30 Haziran 2012 Cumartesi

Dişi Şeytan

Bazen Christa'yı sevmediğim için kendime kızıyordum: üniversitede varsam, bu tam anlamıyla onun sayesindeydi. Öğrencilerin çoğu adımı bilmemekte diretiyor, beni "Christa'nın dostu" ya da "Christa'nın arkadaşı" diye çağırıyorlardı. Hiç yoktan iyiydi. Bazen bana da soru yöneltiyorlar;

"Christa'yı görmedin mi?" diye soruyorlardı.

Dişi Şeytan'ın uydusuydum.

Onu aldatmayı düşlemeye koyuldum: derste, benim kadar içe kapanık bir kız aradım. 

Sabine diye biri bana uygun göründü. Onda kendimi görüyordum: çevresine yaydığı huzursuzluk yüzünden hep yalnızdı, çünkü kimse onun derdini, sıkıntısını paylaşmak istemiyordu. Diğer insanlara aç bir kedinin yalvaran bakışlarıyla bakıyordu; kimse görmüyordu onu. Onunla ben dehiç konuşmadığım için o an kendime kızdım. 

Aslında suçlu olan Sabine ve benim gibi insanlardı; insanlara yaklaşmak, birbirlerine destek olmak yerine, ulaşamayacaklarını seçmeyi yeğliyorlardı - onlara komplekslerinden çok uzakta bireyler gerekiyordu, onlara Christalar, baştan çıkarıcı ve göz kamaştırıcı insanlar gerekiyordu. Sonra da, sanki doğru gitmesi mümkünmüş gibi, dişi bir panter ile bir farenin, bir köpek balığı ile bir sardalyenin dostluğu mümkünmüş gibi, dostluklarının iyi gitmemesine şaşırıyorlardı. 

Ben kendi çapıma göre sevmeye kara verdim. Dişi fare, sardalye ile konuşmaya gitti:

"Selam Sabine. Sende son dersin notları var mı? Bende bazı yerleri eksik de"

Küçük balık korkmuş, gözleri fal talı gibi açılmıştı. Beni iyi duymadığını sanıp sorumu yineledim. Hayır anlamında çılgınca salladı başını. Direttim: 

"Sen de dersteydin. Seni gördüm"

Sabine ağladı ağlayacak bir haldeydi. Onu görmüş müydüm. Bu onun kaldırma gücünü aşıyordu.

Konuya beceriksizce girdiğimi anladım. Tavır değiştirdim.

"Wilmots kadar can sıkıcı. ha?"

Bir an bile öyle olduğunu düşünmüyordum; en iyi öğretmenlerden biriydi. Yakınlık kurmak için söylemiştim bunu.

Sabine acıyla gözlerini kapattı ve bir elini kalbinin üzerine koydu; taşikardi geçiriyordu. Aslında iyilik olsun diye mi insanların onula konuşmadığını düşünmeye başladım.

Yardımına koşmayı isteme aptallığında bulundum;

"Kendini iyi hissetmiyor musun? Bir sorunun mu var?"

Solungaçları dehşet içinde hızlı hızlı atan sardalye zavallı gücünü toplayıp inledi;

"Benden ne istiyorsun? Beni rahat bırak."

Ağlayan on iki yaşındaki bir çocuk sesi. Öfkeli bakışları eğer üstüne gitmekte diretirsem elinden geleni ardına koymayacağı konusunda uyarıyordu beni - suyu bulandıracaktı, kuyruk yüzgecini sallayacaktı, misillemeleri sınır tanımayacaktı.

Şaşkın bir halde çekip gittim. Aslında, küçük hayvanlar arasında dostluk pek görülmüyorsa, bu nedensiz değildi. Sabine'de benim ikizimi görmekte yanılmıştım; yalvarıyordu, bu kesin, ama yanına gelinmesi için yalvarmıyordu, kimsenin yanına gelmemesi için yalvarıyordu. En küçük bir ilişki onun için işkenceydi.

"Böyle olunca sosyal bilimler okumak gülünç bir düşünce Carmel'e girse daha iyi olurdu" diye düşündüm. O anda Christa'nın gülerek bana baktığını gördüm. Benim bu aldatmaca girişimimden hiçbir şey kaçırmamıştı. Gözleri bana ondan asla vazgeçemeyeceğimi, bunu aklımdan bile geçirmememi söylüyordu. 





(Dişi Şeytan)
Doğan Kitap - 2003
Çeviren: Yaşar İlksavaş
(Toplam 100 sf)

29 Haziran 2012 Cuma

Antéchrista: Dişi Şeytan

Antéchrista, (Dişi Şeytan) Amélie Nothomb’un 2005 yılında yayınlanmış kısacık bir romanı. Çok eğlenceli bir dille anlatılmış, zekice kurulmuş, zıtlıkları yan yana getirerek ilerleyen; şehir dışarıdan gelmiş, dışa dönük 16 yaşında bir genç kızın dış dünyası ile; içe dönük, o şehrin içinden 16 yaşındaki bir genç kızın iç dünyasını anlatan sürprizi bol bir roman.

Blanche onu ilk gördüğü gün, daha uzaktan gördüğü ilk anda; Cgrista’yı yakından tanımayı çok ister. Romandaki herkes Christa’nın güzelliğinden, popülerliğinden, canayakın ve aynı zamanda “cool” tavırlarından etkilenerek onun çekim alanına girerler.

Blanche ise Christa’nın aksine görünmez bir genç kız gibdiir, ne bir arkadaşı, ne cezip bularak ilgi duyduğu bir insan, ne sosyal yaşamı, ne güzel elbiseleri olan; tek tutkusu odasına kapanıp tek başına kitapokumak olan bir kızdır.   

İşte bu yüzden Christa, Blanche’a yakınlık göstermeye başladığında ve bir gece evlerinde kalıp kalamayacağını sorduğunda Blanche şaşkına döner. Blanche’ın anne ve babası  Christa ile karşılaştıklarından derhal onun çekim alanına anında girer ve onun dünyanın en örnek alınası genç kızı ve dahası muhteşem bir şahsiyet olduğumna hükmederler. Kendi kızlarında olmasını istedikleri ama emaresi okunmayan her ne varsa hepsi fazlası ile Christa’da toplanmış gibidir. 

Christa’nın Blache’ın ailesinin evinde kalışları,önce haftada bire daha sonra da ailenin büyüyen hayranlığı ile bedava ve sürekli kalmaya dönüşür. Blanche’ın arkadaşı artık; zorunlu ve isteği düşünde odasını paylaşmak zorunda kaldığı bir insandır. Hayranlık usul usul yabancılaşmaya dönüşür.

Christa her geçen gün Blanche’ın hayatına daha fazla dahil olmakta, anne ve babasının önünde sanki farkında olmaksızın onu küçük düşürmekte, bazen de o sanki yok olmuş gibi davranmakta. Blanche’ın yanında sanki o orada değilmişcesine hakkında ulu orta konuşmaktadır. Anne ve baba Christa’dan her zaman ismi ile bahsederken Blanche kendisinin daime “o” bveya “bu” diye anıldığını fark eder. Bu kalbinde büyük ve sessiz bir yara açar Zaten olmayan özgüveni onarılamayacak biçimde zedelenir.

Blanche Christa’yla aynı ebvi paylaşmaktadır. Onu ilk gördüğü zamankinden daha yakınındadır artık ancak ona Dişi Şeytan (Antéchrista) ismini takmıştır. Onun gerçek yüzünü bir tek kendisinin gördüğüne inanmaktadır, Her konuda örnek gösterilen, sosyal yaşamı renkli, sevilen, zeki, şık, sınavlarda yüksek notlar alan genç kızın aslında kötü kalpli bir yalancı olduğuna, sevilmek için sürekli rol yaptığına inanmaktadır. Ona Taktığı ismi içinden sürekli tekrar etmektedir.

Blanche; alışık olduğu gibi, her zamanki gibi sessiz kalmaya devam mı etmelidir, durumunu kabul mü etmelidir; yoksa kendi hayatını geriye almak için bir şeyler mi yapmalıdır? Kendisi olmaya devam mı etmeli, yoksa içindeki şeytanın sesini dinlemeli midir?

Olay örgüsüne dair ipucu vermekten kaçındığım kitap, yukarıda anlattığım çizgide, bütün Nothomb kitaplarında olduğu gibi çok eğlenceli bir dil ile yazılmış ve bir solukta okunup bitiriliyor.

Sonraki yazımda kitabın künyesini ve kitaptan minik bir alıntıyı paylaşacağım. 



28 Haziran 2012 Perşembe

Korku Filmi mi? Görmedim, Duymadım, Sadece Yönetiyordum.

Uzun yıllardır piyasada gezinen Sinema Dergisi'ni ilk sayısından başlayarak 15 yıl kadar takip ettim. Eleştirmen ismi altında izlemedikleri filmler hakkında vizyona girmelerinden bir ay evvel yazılmış inceleme ve eleştiri yazılarının, başka dillerdeki eleştiri yazılarından "birazını çevir, kalanını uydur" yöntemi kaleme alınmasından mı, yoksa o dergilerde ele alınan sinema geçmişine dair benim zaten gereken malumata fazlası ile sahip olmamdan mıdır nedir dergiyi izlemeyi 2010 yılında zıngadanak bıraktım. Zaten Türk filmlerini masaya yatırdıklarında zülfiyare dokunma ihtimali olduğu için suya da sabuna da dokunmadıklarını fark edeli çok zaman olmuştu. 

Bırakırım arkadaş. 

Eleştiri tarzınız özgün değil, yazdıklarınız yeni değil, tespitleriniz kendinize ait değil.. 

İyi de ettim. 

Zira zırvaya karnım doymuş on-larca yıl. 

Gelelim delifişek yönetmenlerimize. 

Bir kere yönetmen dediğin kabzımal kılıklı olmamalı. 

(Allhına kadar şekilciyim, yerseniz)

Reklam filmi attırmıyoruz heralde.Olmasın da bir zahmet.

Sözüm göbeği almış yürümüş, saçı, sakalı kadayıf misali ağarmış, verev takılı deri çantası 25lik ve fit erkekler için tasarlanmış, yanlamasına iri çizgili sweat shirt giyen yönetmenlerimize (Bakınız: Dikine çizgi mi zayıf, enine çizgi kalın gösterir sorunsalı) 

Yönetmenlerimizin büyük bölümü sallamış, eleştirmenler sallamış, sinemamız sallanmasın da ne etsin değil mi? Özgün olmayı başaran sinema adamımız çok az. Söyleyecek sözün olduğunda özgünleşirsin elbette, söyleyecek sözün, kuracak hayalin yoksa eciş bücüş taklitler kolajı ile varamazsın bir yere. Hatta bir şarkısında Yıldız Tilbe'nin de dediği gibi kandıramazsın beni.... 

Sözüm cümlenize ey ebadı toroman türk filmi yönetmenleri. 

Bir iki istisna dışında cümleniz katlanılmayacak denli sahte işler üreteni taklitte tekrara düşmüş, sanatla alakası olamayacak denli özgünlükten ve vizyondan yoksunsunuz. O yüzden bir çok aklı başında Türk vatandaşı gibi Türk filmine bakınamıyorum. Türk filmine bakmak için kendimi zorlamaya kıyamıyorum. Ama ızdırap şekme isteğime yenik düştüğüm anlarda izliyorum bir, iki, bilemedin üç...

Uluslararası piyasada korku/gerilim filmleri yükselişte ya, İspanyol korku filmleri özgünlükte Kore sineması ile aşık atar duruma erişti ya, cevval türk yapımcıları salla başını ver sloganı kılıklı memur sinema  yönetmenlerimize dayıyorlar korku filmi senaryolarını onlarda hem çeviriyorlar hem de diyorlar ki;

"Ben hayatımda korku filmi seyretmedim"
"O janra yabancıyım"
"Korku filminden ziyade sanat filmi izlerim"
"Korku filmi hiç çekmedim, reklam filmi adaptasyonunda bile kliplerin şahıyım"

Kelimeleri avam olanlarından seçtim sevgili bloggerlar, yönetmenlerdeki avam ruha nazire ediym diye yoksa ben ne centilmenimdir, ne saraylarda büüyümüş de bugünlere gelmişimdir naçizane, bu vasıflarım da bilirmeyen bir nane değildir hani. "

Yönetmenlerimiz o filmi çevirirken akılları King masasında, kendileri hiç çevirmek istemedikleri korku filminin setinde, o esnada el almaz oynayan elleri ise kıçlarını avuçlamakta olduğundan mıdır nedir böyle şuursuz konuşmakta sakınca görmüyorlar Sinema eleştirmenleri de korku  filmlerimizin ne şahaneliklerini bırakıyorlar ne de yere göğe sığdırıyorlar. Sanırsın The Cabinet of Doctor Caligari'nin dünya prömiyerini beşş dakika evvel yaptılar.  

"Al takke ve külah" eşittir "Çek yönetmen, övgüde sınır tanıma eleştirmen"

Ulan hıyar ağaları' Korku filmi sinema tarihinin ilk yıllarından beri inandırıcılığı en zor film türlerinden biridir. Azıcık abartıda komik olabilir, çok abartıda yasaklanabilirsiniz. Detayı az verirseniz film karmaşıklaşır sıradan seyirci zor anlar, detayı fazla açık ederseniz sırrınızı erken ifşa eder filmi yüzünüze gözünüze bulaştırırsınız. Dengelerini kurmak hassas iştir korku filminin. O burun kıvırdığınız teen slasherlar bile sizin en iyinizin çevirdiği korku filmlerinden fersah fersah ileride başarı manasında.  

İşine saygı duyan bir zevzek bile aslında yapacağı işle ilgili bilgi alır, ya da evde yalnızken kendi kendine "N'apıyorum lan ben?" diye sorar değil mi? İşine saygı duyan sorar. Ama bizim film attırıcıları yüz yıldan uzun süredir çevrilegelen korku filmlerini akılları sıra aşağılıyorlar, "hiç görmedim, hiç izlemedim, korku filmi izlemeyi kendime yakıştıramadım" pozunu tümü aynı anda benimsemişler. Tepkileri bile özgün değil, birbirlerinin tepkisini taklit ediyor saksımsı yaratıklar. Çekeceğin film türüne dair oku, izle değil mi? Yok korku filmi ne ki cebimden çıkartırım havasındalar. 

Sonuçları görüyoruz. "Ses" ve "Av Mevsimi" genel türk korku filmilerinin genelinde alışık olduklarımızın zıddına başarılı örnekler sayılabilirler.Eli, yüzü diğerleri ile kıyaslandığında hayli düzgün filmler. Ses'in gizemini ilk 5 dakikada anlamamak için ya salak olmak ya da filmi izlemiyor olmak gerekir mesela. Senarist yönetmen el ele vermiş beş dakikada gizemimizi nasıl ele verelim a leylim leyin derdine düşmüşler. Av Mevsimi tabi daha deneyimli bir yönetmene emanet  olduğu için onun sırrı filmin ilk yarım saatinde seyircinin gözüne gözüne sokuluyor. Her iki filmin finalinde bir de akıllara yorgunluk veren açıklama sekasnsları var ki bilinen bir gizemi anlatmak için kendilerini de oyuncuları da boşa yordukları çok belli. Av Mevsimi'nin yönetmeni usta ya "bu film adam olmayacak" diye teşhisini erken koydu, Cem Yılmaz'lı türkü sahnesini filminin önüne geçirdiler. Düşünün iyi yönentmenin korku filminden bir tek sahne akıllara yerleşiyor, stand up zengini bir adamın türkü söyleyip oynadığı sahne. Gerisi zaten izlemeye değmeyecek bir entrika teşebbüsü. Yönetmenlerimiz burun kıvırdıkları bir işi kıvıramıyorlar yani. Eleştirmenler ise kıvırmasını mı iyi biliyorlar sinemadan mı anlamıyorlar orası meçhul şimdilik.  

Şimdilik bu kadar.

Sustum ben... 


27 Haziran 2012 Çarşamba

Okurum / Okumam

Kitap satın almak için başkalarının önerilerine kulak verdiğim olmuştur, iki arkadaşımın ve blog dünyasından bir kaç kişinin bu konudaki tespitlerine güveniyorum. Onların belirttiği isimleri bir kenara yazıp, kitapçıda denk geldiğimde inceliyorum. Yine de kitap satın alırken ya da bir kitabı okumaya karar verirken kendi tespitlerimi ön plana alıyorum. 

Kitap okumamda en etken faktörü kitabın beni içine çekebilmesidir. Ya ben o kitabı okumaya hazır değilimdir ya da o kitap kötüdür. Bunca yıldır okumanın verdiklerimi, dağıttıklarımı, attıklarımı çıkardığımda 1000 adedi geçen sayıda okuduğum kitabı kitaplığımda tuttuğuma göre bu konuda antrenmanlı sayılırım. Hazır olmadığım kitap seviyesini geride bıraktığıma inanıyorum. Ama kötü kitabı da şöyle bir karıştırdığımda anlıyorum. 

İyi kitap okuyucusunu iççine almayı ilk sayfalarından başarır.Kötü kitap lafı dolandırır, yarısına gelseniz okumakta zorlanırsınız. Devam edesiniz gelmez, etseniz de baş ağrısından başka kazanımınız olmaz. 

Kurgu kitaplarda yazar sıfatlara bulandı mı asla asla ve asla okuyamıyorum: O bitmek tükenmek bilmeyen sıfatlar, sıfat tamlamaları yetersizliğin koskocaman işaretleri. Sıfatlara bulanmadan da o mesele anlatılabilir. Fazla sıfat yazarın biçemin sığlığını gösteriyor bana. 

Yazar okura habire yanıtlar veriyorsa, bir önceki paragrafta anlattıklarını açıklamaya girişiyorsa okumam,  

Kelime cambazlığı yapan yazarları arada gülüp geçmek için okurum. Onlar çok satmanın formülünü bulmuş kimselerdir. Satarlar. Ancak kelime cambazlığını laf ebeliği olarak görüyorum. Laf cambazlığı benim için edebiyat değil; şiire ihanet, kurguda ise okuru sözüm ona zekası ile yorgun düşürmekten başka bir şey değil. Laf cambazlarının erde olduğuna bir dönüp bakmak lazım.  

Yazar zeki bir insan değilse okumam. Zekayı anlayacak kapasitedeyim Allaha şükür. 

Özellikle çeviri kitaplardan mümkün mertebe kaçınırım. Ülkemizde çevirmenlik maalesef içine eş, ahbap, dost, akraba kontenjanlarından girilebilen bir çember. Tanıdığın yoksa zor çevirtiyorlar. Zaten bir kaç çevirmen dışında da çevirilerin hallerini görüyoruz, okunacak tarafları yok, ucuz etin yahnisi midir, yoksa çevirmenin kalitesizliğinden midir deşilebilir. Ancak sonuç ortada, çeviriler kötü. Bir kaç yetkin çevirmenin dışındaki çeviri kitaplara sanki yazarı türk gibi yaklaşır iyice incelerim cümleler akıcı mı, anlatım bozuklukları, anlam bozuklukları var mı diye deşerim. Türkçe anlatımını yeterli bulursam okurum. 

Dünyanın en pahalı kitaplarını okuyoruz bu ülkede, seçici olma lüksümüz olmalı değil mi?. 



Book House - Cardiff Miller

26 Haziran 2012 Salı

Sokaktaki Misafir Odası

Bankalardaki, 10 yıldır hareket görmeyen mevduat, her sene ilk önce Resmi Gazete'de ilan edilerek sahiplerine duyurulur, ardından Merkez Bankası'na devredilir. Bu sene Hazine'ye devredilmiş hareketsiz mevduat toplamı 170 milyon TL'nı bulmuş (Eskinin 170 trilyon TL). BU rakam bir önceki yıl devredilen tutarın dört katına yakın. İnsanlara ne oluyor böyle, ne kadar çok para unutmuşlar bankada. Eski yıllarda bu rakamlar çok cûzi ve çok sayıdaki hesap tutarlarının toplamından oluşurdu. Vadeli hesapların yanında vadesiz hesaplar da devredilirdi. Şimdi devredilecek vadesiz hesap adet olarak çok azdır, çünkü hesabınız hareketsiz olsa da yıllık işlem masraflarının on yıllık yekûnu sizin unuttuğunuz meblağı siler ve süpürür. Yani 170 milyon TL minik minik rakamlardan oluşmuyor. Nasıl unutulur vadeli depara aklım almıyor. Ölüm desen, mirasçısı vardır bir çok kişinin. Tuhaf, çok tuhaf.

Tuhaf olan bir şey de artık sokaklarda çöp kovalarının ötesine berisine serpiştirilen ev eşyaları.



Yepyeni koltuk takımları, sehpalarına kadar sokağın kenarına atılıyor. Sahipleri mutlaka yeni mobilya almış olmalılar. Aslında hak verilmeyecek gibi değil. Yeni bir eşya aldığında eskisinden kurtulmak resmen çile, nakliye için bir sürü para vermen gerekiyor, eskiciye satsan burunlarını kıvırıyorlar. Birisine vereyim desen ihtiyaç sahibi insanı bulmak zor. Kullanılmış ev eşyaları ve giysileri ihtiyaç sahiplerine ulaştıracak organizasyonların bu ülkede yapılmıyor olması aslında ne büyük bir bencillik göstergesi. 

Koltuklar sokaklarda atılı, yağmur ve güneşten kısa sürede harap oluyorlar. Ama bunlar mahvoluncaya kadar ya da çöp arabaları tarafından alınıncaya kadar sokak kedilerine, köpeklerine rahat bir köşe sunuyorlar.

Dün evden çıkarken bu koltuklar orada değildi. Ama eve dönerken kaldırımda kocaman bir üçlü koltuk üzerinde mahallenin kedileri yayılıp duruyorlardı. Fotoğraf çekmeye kalkınca ikisi atlayıp kaçtı ama koltuğun en kenarındaki uzun tüylü tekir istifini bozmadı. fazla. Bir şey yapar mıyım acaba diye, hafif ürkek baktı. O kadar.  



25 Haziran 2012 Pazartesi

Meğerse Vicdan....

Sevgili Sırrakalem mimlemiş, yine ilginç ve güzel bir mim, kendisine teşekkür ediyorum. Mimleri bu ara ya hemen yazıyorum ya da yazmayı çok istemekle birlikte hemen unutuveriyor ve oradan uzuyorum. Ama hepsine tepkim hemen oluyor, o yüzden bugüne kadar mimlerini cevaplamadığım bloggerlardan özür dilerim. Unutuyorum, sonra hatırlayıp kafamda çeki düzen veriyorum, tam yazacakken bu sefer, bazen kimden geldiğini unutup mime noktayı koyuyorum. Daha fazla uzatıp bu mimi de unutmadan gelelim konumuza;

Bugün ne öürendim?

Bugün aslında hiç bir şey öğrenmedim, dün pazara gitim; karpuzun ve domatesin fiyatının 50 kuruşa, taze fasulye, patlıcan ve kabağın 1,5 TL'na,minik sarı kavunların iki tanesinin 2,5 TL'na  indiğini öğrendim. 

Pazardan eve dönerken bazı insanların vicdanlarını içine zarif bir mutfak bezsi ve şık bir kutu kullanmak sureti  ile nasıl rahatlatabiliyor olduklarını öğrendim. Pazara giderken o kutu orada değildii ya da gözümden kaçmış olmalıydı. Saat öğleden sonra iki sularıydı, yolun kenarında kızgın güneşin altına sapsarı çık bir kutu vardı, içinde dört minnacık ölü kedi duruyordu. Kedilerin altına zarif, desenli, hafif pütürlü mutfak bezlerinden biri koyulmuştu. Bir haftalık anca vardı kediler. Hepsi de birbirinden ölüydü. Gözleri kedi görsün istemeyen kimseler kedileri şık bir kutunun içinde şık bir bezin üstüne bırakarak onların gerek duyduğu kontrolü de sağlamışlardı işte. Geri kalanı kedini nankörlüğü. Güneşin altına cılız, minicik hayvanı bırakırsan ölürdü, ama süslü püslü bırakırsan için acımazdı vicdanın ferah olurdu. Dün bir de bunu öğrendim. 


Bir kaç gün evvel Geçtiğimiz günlerde akşam salak salak TV kanallarında göz gezdirirken ahtapotların 3 tane kalplerinin olduğunu öğrenmiştim.


Aslında kazık kadar adamım son zamanlarda çok şey öğrenmedim. Yazmaya başlayınca durasım gelmiyor bu da benim kusurlarımdan bir tanesi. Mesela kazık kadar oldum da neler mi öğrendim? Evet mirim geçelim bugünü, evvelki günü; bir ömür neler öğrendim? Çok şey öğrendim. Okuyarak öğrendim, yaşayarak öğrendim, okuduklarımdan ziyade yaşadıklarım zihnimde daha çok yer etti. 

İnsanların yanlarına çalışanlara ya da gittikleri kafeterya ya da restoranda garsonlara nasıl davrandıklarının onların kişilikleri ile ilgili derin ipuçları barındırdıkları öğrendim.

Başkalarıyla yarışmayı sevmediğimi öğrendim. Hırsı başkaları ile yarışmak zanneden insanları civarımda istemediğimi öğrendim. Yıpratıcı oluyorlar çünkü. Kendilerini yıpratışları fazla gürültülü oluyor. Buna kulak dayanmaz. 

Mesela restoranda hesap öderken, fişi aldınız böldünüz, eşit ödediniz diyelim; maddi durumu en iyi olanın en az bahşiş bıraktığını - sıfır bahşiş ekolü - geliri düşük olanın en çok bahşişi bırakacak kadar gönlü zengin olduğunu öğrendim. 

Onlarca defa tolerans gösterdiğiniz bir insanın, arkadaşınız diye defalarca beklediğiniz, sıkılsanız da beklediğiniz insanın, gün gelip siz on dakika gecikseniz tafralandığını, oturup yemeğini yediğini öğrendim Yani nsanları bekletmekten erinmeyen kişilerin insanları beklemeye tahammülü olmadığın öğrendim. 

Gerçek dostlarınızn zor günlerde de etrafınzda takılmaya devanm ettiğini öğrendim.

Bedavacı angutların sizin sıkıntıda lduğunuz dönemlerde bile sizden sövüşlediği üç kuruşa sevindiklerini öğrendim. 

Yalan, dolan ve benzeri manevralarla elde edilen kariyer zirvelerine dört elle tutunulduğunu ve manipülasyon meyvesi olarak elde şişen başarı meyvesinin sahici başarı zannedildiğini gördüm.

Sİzi sürekli kendi derdini anlatmak, vırvır vır kafanızı, beyninizi delmekten başka gailesi olmayan insanların sahiden de başka gailelerinin olmadığını öğrendim. İyi günlerini başkaları ile paylaştıklarını, dertlerini size dökerek içinizi şişirdiklerini öğrendim. Dahası zor gününizde en hızla kaçışanların bu Celadettin Turnagöledüştügillerden çıktığı öğrendim. 

İnsanlarla ilgili hayale kapılmanın gereksiz olduğunu. İnsanlarla ilgili her bir hayalinizin suya düşeceğini ve üzülmenin kaçınılmaz olduğunu böylelikle insanlar ile ilgili hayale kapılmamayı öğrendim. 

Daha çok çok şey öğrendim, ama hava da sıcak. Yazasım gelmiyor daha fazla. Yeter değil mi bu kadar? Olmuştur değil mi mim? 

İyi o vakit... 

Okuduklarımdan öğrendiklerimden ziyade yaşadıklarımdan öğrendiklerim zihnimde yer etti. Ama yine de insanlara şans tanımaktan vazgeçemedim. Vazgeçemediğim bu hobim sayesinde öğrendiklerimi altını çize çize yeniden, yeniden öğrendim. Vicdanlı bir insan olmayı en güzelöğrendim. Ama bazı insanlar için Vicdan'ın yalnızca bir apartman ismi olduğunu öğrendim.

Mim bitti, bu ara yaptığım gibi mimi kimselere göndermiyorumi ama ylu buraya düşmüş herkes, bu mimi alıp yazmakta serbesttir. 





24 Haziran 2012 Pazar

Kurumların Edepsizliği

Meşhur filmdir, bilirsiniz Kuzuların Sessziliğini fimini. İşte ben de başlıkta kuzular ne kadar sessizse, kurumlarım bazısı da o denli edepsiz olmasından garelet ederek minik bir tırtıklama ve de tribik bir zıkzıklama yaptım, gitti. Evet kurumlarda edepsizlik vardır hafif yollu çünkü kulisleri boldur. Tüzel olsun, hayal ya da gerçek olsun tüm kişilerde ve kişiliklerde, iliyüzşlülüğü, yaptığı ile dediğinin uyumsuz olması hallerini ben edepsizlik addederim arkadaş. 

Hayat insanları tartaklaya tartaklaya insanları zorla insan sarrafı yapar. Belli bir kıvama gelip jöleleştiğinizde, aynı zamanda bir nevi insan kişiliği sensörüne dönüştüğünüzü anlar ve hayattaki kaybedişlerinizin size bir tür geri dönüşünün olduğunun görür ve sevinirsiniz. Artık iki yüzlüyü, sinsiyi, şirreti, düzenbazı şıppadanak anlayacak bir his radarlarıyla donatılmışsınızdır. Hayatın size bahşettiği bu güzel zırhı kullanmayı geri tepip, enayilik eder, kişilere haddinden fazla değer verir tuzaklarına düşerseniz orası sizin bileceğiniz iş tabi. Yenilen pehlivan da güreşe doymazmış. 

Daha didişeceğiniz varmış. 

Didişin bakalım. 

Gelelim sadede: İnsanların sahteliklerini, samimiyetlillerini anlarsınız, sezersiniz de kurumlarım sahteliklerini, edepsziliklerini nasıl anlarsınız? 

Bir kurumda ekip ruhu ön plana çıktıysa; aman çok rica edeceğim dikkat! Orada kesin bir sinsilik dönüyordur. Başarı göstermiş biriyseniz başkalarının özel telefon görüşmelerine kulak kabartın. Ekip ruhunun ön palana çıktığı yerlerde sevilen insan olmak zordur. İnsanların saydığı, değer verdiği, sözünü yeri geldiğinde sakınmayan bir tipseniz hedef seçilmiş olabilirsiniz. Ardınızdan aklınızın hayalinizin alamayacağı kadar çok telefon konuşması yapılıp size dair şaialar üretiliyor ne tembelliğiniz kalıyor ne sorumsuluğunuz bitiyor, hatta saygısızlığınızdan dem vuruluyordur. Kulak kabartın, dinleyin, dediklerimin doğru olduğunu kendi kulaklarınızla işiteceksiniz. Yok eğer sinsi, sevilmeyen, dedikoduyu seven bir tipseniz; bu geri plandaki kulisleri zaten dinlemenize gerek yok, siz de zaten kulislerde ne döndüğünü bilenlerden birsisiniz demektir ki, bu yaptığınız şeyin ekip ruhuna sığmadığını da duymuşsunuzdur bir yerlerde. 

Ekip ruhu varsa kesin kulis vardır aman dikkat.

Kurumsal kimliğin ikiyüzlülüğünü ve edepsizliğini bir de daha somut biçimde şöyle anlayabilirsiniz. 

Diyelim ki çalıştığınız kurumun Facebook heaabı var, Twitter hesabı var, ya da sosyal medyada başka siteler üzerinden aktivite göstermeye çalışan bir kurumdasınız yani. Dikkat etmeniz gereken şu; kurumunuz çalışanlarının bu sitelere erişimini engelliyor mu? Bunun dışında kurum çalışanlarının sosyal medyada kendisinden bahsetmesini yasaklamış mı? Kendi at koşturduğu yerde sizin etkin olmanızın önüne engeller koyan bir kurum iki yüzlüdür arkadaş. Orada ne ekip ruhu olur, ne de samimiyet. 

Benden demesi.   



Meraklısına Linkler;

22 Haziran 2012 Cuma

Mike Oldfield - Discovery

Mike Oldfield ismi zihnimin bir kenarına, The Exorcist filmini izleyebilmeyi tutkulu biçimde beklerken yazıldı.Bu filmin müziğini yapan kişinin Mike Oldfield olduğu söyleniyordu. Sonradan bunun yanlış bir bilgi olduğunu anlayacaktım. Söz konusu filmin kapanış sahnesinde başlayıp, filmin künyesine perdede akarken çalan müzik ona aitti. Dahası bu melodi film için yazılmamış,sanatçının Tubular Bells ismi ile, 17 yaşında iken bütün şarkılarını folj müziğinden esinlenip yazdığı ve bütün enstrümanlarıını kendisinin çaldığı efsanevi albümün açılış kısmından ibaretti. Tekinsiz biçimde birbirini tekrar ederek büyüyen bir melodiydi ve Oldfield daha sonraki albümlerinin her birine gizlice bu ilk albümünde motifleri hep koydu. Bu da yetmedi, adam devan albümleri de çıkarttı, hepsi ilk albümündeki melodilerin farklı varyasyonlar ile çalınmasıydı, Tubular Bells II ve Tubular Bells III'ten sonra 2005 yılında 17 yaşındayken kaydettiği albümün aynısını, aynı çalgıları kullanarak ancak bugünün kayıt olanakları ile kendi başına kaydetti. Melodi o kadar akıld akalıcı idi ki hala daha ismi The Exorcist filmi ile birlikte anılmakta. Albümün tribute versiyonları ve klasik müziğe uyarlanmış biçimleri satışa sunuldu. Dario Argento Suspiria filminin müzikleri için Goblins grubuna teklif götürdüğünde grubun film için çıkardığı esas tema şarkısı bile Tubular Bells albümünün açılış şarkısına o kadar çok benziyordu ki. Ama o filmin de etkili olmasında Goblins grubunun bir çocuk şarkısı gibi başlayan korkutucu müziğinin katkısı çok fazladır. 

Benim Mike Oldfield ile asıl tanışmam 1984 yılında Virgin Records'dan çıkardığı Discovery albümü ile oldu. Hep enstrümental müzik yapan Oldifeld, bir önceki albümüne aldığı vokalli pop şarkılarından bir tanesinin tüm dünyada satış rekorlarına ulaşması üzerine plak şirketi tarafından tamamen pop şarkılardan oluşan bir albüm yapmaya ikna edilir. Ortaya Discovery çıkar. Kapanış şarkısı haricinde hepsi pop şarkılarıdır. Ancak albümde boş şarkı yoktur. Açılış şarkısından başlayarak dinleyiciyi alır ve kimi şarkıları çaktırmadan diğer şarkıya dönüşür, muazzam ve benzersz gitar sololarında albümün kime ait olduğunu dinleyici kesinlikle anlar. 

Ben bu albümü defalarca dinledim ilk aldığımda ve ardından iflah olmayan bir Mike Oldifeld hayranı oldum. Geçmişte çıkmış bütün albümlerini, singlelarını topladığım gibi yeni çıkan her kaydını, remiks kayıtları da dahil olmak üzere edinmeye çalıştım. Sadece meraklılarının sahip olduğu konser kayıtlarına, piyasaya çıkmamış şarkılarına, demolarına da internet sayesinde erişebildimi. Ama Discovert'i arasıra yerinden çıkarır, CD çalara yerleştirip batan sona bir dinlerim. Albümden en sevdiğim şarkılar ise To France, Poison Arrows, Crystal Gazing, Tricks of the Light, Talk About Your Life'tır.



Mike Oldfiled - Discovery
Virgin Records- 1984

Şarkı Listesi;

Şarkı isimlerine tıklayaral layıtların bazılarına erişmek mümkündür. 

Kuşlar, Kuşlar

Domatessuyu çok enteresan bir etkinliğe imza attı, ilk duyduğumda heyecana kapıldım. Gittim verilen adrese, sarıldım mousea, bir kaç deneme sonunda prtaya çıkan "Anne kuş ve yavru kuş" resmini yolladım.. Oylama sonunda en beğenilen resim seçilmiş. Katılanların her biri çok güzel resimler gönderdiler, katılan resimlere şuradan bakabilirsiniz. Ben içlerinden naif bir kuş resmini beğenmiştim. Çok yaratıcı bulduğum bu proje için Domatesuyu'na çok teşekkür ederim. Sevindirik oldum durduk yerde :)



Resim: Anne Kuş ve Yavrı Kuş - D.M.

21 Haziran 2012 Perşembe

Dikkat Yengeç!!

Yengeç fazla sevimli bulmadığım canlılardandır. Her ne kadar bu trafik işaretinde sevimli çizilmiş olsa da, yengeç nüfusunun sık olduğu yerler için böyle uyarı levhaları olması harika olurdu. :)

20 Haziran 2012 Çarşamba

Facebook'ta Nasıl Bir Tipsiniz?

Geçtiğimiz Eylül ayında girdim Facebook’a. En güzel yanı eski arkadaşlarımı bulmak oldu. Hâlâ, her geçen gün yeni bir özelliğini keşfediyorum bu ortamın. Bağımlı olmamaya çalışsam da oyunlara karşı direnemeyeceğimi en başından biliyordum. Biraz oyunlara, Biraz da kelime oyunlarına sardırdım. Oyun faslım kapanmak üzere de kelimelerle işim bitecek gibi görünmüyor. Facebook’taki alışkanlıkları bir sıralamak isteyince aşağıdaki kişi tipleri çıktı karşıma. Ben de dönem, dönem bunlardan bazılarına uyan biçimde davranıyorum.

Saklı Tipler: Ne bir şey yayınlar ne de başkalarının gönderilerine yorumda bulunur. Ama hep oradadır ve her şeyi okur.

Sırıtıklar: Hiçbir şey demez, yorum olarak sadece gülen yüz çeşitlemeleri postalar. Sırıt sırıt nereye kadar değil mi?

Bayan ya da Bay Popüler: Durduk yerde 4865 tane ve hiçbir surette selamlaşmadığı arkadaşa sahip olmuştur. Arkadaşları orada, kendisi şurada duruşurlar.

Oyun bağımlısı: Ne zaman baksan Facebook’tadır, sürekli oyun oynamakta, ona, buna, şuna sürekli oyun skorları, davetleri, oyun börtü ve böcekleri göndermektedir.  

Horoz: Sabahın erken saatlerinde ilk işleri Facebook’a girip, günün başladığını müjdelemektir. O kadar… Ve her gün.

Bay/Bayan Havadis: Her ne yaparlarsa yapsınlar durumlarını güncellerler; ne yapmakta olduklarını, nasıl yapmakta olduklarını, aman da ne kadar eğlendiklerini müjdelerler. Kimseyi ilgilendirip ilgilendirmediği ile ilgili değillerdir.

Komikçi: “Komikçi geldi hanım” Bu tipler sürekli espri yaparak herkesi güldürmeye çalışırlar. Olsun herkes ne isterse yapsın değil mi? Ama sorun şudur, esprileri komik değildir.

Sanal Aşırgan: Gözüne kestirdiği durum güncellemesi kopyalar kendi profiline yapıştırıverir. Özgünlük mü? O da nesi?

Kötümser: Kendinden, hayattan, herkesten nefret eder. Bunu durum güncellemesindeki kasvetli başlıklardan anlamak çok kolaydır.

Katılgan: Bir şey göndermez, yazmaz ve yorum yapmaz. Ancak önüne gelişi güzel biçimde gelen her gruba katılmaktan kendini alamaz.

Tellal:  Habire etkinlk daveti yollar. Ona davet, buna davet. Sonunda hepsini siler atara ya da reddedersiniz.
Bir Beğenen: Beğen tuşunu yoğun ve seri biçimde kullanır. Önüne geleni beğenir, geçer.

Nefretengiz: Her gönderisinde kendisinden nefret eden birilerini anlatır. Herkesin el ele vererek, onun hayatını mahvetmek için uğraştığına yeminler edecek kadar paranoyaya yakın durur.

Kendi Yazdığını Okuma Özürlü: Bunlara hem üzülür hem de; hata yaptıklarını göremeyecek kadar hızlı mı yazıyorlar yoksa kemilelerin nısal yadıldıklarını gerchekten mi bilmiyolar diye meraKa kağılırsınız. :D

Hayatı Dram: Gönderileri hep; “İnanamıyorum!”, “Bugün tepemi öyle bir attıracaklar ki, …”, “Artık hadlerini bildirmem kaçınılmaz oldu” gibi cümleler ile başlar. Merak edip ne oldu ki diye sormanızı beklerler. Bu oyuna gelip de sorarsanız, dikkatleri zaten dağınıktır, hikayenin sonunu asla getirmezler.

Paylaşmacılar: Önlerine gelen resim, karikatür veya sloganı, yani ne gördülerse paylaşırlar.

Reklamcılar: Arkadaş gibi yanaşır, samimi olmayı denemezler bile. Tek hedefleri vardır bir şeylerin, bir yerlerin reklamını yapmak. Sizi bir şeyi popüler hale getirmek için kullanırlar.

Videoyayarlar: Sevdikleri müziklerin, kısa filmlerin, sevimli hayvanların, minik mutfak kazalarının, araba kazalarının, sevdikleri filmlerin video linklerine boğarlar.

Sabitlenmiş Fikirliler:  Dünya bunlar için tek bir detayınüzerinde dönüyordur, yayınlarına hep o konunun etrafından devam ederler.

Sizlerin de aklına başka özellikler geliyorsa listeyi daha uzatmak mümkün…



Facebook Kolaj - D.M.

19 Haziran 2012 Salı

Buraları Eskiden Takıntılıktı

Sevgili blog arkadaşlarım Deeptone ile Nehir İda mimlediler. Bu seferki yine ilginç bir mim. Nehir İda ile bazı huylarımızın benzeştiğini de onun mim yazısını okuyunca anladım. Deeptone bu aralar herkesi mime boğup blog dünyasını hareketlendiriyor zaten. Her ikisine de teşekkür ediyorum.

Bu seferki mimimizin konusu: "Takıntılarınız var mıdır? Nelerdir?"

Hmmm.

Öncelikle konu ile hiç mi hiç alakası yok ama Mor ve Ötesi'nin "Ayıp Olmaz mı?" şarkısının remixi ile başladım bu sabaha o yüzden şarkı hala dilimde, Yani takılınıyor bazen bazı şarkılara. Şarkıyı herkese tavsiye ediyorum. . 

Şimdi gelelim mime...

Aslında bu soruya yıllar önce cevap verseydim burası takıntıdan geçilmezdi. Burasının sahibi eskiden bizzat  takıntılıktı, takıntı çöplüğünden farksızdı. Ama gelin görün ki, şu ara pek takıntım yok. Eskiden olanların büyük bölümünden de kurtuldum. Tek büyük takıntım müziktir. Müzik dinlemeyi severim, sürekli müzik dinlerim. Tek tek şarkıdan ziyade albümü alır baştan sona dinlerim. Beğendiğim şarkıları mixler ya da onlarla potburiler hazırlar dinler kenara atarım. Bir iki sene sonra bulunca tekrar dinlerim. Önceden hazırladığım mixleri dinlemek bana ayrı bir keyfi veriyor. Aynı şarkıyı çok defa ardarda dinleyemem. Kafamda yer ediyor sonra, sürekli farklı, yeni şarkılar dinlerim. Doğru düzgün her müziği dinlerim, kendi içinde tutarlı sanatçıları severim. Albümlerin kendi içinde bir dengesinin, bütünlüklerinin olmasını severim. Müziğe takıntım öyle böyle değildir. 

Yatarken mutlaka müzik dinlerim, on onbeş dakika kadar, uyku durumuna geçerken müziği kapatırım. Kulaklıklar kulağımda uyumuşluğum da olmuştur ama az sayıdadır.

Bir de bir zamanlar müzik marketlerde önüme gelen cd yi alırdım ona engel olmayı başardım. O kadar rezil cdler getirtiyorlar ki, kolay oldu. (korsann müzik olayını övmeyeceğim buradan) 

Son takıntım da kırtasiye malzemelerine olan merakımdır. Düzenli olarak defter ve kalem, bilhassa dolmakalem satın alırım. Bunlarla yazmasını, çizmesini çok severim. 

Gelelim eskiden sahip olduğum, artık urtulduğum takıntılarıma;

İlk kez girdiğim yerdeki objeleri sayardım. Sayılarını da unutmazdım. Şu kadar yer karosu, bu kadar lamba, şu kadar masa, sandalye, bu kadar elektrik düğmesi, şu kadar lamba gibi sayılar kafamda çıkardım odadan. Çok yorucuydu ve etrafta olan bitene dikkat edemeyecek kadar her şeyin önüne geçmişti. 

Gece yatarken üç yudum su içmezsem ve evin herhangi bir yerine yarısı dolu bir bardak su bırakmazsam sevdiklerim ölecek zannederdim. 

Gereksiz, mantıksız otorite ile sorunum hala devan ediyor gerçi ama, şu ara çalışmadığım için tepemde bir otorite yok. Normalde munis, insanlara saygılı sakin biri iken gereksiz üstelemelerle karşımda bana ahkam kesen amirlerimin malesef canına okuduğumu kabul ediyorum. Sükûnetimi hiç bozmadan aklımdakileri ortaya söylerdim. Hem iyi, hem de kötü elbette. Ama yattığımda, başımı yastığa vurduğumda müziğimi dinleyip uykuya dalabiliyorum. İçimden günün rövanşını almama gerek kalmıyor.

Çok eskiden iş hayatında yeni iken, gece uykumdan dişlerim kenetlenmiş uyanırdım. Muhtemelen çok feci biçimde gcııcırdatıyordum. O zamanlar uykuya dalarken, gündüz söyleyemediğim lafları hayalimde amirlerime, berbaer çalıştıklarıma söylerdim. Sürekli işten söz eder etrafımdakileri de bunaltırdım. İi yerinde ilk terfimi alınca şunu farkettim: İnsanları değiştirmem mümkün değil, ama kendim değişip, uykularımın kaçmasını engelleyebilirim. O günden itibaren ağzıma geleni usturuplu biçimde söyledim ve kapıdan çıktığım anda iş yerini geride bıraktım, işten söz etmeyi hiç sevmem. Sürekli işlerinden bahseden insanlarla bir arada bulunmam. İnsanların br de kendilerini bulabilecekleri hobisi olmalı, iş başkasının işi, sen onları yapmakla sadece, kendin olamazsın. 

İşte bu kadar. Mim bitti. Ben bu aralr mimmleri kimseye göndermiyorum. Okuyan ve yazmak isteyen herkes yazabilir. 

Resim: Takıntılı Adam - D.M.

Görseli hazırlamamda Domatesuyu'nun büyük faydası olmuştur.
Ona çok teşekkür ederim. 
Blogundaki müthiş "kuş projesini" öğrenmesem
Pixlr.com'un ne online "editör"ünden ne de online "express'"nden 
haberim olurdu.. 

18 Haziran 2012 Pazartesi

Yağmur Korkusu

Anlamsız çığlıklarla yine soruyor;
“What is your name?”
Aniden sahne ışıkları patlıyor
Anıları kolaylıkla unutuveriyoruz.
Ancak hiç beklenmedik bir ordunun eşlik ettiği
O günlerce korktuğum yağmur yağmıyor

"Zaman nasıl geçti?"
    Belli belirsiz
    Ayrılmalar, geri dönmeler,..
    peşi sıra; şarkılar…





Bugünkü Radikal, Hayat'taki 
Radiohead Konsseri ile ilgili haberden karalayan: Vladimir.

17 Haziran 2012 Pazar

Her Gördüğümüz Köpeği Köpek Sanmamak mı Lazımdır, Nedir?

Mahallemizde yeni açılmış bir pet shopun önünde geçiyordum, şirin mi şirin. Kapıya "lütfen itiniz" yazıp altına da bir güzel pati resmi kondurmuşlar. Bir de baktım bahçe duvarının üzerine de şirin mi şirin kedi pati izleri boyamışlar. Yol kenarında durdum dükkanı inceliyorum. Köpeklerle aram var ile yok arası, çok fazla dikkatimi çekmiyorlar. Ama bahçede minnacık dünya güzeli bir köpek. Benim baktığımı görünce beni incelemeye aldı. Kuyruğu bir aşağı bir yukarı sallanıyor. O sırada dükkan sahibi buyrun içeriye diye işaret etti.

Pati izinin oradan bahçe kapısnı ittirdiğim gibi bahçeye buyurdum.

Köpek bir sevindi, geldi bana doğru kuyruğu soldan sağa deli gibi çırpınarak. Aman ne keyifli hayvan. Aynı japon mangalarındaki köpekler gibi. Ponpon bir kuyruk,,bacaklar ve kafa da ponpon gibi bırakılmış, yaz için traş etmişler besbelli. Sevesim geldi. Dükkan sahibine "köğeğiniz ne güzel" dedim. 

Adam "Kedi o beyefendi" demez mi?

Allahım gözlerim bozuk biliyorum ama, bu denli bozulmuş olmamalı diye düşünürken buldum kendimi. Duraksadığımı gören hayvancağız, beni kedi olduğuna inandırmak inandırmak için miyavlamaya başlamaz mı. Hakikaten kediymiş. Eğildim seveceğim, hop koluma zıpladı, oturdu mırıl mırıl.

Meğer himalaya kedisiymiş, tüyleri gidince köpeğimsi bir hal almış. Resmini çekemedim ama başka bir kedi hadisesini aşağıdan paylaşayım diyorum. 


Düşünme, Kabul Et

İnsanların suç, suçlu, yılın adamı, yılın kepazesi gibi kavramlar büyük şirketlerin tercihleri doğrultusunda insanların beynine kazınıyor. 

Doğru, yanlış bizler için başkaları tarafından şekillendiriliyor. O yüzden düşünmeye, itiraz etmeye gerek yok. 

Bitmiş bir savaşın kaybedenleri, susarak köşelerine çekilmeyi, sonucu sineye çekmeyi bilmeli. 


16 Haziran 2012 Cumartesi

Sıcak Havada; Hayat, Kuş, Paranoya, Prova ve Köşedeki Market

Yazar, Çizer, Bozar

Hayat çok muzip ve espri anlayışı çok gelişmiş biri. Evet o da bir tür insan işte, yiyor içiyor, tembellik edip bizleri izliyor; ne zaman ne yapacağı keyfine kalmış, damarına basanın vay haline. Cevabı anında konduruyor; ikiletmiyor. Bizim kusurumuz onun dediklerini işitemiyor olmamız. Aslında hayat bizimle konuşuyor ve yüzünde bir karış gülümseme ile neler diyor neler; bizler duyamıyoruz, göremiyoruz, bilemiyoruz:

Sıradan ve Sevindirik Olmuş İnsan: “Şükürler olsun ne kadar mutluyum, Her şey ne kadar da yolunda gidiyor. Bundan daha mutlu olmazdım.”

Hayat’ın Repliği: “Hah, hah, hayyy…. Acele etme yavru kuş, sana daha ne sürprizler hazırladım”

Kuş Olsam….

Bazen bir kuş kadar özgür olmak, uçmak; ovaları, dağları, ağaçları, en muhteşem manzaraları aşıp şehre geri dönmek. Şehirde özgürce kanat çırpıp, insanların üzerinden uçmak, uçmak; kıl olduklarımın kafalarının orta yerine sıçmak, sıçmak istiyorum.

Sorum Paranoyaklara…

Çok değerli paranoyak vatandaşlarımız! Biliyorum, her şeyden kuşku duyuyor; eline ufacık bir olanak geçiren herkesin sizi öldürmeye kalkışacağını düşünüyorsunuz. Allah geçinden versin: Haklısınızdır belki, ne diyim. Hatta aranızda kuşkularına o denli yenik düşmüş olanlarınız var ki; banyo küvetine girdikten sonra, tekrar, tekrar duş kabininin camlarını açıp, arkasında birisi saklanıyor mu diye kontrol etmekten tuhaf biçimde keyif alıyorlar.

İşte sorum bu paranoyaklara:

Küvete girmiş son kontrollerinizi yaparken orada pusuya yatmış birini buldunuz diyelim; sonrası için planınız nedir allasen?

Kalp krizi provası:

Elini gömlek cebine atarsın orada değildir, pantolon cebi, ceket cebi… Oralarda da yoktur. Bütün ceplerini tekrar, tekrar ararsın. Cep telefonun ceplerinde değildir.  Kalbin bir nahoş atar o an…

Meşhur son sözlerden biri düşer diline; “Ah telefonum, neredesin?”

Korkmayın bu kadarcıkla ölünmez, bu sadece provasıydı.

Buradan Yetkililere Sesleniyorum!

Sorum Köşedeki markete

Büyük süper marketlerin mini versiyonları “Ekspres” adı altında mahalle aralarına kadar girdi. Bunlarda, hafta içi günlerde bütün kasiyerler tam kadro çalışır, önlerinde hiç kuyruk olmaz; müşteri alış verişini tıngır mıngır tamamlar, parasını öder ve beklemeden dışarı vınlar..  Ama hafta sonlarında, işler yoğunken yani, markette bir tek kasiyer ve önünde upuzun bir kuyruk var. İnsanlar tırlatmakla tırlatmamak arasındaki ince çizgiyi test ediyorlar. İçlerinden biri o çizgiyi aşsa cümleten dellenilecek. Niyetiniz bizi deli etmek mi? Eğer yanıtınız evetse, başka bir yolu yok mudur? Gelin anlaşalım.

Ve sıcak...

Dedim ya sıcaklar bastırdı… Bu sıcakta insan; her gün önünden geçtiği yerlere  bakıyor, başka başka şeyler görüyor.  




Kolaj: Karmaşa - D.M.

15 Haziran 2012 Cuma

Senbeno

İnternet servisinin azizliğinden sonra pek yazamaz oldum bloga. Bıraktığım yorumlar gereğinden uzun olmaya başlayınca fark ettim kendi sayfamdan ziyade başklarının sayfasına yazdığımı.. 

Sıcaklar da bir yandan. Ne kadar ani bastırdı değil mi? Bir kaç sene önce klimalı ortama uzun süre maruz kalıp da akşam işten çıkınca böğrüme hançer saplanır gibi olduğundan beri klimalara da veda etmemden beri sıcakta biraz daha fazla zaman geçirir oldum.

Facebook'ta denk geldiğim genel alışkanlıklara dair bir şeyler karaladım ama, tama değil gibi geldi bana. Bir de "Mutluluğun Sırrı" etiketine ekleyeceğim bir yazı var ama ona da belki ilavem olur şöyle dursun.  

Bugün kü kendi blogumu ziyaretim her ne kadar "Kelimeler" etiketi ile yazılsa da, her telden olacak sanki. Varsın öyle olsun. 

Facebook'da bir arkadaş Jack London'un sevdiğim bir öyküsünü tefriak etmeye başladı Havagazı Blogun'da "Midas'ın Müridleri" 111 yıl önce yayınlandığına inanmak güç. yazıldığı devrin o kadar ilerisini resmediyor ki, rahatlıkla seksenlerde yazıldı zannedilebilir. Pek tepki görmedi öykü. Ana sonraki bölüm daha heyecanlı. 

Geçen akşam F. Murna2nun bir filmini izledim;. "The Last Laugh". 1924 yapımı bir film olduğuna şaşırmak mümkün. Öyle kamera açıları var ki, türk sinemasında asla kullnılmadı, öyle kamera hareketleri var ki günümüzde, yeni yeni yaygınlık kazanıyor denilebilir. İki sahne dışında yazısı bile olmayan siyah beyaz, sessiz bir film. Ama öyküsü, kişileri bugün bile hayatta karşılığı olan kişiler ki, diyalog da neymiş, şimdi ne olacak diye izliyor insan. Türk sinemasında öyküsünü bu derece güzel anlatan film, henüz görmedim. Keşke esli filmleri daha çok izlese yeniliklerden beslenmeyis eçen yönetmenlerimiz. Belki daha yararlı bir şeyler öğrenirler. Ya da izleyici eski filmleri arada bir gözden geçirse, kendisine sunulan herşeyi kabullenip izlememeyi öğrenir belki. Filmi vakit geirmek için izliyoruz bu kadar lafa gerek yok değil mi?

Bugün yeni bi rkelime öğrendim: Senbeno.

Türkler islamiyeti kabul ettikten sonra dilimize önce selamın aleyküm, aleyküm selam lafları girmiş. Daha sonraları da merhaba. Ya da kısaca selam, ya da daha da kısaltılmışları;ı slm ve mrb. Bütün bunlardan önce kullandığımız kelimeymiş senbeno. Kadını erkeği selam vermek, selam almak için bu sözü kullanırmış. 

Moğolistan'da yaşayan Altay Türkleri hala daha Senbeno dermiş selam yerine. 

İlginç değil mi?





12 Haziran 2012 Salı

Altan Saat Kaç?

Çocukluk yıllarımda yaygın bir oyundu "Altan Saat Kaç?". İlkokula giderken bir kaç kez oynamıştım. Hiç sevmemiştim. 

Bir ebe seçilirdi. Ebeye Altan denilirdi. Altan Duvara yüzünü döner dışından 10'a kadar sayardı. SOnra kendisinden 15-20 metre kadar ileride duran çocuklara yüzünü dönerdi. Çocuklar sol baştan başlayıp sağa doğur sorardır;
   - Altan, saat kaç?
Altan bir saat söylerdi. Saati öğrenen çocuk söylenen rakam kadar ebeye doğru adım atardı. Altan'ın yanına ilk erişen çocuk ebe olur. Oyun bir süre böyle devam ederdi. kazananı belli olmayan, al takke-ver külah cinsinden dostlar alışverişte görsün misali bir oyundu. 

Bu oyunu anımsayınca, Google'da arattım. Bulamadım. Hatırlayanlar var mıdır acaba..

İstediğim oyuna dair bilgiyi bulamadım ancak, hayli tuhaf ve eğlenceli bir saat buldum. Aşağıda, günün saati'ne tıklayarak bu enteresan saate göz atabilirsiniz. 




Günün Saati için buraya tıklayınız....

11 Haziran 2012 Pazartesi

Yosunumsu Zibidilere Gülen Bir İç Ses

Mimlere karşı bir tuhafım; bazen hoşuma gidiyor, oturup hemen yazıyorum. Bazen de hoşuma gitse bile unutuyorum gidiyor. Deeptone "iç ses mimini" gönderdi geçen hafta, unutacaktım ki bir başka blog arkadaşımın aynı mimi cevaladığını görünce aklıma geldi. Yazmaya karar verdim. Deeptone'a bu güzel mim için teşekkür ederim. 

Konumuz, "İçinizdeki sesi dinler misiniz?"

Aslında benim içimde filmlerdeki gibi bir kafa sesi yaradılışlı ses yok. Ben aklıma geleni yaparım. Hoşlandığım şeyleri yaparım, yapmak istemediğim bir şeyi ise yaptığım vaki değildir. Kafamda habire bana şunu yap, bunu yap diyen bir ses yoktur ayrıca. Bir şeyler düşünürüm, kafamda yazı ile ilgili bir şeyler kurgularım sürekli, hoş bir fikir yakaladığımda oturur defterime not ederim. Susmayı daha çok seven bir yanım var benim. Susanı enayi sanan İzmir şürekasının ağzının ortalarına def_i hacet gidermeten büyük keyif alırım, açık sözlüyümdür. Oradan buradan lafı koyup en samimi, en yakın ahbaplarına kazık atmayı seven hayli kalabalık bir insan grubu vardır bu kentte kimse bilmemezlikten gelmesin şimdi. Tatlı su kurnazı bunlar. Her bir yanları yosun kaplı. Yosunumsu şeylerin tümü gibi kaygan olur bunlar da. Yalakalıkta yosun kadar kayganlaşmışlardır. Sıkıntıyı görünce kayar/kaçar giderler. Yüzleşince şapa oturur bu dandiktatörler.Sustuğum zaman enayi değilim uzun lafın kısası. Baygın insanların yalanlarına körükle gitmiyorum. Bunalırsam çekip gidiyorum, fazla sıkarlarsa da ortaya döküyorum bildiklerimi.   

Sustuğum vakit kafamın içinde bir sesw bana git şunu yap, yok onu yapma gibi direktifler vermiyor. Arkadaşlarla, ya da özel bir gün için birileri ile dışarı çıkıldığında sonbet eşliğinde yemek yemeyi severim mesela. Ama normal zamanlarda yemek yerken, bir on dakika kadar olsun kendimle kalmak isterim. Yemek yerken konuşmayı da düşünmeyi de sevmem, yemeğin tadını çıkarırım. İçimden o an hiçbir ses çıkmaz. 

Bir de tutarsız insanlara çok gülerim ben. Saçma sapan, tutarsız insanların topluluk içinde ettiği abul sabul afları ne kadar saçma olurlarsa olsunlar bir gıdım daha saçma hale getirmekten keyif alırım. Şöyle insanlar vardır hani; hem samimi görünür hem senden bir menfaati vardır gizlediğini sandığı, hem efendi gözükmek ister hem hangi ortamda olursa olsun bilmediği tam emin olamadığı konuda bile en son sözü kendisi söylemek ister, hem misafişrpğerver gibi dabranır insanı davet eder hem de onun o adamın olmadığı ortamda ucu ona giydirecek biçimde boyunu fersah fersah aşmış laflar eder, kendisinde ve yakınlarında olan kusurları görmez, aynı kusur başkasında varsa atar tutar, hem çalışmak istemez, hem de çalışmakta olanlara il güç sahibi oldukları için diş biler, hem karnı doysun, hem pastası olsun ister, hem hiç bedel ödemesin hem de herşeyi olsun ister. Kel ve fodulken güzel ve yakışıklı sayılsın iseter, ister oğlu ister. Bu kabakistan doğumlu tıfıllara çok gülerim işte. Bendeki iç ses abuk insanların subukluklarına gülen bir ses. 

Saçmalıklara gülerim uzun lafın kısası. 



10 Haziran 2012 Pazar

Origami: Frak

Frağım yok. 

Keşke, bozup yapıp öğrenmeme yetecek kadar çok Amerikan Dolarım olsa idi. Emin olun bozar, bozar; gerçekten yapmayı asla denemezdim bile. 

9 Haziran 2012 Cumartesi

Olmayacak Hayaller


Saat kulesinin etrafındaki banklardan birine oturmuş kuşları seyrediyordum, oradan geçen kocamı gördüm.

“Merhaba hayatım” diye seslendim.

Dile kolay yirmi yedi sene evlilikten - neredeyse bir ömürden sonra - hayatım kelimesi daha derin anlamlar kazanıyor.

“Ne?” dedi. “Ne hayatı?”

Celallenerek devam etti.

“Kimin hayatı?”

Susacak gibi değildi.

“Pekala” dedim “Sözümü geri aldım.”

Baktım bir yerlerde tartışma çıkacak gibi oluyor; ya susarım, ya da oradan uzaklaşırım. Yerimden kalkıp, köşedeki bankaya doğru ilerledim. Kocam burnundan soluyarak düştü peşime.

Kredi kartıma bir sürü faiz işlemiş yine. Gişedeki suratsız kadına sordum;

“Neden böyle olmuş?”

Kadın lakayt bir ses tonu ile güyâ kibarca, ama içinden “oh olsun” der gibi yanıtladı;

“İki aydır ödememişsiniz.”

Çantamdaki parayı görevliye doğru uzatırken, arkama doğru şöyle bir baktım; benimkisi yüzünde alaycı bir gülümseme ile bizi süzüyor. Aklı sıra “Bu işler kaldı mı başına?” demeye getiriyor. Günler nasıl çabuk geçmiş, farkında değilim. Bankadan çıktım, telefon faturası ödemek için yer bakınıyorum. Belli oldu bugün kolay bırakmayacak bu adam peşimi.

“Kız kardeşimi bir kere olsun ağırlamak istemedin, buraya geldiğinde hep görümcesinin evinde kaldı”
Böyleydi hep zaten. Laflarıyla burgu gibi oymasını bilirdi içimi;

“Yapma Allah’ını seversen, Topu topu kaç kere geldi ki?” diye sordum, cevabını beklemeden devam ettim.

“İlkinde Annem kaza geçirmişti, ben hastanede, sandalye tepelerinde iyileşsin diye bekliyordum. İkinci gelişindeyse, ben yorgan döşek yatıyordum. Senin o kardeşin var ya: çok izansız. Bir geçmiş olsun mu demeye geldi sanki? O haldeki insanın evine, eteğinde iki cazgır çocukla yatılı misafir mi gidilirmiş?”

Haklı olduğumu görünce o sustu bu sefer. Telefoncuyu eliyle işaret etti. Gecikmiş faturalarımı öderken, yine muzip, muzip süzdü beni. Birlikte çıktık dışarıya. Onu az evvel gördüğüm yerden geçerken, mutlu olduğumuz zamanlardaki ses tonu ile konuştu;

“Neyi unutamıyorum biliyor musun?”

Kim bilir hangi kirli çamaşırı ortaya çıkaracaktı yine? Gülümseyerek devam etti;

“İlk yıllarımızdaki sabah kahvaltılarımızı.”

Hatırladığı şeye de bak;

“Çayın yanına, akşamdan kalma ekmekle, peynir. Durumumuz iyi değildi o zamanlar.” dedim gülerek.

Durdu. O durunca ben de durdum. Yüzünü salladı aşağıya, içimi deler gibi baktı gözlerime;

“Durumumuz ne zaman iyi oldu sanki?”

“Olsun” dedim “Mutluyduk. İki de sağlıklı çocuğumuz oldu sonradan, üzmediler bizi hiç. İnsan ne ister ki daha?”

“Ben o kadar mutlu değildim. Hep bir teknemin olsun, denizlerde yol alayım diye hayal ederdim.”

İçime dokundu bu hüzünlü hali;

“Üzülme” dedim, “Geç kalmış sayılmazsın. N’olur böyle kırgın laflar etme.”

“Yok be, ne üzülmesi, ne geç kalması?” derken gururlu çıkıyordu sesi. “Bir teknem var artık.”

Hayalini gerçekleştirmiş demek. Sevincimden gülümserken o devam etti;

“Ama senin için çok geç. Senin hiç hayalin olmadı, asla da olmayacak. Bu yüzden sana çok acıyorum.”

Hep böyleydi huyu kurusun. Arada bir laf ederdi, günlerce zihnimden atamazdım. Yanık tenli yüzüne, tuz kokan, seyrelmiş saçlarına, açık renkli giysilerine baktım. Ne kadar zinde görünüyordu. Benimse omuzlarım inmişti ve gözlerim dolmak üzereydi. Sorar gibi fısıldayabildim sadece;

“Çok geç demek?”

Zafer kazanmış gibi bakıyordu bana. “Evet” manasına gelecek biçimde başını salladı ve arkasını döndü yürüdü. Birkaç adımda kalabalığın içine karıştı. Saat kulesinin orada kaldım tek başıma. Az evvel oturduğum bank boştu. Oturdum. Çantamdan minik şişeyi çıkarıp ellerimi, boynumu kolonyaladım. Cebime attığım dekontları güzelce katlayıp çantama yerleştirdim. İki aydır ödememişim. İnsanlar tabak, tabak yemi kuşlara atıyordu. Kuşlar bir inip, bir havalanıyordu. Daha önce fark etmemiştim: Zamanın akışı ne kadar da tuhaf; bazen hızlı, bazen yavaş ilerliyor. 

Neden öyle dedi sanki? Neden hayallerim olmasın? Benim de istediklerim oldu, hayallerim de vardı. Kimseye söylememek mi kabahat? Mesela daha iyi bir insan olmak isterdim. Daha çok insan beni sevsin, komşularım bana gitsin, gelsin; görümcem de gelsin, geldiğinde uzun kalsın isterdim. Kocamın hayallerini bilmek isterdim. Mesela faturalarımı zamanında ödemek isterdim. Çocuklarım daha huzurlu bir dünyada büyüsün isterdim. Büyüdüklerinde bizi daha sık arasınlar, arada ziyaret etsinler isterdim. Yalnız kalmamak isterdim. Farklı biri olmak isterdim. Mesela daha güzel olmak isterdim, ya da daha akıllı. Bir işim olsun, çok başarılı bir iş kadını olayım isterdim. Mesela hayatım boyunca aynı kişi ile evli kalmak isterdim. Günü geldiğinde ilk ben ölmek isterdim. Geride kalan ben olmayayım isterdim. Ama olmadı hiçbirisi. Olmayacak hayallerini anlatır mı insan?