köpek sevildiğini anlayıp havlıyor.

Bahçede bir sokak kedimiz var, apartmanca seviyoruz. 2006 yılı yazında bahçemize geldi hala orada. Dört kez yavruladı. Bu seneye kadar hiç biri yaşamadı. Bu sene sekiz yavrusu oldu. Birinci kattaki emeklimiz hayvanlara kalorifer dairesinde bir yer ayarlamış, her gün besledi, aşılarını yaptırdı, gözlerindeki iltihaplanmaları kendi eliyle antibiyotikler sürerek tedavi etti. Sokaktaki bu sevimli siyah beyaz kediyi İstanbul’dan geldiğinde ilk kez gören annem “aaa Prenses” dedi. 2005 yılında ölen kedimizin aynısı. Bildiğiniz siyah beyaz kedi işte. Onu bir tek ben besliyorum sanıyordum, sekiz yavru vakasından sonra anladım ki tüm apartman gizli gizli semirtmişiz bu şımarığı.

12 Eylül 2008 Cuma

Game Over

İşte bir silah, en son modelinden. Şarjörü kolay kolay boşaltılmayanlarından. Bastıkça tetiğe ucuna bir mermi sürüleninden. Bu silahı al silah arkadaşım. Sonra çıkalım sokaklara. Birazdan alevler icindeki sokaklarda zombilerin kafalarını ucuracağız seninle. Bu seninle ilk savaşımız. Ama çabuk alışırsın öldürmeye. Tam beynine, iki gözünün arasına nişan almanı tavsiye ederim. Oraya denk gelince duvara kan sıçratma efektleri harika. Duvara yapışan beynin aşağıya doğru süzülürkenki hışırtılı sesini çok güzel taklit etmişler.

Arkadaşlarım doktor, beş yaşında dünya tatlısı bir çocukları var. Geçen sene Ekim ayının sonlarında bir pazar günü Çeşme'ye balık yemeye gittik. Arabadan indik, masamıza geçtik henüz mezeler gelmeye başlamıştı ki, çocugun dudakları büzüldü çenesi titremeye basladi. "Berke neden ağlıyorsun?" diye sorulunca bağıra bağıra ağlamaya başladı. Hem ağlıyor, hem de "evi özledim", "eve gidelim" diye feveran ediyordu. Babası "evi özlemedi yalan söylüyor, play stationını özledi" dedi. Çocuk susmaya yanaşmayınca arabaya gidip çocuğunun game boyunu getirdi. Ufacık oyuncağı eline alan çocuk anında gülmeye ve oynamaya başladı. Ağlama gitti yerini laser silahının ateş eden sesi aldı. Dilinin ucunu ısıran çocuk basıyordu tuşlara.

Bu görevi başarıyla tamamladığında seninle Sessiz Tepe'ye gideceğiz. Orada Piramit Kafa'yı buluncaya kadar karşına çıkan herkesi öldürmeni istiyorum. Piramit Kafa'yı beraber öldüreceğiz. Onu katletmesini çok seviyorum. Yok ama kolay sanma. Kan gövdeyi götürecek, kalıbımı basarım. Hele yanmış oteldeki elleri usturalı en ufak seste harekete geçen, hasmının gırtlağını kesen kör hemşireler var ya, onlara bitiyorum. Tam katliam makinesi bunlar.

Bir diğer arkadaşımın oğlu 6 yaşında, araba yarışı oynarken yayalara çarpmasını seviyor. Çartığında mutluluğu o kadar büyük ki attığı sevinç kahkahaları son model TV ve ses sistemine bağlı playstationın sesini bastırıyor.

Counter Strike oynayalım seninle. Birbirimizi avlayalım. Senin kanlar icinde yere yuvarlanıp ölüşünü görmek istiyorum.

Bir akrabamın 12 yaşındaki kızı "The Call of Tculhu" diye bir oyun oynuyor on dakikasını izleyebildim. Yazın gecelerce oynayabiliyormuş.

Hadi GTA oynayalım seninle, suç dünyasına dalalım, karşımıza çıkanları arabamızla ezelim, dükkanları yağmalayalım, düşmanlarımızın boğazlarını keselim.

Hadi kan dokelim bu gece seninle.

David Cronenberg'in ExistenZ isimli filmi bilgisayar oyunlarının büyük öneme sahip olduğu, pek de uzak olmayan bir gelecekteki bir dünyamızı betimliyor. Bilgisayar oyunlarına karşı olan bir grup terörist oyun yaratan firmaları ve oyun tasarlayanları sabotaj yaparak yok etmeye çalışıyorlar. Dünyanın en büyük oyun şirketlerinden birisi yeni oyununu piyasaya sürmeden önce dünyanin en iyi oyuncularını bir binaya topluyor, eğer onlar oyunu oynayıp beğenirlerse milyarlarca dolar kazanabilecekleri oyunu piyasaya sürecekler. Tam oyun başlarken iki suikastçinin, iki oyuncunun yerine geçmiş olabileceği ihtimali beliriyor. Oyun başlıyor, hatta oyun içindeki oyunun içinde oyunlar başlıyor. Neyin gercek neyin oyunun içindeki dünya olduğu karışıyor. Game over yazısı çıkıncaya kadar gerçek dünya ve izleri ustaca harmanlanmış ki, finalde film katman katman ayrılıyor izleyicinin zihninde. Tam bir idrak anı, müthiş bir aydınlanma. Eski bir film denilebilir, sanırım 1999'da izlemiştim ama oyun meraklılarına da oyunlardan nefret edenlere de izlemelerini aynı hararetle tavsiye ederim.

Benim en beğendiğim bilgisayar oyunları hep strateji oyunları oldu. Arka planı fazla hareket eden oyunları astigmatlı gözlerim yüzünden oynayamıyorum. Dune, Age of Empires, Rise of Nations, Cossacks, Sims gibi oyunları oynamasını seviyorum, ya da içinde çözülecek bulmacaları olan kafa yormayı gerektiren oyunlara takilip orada kalıyorum. Öyle kan akıtmaktan yana değilim zaten. Kanlı, dövüşlü oyunların çocukların birey olarak gelişimine olumsuz etkide bulunduğunu, hatta dozaj artarsa toplum için tehlikeli olduğunu düşünüyorum.

10 Eylül 2008 Çarşamba

Denis Dı Menıs

Çocuklarla bir araya gelince içimde onları azdıran bir her daim çocuk tarafım ortaya çıkıyor, düz duvara tırmandırtıyorum bana emanet edilmiş çocukları, birlikte azıyoruz. Çocukla çocuk olmamam lazım, ağırbaşlı takılmam heralde gayet lazım. Ama olmuyor efendim olmuyor. Ezelden beri böyleyimdir.

Her tür çocuğu gaza getirip, onlarla müthiş biçimde eğlenme potansiyeline sahipken benim de çocuklarla ilgili gayettene tilt olduğum bir husus var. Sözüm çocuklara değil ebeveynlerine. Çocuk yabancısı olduğu bir ortamda etrafı yıkıp dökerken, sükunetini muhafaza eden oralı olmayan ebeveynlere bozuluyorum. İçimdeki çocukla çocuk olan taraf ortaya çıkıyor ya herru ya merru diyorum.

Yaklaşık beş yıl kadar önce dört arkadaş otobüs ile seyahat ediyoruz. Güzide bir seyahat şirketimizin hayli rahat koltuklarına yayılmış gidiyoruz, adamlar kulaklık dağıtmaya başlayınca yıllardır otobüse binmemiş biri olarak “aney” diye şaşkınlıklara düştüm. Hem dinliyor, hem gidiyor, hem de hepimiz bir şeyler okuyoruz. İnsan yeni olduğu bir yeri önce yadırgıyor, sonra yakın menzilini inceleyip rahatlıyor ve bir menzil ötelerini incelemeye başlıyor. Ya da sedece ben böyleyim, bilmiyorum.

Tam önümdeki sırada bir anne açmış savaş ve barış kalınlığında kallavi bir siz diyin roman ben diyeyim nehir romana dalmış gitmiş enginlere. Kulaklarına tıkılı kulaklıklar sayseinde de gerçeklerle ilişkisini koparmış resmen. Canının istediği yere gitsin hiç dert değil ama yanındaki dört yaşındaki ilk bakışta sevimli mi sevimli gelen erkek çocuğunu otobüste bırakmış. Çocuk muavine küfreder, öndekini saçını çeker, ona buna bulaşır kadında tık yok. Sanki on kişinin çıkarttığı gürültüyü kendi evladı çıkartmıyor. Dur diyeceği yok kadının. Tamam dedim içimden “günah benden gitti”. İçimden dedim sanıyorum ama yanımdaki arkadaşım “yapma vladimir” dedi, sözlerini değilse bile gözlerindeki yalvaran bakışları bir an dinleyecek gibi oldum. Yok dedim gene içimden “ok yaydan” çıktı.

Korkmayın kötü planım yok sadece çocukta bir azgınlık sezdim ama ben çocuktaki tüm potansiyeli ortaya çıkartmaya niyetliyim.

Azıcık öne eğildim hadi dedim perde açıp kapatmaca oynayalım. Çocuk boş boş baktı. Storları aşağıya çekip kapatıyorsun, mandalı bırakınca stor serbest kalıp hızla ve gürültülü biçimde kapanıyor. Çocuğun çok hoşuna gitti. Kahkahalarla gülüp stor açıyor stor kapatıyor.

- Adın ne senin?
- Arda
- Arda hadi walkmen bozmaca oynayalım, bak once düğmesini böyle kıvırıp sonra kopartıyoruz.
Kulaklığı da devre dışı bıraktık, anne en azından sesleri duyacak artık.
- Arda, hadi saç çekmece oynayalım.
Ben yalandan saç çeker gibi yapıyorum çocuk asılıyor iki elle annesinin saçlarına.
- Arda, hadi kitap yırtmaca oynayalım.
Ben yanımda getirdiğim dergiyi paralıyorum Arda Savaş ve barış irisine yumuluyor.

Ben böyle yaklaşık bir saat çocukla aza aza kadın nihayet olan bitene dahil oldu. “Arda otur çocum, Arda gel buraya, Arda sinirlerim bozuluyor, Arda yapma yavrum.”

E hoş geldin dünyamıza Arda’nın annesi.

8 Eylül 2008 Pazartesi

Handan Konuşmak İstiyor

Handan çok güzel bir kızdı, gören bir kez daha döner bakardı, Allah övmüş övmüş de yaratmış derler ya aynı o kıvamda bir guzelligi vardı. On altı yaşındaydı liseye gidiyordu, arkadaşları arasında çok popülerdi, üstelik dersleri de çok iyiydi. Anne ve babasi öğretmendi, kizları ile gurur duyuyorlardı.

Bahar ayinda gunesin yuzunu artik hissettirmeye basladigi, insanlarin icine yasam sevincinin cemre olup dustugu gunlerdi. Bir cumartesi ogleden sonra Handan`in anne ve babasi alisverise cikmak istediler. Kizlari pazartesi gunu sinavi oldugu ve calismasi gerektigini soyleyerek evde kaldi. Kari koca birbirlerine baktiklarinda artik dostluga donusmus bir sevgiyi ve kendilerine gurur veren bir kiz cocugunu yetistirmis olmanin ortak hazzini duyumsuyorlardi. O gun alisveris biraz uzun surdu. Sene 1970`lerin ortasiydi.

Eve geldiklerinde insanların damarlarına sevinç pompalayan o güzelim bahar gününe yakışmayan bir sessizlik karşıladı onları. Adam doğru tuvalete girdi. Kadın ayakkabıları portmantodaki yerlerine yerleştirip elindeki eşyaların bir bölümünü salona bıraktıktan sonra Handan'a seslendi ve mutfağa girdi. Mutfakta, buzdolabının üzerinde gördüğü kızıl lekeler içini korku ile doldurdu annenin. Kalbi gümbürtü ile atarken bağırmak için açtığı ağzından ses çıkmadı, dizlerinin üzerine yavaşça çöküp, mutfak taşlarının üzerine yığıldı kadın.

Ertesi gün ve takip eden günler boyunca gazetelere başlık oldu Handan Cinayeti. Tüm gazeteler polislerden aldığı bilgileri ön sayafalarına taşımıştI. Handan o cumartesi günü öğleden sonra ebeveyn yatak odasındaki yatakta bekaretini ve hayatını kaybetmişti. Yatağin başucuna düzenli bir şekilde bırakılmıs elbise ve iç çamasırları ile hiç bir boğuşma izinin olmayışına bakarak Handan'ın kendisini öldüren kimseyi tanıdığını düşünüyordu haberleri gazetelere taşıyanlar. Sadece sağ el tırnaklarının arasında deri parçaları bulunduğu için kızın son anda kendisini ümitsiz biçimde savunmaya calıştığı öne sürülmüştü. Katil kızla once sevişmiş daha sonra mutfaktan aldığı ekmek bıçağını Handan'ınn vücüduna otuz küsur kez saplayarak yatağı bir kan gölüne çevirerek kızın hayatını almış, ardından mutfağa gidip bıçağı lavaboya bırakmış, kanlı elleri ile buzdolabını açmış, dolaptaki yemeği çıkarmış ısıtıp mutfaktaki masada karnını doyurmuş. Yemeğin artan bölümünü dolaba, aldığı yere bırakmış, üzerinde kan izleri bulunan tabağı, çatalı lababodaki kanlı bıcağın yanına bırakmış, ardından ellerindeki kanı yıkayabildiği kadar yıkayıp mutfaktaki havluyu pembe renge boyayıncaya kadar kurulamış ve sessizce çıkıp gitmişti.

Handan cinayeti uzun müddet gazete başlıklarındaki yeri korudu. Ancak ev parmak izi kaynamasına ve ölen kızın tırnaklarında deri parçaları bulunmasına, yatakta katile ait kıl örnekleri tespit edilmesine rağmen katil asla yakalanmadı.

Handan'ı öldüren kimse eğer başka bir suç işlemediyse sıradan bir türk erkeği olarak yaşamını güvenli biçimde sürdürdü. Aramızda, bir sokak kapısı arkası kadar yakınımızda gizlendi.

Şimdilerde TV kanallarında bir sürü Crime Scene Investigation dizileri yayınlanıyor, ülkemizde her ne kadar çevirileri yapilmiyor olsa da gerçek suç öykülerini araştıran, polisler, görgü tanıkları, benzer suçları işlemiş kimseler, konu ile ilgili araştırmayı yürüten polis ve tıp görevlileri ile yapılmış görüşmeler neticesinde oluşturulan bu kitaplar katillerin nasıl titiz ve bazen yıllar süren araştırmalar sonucunda yakalanabildiğini gösteriyor. Kriminal tıpta bunca gelişmeye rağmen Handan'ı ölüme mahkum eden kimsenin yakalanmayacak olması çok acı.

7 Eylül 2008 Pazar

Hiçbirini Yansıtmadım

Özel günleri için insanlara hediye almayı oldum olası hiç sevmedim. Ama sevdiklerime nedensiz yere, hoşlanacaklarını düşündüğüm bir şey ile karşılaştığımda satın alıp hediye etmesini hoşuma gidiyor. Sebepsiz yere olursa sorun yok. Ancak sebepli yere özel günler için hediye almak sıkıcı oluyor bir hafta düşün taşın ben ne alayım şuna diye. Sonra son gün son dakika gidip bir yerlerden alelacele, bir kültablası, çerçeve, Orhan Pamuk’un son kitabı, Filancanın son CDsi gibi kısa devre yapmış mantık ürünü hediyeyi al bir yerlerden ve götürüp hedef kimsenin daya burnuna. Sonuç tahmin edilebilir. Yalandan sevinmiş gibi yapacak elbette.


Nazan Öncel’in “Of Of”isimli şarkısının Gülşen’in sesinden patladığı sonbahardı. İlk duyduğum anda kıl kaptım ve ne yazık ki kıl kapılan her şarkı gibi zihnime geldi çöreklendi. Nereye gitsen, radyoda, televizyonda hangi kanala çevirsen bu şarkıdan nağmeler dökülüyordu. Şarkının özellikle “içlendiğim günler oldu, hiç birini yansıtmadım” benzeri laf arabasından oluşan bölümünü mütemadiyen her yerde mırıldanıyorum. Arkadaşlarım sevmediğim halde takıldığımı bildikleri için ilişmiyorlar. Geçeceğini biliyorlar. Ben birkaç hafta şarkının geyiğini her yerde yapıyorum. “Yok efendim şarkı Nazan Öncel tarafından kendisine özel olarak bestelendiği için ilk önce İbrahim Tatlıses’e gitmiş ama imparatorların imparatoru beğenmeyip geri çevirmiş ama sonradan şarkı dillere dolanınca pişmanlıklara gark olmuş” gibi magazin geyiklerini gittiğim yerlerde döndürüyordum. O dönem tanıştığım birisi, benim şarkıyı sevdiğimi zannetmiş, şarkıya gıcığımın bir nebze olsun geçmeye yüz tuttuğu günlerde bana şarkının içinde yer aldığı CD’yi hediye etti. Arkadaşlarım kıl olduğumu biliyor, bu zat bilmeden almış bana CD getirmiş, teşekkür ettim aldım. Bizimkilerin gözlerinin için gülüyor. Hoşlanmadığım bir şarkıcı ve şarkılarının CDsi elime düştü ya bir kez müstehzi bakışlara süzüyorlar beni. Asla dinlemeyeceğimi biliyorum. Arabesk versiyonunu yapiyorum sarkini ki kendisi aslinda arabesk ben hayli yaydirip hep su bolumunu soyluyorum “...hiç birini yansıtmadım”. Eve gelince atıyorum CD yi bir kenara. İşte insanları tanımak, huylarını çözmek lazım. Gereksiz hediyelerin adı üstünde gereksiz hediyeler bunlar.

İnsan tanımak zahmetli işlerden.

İzleri ve işaretleri takip edip okumak lazım insanları da.

İnsanları anlamaya çalışarak, bunu yaparken işitilen cümleler, seçilen kelimeler, mimik, ses tonu, bir başkasına yolladığı salisenin ufacık bir bölümündeki kısacık bir bakış, kişiye önem verdiğini hissettirmek gibi minik detayları yakalayıp bir bütünü oluşturarak nihai tabloya erişmek mümkün. Aynı resim yapmak gibi, resim gerçeğin içindeki görüntülerin ufacık parçalarından oluşmuş bir yorum. İnsanlar da başka insanlarda kendi yorumlarını bırakabiliyorlar sadece. Görebildiklerinden değerlendirebildikleri kadarı ile karşısındakileri tanıyorlar.

Geçtiğimiz yıllarda bir bankada beklerken bir çığlıkla irkildim. Bağıran yetmiş yaşlarında tiz sesli tombul bir hanımefendi idi. Şöyle feveran ediyordu “Ben fincan istemem”. Benimle birlikte bankanın tüm bekleyenleri kadını ilgi ile süzdü. Bu üç kelimeyi bağıran kadının yüzü gümüş istavroz ya da hac iste her neyse, görmüş bir vampir gibi korku ile doluydu, dişleri uzamıştı. Hayatımda fincandan korkan ve bunu sakınmadan söyleyen bir insanı daha önce görmemiştim. Gördüm iyi oldu diyemiyorum, o ses, o görüntü aklımdan uzun müddet çıkmayacak. Bankalar yilbasinda bazen hediye verir ya boyle, eminim o banka calisanlari bir daha asla, hic kimseye... Ne olur ne olmaz diye.

Yani efendim uzun lafın kısası insanları tanıyalım, tanıtalım, hediye bahane.

Belki Bir Cocuk Melek...

Aylar once ilk okudugumda bu is ister misin basimiza bir kocaman corap orsun diye dusunmustum. Her seyin en oncesinde ortaya cikmis buyuk patlamanin minik bir modeli yerin altinda bilim adamlarinca yeniden canladirilacak. Bazi bilim adamlari ise AIHM`ne bu deneyin durdurulmasi icin basvuruda bulundu. Itiraz eden bilim adamlari deney basarili sonuclanirsa ortaya bir cok minik kara deligin ortaya cikacagini ve bu kara deliklerin zamanda kirilmalar yaratabilecegi hatta dunyanin yokolmasina bile sebep olacagini iddia ediyorlar.

Geri sayimin baslamisken sevgili Aydan Atlayan Kedi dunyanin sona erecegi bu son dort gunde ne yapacagimi sormus. Zaten tirsmistim iki misli tirstim. Hemen sarildim klavyeye.

Pazar: Butun akraba, es, dost, tanidik aranip vedalasilacak. Fonda en sevdigimsarkilar calacak. Rejim denen su lanet seyi birakiyoruz meyvali ve krokanli pastlara alip yemeye basliyoruz. En son bizim ekibi toparliyoruz. Cennetten bir koseye kacma planlari yapiyoruz.Plan yaparken ben kedilerimi seviyorum. Onlara alip ozel ginlerde yseinler diye sakladigim Whiskas kutularini acip acip veriyorum. Kedilerim mide fesadina ugrayacak diye korkum yok. Artik arkalarindan temizleyen birilerine ihtiyaclari kalmayacak. Onlarin Okyanus Balikli Whiskaslari mideye indirdigi gibi kara kara delikler hepimizi govdeye undurecek nasilsa.

Pazartesi: Bizimkiler ile kararlastirdigimiz gibi bugun ise gitmek yok. Aksama benim evde parti var herkesi cagiriyoruz. Butun parti oyunlarini oynama niyetindeyiz. Sessiz sinema oynamayali epey zaman oldu, aklimda yeni film isimleri var eminim kimse bulamayacak onlar tarif etmeye ve anlamaya calisirken cok gulecegiz. Karaoke teskilatini da kurduk mu tamama. INternetten bol bol karaoke sarkilari indirmemiz lazim yalniz. Bizim partilerimiz boyle evde oynanabilen oyunlar, kizma birader, kagit oyunlari, tabu, sessiz sinema, karaoke falan.

Sali: Partiden sonra erkenden kalkilacak dordumuz sirinceye gidecegiz, buranin cennetten bir kose oldugunu dusunuyoruz son gunumuzu gecirmek icin ideal bir yer. Serin serin, eski koy evinde, aksam bahcedeki terasta o buyuk agacin altinda guzel bir yemek, harika bir sohbet.

Carsamba: Koy evinde uyanip. yine o buyuk agacin altinda, terasta sahane bir kahvalti, uzun uzun sohbetler. Deneyin baslayisina kadar aklimiza gelen herseyi paylasmak iyi olacak. Sonra deneyin bitmesini beklerken biraz suskunluklar olur belki. Yok canim biz susmayiz yine de.
Belki komik gelir cogu kimseye ama ben endiseliyim. Nedeni aciklanabilir bir endise degil, daha once yasanmamis bir sey, hep beraber gorecegiz, dunyanin agzina sicarken bizden izin alacak degiller ya. Basacak oradan adamin teki dugmeye. Cernobil`in bulutlari kafamizin uzerinde gezerken de kimse bize sahip cikmamisti. Bakariz elbette basimizin caresine.

Belki persembe gunu uzaydan bir cocuk melek eskiden dunyanin oldugu yerdeki kara bosluga bakar ve bir seyleri hatirlar gibi olur. Belki biraz huzunlenir. Huzun meleklere cok yakisir.
Gerci ben isvicreli bilim adamlarina babamdan cok guvenirim. Onlarin sayesinde koskoca bir neslin saclari daha hacimli, en ufak esintide ahenkle dansediyor, kepek nedir tanimiyorlar, zorlu lekeler, cimen lekeleri onlarin sayesinde cikmadi mi elbiselerimizden lutfen hatirlayiniz. Onlarin yumurtalarin uzerine dis macunu surmeleri ile dis macunlarinin dis minelerine ne kadar sevecen yaklastigini hepimiz ogrenmedik mi? O zaman bile eminim bu bilim adamlarina “Yapmayin, etmeyin, surmeyin dis macununu o yumurtalara. Yaziiik” diyerek mani olmaya calisanlar olmustur. Ama sonuclari ortada, artik hepimiz sayelerinde daha genciz, daha guzeliz ve daha da onemlisi daha saglikli dusunebiliyoruz. Yok canim iyi adamlar onlar, yapmazlar oyle riskli seyler bence. Kara delikse, kara delik. Turkuz biz, bize bir seycik olmaz. Allah kara baht vermesin.
Sevgili Ege Mavisi, Sananaaki Bananesan ve Hayatta Giderken korkutmak gibi olmasin ama sizler onumuzdeki dort gun son dort gunumuz ise neler yapardiniz?

6 Eylül 2008 Cumartesi

Gülümse Bulutlar Gitsin

Moralim bozuk, canım sıkılıyor, öldürmek istediğim insan sayısı bir elin parmaklarını geçer vaziyette. O parmaklardan birini az önce kestim. Bir mutfak kazasına kurban gitti. Kanayan elime ecza dolabında ufak bir müdahale. Önemli değilmiş. Bantlı elimi balkondan denize doğru uzatıp, havaya bir dair çizip içine iki daire bir kavisli yarım daire kondurdum. İşte Smiley karşımda. Gülümse diyor bana. Gülümsüyorum.

5 Eylül 2008 Cuma

A Sürücüsü, B Sürücüsü

Şehir içindeki ufak kazaları sürücüler kendi aralarında anlaşıp, tutanak doldurarak hallediyorlar ya. Şimdi alacaksın o zaten çarpışmış sürücülerden bir tanesini bir de sen çarpacaksın diğerine. Bu eylemi yaparken "Allah yarattı" dememeye özen göstereceksin yalnız. Maksat şenlik olsun. Kaza tutanaklarından seçmece yapmış bir arkadaş sağolsun. Aşağıda üç adet kaza ve kaza ile ilgili iki tarafın görüşleri yer alıyor. Birer cümlede senaryo yazmaya bayılırız vesselam. Kazazedeler de döktürmüş yeri geldiği için.

Sürücü Görüşleri:
--------------------
VAKA 1

Sürücü A

35 T XXXX pilakalı araç dönüş yaparken sol arka kapıma çarptı.

Sürücü B

Allah katında kim haklıysa odur.

--------------------
VAKA 2

Sürücü A

Ben sağ şeritte ilerlerken bariyerin kapalı olduğunu fark ettim. Yavaşça durdum ve arkamı kontrol edip gelirken arka soluma darbe aldım sağ şeritten.

Sürücü B

Önümdeki kör sürücü yolun ortasında durup geri geri sürmeye başladı ve sağ ön çamurluğa ve fara çarptı.

--------------------
VAKA 3

Sürücü A

Gözümü örümcek ısırdığından dolayı direksiyon hakimiyetimi kaybettim. Vurulmuştur.

Sürücü B

Park halinde olan aracıma 34 YSH XXX plakalı araç direksiyon hakimiyetini kaybederek çarpmıştır.

Allah kazadan beladan saklasın. Tü tü tÜ MAşşşşŞŞŞallah.

4 Eylül 2008 Perşembe

Beşeri Felaketler

Böcek Kadın geldi.

Üzerinde geniş kalçalarını daha da geniş gösteren yaşlı işi eteği, eteğin üzerine özensiz bicimde salınmış, deseninde ince ince birbirinin içine kök salıp kıvrışmış çiçekler serili bluzu ile kapıdan içeriye girdi. Miyop gözlerine giydirilmiş lensler odada birkaç tur attı. Böcek Kadın nereye yöneleceğinin hesabını yapıyordu. Minyon, çilli yüzünde sahte bir gülümseme genişledi. Böcek Kadın antenlerini oynattı. İnsanların içindeki, onların bile henüz fark edemedikleri zayıflıklarını hemen fark ederdi. İçlerinde mutsuzluk potansiyeli barındıran mutlu insanlar özel ilgi alanına girerdi. Böcek Kadın bunları hasmı olarak işaretler ilk farkına vardığı andan itibaren onların beşeri felaketler ile yüz yüze gelmesi için elinden geleni yapardı.

Ciğerinin en gizli derinliklerinde tuttuğu envanter çetelesinde onbeş boşanma, dört nişan bozma, bir kızın ailesiyle yollarını ayırması, iki istifa, bir işten attırma vukuatı vardı. Bunlar ile gizli gizli gurur duyardı. Bu gururu paylaşabilecek kadar güvendiği kimsesi yoktu. En büyük zafer hazzını aynı şirketin aynı departmanında çalıştığı kendisi ile aynı dönemde işe başlayan kızı, çocuğunun doğmasından tam bir yıl sonra işten attırdığı zaman yaşamıştı. Diğer hazzı ise aynı departmanda çalışan bir kızın aynı adamla sekiz yıl ara ile iki kez boşanmasında yaşamıştı. O salağın kendisi hala dost sanması ile gizli gizli alay eder evde kimse yokken ayna karşısına geçip onun taklidini yapardı.

İnsanlar ile ilk tanıştığında çok yakın ilgi gösterir, onlarla çok kısa zamanda kaynaşır, en derin sırlarını kolaylıkla ağızlarından alır ve bunları, yeri geldiğinde kullanmak üzere biriktirirdi. İlk tanışma anında karşısındakine verdiği güven hissinin yarattığı kalkanın arkasında gizlerdi nefretini. Kurbanının sırdaşı olur, dertleri ile ilgilenir, çok yakınlık gösterir, ona yardım eder, tam güvenini kazanırdı. Daha sonra planını çizer ve o kişiyi hayatındaki önemli kişilerden soğutmaya çalışırdı. Kavga eden karı kocayı güya barıştırma amacı ile bir araya getirir. Tartışma sonrasında kadının kulağına “sen neden böyle cevap vermedin?”, “Bak utanmadan neler diyor sana” diye fısıldardı. Geliştirilebilecek nefreti asla kaçırmaz üzerine larvalarını bırakırdı. Hepsi iç güdüseldi, kötücül davranışlarının nedenini kendisi hiç düşünmemişti.

Hayatındaki önemli kişileri ve ilişkileri kaybeden insanların yanından kısa süre sonra uzaklaşırdı. Kaybetmiş insanları vakit kaybı olarak görürdü. Kurbanı başına gelen sıkıntılardan sonra ilk anda fark edemezdi canı ciğeri arkadaşının kayıplara karıştığını. Üzerinden bir süre geçtikten sonra hayatlarında bir şeylerin yolunda gitmemeye başlaması ya da rutininde giden hayatlarını sorgulamaya başlayıp, sevdiklerine antipati duymaya başladıkları anın Böcek Kadın ile tanıştıkları an ile örtüştüğünü fark ederlerdi.

Mert bir kadın olarak adlandırırdı kendini, mert ve küfretmekten sakınmayan kadın. Erkeklerin küfürlü konuşan kadınlardan hoşlandığını zannederdi. Belden aşağı konuşmalar yapmak, fıkralar anlatmakla onları kafaladığını ve erkeklerin dilini konuştuğu için onlarla bir tür yakınlık kurduğunu zannederdi. En küfürbaz erkeğin kendisi ayrıldığında arkasından “***tir et ağzı bozuk kaltağı” dediğini fark edemezdi.

Görünürde herkesle iyi geçinen sevgi pıtırcığı gibi dolaşırdı ortada, içi güler yüz ile baktığı her canlıya karşı sebebini kendisinin anlamaya çalışmadığı bir kıskançlık ve nefret ile doluydu. Herkes ile çok iyi geçinen bir insanın olamayacağını bilenler ona karşı mesafeli durur ve Böcek Kadın’ın kendisine göstermiş olduğu sebepsiz ve ani ilgiye kayıtsız kalarak kendilerini korurlardı.

Her ay yapılan bu sanat galerisi kokteyllerini kaçırmazdı, bedava içki, ensesine çörekleneceği yeni insanlar bulabildiği yerlerdi buraları. Böcek Kadın ilk kez o gün herkesin kendisinden birkaç adım beride durduğunu fark etti. “Acaba?” sorusu geçti aklında. Derisinin altından kalbine doğru sinsi ve soğuk terler boşandı.

İnsanların onu artık evlerine ya da önemli günlerine davet etmediğini, öğle yemeğine beraber çıkmak istediği herkesin birer mazeret öne sürdüğünü, akşamları çıkma tekliflerine olumsuz yanıtlar aldığını, kardeşinin telefonlarını cevapsız bıraktığını, sigara molalarında çıktığı aralıkta herkesin yanından kaçışmasının sebebini anlar gibi oldu. Bu farkına varış onu korkuttu. Kalp atışlarının ağırlaştığını ve gürültülü bir hale geldiğini, giderek kalbinin atarken çıkardığı sesin bütün ortamı sardığını düşündü. Artık bir ramazan davulu gibi çalan nabız ritmini başkalarının duyacağını zannederek elleri ile kulaklarını sıkıca kapadı. Böcek Kadın’ın antenleri kendine doğru döndü, çipil gözlerinden çilli yanaklarına doğru bir gözyaşı damlası yuvarlandı.

Böcek Kadının hesaplayamadığı gerçekleşmiş insanlar onun arkasından konuşur olmuştu. O ay doğduğu büyüdüğü bu şehri terk edip İstanbul’a yerleşme kararı aldı.

Böcek Kadın gitti.


3 Eylül 2008 Çarşamba

Sakızın Tadı

İzmir'de bu sene, Alsancak Vapur iskelesine hayli nazır, Sakız Adası adında bir mekan açıldı. Yaklasik bir ay kadar önce dört kafadar bir akşam yemeği sonrasında kahvelerimizi orada içmeye karar verdik. Masamıza henüz oturmuştuk ki garson elinde bir tepsi ile yanımıza geldi. Bizlere getirdiği dört bardak su ve dört adet menüyü masamıza bırakarak gitti. Soğuk su bardaklarının her birinin içinde birer çay kaşığı ve kaşıkların içinde bir tutam sakız reçeli vardı. Önce bu manzaraya baktık, sonra da birbirimize. O anda karar vermiştik tatilde sakıza gidilecekti. Öksüz doyuran iriliğindeki fincanlarımızdaki kahvelerimizi içerken takvimden sayfalar uçustu. Hiç niyetimiz yokken sohbet uzadı, sonra gelsin birer kadeh kırmızı şarap.
Plan proje işlerinde Fiyonk iyidir, o oturdu yazdı bize senaryomuzu, çizdi rotamızı. Ağustosun son haftasında Çeşme'den çıktık yola.
Yola çıkmamız ile varmamız bir oldu. Meğer Çeşme'nin karşısındaki o karaltı, elini tutsan yakalayacağın yer Sakız Adası imiş. Bizim Fiyonk plan projede iyidir ya sanmayın öyle rezervasyon falan yaptığını karşımıza çıkan ilk yerde geçireceğiz o geceyi. Ver elini Hotel Filoxenia. Filoxenia "İhtiras Tramvayı"nın finalinde yer alan ve insanin içini yakan Blanche DuBois tiradinda bahsedilen "yabancilarin nezaketi" manasına gelen bir isim. Yabancıların nezaketi; çok kibar ama fazla uzak, dokunamadığınız bir sıcaklik gibi. O geceyi orada geçirdik. Limandan gelen gemilere nazır yedik yemeğimizi, sonra da tumba yatak.
Sabah otelden çıkıp vurduk kendimizi kuzeye doğru yola. Bir yandan da "Aaa TurkCell çekiyor burada" nidaları ile seviniyoruz. Binaların arka tarafında çekmiyor ama sahilde kalırsak Türkiye'den hiç ayrılmamış gibi mesajlaşmak bile mümkün. Tatile çıkıyor herseyden ayrılıyor mesajlaşmaktan kurtulamıyoruz. Eh yazmak kanımıza işledi artık, şu bloglar sağolsun. Mesaj çekecegim topu topu üç kişinin tamamı da yanımda olunca "kime bu mesajlar?" kafam karıştı biraz. Tatile çıktım ya mesaj kaygısı taşıdım sanırım.

Yol kenarında avare avare ağaç diplerindeki yosunlardan yön takip etmeye gerek kalmaksızın kuzeye doğru ilerlerken benim sabahları erkenden kalkıp dolaşmak istediğim deniz kenarının bir benzerinde bulduk kendimizi. Ve tam karşısında otel/pansiyon kırması binalar. Birisine girdik, kişi başı 16 EUR artı kahvaltı fiyatına anlaştık çat pat türkçe, yunanca, ingilizce karışımı bir dilde.

Ben kaldiğim yeri de orada geçen bir haftayı da çok sevdim. Sanki zaman yolculuğu yapmıi da 1970'li yıllara ışınlanmış gibi hissettim kendimi. Arkadaşlarla çok keyifli sohbetler yaptık. İki adet tur alıp tüm adayı ve güzel koylarını dolaştık. Ben bolca geç yatıp çok erkenden kalkarak sahilde dolaştım.
Sahildeki dalgalara, yeldeğirmenlerine, odamdan avluya açılan daracık hole, rüzgarda kıpırdayan perdelere bakarak üç tane öykü yazdım.

Bu güzelim ada bizim elimizde olsa ne halde olur nasıl tıklım tıklım dolar taşar, kokoreç, döner kokusu, yüksek volümlü müzikten ve doğuştan antipatik tiki kalabalığından geçilmezdi geyiğini yaptık bol bol.

Konakladığımız yerin avlusunda akşam üzerleri oturup soğuk beyaz şarap içmedik ama ondan daha güzel serin mi serin kırmızı mı kırmızı şaraplarımızı içip sıkı muhabettler ettik.

Dönünce Çeşme'ye, dogru Kumrucu Şevki'ye. Aklımız masadaki Lal renkli şarapta, sakızın tadı damağımızda kaldı.