12 Aralık 2011 Pazartesi

Fotoğrafçı

Fotoğraf tutkusunun ne zaman başladığını çok iyi anımsıyordu. Ortaokul ikinci sınıfa giderken babası kendisine yeni bir fotoğraf makinesi almış, o sene doğum günü geldiğinde ise eski makineyi küçük kızına hediye etmişti. İlk başlarda bir köşeye kaldırdığı beyaz metalden köşeleri olan siyah makineyi yaz tatili geldiğinde kahverengi deri taklidi, kenarları yıpranmış kutusuna koyup, kayışlarından boynuna asarak, onsuz bir yere gitmez olmuştu. Fotoraf çekme tutkusunun o yaz başladığı aşikardı.

Üzerinden yıllar geçmişti, o açık renk saçlı kız gitmiş yerine koyu kahve saçlı bir kadın gelmişti. Fotoğraf tutkusu şu kadarcık olsun dinmemişti. Okul yıllarında harçlığı hep filmlere, film banyo ettirmeye gidiyordu. Para kazanmaya başladığında yeni yeni fotoğraf makineleri edinmişti. Onun da dijital makinesi olmuştu sonunda. Türlü türlü lensler satın almıştı. Artık film bitecek, film bayatlayacak endişesi taşımaksızın fotoğraf çekebiliyordu. Fotoğraf stüdyoılarına film tab ettirmeye koşturmuyor, çıkacak resimleri heyecanla günlerce beklemiyordu. Şimdi daha özgürdü fotoğraflarını çekerken. Öyle ya güzel çıkmazsa anında görür silersin, istersen yenisini çekersin.

Fotoğraf onun hayatıydı ama mesleğini soranlara memur olduğunu söylüyordu. Haftanın beş günü devlet dairesinde, bir örnek insanların minik, sinir bozucu çekişmelerden oluşan dünyasının içinde nefes almaya çabalıyor, onların soluduğu havayı solumamaya, onlar gibi olmamaya uğraşıyordu. Bu yarıdan fazlası yarım akıllı insan sürüsünün içinde boğulduğunu hissediyor, günü bitirebilmek için aklına fotoğraf kareleri getiriyordu. Kah öğlen olsun akasya ağacının dalındaki yeni tomurcukların resmini çekerim diye düşünüyor, kah köşedeki tavşanı ile niyet çektiren adamın ellerinin resimlerini yeniden mi çeksem diye çekeceği fotoğraf karelerinin hayalini kuruyordu.

Dünyası fotoğraf kareleri olmuştu, gözünde başka şey yoktu. Yaz tatillerini geçirmeye ablasının yanına o en büyük şehire gidiyordu.

Tatildeyken hafta sonları ablası ile dolaşmaya çıkıyorlar, geziyorlar, sonra bir yerlerde oturup kahve, çay içiyorlardı. Yolda yürürken bazen ablası onu kaybediyordu. Durmuş vitrinde gördükleri ayakkabıyı incelerlerken bir bakıyordu küçük kardeşi yanında yok. Çok uzakta olmadığını biliyordu, derhal birlikte az evvel geçmiş oldukları yöne doğru bakıyordu. Kardeşi yere çömelmiş ya bir mazgalı, ya bir taşı, ya bir sokak köpeğini fotoğraflıyor oluyordu. Onun fotoğraf konusunda alıngan olduğunu çok iyi biliyordu. Kızamıyordu birtürlü.

"Beraber gezmeye mi geldik yoksa ben tek başıma dolanmaya, vitrin önlerinde kendi kendimle konuşmaya mı çıktım? Enişten görse boşar beni" diye yarı sitemkar konuşabiliyordu en fazla. Biliyordu ki dah afazlasını söylese bir sonraki yaz tatilinde kardeşinin yüzünü göremeyecek.

Fotoğrafçı biliyordu ablasının da çevresindeki diğer insanlar gibi onun bu merakından heyecan duymadığını. Üzerinde konuşulması yasak konuydu onun bu sanat türüne olan tutkusu.

Son yaz tatilinde ablasının işyerinden mesai arkadaşları misafirliğe gelmişti. Mutfakta çayı hazırlarken ablasının diğer kadınlara kendisinden bahsettiğini işitti. Gizlice mutfak kapısından başını hole doğru uzatıp ablasının anlattıklarını dinledi:

- "Güya beraber gezmeye gidiyoruz. Bir bakıyorum kaybolmuş. Nerede bu diyorum? Bakıyorum eğilmiş kaldırım taşlarının kenarından boy atmış bir ot parçasının, ya da yol kenarına atılmış bir çöpün resmini çekmeye çalılıyor. Eve geliyoruz, beraber yemek yapıyoruz. Ocak başında tencereyle uğraşırken kepçeden bir damla sıvı yere damlıyor. Silecek oluyorum. "Dur abla silme" diyerek bir çırpıda beni durduruyor. Koşup içeriden makinasını getirip resmini çekiyor. Ay ölür müsün öldürür müsün? Resimledikten sonra kendisi siliyor. Bozuluyorum böyle onun bunun resmini çekmesine, ama bir şey de denmiyor ki koskoca kadına. Böyle oflaya puflya mutfaktan çıkıyoruz. Akşam yemekten sonra o gün çektiği resimleri gösteriyor bize. O yerdeki yemek damlası, oluyor bir mücevher. Nasıl yapıyor ne ediyor bilmiyorum. Ama çektiği her resimde illaki bizim göremediğimiz bir şeyi muhakkak buluyor. O fayansa dökülmüş damlaya bir bakıyorum, içinde hareli hareli haleler. O sokakta çektiği ot resimleri sanki birer uhrevi nebatata dönüşüyor, Bakmaya doyamıyorsun. Ay sen mi çektin bunları diyorum. Gurur duyuyorum onun çektiği resimlerle."


İşte o gizlice dinlediği güzel sözler onu hayatında hiç olmadığı kadar mutlu etmeye yetmişti.

2 yorum:

  1. Fotoğraf çekmek bir tutku gerçekten.
    Zaman ve emek isteyen bir şey. Ne mutlu becerebilene...

    YanıtlaSil
  2. Sule'nin dediklerine katiliyorum ben de... cok kaldirim resmi cekmisligim vardir ya da yagmur sulari.. arkadaslarim neden bir binanin onunde onlar poz verirken, benim gozum elektrik diregindeki kuslara takilir anlatamam... ama tek bildigim kamerayi elime aldigimdan beri gokyuzune daha cok bakar oldum..

    YanıtlaSil

Yorumlar