30 Mayıs 2012 Çarşamba

Sonunda Gazetelik Oldum!!!

Çoğu insan için ismini gazetede görmek şaşırtıcı olmaktadır muhakkak. Benim için de aynısı oldu, gazetenin ilk sayfasında önce resmimi gördüm, yanında da adım yazılıydı. Ardından hislerimi nasıl açıklayabilirim? Şok, Şok, Şok!!! Üstelik hazırlıklıydm. Blog komşularımdan birisi haber de vermişti gazetede ismimin geçmekte olduğunu ama böylesini beklemiyordum.

Uyuşuk Hayalperest blogunda çok hoş bir fikri hayata geçirmiş.. Heyhat isimli gazetesine blogcuların isimleri taşıyarak güne tatlı başlamamı sağlayan bir şaka yapmış. Ben başlıkları okumaktan keyif aldım. Heyhat gazetesine bir göz atın derim. Böylelikle güzel bir blog daha tanımış olacaksınız. Başlıklar çok yaratıcı, umarım devamı gelir.

Teşekkürler Uyuşuk Hayalperest..   



Meraklısına Linkler;

29 Mayıs 2012 Salı

Yeşilçam Hatırası

Geçen hafta sevgili Leylak Dalı çok güzel bir mim göndermiş. Birinci elden mimleri daha fazla seviyorum. Kafaya koyarsam belki bir gün ben de bir mim uydurabilirim. Ama dur bakalım. 

Mim'in kuralı şu. Evdeki kitaplığın karşısına geçiliyor, soldaki en üst sıradan başlayarak sayılıyor. Yaşınızı gösteren kitaba gelinince çekip alınıyor, yaşınızı gösteren sayfa açılıp ilk paragrafı yazılıyor. (yaşımızı yazmak zorunda değiliz elbette) Paragraf çok uzunsa, beş satır yeterli.  .  


Leylak Dalı'nın mimini görünce, tamam bu mimi hemen cevaplarım dedim. Kalktım çalışma masamın yanındaki kitaplığı en üst sırasındaki sinema kitaplarından saymaya başladım. Yaşıma denk gelen sayıda durdum. Mesut Kara'nın 2007 yılında yayınlanmış, Yeşilçam Hatırası kitabını çektim aldım. Yaşımın sayfasını açtım. Ne göreyim? Sadri Alışık. Mim i yazmak için Super salak internet hizmeti aldığım fibercinin bakımlarını tamamlamasını bekledim. , 

Mesut Kara'nın Yeşilçam Hatırası 256 sayfalık bir kitap. Adından belli olduğu gibi Yeşilçam üzerine. Eski Türk filmlerinde sıkça görülen, ancak unutulmaya yüz tutmuş; kamera önü ve arkasındaki sinema emekçilerinin yanı sıra bir kaç da daha popüler kişinin hayatlarına dair enteresan teferruat; rol aldıkları, nadir bulunan filmlerin afişlerinin renkli fotoğrafları,   içeren nostaljik duyguları kabartan bir sinema kitabı.

Yaşımı gösteren sayfada Sadri Alışık'a dair enteresan detayları görünce ben tek paragraf sınırını aşmaya karar verdim. Kısacık bir paragraf ve ardından unutulmaz oyuncunun naaif bir şiirini alıntılamadan geçmeyeceğim. Şunlar yazılı kitabın o sayfasında; 

"Sadri Alışık'ın Sadrettin Alışık olarak öyküsü de 5 Mart 1925 yılında, bu günün dünyasından çok farklı bir İstanbul'da, bahçesinde çiçeklerin ve meyve ağaçlarının olduğu, Paşabahçe'deki üç katlı ahşap evde başlar. Nüfus kağıdındaki adı Sadrettin olmasına rağmen annesi Saffet Hanım da, kaptan olan babası Rafet Bey de, diğer kalabalık aile bireyleri de onu hep Sadri diye çağırırlar."

"Sadri Alışık 'Biyografi' adlı şiirinde yaşamöyküsünü şu dizelerle anlatır

Paşabahçe'de doğmuşum
Sayı bilmişim sünnet olmuşum
Koynumda pabuçlarım
Uyanık uykular uyumuşum arife geceleri
Kamalı Bekir, Çamur Ahmet bir de Süleyman
Ayak yapıp çift kaleler kurmuşum
Cigaraya başlamışım
Tertemiz yataklarda pis rüyalar görmüşüm


Tepelerde uçurtma
Sokakta şarkı
Karakollarda sabah
Ekmek karnesi, çay fişi
İhtilaller görmüşüm
Kâh kafa tutmuşum taşlara
Kâh canevimden vurulmuşum
Hanümanlar yıkmışım
Üçüncü Selim, Mustafa Çavuş ve Baküs

Erik narı çiçek açmış şarkılar
Yitik baharlarında gönlümün
Ve kıpkırmızı bir Granada akşamı
İspanya'ya şatolar kurmuşum
Oklar üşüştürüp gemiler batırmışım Karadeniz'de
Sancaktepe Hadımköy'de nöbetlere kalkmışım

Daracık daracık sokaklara girmişim
Ya dostlar tutup sofralar vermişim
Ya ev bark kurup anasını satmışım
Avarelik mavarelik etmişim

En sonunda
Oyuncu olmuşum olabildiğimce...

Bu güzel mimi isim belirtmeksizin yanıtlamak isteyen herkese gönderiyorum. 


Meraklısına Linkler; 

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Gep Gerçek Çağrı, Ağrı ve Hatta Bağırı Merkezi Diyalogları

Boşuna tekrar tekrar, tekrar etmiyorum "Süper-bir-onlaynın var mı, derdin var" diye. Zaten bir isme ön ek olarak süper şahane, mükemmel denli bu ülkede asla görülmesi mümkün olmayan sıfatlardan eklendiğinde akıbeti en baştan bellidir. Süper değil misin, normal misin? Sorun değil. Ekle isminin önüne süper lafını, işte oldun 1 süper. Gerisi Allah'a emanet. Hoş şimdilerde öyle ulvi yerlere emanet işi için akla gelmiyor. Adının önüne koy süper kelimesini, gerisini call centera emanet et. Çağrı merkezi değil de baş ağrısı merkezi buraları mübarek, sonunda müşterinin bağırmadan durmamasını sağladıkları için bağırı merkezi de denilebilir pekala. Ya da işi ağırdan alma merkezi, müşteriye enayi süsü verip oyalama, bağırtıp bağırtıp deşarj olmasına yol açma merkezi de olabilir. Hepsi uyar. 

Benim malesef Super Onlime fiber bağlantım var. Allah için pek hızlı. Ama ne zaman.öğreniyoruz hızlı olduğunu. Bağlanabildiğim zaman.. Bağlanma anlarımız şu ara nadir. Zira bakımdayız. Super online ne zaman kesilse arıyorum, her aradığımda bakımda olduklarını öğreniyorum. Super online neredeyse iki yıldı bakımda. İki yıl dolsun derhal üyeliğimi iptal ettireceğim. 

Cumartesi günü tam yedi gündür bakımdaydık. Yani sabahları bağlanamıyoruz Çğlen gibia z bağlanıp, yarım saat sonra kesiliyor, ytekrar ağlanmak için havanın kararmasını bekliyoruz. Arıyoruz efendim.

Gariptir bu ara ne zaman arasam hiç beklemeden bağladığım vaki değilken şak diye bağlanıyorum. Yanıt veren çocukların bir suçu yok, ne bilsinler, ne desinler, aradığım için vara yoğa teşekkür ediyorlar. Bu durumdan şunu anlıyorum, Suğer Online Bağırı Merkezi'ne ya çok eleman aldı, ya möüşteriler aramakla bir şeyin düzelmediğini anladılar, adam oldular aramıyorlar, ya da müşetriler o denli azaldı ki aynı anda hepsi zarasa cevap verecek adam bulunuyor.

Günlerdir bakımdayız baş ağrızı merkezi ile aramızda aynı terane dönüyor.

- Süper Online'ı aradığınız için teşekkür ederiz.Müşteri numaranızı verebilirmisiniz?
-Veremem, ordan telefon numaramdan kendiniz görün. 
- Numaranız kaç.
- Üç beş sekiz...Hayrola gene ne bakımı bu?
- Sizlere daha iyi hizmet vermek için bakım yapıyoruz.
- Kardeşim yıl oldu, iki gün üst üste açık olduğunuzu göremedik, hep bakımdasınız. Hala balımısızsınız. Bak bunun DeeeSımartı var, Tititnet'i var, Vınn!ı var.. Var oğlu var. ..  
- Süper Online'ı aradığınız için teşekkür ederiz.
- Lafı döndürmeyin şimdi. Hep bakımdasınız. Zaten bakım olmasa bağlanacağız. Bakım var diye bağlanamıyoruz. Bakım yapmayın bağlanalım. Bir bağlansak en iyi hizmet o olacak. Bakım yapmasanız hizmet vereceksiniz. Bakmayın kardeşim. 
- Size daha nasıl yardımcı olabilirim? 
- Hiç olmadın ki. Ama istiyorsan bu hafta bağlanamadığım günlerin parası faturamdan düşülsün
- Ama teknik servis burası.
- Ben bilmem, yardımcı olmak isteyen sensin, ol işte..
- Ama beyefendi.
- Bak canım sen call centerda kürek mahkumusun, senin yapacağın bir şey yok biliyorum: Ama haberin olsun bak, ne kadar Süper'e paçayı kaptırmış arkadaşım varsa hepimiz, iki yıllık taahhüdümüz biter bitmez çıkacağız bu bakımsız internet şirketinden. Bıktık çünkü.
- Size daha nasıl yardımcı olabilirim?
- İnterneti açın.
- Süper Online'ı aradığınız için teşekkür ederiz. 
- Bir tek yaptığınız bu zaten, Vırta zırta teşekkür etmek. İyi günler gözüm kendine iyi bak. Müşterilerin seni üzmesine izin verme. Sana bir tavsiye evine de asla bu şirketin internet hizmetini bağlatma.  

Buradan yetkililere sesleniyorum, açın iu Süper Online'ı blog aksıyor, sinirleniyorum, kendimi ezik hissediyorum. Valla. 


24 Mayıs 2012 Perşembe

Kadınlar Cinayetlerini Nerede Planlar?

Yakınlarda, dinleyici olarak katıldığım bir söyleşide; konu başlıklarından bir tanesi de Virginia  Woolf'un "Deniz Feneri" isimli kitabıydı. Ancak diğer başlıklara dair paylaşımın süresi uzayınca Woolf konusu bir başka söyleşi akşamına ertelenmiş oldu. 

Soru cevap faslında dinleyiciler arasında yer alan sonradan emekli bir öğretmen olduğunu öğrendiğim 60 yaşlarında bir edebiyatsever, anlattığı minik bir anısı ile döneminin öğretmenler odasına aldı, götürdü bizleri de. Bu bey, o günlerde Virginia Woolf'un "Kendine Ait Bir Oda" eserini okumuş ve çok etkilenmişti, yazarın, edebiyat yaşamı boyunca verdiği kendine ait alanın savaşından. Öğretmenler odasındaki kadın meslektaşlarına bir öğlen şu soruyu sordu:

"Hem çalışıyor, para kazanıyor; hem de evin kadını olarak sorumluluklarınız aksatmamaya uğraşıyorsunuz. Hiç kendinize ait bir odanın hayalini kurmuyor musunuz?"

Soru öğretmenler odasını kısa bir süreliğine, sakinlerinin hiç de alışık olmadıkları bir sessizliği getirdi. Öğretmenler adasında zaman sanki durmuştu, soruya yanıt verebilecek herkes, kendi iç tereddütüne kulak veriyordu. Emekliliğine sayılı günü kalmış bir öğretmen hanımın kahkahaları sessizliği geriye püskürttü.

"Ayol, bizim zaten kendimize ait bir mutfağımız var"

Soru aslında en zararsız yanıtını almış ve tüm öğretmenlerin özlemleri neşe bulutunun arkasına, unutulmaya terk edilmişti.

Öğretmenler odasında suskunluğu ile meşhur ama öte yandan; daima kendi dünyasında, kabuğuna çekilmiş, zayıf, kara kuru, sigara içmekten parmak uçları sararmış, huysuz edebiyatçı Selim Bey'in o an şen kahkahalı yanıta yaptığı ilave şaşırtıcı oldu:

"Kadınlar cinayetlerini mutfaklarında planlar zaten"

Önce gülüştü herkes. Ama evlerine dönem vakti geldiğinde, hepsinin zihninde, aynı sözün izi kalmıştı.    


Resim: Kitchen Maid Vermeer


Meraklısına Linkler;

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Dikkat Devekuşu!!

Siz bakmayın o devekuşlarının sessiz, sakin, munis görünümlerine. Ne uyur yılandır olanlar, ne içi iğnelidirler bilemezsiniz. Allah'tan yok bu diyarda bunların yabanıl gezenleri. Yoksa her gün bir hadise, gönül dayanmaz. Devekuşlarına kucak açmış memleketlerde de bu kuşlardan gına gelmiş olmalı ki, trafik levhalarına kadar işlemiş içlerinin derdi. Elbette, başına gelen bilir, tok anlamaz ki açın halinden. Bildiğin kuş değil malesef. Bilmediğin bir şey bunlar 


18 Mayıs 2012 Cuma

Yine, Somebody That I Used to Know


Yukarıda vide klibinden bir kaç anı üstüste gördüğünüz şarkı; ilk duyduğumda basitliği ile beni kendisine çekti. Basit bir şarkının aylardır aklımdan gitmeyişi de tuhaf hani. Ancak, başkalarını da etkilemiş olmalı ki, Youtube'da amatörler habire şarkının kendi yorumlarını paylaşıyorlar. Matthias Harris de bunlardan biri. Şarkıyı acapella söylemiş. Çok başarılı bir çalışma çıkmış ortaya. 




Şarkının sözlerini de vereyim tam olsun bari;
Somebody That I Used to Know

17 Mayıs 2012 Perşembe

Kedi Çiçeği

Fotoğraftaki saksıları oraya koyanın niyeti "Kedi Çiçeği" yetiştirmek değildi muhtemelen. Ama kediler kuytuda kalmış ve her yeri; hem içeriyi, hem dışarıyı görebilecekleri yerlere kurulmayı kediler pek sever. Hele bir de suç ortakları varsa, oh ne ala. 

Hava da kasvetli zaten, tam yağmur...yani, tam uyku havası. 


Kıskanma Saçmalığı ve Fotoğraflardaki Ayaklara Dair

Sahafları gezmeyi, oralarda kitaplardan ziyade eski fotoğrafları incelemeyi sevdiğimi anlatmıştım daha önceleri. Asıl ilgi alanım 1900'lü yılların başından, Yetmişlerin sonuna kadar olan dönemde çekilmiş, sahibini kaybetmiş fotoğraflar. Bir kaç yıldır fotoğraf seçiyorum oralardan. 100 adedi toparladığımda, oturup onlarla ilgili bir yazı yazacağım.  Siyah beyaz fotoğrafla haliyle çoğunlukta oluyor. Renkliler fazla da ilgimi çekmiyor. Sahafları gezerken en çok bir üniversite arkadaşımın lisede çekilmiş fotoğrafını bulunca şaşırmıştım. Siyah beyaz resmin içinde onunla arkadaşlık ettiğimiz dönemlerdeki gibi muzır bakmıştı. Herkese olur ya, sonra araya yıllar girdi. Ama yine de eski bir arkadaşın, onu tanımazdan evvelki hallini görmek ilginçti. O fotoğrafı almadım. Kurgularımda tanıdığım insanlara  yer yok. . 

Geçen hafta sonunda kurstan tanıdığım birisi ile konuşuyorduk öyküler hakkında. Onunla kendi yazma serüvenimle ilgili bir paylaşımda bulunuyordum. Yazdıklarımı tanıdıklarıma okumaya başladığımda bri kaç tanesi ile aramın bozulduğunu. Daha öyküleri okurken, yüz ifadelerinin soğuduğunu ve ondan sonra da benden uzak durduklarını anlatıyordum ki sözümü bölerek;

"Ne yani öykülerini mi kıskandılar?" dedi.

Yanıtım "Ben kıskanma konusunda yetenekli olmadığım, dahası kıskanmayı beceremediğim için teşhiste zorlandığım bir duygu" olduğunu "Sanmıyorum ama yazdıklarım kıskanılsaydı da,  bu durum bana söylenmedikçe anlamam hayli zor olurdu" dedim. Sonra laf seyrini değiştirdi, o konu başka konuyu açtı. Erken bölünmüş her bir söz gibi benim de söyleyeceklerim sonuna kavuşamadı. 

Eğer sözümü tamamlayabilseydim, ona yazmaya başladığım ilk dönemlerde tanıdığım kişileri öykülerime aldığımı ve yazdıklarımı götürüp, o kişilere okuttuğumu; öykülerde kendilerine dair bir şeyler anlatıldığını yakalayanların bana tavır aldıklarını anlatacaktım. Ben yazdıklarımdan heyecana kapılıp safça, övünülecek şeylermiş gibi paylaşmakla meğer bilmeden iyi bir şey yapmışım. Böylelikle gerçek kişileri öyküme almamam gerektiğini öğrenmişim. Tabi ki insana dair bazı özellikler, bazı olaylar kurgunun içine yerleşiyor, beslenme kaynakları yaşam olduğu zaman. Ancak yazdıklarımdan kimsenin incinmesini istemediğim için öykülerime gerçek kişileri alıp oturtmuyorum. İnsanların tanınmaz hale gelmiş birer suretlerini bazen öyküme koyuyorum. 

Fotoğraflar üzerinden yapacağım çalışma da tanımadığım ve benim için bilinmez kişiler üzerinde olacak.

Fotoğraflar beni her zaman ilk bakışta görülebilen enteresanlıkları ile sadece sahaflarda içlerine buyur etmiyorlar. Söz gelimi facebook'ta bu  konuda hayli cömert olanaklara sahip. Geçtiğimiz günlerde lise arkadaşlarımdan bir tanesinin nikah fotoğrafına rastladım. Fotoğrafı bir süre inceledim. 



Yüzlere baktığımda akrabalık ilişkilerini ayırd etmeme yarayacak benzerlikleri yakaladım. Kız tarafı ve veerkek tarafına dair tahminlerde bulunmak oyun gibiydi ilk önce. Ama asıl oyunun ayaklarda gizli olduğunu anlamam bir kaç dakikamı aldı. Resimde 12 kişi görülüyordu. Kadınlar, erkekler. Ama içlerinden iki tanesi duruş biçimleri ile diğerlerinden bariz biçimde ayrılıyordu. Bu farklı ayakların yüzlerini de incelediğimde ne kız tarafı ne de erkek tarafı ile bir benzerlikleri bulunmadığını gördüm. İmleci resimlerin üzerine sürdüğümde etiketli olduklarını görerek sevindim. Farklılığın nedeni çözülmüştü,  o iki kişi Türk değildi. 


BU kadar mı farklı durulur, ayak pozu verilir kardeşim? Sol ayak topuğu; yarı çapraz biçimde pozisyon almış sağ ayağın iç kısmını görecek biçimde ve beş santim kadar önüne yerleştirilip, sola doğru 45 derecelik bir açıyla açılmış. İnceleyin bakalım Türk düğün fotoğraflarını, hiç böyle farklı poz vermiş kadın görebilecek misiniz. Okullarda fotoğraf çektirdikleri zamana mahsus bir duruş provası yaptırıyor olmalılar. Belki çok önemli değil ama fotoğraflara baktıkça ilginç detaylar yakalanıyor işte. 

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Köprü

Acıdan Geçtim, Güzelleştim mimlemiş. Çok teşekkürler. Bu ara blog arkadaşlarım çok ilginç mimler yolluyorlar, en güzel yanı da mimleri kendilerinin yaratıyor olmaları. Bu defaki mim'in konusu ilginç. Blogumuzun  "taslaklar" bölümünde bıraktığımız bir yazımızı ya da yazılarımızdan bazılarını  paylaşacağız. Taslaklarda epeydir sürünmüş, hatta yayınlamayı düşünmediğim bir çeviri karalamamı paylaşacağım. Ama yazıya geçmeden evvel, bu Mim'i sevgili 7. Oda, Deli Pelüze, Sırra Kalem, Hayal Kahvem, Şavki ve Hayattan ve Masallardan Biraz'a yolluyorum.    



Thornton Wilder’ın The Bridge of San Luis Reykitabından çevirdiğim birkaç pasaj:
Birinci Bölüm - BELKİ BİR KAZA
1714 senesinde, yirmi Haziran Cuma günü, öğle vakti, Peru’nun en iyi köprüsü koptu ve üzerindeki beş yolcuyu aşağıdaki boşluğa savurdu. Lima ve Cuzco arasındaki dağlık yolda yer alan bu köprüden her gün yüzlerce kişi geçerdi. Şehri ziyaret eden herkes; Inkaların yüz yıldan uzun bir süre önce söğüt ağaçlarıyla ördüğü bu köprüyü görmeye getirilirdi. İncecik tahta parçalarının merdiven basamağı gibi sıralanmasından ve dallardan yapılmış korkuluklardan ibaret olan köprü vadinin üzerinde salınırdı. Atlar, at arabaları, tahtarevanlar yüzlerce metre aşağıya iner; akarsuyun üzerinden sallarla karşıya geçerlerdi. Ama hiç kimse, ne Vali ne de Lima Baş Psikoposu meşhur San Luis Rey Köprü’sünden geçmek yerine yüküyle aşağıya inmeyi tercih etmezdi..Fransız Kralı Aziz Louis’di köprüyü koruması altına alan, hem kutsal adı hem de diğer taraftaki topraktan yapılmış kilisesi ile. Köprü ilelebet dayanacak şeylerden biri gibi dururdu, parçalanacağı kimsenin aklına gelmezdi. Perulular kazayı duydukları anda istavroz çıkarıp, ardından köprüyü en son ne zaman geçtiklerinin ya da ne kadar yakın zamanda tekrar geçmeye niyetlendiklerinin hesabını yaptılar. İnsanlar bir müddet kendilerinin de boşluğa düştükleri sanrısını gördüklerini sayıklayarak dolandı.
Katedral’de büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Kurbanların cesetleri el yordamı ile toplandı ve birbirlerinden ayrıldı. Güzel Lima şehrinde, herkes vicdanını yokladı. Hizmetçi kızlar hanımlarından çaldıkları bilezikleri geriye götürdüler. Tefeciler karılarına, tefeciliği temize çıkarmak için öfke dolu nutuklar çektiler. Fakat yine de bu hadisenin Limalıları böylesine etkilemesi tuhaf sayılırdı, çünkü bu ülkede avukatların rahatsız edici biöçimde “Tanrı’nın işleri“ dedikleri felaketler genellikle, sık olurdu.  Gel-gitler şehirleri yerle bir eder, haftada bir depremler olur ve kuleler iyi insanların üzerlerine yıkılıverirdi.. Hastalıklar daima şehirden şehire uçuşurdu, ileri gelen isimlerden bazılarını ise yaşlılık alıp götürürdü. İşte bu yüzden Peruluların San Luis Rey Köprüsü’nün parçalanışından bu denli müteessir olmaları şaşırtıcıydı.
Herkes çok derinden etkilendi ancak sadece bir kişi bununla ilgili bir şey yaptı. O da din adamı Juniper’di. Kuzey İtalya’dan yerlilerin dinini değiştirmek için Peru’ya gelmiş bu ufacık,  kırmızı saçlı, Fransisken din adamı; insanın içine bu işte bir Kasıtın olduğuna dair şüpheler yerleştiren bir dizi, hayli sıradışı tesadüf eseri, kazaya tanık oldu. .  
Çok sıcak bir öğlendi -  o ölümcül öğlen – bir tepenin yamacını dönmekte olan Juniper alnındaki teri  silip, uzakları, karlı tepelerin sıralandığı manzarayı seyretmek için durdu. Ardından tüy gibi görünen koyu yeşil ağaçlar ile yeşil renkli kuşlarla dolu aşağıdaki vadiye ve karşıdan karşıya geçmeyi sağlayan söğüt çıtalara baktı.  İçi neşe doluydu, her şey yolunda gidiyordu. Bir kaç terk edilmiş küçük kiliseyi hizmete sokmuştu; yerliler sabahın ilk ayinine kendiliklerinden geliyor ve kutsal şaraba batırılmış ekmek sunulduğunda sanki yüreklerine iniyormuş gibi inliyorlardı. Belki de, belki de önünde uzanan karlı havanın temizliğindendi, Bir şiirin anısıydı onu bir anlığına yoklayan, bakışlarını güzel tepelere doğru kaldırmaya davet eden. Ne olursa olsun, hep huzur doluydu. Sonra bakışları köprüde gezindi. İşte o anda sanki boş bir odadaki herhangi bir müzik aletinin teli tıngırdamışçasına derinden gelen bir gürültü etrafa yayıldı. Köprünün ortadan ikiye ayrıldığını ve uzuvlarını sallayan beş karıncanın aşağıdaki vadiye savrulduklarını gördü.
Ondan başka kim olsa, gizli bir keyifle şunu düşünürdü; “On dakika sonra, o köprüden ben….” Ama Keşiş Juniper’î ziyaret eden başka bir düşünceydi:“Neden bu beş kişinin başına geldi bu kaza?”
İşte o anda, Keşiş Juniper bu beş kişinin hayatlarının sırlarını araştırmaya, boşluğa düşüş anlarını ve ölüp gidişlerindeki hikmeti anlamaya azmetti.
Bütün bu çabalarının sonucu, sonradan göreceğimiz gibi, devasa bir kitap oldu ve çok güzel bir bahar sabahında, büyük bir meydanda halk önünde yakıldı. Fakat gizli bir nüshası vardı ve çok uzun yıllar sonra, kimselerin dikkatini çekmeksizin, San Marco Üniversitesi Kütüğhanesi’ndeki yerini buldu.
İkinci Bölüm - MONTEMAYOR MARKİZİ
Günümüzde, her İspanyol talebe Montemayor Markizi Doña María hakkında, Keşiş Juniper’in yıllar süren araştırması boyunca keşfettiklerinden fazlasını bilmekle yükümlüdür. Ölümünden bir yüzyıl kadar sonra, Markiz’in yazdığı mektuplar İspanyol Edebiyatı’nın mihenk taşlarından oldu, yaşadığı zamanlar ve hayatı uzun soluklu araştırmalara konu edildi. Onun biyografisini yazanlar bir konuda, Fransisken Keşiş’im başka bir husuta yanıldığı kadar yanıldılar…… 




Önceden...




Orijinal Metin; 

Part One - PERHAPS AN ACCIDENT
On Friday noon, July the twentieth, 1714, the finest bridge in all Peru broke and precipitated five travellers into the gulf below. This bridge was on the high-road, between Lima and Cuzco and hundreds of persons passed over it every day. It had been woven of osier by the Incas more than a century before and visitors to the city were always led out to see it. It was a mere ladder of thin slats swung out over the gorge, with handrails of dried vine. Horses and coaches and chairs had to go down hundreds of feet below and pass over the narrow torrent on rafts, but no one, not even the Viceroy, not even the Archbishop of Lima, had descended with the baggage rather than cross by the famous bridge of San Luis Rey. St. Louis of France himself protected it, by his name and by the little mud church on the further side. The bridge seemed to be among the things that last forever; it was unthinkable that it should break. The moment a Peruvian heard of the accident he signed himself and made a mental calculation as to how recently he had crossed by it and how soon he had intended crossing by it again. People wandered about in a trance-like state, muttering; they had the hallucination of seeing themselves falling into a gulf.
There was a great service in the Cathedral. The bodies of the victims were approximately collected and  approximately separated from one another, and there was great searching of hearts in the beautiful city of Lima. Servant girls returned bracelets which they had stolen from their mistresses, and usurers harangued their wives angrily, in defense of usury. Yet it was rather strange that this event should have so impressed the Limeans, for in that country those catastrophes which lawyers shockingly call the "acts of God" were more than usually frequent. Tidal waves were continually washing away cities; earthquakes arrived every week and towers fell upon good men and women all the time. Diseases were forever flitting in and out of the provinces and old age carried away some of the most admirable citizens. That is why it was so surprising that the Peruvians should have been especially touched by the rent in the bridge of San Luis Rey.
Everyone was very deeply impressed, but only one person did anything about it, and that was Brother Juniper. By a series of coincidences so extraordinary that one almost suspects the presence of some Intention, this little red-haired Franciscan from Northern Italy happened to be in Peru converting the Indians and happened to witness the accident.           
It was a very hot noon, that fatal noon, and coming around the shoulder of a hill Brother Juniper stopped to wipe his forehead and to gaze upon the screen of snowy peaks in the distance, then into the gorge below him filled with the dark plumage of green trees and green birds and traversed by its ladder of osier. Joy was in him; things were not going badly. He had opened several little abandoned churches and the Indians were crawling in to early Mass and groaning at the moment of miracle as though their hearts would break. Perhaps it was the pure air from the snows before him; perhaps it was the memory that brushed [5] him for a moment of the poem that bade him raise his eyes to the helpful hills. At all events he felt at peace. Then his glance fell upon the bridge, and at that moment a twanging noise filled the air, as when the string of some musical instrument snaps in a disused room, and he saw the bridge divide and fling five gesticulating ants into the valley below.
Anyone else would have said to himself with secret joy: "Within ten minutes myself ...!" But it was another thought that visited Brother Juniper: "Why did this happen to those five?" If there were any plan in the universe at all, if there were any pattern in a human life, surely it could be discovered mysteriously latent in those lives so suddenly cut off. Either we live by accident and die by accident, or we live by plan and die by plan. And on that instant Brother Juniper made the resolve to inquire into the secret lives of those five persons, that moment falling through the air, and to surprise the reason of their taking off.
The result of all this diligence was an enormous book, which as we shall see later, was publicly burned on a beautiful Spring morning in the great square. But there was a secret copy and after a great many years and without much notice it found its way to the library of the University of San Marco.
Part Two - THE MARQUESA DE MONTEMAYOR
ANY Spanish schoolboy is required to know today more about Doña María, Marquesa de Montemayor, than Brother Juniper was to discover in years of research. Within a century of her death her letters had become one of the monuments of Spanish literature and her life and times have ever since been the object of long studies. But her biographers have erred in one direction as greatly as the Franciscan did in another….. 



Ev Kıllığı

Eve geldiğinde rahat edebilmeli insan. Ben evde rahat edebilmek için, kapıdan içeri girdiğimde ilk işimi üzerimdekileri değiştirmek, ya da terli isem duş aldıktan sonra üzerimi değiştirmek. 

Üzeirme rahat bir şey giydiğimde rahat edebiliyorum. Aşağıdaki ev giysisi mesela.... Asla ve asla benim giymeyi aklımdan geçirebileceğim bir şey değil. 





Ne zaman çekildiği belli olmayan bir Türk filminin içinde kaybolsam çıkış kapısını bulamayıp, filmin ömrü boyunca üzerimde bu kılıkla kalsaydım mesela kafayı çoktan sıyırmış olurdum. Böyle şeyler iyemem evde. Dahası pijama, eşofman, atlet, kısa şort gibi şeylerle de evde dolaşamıyorum. Sevmiyorum onları giymeyi. Evde rahat ettiğim giysiler;  dışarıda hiç giymediğim ve mevsimine göre; bir kot pantolon, ya da ince kumaşlı bir pantolon onun üzerine yazsa tişört, kış ise fanila üzerine sweat-shirt ya da bir gömlek. Ceket, kazak giyemem. Sıcağı fazla sevmiyorum. Kış aylarında bile evde ince giysi ile ve fazla ısıtıcıya gerek olmadan rahat edebilirim. 

Böyle de bir durum var işte. 



Konu bulmayınca insan neler yazıyor değil mi? Sanki yazmak zorundaymışım gibi :)

15 Mayıs 2012 Salı

Pedallı Klozet Kapağı

"Bu klozetin kapağını kim açık bıraktı yine?"

Bu soru evinizde sıkça mı yankılanıyor? Sorunun arkasından mutlaka bir tartışma mı çıkıyor? Yoksa kapağı açık bırakan her kimse kabahatini itiraf edesiye kadar bilimum psikolojik savaş hamlesi sinsice uygulamaya mı alınıyor? Eğer bu üç soru ev yaşamınızdaki huzura dair ipuçlarını barındırıyorsa aşağıdaki pedallı tuvalet tam sizin eve göre demektir. Üstelik kullanması da çok basit: Erkek ev sakinleri pedala basıyor, kapak kalkıyor, kullanım tamamlandıktan sonra tuvaletin yanından uzaklaşırken serbest kalan pedal sayesinde klozet kapağı kendiliğnden usulca yerine konuyor. 

Elbette bu işlemden sonra sifonu çekmeyi ihmal etmiyoruz. Çünkü sifonlar çekilmek için yapılmışlardır. Çekilmemleri başlıbaşına huzursuzluk kaynağıdır. 


14 Mayıs 2012 Pazartesi

Silmeden

Beyaz Sayfa mimlemiş, çok teşekkürler. İlginç bir mim. Kesin bi konusu yok. Bir şeyler anlatmamazı ve silmeden yazmamız gerekiyor. 

Mimin konusu silmeden olunca benim bloga yazma tarzıma cuk diye oturan bir hal olduğunu söylemem gerek. Çünkü buraya yazdığım yazı sayısı dokuz yüzü bulmuş. Düşünüyorum da düzenleyip yazdığım yazı sayısı on adedi geçmez. Burayı hep müsvedde kağıdı gibi kullanmışım. Bir kaç istisnası hariç hepsi ilk aklıma geldiği ve ilk yazıldığı hali ile burada yer almakta. Bazen harf hatalarım öyle hal alıyor ki onları yalnızca, geriye dönüp düzeltiyorum. Bu konuda özellikle Mavi Kalemdekiler'e yani N. Narda'ya teşekkür etmek isterim. Çok dikkatli ve uyarıları beni çok memnun ediyor. 

Blog silmeden yazmayı kaldırıyor. ama öykü, roman, şiir... bunlara daldığınızda silmenin, yazıp, bozmanın haddi hesabı yok. Onlar defalarca yazılıyor, üzerinden geçiliyor, olmuyor, bir daha, olmuyor yeni baştan. 

Hepinize keyifli yazmalar dilerim.  



13 Mayıs 2012 Pazar

Uzak Hayaller

Anton Çehov, Vanya Dayı’yı Rusya’nın çalkantılı bir döneminde kaleme almıştır. Tezat yıllarıdır bunlar. Bir yanda yoksulluk ve açlık; diğer yanda zenginlik ve şatafat vardır. İnsanlar bu durumdan hayli rahatsız olsalar da bir çıkış yolu arama konusunda atalet içinedir. Umutsuz durumdadırlar, umutsuzluk onları giderek büyüyen bir karamsarlığın içine sürüklemektedir.

Çehov oyunlarındaki karakterler yaşamlarından hoşnut olmayan, sürekli bunalan, ancak ne istediklerini tam olarak adlandıramayan kişilerdir. Mutsuzdurlar. Dahası birbirleri ile iletişimsizlik içindedirler. Başka türlü bir yaşamın hayallerini kursalar da, o yeni yaşama adım atacak güce sahip değildirler. 

Bir şey yapmadan beklerler, hayatın onları çektiği yöne savrulurlar. Eylemsizlikleri yüzünden; özlemleri, gerçekleşmeyecek düşler olarak kalır. 

Oyundaki karakterlerden Mihail Lvoviç Astrov’un hayalleri Afrika’ya dairdir. Duvarda asılı eski bir Afrika haritasının önünde, dünyanın neredeyse öbür ucundaki hayallerine dalar. Ancak hayallerini gerçekleştirmemek için bir mazereti olmalıdır. Oyunun sonlarına doğru haritaya bakar ve şöyle der;

Kim bilir şimdi Afrika sıcaktan nasıl kavruluyordur?

Uzaklardaki, bilinmeyen ve üstelik çok sıcak bir kıta için; sevmese de alışık olduğu düzeni tehlikeye atmak işine gelmektedir. Haritadaki hiç gerçekleşmeyecek hayallerinin kıtasını kederli bakışlarla süzer. 




12 Mayıs 2012 Cumartesi

Çin Bilgisi

Çin'e dair ilk bilgilerin yaşımın tek haneli olduğu yıllara dayanıyor. Sınırlı ilk okul coğrafya bilgisi dersinden aklımdan kalan, yegane bilgi kırıntısı yüzölçümünün akla hayale sığmayacak denli büyük olduğu. Okumayı öğrenmemle beraber,masallar artık beni kesmemeye başlamıştı. Çocuklar için sadeleştirilmiş Güliver'in Seyahatlerini ve bir kaç Jules Verne kitabı okumuştum ki, okuldaki çocuklardan bir tanesi "Onlar hayali geziler" diyerek okuduklarıma burun kıvırınca o an için bütün entellektüel birikimin yerle bir olmuştu. Kendimi aldatılmış hissetmiş, gözlüklerinin orta yerine bir yumruk atmayı içimden geçirmiştim. Bunu yapmayacak kadar sağduyum varmış demek ki, intikam için az buçuk beklemeye karar vermiştim. Okul çıkışında bir bahane ile elimdeki nedense her gün bütün kitaplarımı doldurarark, ağırlaştırdığım çantam ile diz kapağına vurmuştum. 

Çocuğun küçümsemesi ile hayali olmayan gezinin ne olabileceğine dair araştırmalarımı arttırınca hakikaten de böyle bir kitap olduğunu bulmuş ve kitabı satın aldırmayı başarmıştım. Kitabı okumaya başlamadan evvel kapaktaki resmi saatlerce incelediğimi anımsıyorum. Resme uzun süre bakarsam kitapta yazılı olanları anlayacaktım sanki. Kırmızı bir zemin üzerinde sarı renklerin bolca kullanıldığı bir resimdi. Tuhaf şapkalı, çekik gözlü, komik bıyıklı bir adam yerden yüksekte kurulmuş, ejderha figürleri oyulmuş bir tahta kurulmuş, önünde bir adam eğilmiş ona reverans yaparken elinde tuttuğu uğuzun tüylü şapkasını sallıyordu. Kitabın ismi Marco Polo idi.  Yazarının ismini anımsamıyorum. O aralar "Anlat derdini Marko Paşa'ya" lafı pek revaçta olduğu için bu deyimdeki paşa ile Marco Polo'nun aynı kişi olduğunu sanıyordum ve kitabı okudukça kafam iyice karışıyordu. Kitap Marco Polo'nun Çin'e olan seyahati ve bu ülkedeki tuhaf gözlemleri üzerineydi. Okuduklarım Çin'e dair ilk bilgilerimi veriyordu bana. Çinlilerin tuhaf alışkanlıkları olan minik insanlardı, barutu icat etmişler, Çin Seddi'nin kurmuşlardı. Marco Polo'da o ülkeden alıp, İtalya'ya getirdikleri ile zengin bir tacir olmuştu. Bu ülke nedense hoşuma gitmişti. Kitabı bir kaç kez okudum. Daha sonra evdeki kitapların arasında Pearl >s. Buck'ın kitaplarını keşfettim. Çin'de geçen kitaplardı hepsi de. Yoksul bir ülke olduğunu, yaşamın orada hayli zor olduğunu okudum bu kitaplardan. Daha sonra bir başka kitap okdum ama ne yazarını ne de ismini anımsarım. Çin imparatorunun gözdelerinden bir tanesinin yaşamıydı konu edilen. Kadın bilimum entrika ile köle olarak geldiği sarayda, imparator'un karısı oluyor, adamın önceki evlatlarını birer birer öldürtüyordu. Olan biten korkunçtu ama, merak uyandırıcı bir kitaptı. Bu kitaptan ve Bayan Buck'ın kitaplarından çinli kadınların ayaklarının küçük olmasının çok öenmli olduğunu öğrenmiştim. Ayakları büyümesin diye kız çocuklarının ayakları sürekli sımsıkı sarılıp büyümelerine mani olunuyor sonunda ömür boyu kendilerine acı veren minnacık ayaklara sahip oluyorlardı. 

Çin'e dair okuduğum kitapların sonu ben liseye varmadan geldi. Uzun yıllar bu egzotik ülkeye dair bir iz bırakan bir kitap okumadım. "Son :İmparator" geldiğinde, bu filmi izlemek sanki çocukluğuma yaptığım bir gezi gibiydi. Yıllarca kitaplardan biriktirdiğim minik kırıntılar karşımda resmi geçit yapmıştı adeta film boyunca. 

Tianenman Meydanı'na dair güzel bir kitap okudum bir on yıl kadar önce. Onun da ne ismi kalmış aklımda ne de yazarının ismi. Can Yayınları'ndan çıktığını anımsıyorum sadece. Meydan'da toplanmış binlerce insandan yalnız birisinin hayatına odaklanmış kısacık ancak hüzünlü bir kitaptı.  Sevdiğim ama ikinci kez okumayacağım tüm kitaplar gibi bir başkasına vermişim okuduktan sonra. Şimdi keşke o kitabı saklasaydımm diyorum. İkinci kez okumayı isterdim. 


,
Kuklalar

11 Mayıs 2012 Cuma

Güzel Bir Çaba

"Dayatmalarda Kayboluş" iyi bir şey başlatmış. İlk kez Deeptone sayesinde haberim oldu. Bu gibi sıralamalara kuşku ile yaklaşsam da ve aktivitenin adını ilk duyduğumda sırf "Blogstar" adına kıl olup kulak arkası etmiştim. Ancak, ilk başta merak bile etmememe rağmen dün Mavi Kalemdekiler'deki yazıyı görünce gidip bir alıcı gözü ile dolandım  İyi de yapmışım çünkü hazırlayanın, iyi niyetli yaklaşımını ve işini düzgün yapabilmek uğruna çabalayışını görünce kayıtsız kalamadım. Sizlere de haber vermek istedim. En azından katılmak isteyen katılır, sonuçta elimizde çok güzel bir blogger listesi kalmasına yarayabilir bu iş diye düşünüyorum.  


Meraklısına Linkler;

10 Mayıs 2012 Perşembe

Origami: Fotoğraf makinesi

Beni anlatırlar;
siyah beyaz anılar.
fotoğraflar, 
Bizim için kanıtlar

İnsanları çekerim.
İyi insanları severim.
Ben sizi çekerim.

Bilin bakalım ben kimim?

Hazal Erman





Meraklısına Linkler;

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Yeni Bir Blog

sağ sütunda izlediğim blog arkadaşlarımın sayısı hayli artıp üç haneli rakamlara sığmaz olunca takip etmek hayli zorlaşmıştı. Takip ettiğim blogları Vladimir'in Listesi isimli yeni bir blogda takip etmeye karara verdim. Sağ sütundaki bütün arkadaşlarımı o sayfaya taşıdım. Listedekileri taşırken gözlerim börtledi  . 


8 Mayıs 2012 Salı

Tweet İşleri Müdürlüğü

Bu yazıyı geçen sene yazsaydım "Tweet aleminde salaklık diz boyu" sözü ile lafa dalardım ama salaklık diz hizasını çoktan geçti canlarım. O yüzden yazıma şöyle başlıyorum:

Tweet aleminde ahmaklık tavan yaptı! Bir alay insan habire zırvalıyor. Hadi insandır; canı sıkılır, saçmalar, el ne karışır diyelim. Ben koca koca şirketlerin tweet hesaplarına gülüyorum. Bankaların mesela, Twitter'da hesapları var.. Hesabından geçtim yüz binlerce takipçisi var. Sanırsınız bedava para dağıtıyorlar, ehven faiz veriyorlar. Ne gezer. Hadi güzel, özlü sözler yazıyorlar diyelim. Ama yok bankanın tweet hesabı deyince orada durmak lazım. Bir tweet hesabı varsa; orada bir de tweet memuru vardır. Memur varsa bunun şefi vardır, zartı vardır, zurtu vardır. En nihayetinde de Tweet İşleri Müdürlüğü ve bunun bir de cadaloz ya da huysuz, görmüş geçirmiş bir kadın müdiresi vardır ya da erkekse; boysuz, tipsiz, şişko, sürekli terleyen gerdanındaki terleri mendille silip, süpürmekte tereddüt göstermeyen kıskanç bir cücesi vardır.(Kişilik olarak güdük kalmış, hoyrat yaradılışlı, nadan şeylere orta yaş kaçkını, kendisini sportmen ve espritüel sanan erkeklere cüce  diyorum ben, mendebur cüce hatta.) 

O mevkilere kolay çıkılmaz, gereken yerleri yalamaya muktedir tıynette ve zihniyette olmak hatta mazide ismini anımsamak istemediği bir kaç leşi olmak lazımdır.  

Tweet atmak mesele olur oralarda. Memur canının çektiğini yazamaz. 

Yazanazzzzz!! 

Yazdırmazlar!!! 

Şef yazar, onaya götürür. Onaycıbaşı virgül ilave der üst onaya götürür. Üst onay bir kelimeyi çıkartır öbür kelimeyi ekler ve komiteye götürür. Komitede müdür el birliği ile eklene eklene büyümüş önüne konmuş lafı beğenmez üzerini caaaart diye karalar. Kağıdın biri, gider öbürü gelir. Keyfi yerindeyse müdürün bir takım laylaylaylar ve bergamutlu çaylar eşliğinde karara varır.  

Sonra der ki tweet memuruna "Çok güzel oldu, rakiplerimizden evvel at bu tweeti evladım" 

Tenezzül etmeye üşenir gibi uzattığı kağıdı alır tweet memuru/memuresi yazar yazar. Böyle kaptırmış yazaekwn bir de ne farketsin beğenirsiniz: 

"Efendim bu 180 karakter olmuş der" tweet işleri müdürünün damarına basarcasına. 

Bütün bir öğleden sonra o cümle ile oturmuş o cümle ile kalkmıştır tweet işleri müdürlüğünün bütüm tweetbaşları. Mükemmeliyetsizliğe geçit tanınmaz orada. Kurumsal imajdır mevzu bahis olunan, başka bir tesisat malzemesi değil. İşte o zaman mendebur cüce kabına sığamaz olur, kalkar yerinden, zıpzıp zıplar. Ya da kadın tweet işleri müdürü çıkar odasından dışarı, elini beline kor, tweet işleri müdürlüğünde nefesler tutulur. Müdire Hanım'ın hiddetle kısılı, duble rimel çekilmiş takma kirpikli gözleri oracıkta kurşuna dizer ekibini. "Bi tweeti atamadınız lan" diye haykırır. Ballım, güllüm, kaşardan hallice haller gitmiş, kenarın kıtıpsiyoz dilberi uyanmıştır içinde. Kastanyetlerini takınır, pahalı yer karolarının üzerinde kırk yıllık flamenkocular gibi ter ter tepinir . Kıyamet görkemli kopar böyle müdürlüklerde.  

Tweet deyip geçmeyin, adabı var, 
muaşereti var, 
tweet işleri müdürlükleri var bu ülkede canlarım.

Tweetiniz bol olsun.  



Kolaj: Tweetimden Kaç - D.M.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Kötü Niyetler

Bazı filmler böyledir işte; hakkında hiçbir şey duymuşluğunuz yoktur, adını adını bile duymamışsınızdır önceden. Gidip izlediğinizde güzel bir yemek yedikten sonra bir kaç saat damağınızda kalan o nefis lezzeti andıran  bir sinema tadı bırakır dimağınızda. Las Malas Intenciones de benim için sürpriz filmlerden bir tanesi oldu. Hem de ışıklar kararıp film başladığı anda. Öylesine gittim ve izledim, Peru'lu yönetmen Rosario Garcia- Montero'nun ilk uzun metrajlı filmini. 


Cayatena ve kahramanları

Film 1981 yılı sonuna doğru başlıyor ve 1982 yılının 2 Mayıs gününde bitiyor. Çoğunlukla da Lima'da etrafı yüksek duvarlarla örülü bir ev ile ilkokul öğrencilerinin devam ettiği bir katolik okulunda geçiyor. Teröristlerin  her gün yeni bi reylem düzenlediği, evcil hayvanların elektrik öldürülüp elektrik direklerine  asıldığı, zengin evlerinin basıldığı, bombaların atıldığı, alevlerin sürekli yükseldiği ve terörden bile para kazanmanın yollarını buldukları için zenginlerin servetlerini giderek daha fazla arttırdığı bir dönemde geçiyor. 

Filmin konusu: Cayatena de Los Heros 8 yaşında anne ve babası ayrılmış astım hastası ve migrenden muzdarip bir kız çocuğudur.  Lima'nın bir kaç kilometre dışında etrafı yüksek duvarlar ile örülü bir bahçenin içindeki evde annesi, üvey babası ve hizmetçileri ile yaşamaktadır. Yüzü pek kolay gülmemektedir. Annesini görmemek için dolaplara saklanmakta, yemek yemeyi sevmemekte, uyuyanların kulaklarına kötü kelimeler fısıldamaktadır. Drakula'nın annesi ile gittikleri kilisede yaşadığına inanmıştır. Pazar günlerini kendisini sürekli ihmal eden, gelip alacağına dair sözlerini zor tutan babasını beklemekle geçirmektedir. Babası sürekli sevgili değiştirmekte, kız "bunların adını öğrenemeden yenisini getiriyorsun" diyerek sitem etmekte, her biri ile ayrı bir arabanın ön koltuğunu kapma savaşı vermektedir. Hizmetçiler, şoförler ve okuldaki bir kaç çocuk ile kuzeni ölümcül bir hastalığa tutulmuş kuzeni Jimena görünen arkadaşlarıdır. Başkalarına görünmeyen arkadaşları ise Peru tarihine kahramanlıkları ile geçmiş karakterlerdir. Cayetena büyüyünce onlar gibi kahraman ya da en azından sporda başarılı meşhur bir Perulu olmayı düşlemektedir. Ansiklopedi sayfalarından kestiği hayali kahramanlarla kapandığı odada hayallere dalmaktadır. Annesinin hamile olduğu ve 2 Mayıs'ta doğum yapacağını öğrenince zaten dört duvar ile katolik okulu arasında koruma altında geçen dış dünyaya sadece kötü haberleri durmak için açılan hayatı iyice kararır. Etrafındakilere yaptığı kötülüklerin dozunu iyice arttırır. Çünkü kardeşi doğduğu vakit kendisinin öleceği endişesine kapılmıştır. Her şeyi karmakarışık ettiği bir gün yaz tatilini geçirmek üzere teyzesine gönderilir. Orada bir balıkçıdan duyduğu öyküden esinlenerek annesine sorduğu sorular ile kadını bunaltır. Işıkların kesildiği, mum ışığında oturup patlama seslerini dinledikleri bir gece, Annesi Cayetena'ya "Yüzünün daha sık güldüğünü görmek isterdim" der. Cayetena annesine sorar "Karanlık bir odada oturuyorsun, yalnızsın, etrafı görmek için gözlerini kapatır mısın yoksa koskocaman açar mısın?" Sonra da açıklar "Güney Amerika'da bir nehirde suyu bulanık akan bir nehir var, su o kadar bulanık ki, zaten göremedikleri için tüm balıklar kör doğuyor anne" der.


Cayatena annesi ile birlikte kilisede; "Acaba Drakula da orada mı?"

Filmin bir çok detay ile örülü, hayal ile gerçeğin birbirine karıştığı ama hayal anlarında bile Pan'ın Labirenti'ndeki gibi masalsı olmayan bir atmosferi var. İçine kapanık, içinde sürekli ölüm hayalleri taşıyan, karşıdan bakınca kötü kalpli olduğunu düşünebileceğiniz, psikolojik sorunlara sahip küçük kız çocuğu Cayatena bütün filmi sırtında götürüyor. Film gerilimini; anne ile kız arasında, çocuğun yanlış anlamaları üzerine kurulu ilişkiden ve 2 Mayıs tarihinin giderek yaklaşmasından alıyor. Filmin başlarındaki babaanne sahnesinin kurgusundaki minik hata kısa bir süre izleyiciyi filmden koparıyor.  Bunun dışında finale doğru Jimena'nın yer aldığı muhteşem bir hayal, gerçek karışımı sahne var, ama o sahnenin gereği filmin geri kalan bölümünde yerine gelmediği için o sahne fazlalık oluyor. Tempo düşüyor, o hayalin sonunda gelecek haberi bekliyorsunuz, gelmiyor. 

Öte yandan oyunculuklar çok başarılı, özellikle filmin hemen hemen her sahnesinde yer alan Cayatena'yı  Fatima Buntinx isimli çocuk oyuncu çok başarılı biçimde canlandırıyor. 

Filmin çok sayıda detayla örülü olması, dönemin ruhunu filmin içine katabilmesi, insanlar arası gerilimin üzerinde bir de patlayan bombalar, televizyon haberleri, geceleyin yakılan ateşler, kulaktan kulağa yayılan kaçırma haberlerinin yarattığı gerilimi koyması ile merak unsurunu başarılı biçimde canlı tutuyor olması izleyiciyi olayın içine çekiyor.  Müzik kullanımı çok etkileyici, Patrick Kirst ileride ismi sık duyulacak bir müzisyen diye tahmin ediyorum. 



Las Malas Intenciones - 2011 

Yönetmen/Senarist: Rosario Garcia-Montero
Oyuncular:
Fatima Buntinx
Katerina D'Onofrio
Melchor Garrochatequi
Kani Hart
Jean-Paul Strauss
Paul Vega
Müzik: Patrick Kirst

Meraklısına Linkler; 

6 Mayıs 2012 Pazar

Pis Drakula

İzel'i Çelik ve Ercan ile olan albümlerinden tanıdık ilk önce sonra da Ercan Saatçi eli değmiş her iş gibi karman çorman ve bütünlükten ırak bir çalışma ile ortaya çıktı. Sesinin güzel olduğu her telden çalan bu kötü albümde bile belliydi. İkinci albümünü Mustafa Sandal ile hazırladı. Kariyerindeki en iyi albümü de bu çalışma, yaniİ "Emanet"tir bence. Hem sesine uygun hem de albüm olarak; ses, beste ve aranje bütünlüğü olan bir çalışmadır. 

Sonra her ne hikmetse kadıncağızı disko kraliçesi olarak yutturmaya çalıştılar izleyiciye. Sulandı gitti. Birbirinden berbat şarkılar ile kariyeri inişe de değil, silinişe geçti. En kötü albümü de Sinan Akçıl ile kotardığı saçmalık oldu. Bir ara Metin Özülkü desteği ile toparlanır gibi olduysa da iş bitirici akıl fikir sahipleri o albümün ismini ve çıkış parçasını zaten seksenli yılların sonunda Zerrin Özer için Türkçeleştirilmiş ve tutmamış Ofra Haza parçasından seçince. "Şak" adını koydukları ortalamanın azıcık üzerindeki bu atak da işe yaramadı. Oysa o albümde "Maşa" gibi süper bir şarkı vardı ses rengine de uyan. Seneleri devirdi İzel, iki yıl kadar önce, Türk Sanat Müziği şarkılarına sözüm ona caz tınıları ilave eden JazzNağme albümü ile çıktı. Sonra sesi soluğu duyulmaz oldu. 

Geçtiğimiz haftalarda bir TV kanalında kendisine uzatılan mikrofona şuna benzer sözler söylüyordu İzel: "Kendimi hissedebileceğim, hislerimi insanlara aktarabileceğim güzel ve derinlikli sözler, güçlü parçalar çıkmadıkça albüm yapmak istemiyordum o yüzden yıllardır albüm yapmıyordum. Altı yıldır albüm yapmadım" Enteresan, demek ki, iki yıl geride kalan "JazzNağme"yi albümden saymıyordu. Anlaşılan oydu ki, çok güçlü sözleri olan şahane bir albüm ile depara hazırlanıyordu. 

Sanatçı'nın albümü geçtiğimiz günlerde çıkmış; "Aşk En Büyüktür Her Zaman". İnternet sitesinde yazılan beylik laf öbeğine bakacak olursanız  "İzel 6 yıl aradan sonra sevenleriyle buluşuyor. Sanat yaşamının12. albümü olan ve yep yeni 12 şarkıyla 2012'ye damgasını vuracak" Bu iddialı sözlerden sonra İzel adına umutlanmıştım. Güzel bir sesten güzel şarkılar dinlemeyi severim ne de olsa.  Sonra çıkış şarkısı bir yerlerden değdi kulağıma, adı "Drakula", sözler ise malesef aynen şöyle;

Hayvan canımı yakıyor
Hayvan damarımı deliyor
Hayvan kanımı da içiyor
Yapıyor hatayı, özrü de yok!
Sevişmeyi bilmiyor
Öğrenmek istemiyor
Gündüzleri uyuyor
Geceleri vampir gibi
Hadi kalk yoluna, çekemem
Kendimi sana emdiremem
Bul bir kurban dişine göre
Hadi başka kapıya, pis Drakula

Oha, diyorumsa da lütfen kusura bakmayınız. Yıllardan beri albüm yapmamasına mazeret olarak, hislerini dinleyiciye hissettirtici güzel şarkı sözleri ve melodileri yakalamayışını  ileri süren bir sanatçıdan böyle bir şarkı işitince ne desem az. Şarkıcıyı kendi hislerinin frekansını kıskıvrak yakalamış şarkı sözlerini yakaladığı için tebrik ediyorum. Aman evlerden ırak olsun, ben almayayım. 


Yukarıdaki resimde; minyonların sevgilisi, sevilen sanatçıyı,
kendi doğası hatta florası içinde
doğallığıyla başbaşa kalıverdiği doğal bir anında, 
 yep yeni şarkı sözlerinden ötürü huşu bulduğu hisli bir anında 
habersizce görüntü verirken görüyoruz. 
Allah başka keder vermesin. 

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Hıdrellez Geldi Hoş Geldi

Mayıs’ın beşini altısına bağlayan gece geldi miydi bilinki Hıdrellez gelmiştir. Bu gece karaların ermişi Hızır ile denizlerin ermişi İlyas’ın buluşacağı gecedir. Yüzyıllardan beri hep bu gece buluşur ikisi. Eğer bir yıl buluşamayacak olsalar denizler durulur, bereketini kaybeder, toprak kurur, yeşermez, ürün vermez, yağmurlar yağmaz, canlılar doğurganlıklarını kaybeder. Onların buluşamaması kıyametin habercisi olur.

Ama onlar her yıl dünyanın bir yerinde buluşur. Onların buluştuğu yerde bahar bir başka bahar olur, çiçekler başka bir açar, daha renkli, daha kocaman olurlar, arılar daha renkli, gökyüzü daha mavi olur, ağaçlar daha gürleşir, meyveleri dallarını eğer, insanlar daha sağlıklı olurlar, hastalanmazlar, o yıl orada ölüm de olmaz.

Hızır ile İlyas’ın buluştuğu anda dünyada herşey durur; akarsular aktıkları yerde duruverirler, rüzgar esmeyi bırakır, yapraklar kıpırdamaz, kuşlar uçmaz, denizler dalgalanmaz, sanki dünya bir an için ölür en ufak bir ses ya da bir kıpırtı olmaz. Sonra birden yaşam yeniden eski seyrine döner, rüzgar esmeye, sular akmaya, denizler dalgalanmaya, kuşlar uçmaya başlar.

Herkesin arzusu bu gece sabaha kadar dışarlarda dolaşıp bu mucizevi ana şahit olmaktır.

Eski bir türk adetidir Hıdrellez. Her yörede farklı bir inanış, değişik bir uygulama takılmış olsa da peşine genel olarak şunlar yaşanır o gece ve sabahında ülkemizde;Sabah erken kalkmanın uğur getirdiğine inanılır. Güneş doğmadan dilekler bir kağıda yazılıp akan suya bırakılır. Nasip süpürülür inancı ile bazı bölgelerde evler süpürülmez. Hıdrellez günü için, yumurta kaynatılır. Hıdrellez günü evler ilaçlanmaz. Kuru baklagiller bir torba içinde ağaçlara asılır. Hızır’nın kamçısıyla bunlara dokunması ve bereket getirmesi dileği tutulur. Buna benzer biçimde ev, araba, çocuk ziynet eşyası resimleri de yapılarak bahçeye muhtelif yerlere asılır. Bir çok yerde gül fidanlarının altına dilekler konulur. Genç kızların başları üzerinde Hıdrellez günü hiç kullanılmamış kilit açılır. Evin pencere ve kapıları kapatılmaz. Hıdrellez’de salıncakta sallanmayanın o yıl çeşitli rahatsızlıklarla karşılaşabileceğine inanılır. Salıncakta sallanma bir bakıma ateş üzerinden atlama şeklinde o yıl için sağlık ve sıhhat dileği geleneği ile aynıdır. Hastalıkların, dertlerin sallanma sırasında döküleceğine inanılır. Yeşil ot, dal veya çimen koparılmaz. Çiçek toplanmaz.

Osmanlı İmparatorluğu binlerce yıldır göçebe olarak yaşamış bulunan yörükleri yerleşik hayata geçirmek için 18. ve 19. yüzyıllarda baskı uygulamıştır. Yaşar Kemal “Binboğalar Efsanesi” isimli romanında göçer olarak kalmış son yörük obasının yaşadığı sıkıntıları anlatmaktadır. Obanın yüzyıllardır konakladıkları düzlükler artık parsellenmiştir, artık yeni sahipleri türemiştir. Yörükler nereye gitseler halk onlara saldırmakta ya da para koparmaya çalışmaktadır. Efsaneye gore; Hızır ve İlyas Peygamberlerin gökyüzünden, iki farklı yönden, iki yıldız olarak gelip yeryüzünde bir noktada buluştukları gece yaşanan mucizevi buluşma anında tüm akarsular durur, bütün böcekler, hayvanlar sessizliğe bürünür. Sessizliğin hüküm sürdüğü bu kısacık anı sadece içinde hiç kötülük olmayan insanlar farkedebilirler. İşte bu mucizevi anı farkeden kişinin o anda dilediği her ne ise, gerçekleşirmiş. Romana konu olan yörük obasının artık tek umudu Hıdrellez’de yaşanacak buluşma anına kalmış. İçlerinden en masum, en saf, en temiz kalpli gördükleri üç kişiyi seçmişler: Ceren isimli bir genç kız, aşiretin yaşlı emmisi ve 6 yaşında bir erkek çocuk. Oba için yaylak, çadırlarını kurmak için güvenli bir düzlük ve koyunları için otlak dileme görevini üstlenen bu üçlü gece vakti nehir kenarına oturmuşlar. Saatler geçmiş, üçünün gözü gökyüzünde, kulakları ise sessizlikte. İlk Ceren görmüş kayarak birbirine kavuşan iki yıldızı. O anda herşeyi unutmuş, dağlarda eşkiya olan Kerem düşmüş aklına. Ona kavuşmayı dilemiş usulca. Derken Emmi farkına varmış dilek zamanı olduğunun. Ömrünün son zamanlarına geldiğinin farkındaki yaşlı adam da birazcık daha ömür dileğinde bulunmuş, aşiret konusunda diğer ikisinin dilekte bulunacağına güvenerek. Hemen ardından küçük çocuk görmüş dilek zamanının geldiğini. Minicik kalbi uzun süredir görmediği babasını görmeyi dilemiş sessizce. Aşiret yersiz yurtsuz macerasına devam etmiş çilesi yettiğince.

Hıdrelez’iniz kutlu olsun, salıncakta sallanmayı, ateşlerden atlamayı ve bu akşam gün batarken gül ağaçlarını ziyaret etmeyi sakın unutmayın.




Resim: The Wishing Tree - R.D. Smith

Not: Bu yazı ilk kez 5 Mayıs 2011 tarihinde blogumda yayınlanmıştır.