Seneler önce işyerinde kentin en mühim adamlarından birsinin kızı olan bir iş arkadaşımızı sabahın köründe masasının üzerinde ay ay aylarken görünce makaraları salmıştım ilk. Sonra kadın bana yıllar yılı diş bilemişti. Ben onu orada, o zavallı masanın üstünde göbek atıyor sanmıştım. Nerden bilirdim bir fındık faresi ile karşı karşıya kaldığını?
30 Eylül 2009 Çarşamba
Ecis Böcüş
Seneler önce işyerinde kentin en mühim adamlarından birsinin kızı olan bir iş arkadaşımızı sabahın köründe masasının üzerinde ay ay aylarken görünce makaraları salmıştım ilk. Sonra kadın bana yıllar yılı diş bilemişti. Ben onu orada, o zavallı masanın üstünde göbek atıyor sanmıştım. Nerden bilirdim bir fındık faresi ile karşı karşıya kaldığını?
29 Eylül 2009 Salı
Kedin Var mı Derdin Var
28 Eylül 2009 Pazartesi
Gizemli Kalçalar
(*) Başlık reyting uğruna atılmıştır ve istemeyen resimlere bakmasın, ya da istediği resme istediği niyetle baksın.
24 Eylül 2009 Perşembe
ŞangııııIIIRRRRR !!!
Eskiden, eski radyo programlarının arasında yayınlanan bir reklam spotu vardı;
İlkin bir şangırtı duyulur, ardından bir kadın çığlığı yükselirdi.
Kadın: Ayyyy! Kırıldı..
Erkek: Korkma yenisi Ercan Avize'de..
Kadın mesut kıkırdardı, kıkırtılar mutluluk melodilerine karışırdı. Kırılanın önemsiz bir avize, yenisinin ise malum dükkanda olduğunu hayal ederdik.
Hanımefendi de bu spotu bilirdi. Arkadaşlarını neşelendirmek için "ayyy kırıldı" derdi, kalabalığın içinde bir erkek adresi verirdi. Baygın bakardı erkeğe, erkek o bakışları içerdi.
Hanımefendi eskinin yazlık sinemaları gibiydi, apaçık, uluorta. Yüzünden bir devrin tüm romatik filmlerinden sahneler geçerdi. Bulutlar aniden toplanır, aniden yağmurlar inerdi. Yağmurlar geldikleri gibi gider, yerini kahkalara terkederdi. Hanımefendi, bir halden öbürküne kolay geçerdi. Kendine olanlara çok hassas, kendi dışındakilere hassasiyetten uzak yaklaşırdı. Bu yaklaşım yaklaşma sayılmadığı için, yaklaşır ama dokunamazdı.
Yıllardır yazardı kadın, minik parlak renkli defterine. Kilit altındaki çalışma masası çekmecesinde gizlerdi. Başından geçenleri, aklından geçenleri, kimseye söyleyemediklerini yazardı. İçinde büyüttüklerini, başkasına açamadıklarını, sıklıkla ve yalnızca geceleri. Yatmadan önce. Düşünmeden, içinden geldiği gibi, konuşurcasına, "sevgili günlük" kıvamında yazardı. Yazmayı bitirince kalemi bir kenara koyar, defterini kapatır, aynadaki aksine bakar; bir öpücük aksine, bir öpücük defterine koyar, defteri çekmecesine bırakırdı. Anahtarı kilidinde iki kez çevirirdi. Yıllardır devam eden bir ritüeldi bu. Kadın, kendini yazmak zorunda hissediyordu. O zaman henüz blog icad edilmişti. Edilseydi de bu yazdıklarını ancak ve ancak davetli okuyuculara açabilirdi o da zayıf ihtimal olurdu. Bi rgün davet edip öbür gün red edebilirdi.
Çokça kitap alır, çokça kitap okurdu. Kitaplarını insan, şehir, hayvan ve bitki isimleri ile duygu, sıfat ve filllere göre ayırır bunları kendi içinde alfabetik sıraya sokardı. Askerlikle ilgili kitapları kendi içinde rütbelere ayırırdı, albaydan aşağısının önemsiz olduğunu düşünür içinde albaydan düşük rütbede asker olan kitabı okumazdı. Generaller olsun, herkes onlardan hem korksun ve onlara hayran olsun isterdi. Aslında bu tarzda yapılmış sıralamaya sıralama demenin mümkünü yoktu ama başlamıştı bir kere, artık durmak için çok geçti. Mesela "Savaş ve Barış"ı okumayı bitirince onu kitaplıkta nereye koyacağını uzun uzun düşünmüş ama bir yerlere koyamayıp gizli güncesine şu notu düşmüştü: "22 gün önce Savaş ve Barış"ı okumayı bitirdim, sanırım onu Betül'e vereceğim, çünkü o bir çok güzel kitap". Yazarken devrik cümle kurmayı severdi. Bir yerlerde devrik cümlelerin etkileyici olduğunu okumuştu.
Filmlere sık gider, sinema, sinema gezmeyi severdi. Kış aylarında parlak renkli paltosunu sol koltuk boşsa sol koltuğa, sol koltuk dolu ise katlayıp dizlerine koyar. Sağ yanındakine sokulur izlerdi filmleri. Daha sinemadan çıkmadan unuturdu bazı filmleri, bazılarını sinemadan çıkarken. Saçlarını rüzgar dağıttığı anda unuturdu bazı filmleri, "Ah saçlarım dağıldı, nasıl görünüyorum acaba?". Kolay unuturdu çoğunu ama bazı filmlerden bazı sahneleri atamazdı içinden. Hatırladıkça üzülürdü, hatırladıkça sevinirdi, ama çokça da ağlardı hatırladığı keder dolu sahnelere.
Mesela "Great Expectations" filminden bir kaç sahneyi unutamazdı, akşamları başını yastığa koyup o filmin kimi sahnelerini hatırlamayı çok severdi. Charles Dickens'ın yazdığı kitabı okumuş ama sevmemiş yarıda bırakmıştı. Doksanlı yılların sonunda ilk kez gördüğünde etkilenmiş sonra defalarca izlemişti. Çok sinirlendiğinde ya da diş geçiremeyeceği birine gün içinde kızdığında Gwyneth Paltrow'un o filmdeki halini tartakladığını hayal ederdi.
Miss Havisham, evleneceği gün terkedilmiş zengin bir kadındı. Düğün günü verilecek ziyafetin masasına hiç dokunmamış, sofradaki yemekler, tabaklar, süsler olduğu gibi kalmıştı. Uzak bir akrabası olan genç kız arada onu ziyarete gider. Kız ziyaret ederken, yakındaki balıkçı kasabasından eline yüzüne bakılır bir çocuk malikaneye çağırılır. İki çocuk oyunlar oynar, danslar ederdi. Erkek resime yetenekliydi, kızın resimlerini çizerdi. Kız erkeği mermerden yapılmış çeşme başında usulca öper, aniden kaçardı. Yaşlı kadın küçük erkeğin kıza aşık olması için elinden geleni yapardı. Kendi kalp kırıklığının izlerini küçük erkekte görmek istediğinden bu aşkın altına odunları, kömürleri kürekle sürerdi. Kadın oğlanı kalp kırıklığına kızı da kalp kırmaya hazırlardı.
Oğlan yaşlı kadını ilk kez ziyaret ettiğinde çocuğun minik elini tutup kendi göğsünün sol tarafına yapıştırmıştı kadın. "Bak" demişti, "burada benim kalbim var". Çocuk biraz ürkek, duyuyorum demişti. Sonra kadın "ama benim kalbim kırık" demişti. Hanımefendi izlerken çok hislenmişti. Boğazına doğru bir yumrunun yükseldiğini hissetmiş ama ne yapsa da bu yumruyu geri ittirememişti. O filmi unutamayacağını o sahneyi izlerken anlamıştı hanımefendi, ancak aynı repliğin filmin ilerleyen bölümlerinde karşısına çıkacağını hesap edememişti.
Yıllar geçmiş, ismini saklı tutan biri oğlanın hamiliğini üstlenmiş, yüklü maddi destekte bulunarak istediği sanat eğitimini almasını sağlamıştı. Oğlan hep Miss Havisham'ın kendisine gizliden yardım ettiğini hayal etmişti. Yıllar geçip kız büyüdükçe oğlanın da kıza aşkı büyümüştü. Hep kıza yakın maddi imkanlara kavuştuğunda onunla yola devam etmenin hayallerini kurmuştu.
O gün gelmiş, kız ile birlikte olmuş, çok güzel günleri geçtikten sonra evlenme teklif etmek için evine gittiğinde Miss Havisham. Oğlanın yüzüne bakarak, her bir tepkisini milim milim içerek kızın evlendiğini ve şu anda balayını geçirmek üzere uçakla yola çıktığını söylemişti. Miss Havisham yıllar boyunca bir erkeğin aşk acısı ile yıkılışını izlemeyi planlamış ama oğlanın ona ilk tanıştıklarında söylediği sözleri edeceğini hesap edememişti.
Artık kocaman bir adam olan oğlan kadının elini alıp kendi kalbini üzerine koyarak, Miss "Havisham bu beni kalbim" dedikten sonra "ve benim kalbim kırık, bir daha da düzelmeyecek" diye ilave etmişti. Seyircisiyi ağlatmak üzere son derce planlı, hesaplı kotarılmış bu sahne Hanımefendi'nin uykudan önce hatırladığı son sahne oluyordu yıllardır, kimi zaman.
Hep bir kalp kırsın, birilerini üzsün istiyordu. Hanımefendi kendine hassas, başkalarına vurdumduymazdı. Altyapı tamdı. İşin büyük bölümü kolaydı yani.
Sonra o çocuklar çıktı karşısına. Hep hayalini kurduğu çocuklar, yetişkin olmalarını beklemeye de kendi keyfine göre ehlileştirmeye de vakti yoktu. Çocukların ellerinden neleri varsa, neleri "yoksa" aldı. Yoksa bölümündeki "yok" olanı alması zor olmuştu ama onlar da vermeselerdi madem. Hanımefendi, beklediği gün gelince yayını gerdi, okunu serbest bıraktı. Okun yol üstündeki İlk hedefi çocukların en büyüğüydü, bir içli "ah" sesi çıkardı. Kırılan kalbin sesi hayalindeki cam kırılması sesine pek benzemiyordu, umduğu tam olarak bu değildi. Öfkeli ok yoluna devam etti. İkincisinden çıkan "ah" sesi biraz daha dişe dokunurdu ama yeterli değildi. Ok yoluna devam etti. Sonuncusunun kalbini deldi geçti. Çocuk, hiç ses çıkarmadı. Kadına öfke ile baktı. Kalbi tuzla buz olmuş, kristal kalbi yerlere şangırtı ile saçılmıştı. Kalbi kötü kırılmıştı ama çocuk acısını göstermemeyi bilecek kadar gururluydu.
Miss Havisham'ın yapamadığı hesabı hanımefendi de kitaplayamıştı. Okuduğu hiç bir kitap o çocuğun yüzünde gördüğü, öfke, acı, kıskançlık, inanmama, korku, hırs ve gururu yazmıyordu. Hanımefendi kalbini kırdığı çocuğun gözlerine bir daha bakamadı. O gözlerin gerisindeki kırık kalbi kazanamayacağını anlar gibi olmuştu. Kalbini kırarak insan kazanabileceğini düşünmesi zaten saçmaydı ama o bunu görememişti. Ne güzel kalp kırabildiğine hayran olunsun istiyordu. Oysa çocuk kalbini kırmak çok kolaydı, çocuk düşman kazanmak da kolaydı. O ufacık çocuk iddialı bir düşmandı. Kadının kalbini kırdığı an o çocuk için bir aşk hikayesiydi. Tadını bilmediği intikama aşık olmuştu çocuk.
Hanımefendi o gece çok sinirliydi, içi içine sığmıyordu, yıllarca herkesten gizlediği süslü masallarının içine, oturup şu mısraları yazdı;
Hanımefendi az önce bir çocuğun kalbini kırdınız,
Eğilip yerden almalıydınız,
En azından bir kenara koymalı, veyahutta
Minik ellerine onsekize kadar dayanacak
Tumturaklı bir yapıştırıcı,
Hiç olmadı okkalı bir Perihan Kola bırakmalıydınız.
Hanımefendi az önce çok önemsenecek bir kalbi kırdınız,
Defteri kaparken aynadaki görüntüsüne baktı, eliyle saçlarını kabarttı, bir sağ bir sol profil kontrolü yaptı. Dudaklarını büzer gibi oldu ama ne gülümseyesi, ne kendini ne de defteri öpesi yoktu.
"Sonra bestelerim" dedi.
Sabahlığının eteklerini filmdeki yaşlı kadın gibi zarif biçimde savurarak olduğu yerde döndü. Uğraşıp didinip kazandığı erkek bedeni, yandaki odada derin uykular içinde horluyordu. Hanımefendinin terliklerinin ponponları hafiften titredi, kalın ayak bileklerinin üzerinde dönüp odadan çıkmadan önce ışıkları söndürdü. Bu gece çok sinirliydi, içi içine sığmıyordu.
Dünyalar Benim Oldu
23 Eylül 2009 Çarşamba
Ne Zaman Tırt Olduk?
Şu yukarıda gördüğünüz hoş görünümlü bina, Manisa Hükümet Konağı. Manisa'daki kırtasiyelerde bu binanı farklı açılardan çekilmiş bir çok kartpostalını edinmeniz mümkün. Şu adrese girdiğinizde yüzlerce resmini de alenen ve sürüsüne bereket biçimde görebiliyorsunuz. Tarihi özellikleri, bazı önemli pencerelerdeki antipatik klima çıkıntılarına rağmen korunabilmiş şirin bir bina. Önemli pencerelerin içinde önemli vücutlar "ama diyeyim" secaktan etkilenmesinler. Bu güzel binanın binlerce resmine ve kendisine gidip binlerce defa bakabiliyor, hatta sade ve görkemli görünümüne hayran kalabiliyorsunuz, ya da ön kısmındaki duraklardan dolmuşlara binebiliyor, yaya geçidinden karşıya geçebiliyor, o karşıdaki parkta oturup çayınızı yudumlarken binanın açık renkli konturlarını izleyebiliyorsunuz.. Bunlar yapabildikleriniz, ama ne yapamıyorsunuz? Fotoğrafını çekemiyorsunuz. Heryerde binlerce resmi rahatlıkla bulunan bu yeri resmini çekmek üzere fotoğraf makinanızı doğrulttuğunuzda, yanınızda, dibinizde adeta yerden iki zat-ı muhterem peydahlanıyor, aksesuar olaraka ellerinde telsizleri ile iki sivil polis, "yassah hemşerim" edası ile yaklaşıp o resmi binanın resmini çekerek bir suç işlemeye hazırlanan sizi daha parmağınız denklanşöre değmeden durduruyorlar. Çok da uysallar kimlik sorduğunuzda gösterip sizinle de "bir daha çekmeye kalkışmayın emi" deyip vedalaşarak en yakındaki köşeden sizi kesmeye devam ediyorlar. Tebdir, kardeşim tedbir böyle olmalı.
Resmi binanın resmini çekmemek için kimbilir kaç tane sivil polis görevlendirmişler adamlar günün kimbilir kaç saati oralarda ne zorluklarla turlayıp sivil sivil geziyorlar. hem de ikişerli ikişerli, turluyorlar, fink atıyorlar. Ve diyelim kendini bilmezin biri o binanın resmini çekecek gibi oldu. Hemen yanında bitip durumu kontrol altına alıyorlar. Türk polisi böyle mühim başarılara imza atıyor. Manisa Hükümet Konağı için kimse endişe etmesin bundan böyle kimse resmini çekemez. Rahat uyuyalım.
Blogger'ı geçen sene, bloglarına lig TV görüntülerinden ekleyen bir kaç kişiyi bahane ederek bir anda "şak" diye kapatmışlardı. Üstelik o görüntüler başka sitelerden linkle verilmişti ama ne gam Digiturk Bey bastırmıştı, Hakim Bey karara bağlamıştı. Kapandı. Bir kaç günlük feryada dayanamayıp da nedense açmışlardı.
Bir kaç gündür bloggera zor giriyoruz, girsek yorum bırakamıyoruz. Girdik diyelim yazdıklarımızın yayınlanıp yayınlanmayacağını kestiremiyoruz. Yazımızı yollayasıya bağlantı sorunu yüzünden yazı bir kenarda kaybolabiliyor.
Blogger, "Google"ın bir yan ürünü, bu konudaki şikayetlerinizi Google'a iletebilirsiniz. Türkiye'den çok az sayıda kimse şikayetini dile getirdi. Sanırım, insanların düşüncelerini serbestçe blogları aracılığı ile getirmesi en fazla da dost ülke İran'ın hoşuna gitmiyor. Dost ülke, ki dost olarak biz görüyoruz ama ülkemizi, halkımızı bizim onları gördüğümüz kadar dost gördüklerinin işaretini o ülke bahşetmedi henüz bizlere, tarih boyunca. Bu benimkisi ham bir komplo teorisi, İran'ın Türkiye üzerindeki emelleri ve oyunlarını herkes kendi hayal gücüne göre tahmin edebilir ve süsleyebilir. Bir gerçek var ki ttnet in şu kadar şahane bağlantı hızlarına bu kadar mükemmel servis kalitesine dünyanın en pahalı hizmetini veriyor olmasına rağmen bloggera erişmekte zorlanıyoruz.
İnsanların düşünmesine, fikir üretmesine bir çözümbulsalar tam anlamı ile önüne geçseler ülkelerin servetlerini yöneten kimseler çok mutlu olacaklar aslında. Vatandaşlar zıt görüş üretmese, sahtekarlıkları, yalanları görüp karşısında durmaya kalkışmasa çok sevinecek İran hükümeti değil mi? Ama devrimden sonra bunca yıl geçmesine rağmen hala halk orada olanları içine sindirememiş ve özüzmsememiş. Gericiliğin yaşam standartlarını da, insanca değerleri de geri geri götürdüğünden başka bir delil yok ellerinde. Oylarını çaldıklarında seslerini yükselttiler, için için kaynıyorlar. Dünya blogger sayesinde iranli düz vatandaşın uğradığı haksızlıkların görüntülerinden haberdar oldu, ve o günden sonra iran halkı internet üzerinden erişilemez vaziyette.
Evet biraz dağıttım, çünkü binlerce fotoğrafı ulu orta çekilebilen bir yerin resminin çekilmesinin yasak olduğunu öğrendim kısa bir süre önce. Üstelik insanların fikirlerini paylaştığı yere rahatça girmekte zorlanıyorum. Sıradan bir türk vatandaşına yapılan bu muamele beni rahatsız ediyor.
Sahi biz ne zaman tırt olduk?
21 Eylül 2009 Pazartesi
Biraz da Oynayalım
19 Eylül 2009 Cumartesi
Deli Bayram
O taşra kentinin lunaparkı ninemizin evinin bir kaç yüz metre ötesindeydi. Bir gün lunaparkın ötesine geçmeye cesaret ettik. Büyük caminin oradaki çeşmeye kadar uzandık. Çeşmenin orada gördük o tuhaf adamı. Adam tuhaftı. Çok aksi yüzlüydü, çok kirli elbiseleri vardı. Elinde mavi bir tas tutuyor içindekileri yoldan geçenlere gösteriyor, yoldan geçenler kadınsa çığlık atıyordu.
Ortanca teyzemin kızı ve ben adam doğru yürüdük. Adam aksi yüzlüydü, ağzından çıkan sesler konuşmaya benzemiyordu. Homurdanıyordu sanki. Tasını bize uzattı ve gülmeye başladı. Tasın içinde kurbağa vardı. Adam ve çeşme kenarındaki kurbağası. Adamın gülüşü tuhaftı, adam yetişkindi, yaşları bilecek tecrübeden çok uzaktık ama bizim babalarımızdan da büyüktü onu anlayabiliyorduk. Asık yüzlü adamın çocuk gibi bakan boncuk boncuk gözleri vardı. Adam çocukları yani bizleri sevindirmek için kurbağasını veriyordu bize.
Deli Bayram ile böyle tanıştık. Eve gidince İstanbul'lu kuzenler olan biteni anlattılar. Ev halkı bir daha o adam ayaklaşmamızı yasakladı. Deli Bayram'a bir daha yaklaşmadık.
Yıllar içinde deliye her gün bayram cümlesini kullanıp geyik yapmasını öğrendik. Deli Bayram o küçük şehirden silindi gitti. Kimin nesiydi, kimi kimsesi yok muydu bilmiyorum. Bayram isimli o adamı neyin delirttiğinden de bi haberim.
Aslında Bir bayram kutalamsı yazmak istiyordum ben aklıma Deli Bayram geldi
Herkesin Ramazan bayramı kutlu olsun.. Çocuklar çok ama çok mutlu olsun bu bayram, şekerler, tatlılar onların..
18 Eylül 2009 Cuma
"Hop N'oluyoruz?" Demeye Kalmadan: District 9
Senaryo son derece özenli biçimde hazırlanmış. Belgesel havasında başlayıp ropörtajlarla ilerlemesi, sonra çaktırmadan kurguya geçmiş olması bütün bunları yaparken mantıksal hatalara yer vermemesi filmin en önemli artıları. Ciddi anlamda görsel efektler olmasına rağmen ne yaratık dizaynında abartıp itici olmuşlar ne de uzaylı tüfekleri, savaş araçları ya da uzay araçlarında transformers gibi can sıkıcı olmuşlar. Çok büyük efektler o kadar doğal biçimde belgeselin içine sinmiş ki. Sadece çok iyi bir bilim kurgu filmi değil aynı zamanda çok iyi bir film. Çaktırmadan, seyircinin gözüne sokmadan ırkçılık konusunda da önemli sözler söylüyor. Finali malesef District 10'a fazlaca açık kapı bıraktığından umarım devam filmi çekildiği takdirde suyu çıkmasa bari. Peter Jackson Bey'in filme el verdiği filmin ilerleyen safhalarında efektlerin şapşahaneliğinden ortaya çıkıyor, afişteki zararsız kimse olarak kalmamış zat-ı hobbitimiz.
Dikkat!!! Bundan sonrası fecaaat spoiler içerir!!!
1990 yılında Johannesburg'a bir uzay gemisi gelir, havada parkeder. İki hafta sonra helikopterlerle gemiye gidildiğinde, içeriye giren insanlar, yapışak ve kanlı görümlü zemin üzerinde hasta oldukları ve açlık çektikleri anlaşılan karidesi andıran yaratıkları görürler. Yaratıklar District-9 isimli bir yöreye yerleştirilirler. Kedi mamasına tuhaf bir zaafı olan bu yaratıklara ilk başta acıyan insanlar 20 yıl içinde bu yaratıklardan nefret etmeye başlar. 1,5 milyonu bulan nüfusları ile District 9 a sığmamaya başlayan yaratıkları district 10 a nakletme kararı alınır. Kahramanımız Wikus district 9 un boşaltılmasından sorumludur. Boşaltma emrini her bir hane halkına imzalatırken görmemesi gereken bir aleti görür ve bu aletten yüzüne ve eline sıçrayan sıvı ile tamsından itibaren mutasyona uğramaya başlar bundan sonra olaylar daha da şaşırtıcı biçimde hızla ilerler.
Uzun lafın kısası izlenilesi, zorla da olsa izletilesi bir film.
(Senaryoyu Neil Blomkamp ile Terri Tatchell birlikte yazmış Neill Blomkamp filmi yönetmiş)
17 Eylül 2009 Perşembe
Banliyö Rüyaları
Üçüncü sezonun dördüncü bölümü, "Suburban Dreams" 13 Eylül 2009 tarihinde yayınlandı. Enteresan bir bölümdü, sinema filmi ile dizi film arasındaki sınırları ortadan kaldıran, her bir sahnesi, üzerinde uzun uzadıya çalışılmış, tekrar tekrar izlenecek bir bölümdü. Çünkü bu bölümdeki hiçbir şey sadece görüldüğü gibi değildi. Her şey ikinci izleyişinde daha farklı anlamlara bürünüyordu. İki kez izlediğimi itiraf ediyorum. Kırkbeş dakika bile değil, oturdum iki kere izledim.
Bu bölüm Haziran 1963’te geçiyor, ırkçıların Medgar Evers’ı katlettikleri günlerde.
Betty hastanede, tekerlekli iskemlede kayıt işlemleri için götürülürken yerleri temizleyen bir adam görüyor. Ona “baba” diye sesleniyor. Kimse dönüp bakmıyor, kimse seslendiğinin farkında değil. Kimsenin fark etmediğini görünce kendi kendinden şüpheye düşüyor.
Betty, ameliyat masasında yatıyor. Koluna takılmış olan seruma uyuşturucu damlatılmaya başlamasıyla beraber, ameliyathanedeki telaş içindeki sesler uzaklaşıyor. Betty, yemyeşil elbisesi ile banliyödeki mahallesinin çok temiz, terkedilmiş bir modelinde yürüyor. Narkozun etkisinde gibi değil dizinin ilk başladığı günlerdeki kadar mutlu ve ışıltı saçıyor. Parlak renkteki çimenler ve ağaçlar arasında gözlerini Mad Men’in sadık izleyicilerine dikerek yaklaşırken seyirci ile arasına ağaç dallarından birinden sarkan iplik gibi bir ağ inerek giriyor. Betty ağı yakalıyor, avucunu açtığında yemyeşil bir tırtılın usulca yürüdüğünü görüyoruz.
Betty ile tanıştığımızda; eski bir model ve amerikan rüyasının tam ortasındaki iki çocuklu, mutlu bir ev kadını. Kocasının önüne gelen her kadın ile, her fırsatta beraber olduğunu bilmiyor. Onca mutluluğunun içinde kafasını kurcalayan bir sorun var. Ne olduğunu öğrenmek için profesyonel yardım alıyor. Betty hep endişeli, mutlu iken bile soğuk ve mesafeli. Eski ev arkadaşı ile seneler sonra karşılaştığında o buzdan maskenin altında çok daha farklı birinin olduğuna dair ilk işaretleri alıyoruz. Ne kadar kararlı olduğunu kocasının ilk tedbirsizliğinde anlıyoruz.
Betty, uyuşturucu etkisinde seyretmeye devam ediyor. Az önce yürüdüğü kaldırımdan kendi evine giriyor. Mutfak ile kiler arasında az önce hastanede yerleri temizleyen adam var. Adam yerdeki kanı temizliyor, kafasını kaldırınca adamın Betty’nin iki hafta önce ölen babası Gene olduğunu görüyoruz. Betty sorduğu soruya yanıt olarak “annen daha iyi bilir” yanıtı alıyor. Mutfak masasının yanındaki annesine soruyor. Annesi ayakta duruyor bir eli, kısa süre önce öldürülmüş Medgar Evers’ın omzunda. Zenci adam başını ellerinin arasına almış önündeki tabağa bakarak susuyor. Anne kızına alaycı bir şekilde bakıyor. “Betty, çok konuşanlara ne olur biliyorsun” diyor.
Birkaç saat sonra hastane odasında elinde yeni doğmuş bebeği ve yanında kocası, bebeğe bakarak “adı Eugene” diyor.
Ölüm, hayat, geride kalanlar, yeni doğanlar, mutluluk, mutsuzluk üzerine kırk küsur dakikaya çok şeyi insanın gözüne fazla sokmadan sığdırmayı başarmış bir dizi bölümü. Üstüne bir alay konuşmaya değer kısacık bir film gibi olmuş bu bölüm.
16 Eylül 2009 Çarşamba
Sorular Çok Basit
Bir şeyi basit biçimde algılamak çok zor.
Güzel. O halde. Şimdi; yükseklere bakalım, yükseklere... Çok ama çok yükseklere. Oralarda bizim işlerimizi yapma görevi ile bulunanlara.
Şimdiki sorum şöyle; Yalan söylediklerini, sorumluluğu sudan ve havadan yani bomboş bahanelere yüklediklerini, gizli kapaklı iş çevirmeye kalkışıp bu ortaya çıktığında önce inkar edip ardından "biz öyle yapmak istememiştik" diye çark ettiklerini, sorumlulukları anımsatıldığında kırıcı ve ağır üslupla konuştuklarını düşünüyor musunuz hiç?
Yani arada sırada da olsa....
Indiana Jones'un Karısı
38 yaşındaydı ama taş çatlasın 29’undan dan fazla göstermiyordu. Boy aynasına baktığı zaman gözlerini artık kalınlaşmaya başlayan belinden kaçırıyor ama on sene öncesinin pantolonlarını giymek isteyip de başaramadığında artık kotrolden çıkmış biçimde kilo aldığının farkına varıyordu.
Kadın, üstelik kendi kocası olan adamın bir başka kadının bir erkekle sevişmesi anının gizlice kaydedildiği ve gerçek olup olmadığı bile şüpheli, sözde bir kaydın bulunması peşinde yıllar harcanmasından tiksiniyordu.
“Kaset deme bari şuna visidi de”,
“İçimize fenalık getirdin, yakışıyor mu bak koskoca adam oldun”,
“Artık kapat şu konuyu rezil etme bizi daha fazla” diyordu her gece kocasına.
İki sene öncesine kadar TV karşısında uyuyor diye çıkartırdı ev içi muhaberelerinin çoğunu. Ama artık o da reklam arasında az kestireyim deyip dizinin sonunu kaçırıyor, kocası “uyan artık” dediğinde, “ben uyumuyorum ki” diye inkar ediyordu. Bazen TV karşısında kendi horultusuna uyanıyor, sanki boğazını temizler gibi yapıp horlamasını saklamaya çalışıyordu. Ağustos ayında şeftali reçeli yapmak bir tutku haline gelmişti, kavanozlar dolusu reçel dolaplarda sıra sıra diziliydi. Bu kavanoz üç sene öncesinin şu kavanoz dört sene öncesinin mahsulü diye misafirlerine açıklama yaparken aniden utanmıştı kendisinden. Şeftali reçeli yapma ritüelleri de kavga konusuydu, kocası şeftalinin kabuğuna dokunamayanlardandı. Çocuk gibi soyar beslerse adam bayılırdı zevkinden dört köşe olurdu. Ama şeftali soyarken başkasını görmeye tahammül edemezdi. Vapur yaklaşırken kocası en önden atlardı. “Sen İndiayana Cons olmaya iyi kaptırdın” derdi kendisi beş dakika kadar sonra iskele çıkışında yürürken. Kocası “Sen de Misis Cons’sun fena mı?” diye sorardı. Dern bir iç çekişinden sonra kısa bir süre susardı kadın.
Akrabanın, eş dostun apartman komşularının alay konusu olmuşlardı çoktan. Yolda eski ahbapları ile karşılaştığında dört hamle sonrasını gören satranç oyuncuları gibi olmuştu. Adeta geleceği okuyordu karşılaşma anında sorulan sorular konusunda. Bir tanıdık ile karşılaştığında ilk soru mutlaka “Nasılsın iyi misin?”, ikinci soru ev halkının sağlığına dair, üçüncü soru “daha daha nasılsın?” oluyordu. Bazen ikinci ile üçüncü soru yer değiştiriyor ama dördüncü soru karşısına kim çıkarsa çıksın aynı oluyordu. Eski arkadaşlar, okuldan arkadaşlar, akrabalar, uzak akrabalar, bazen ne ismini ne de yüzünü hatırlayamadığı olsa olsa bir düğün töreninde karşılaşılmış bir daha hiçbir yerde denk gelinmemiş uzak tanıdıklar, hangisi olursa olsun dördüncü soru değişmiyordu. Oğlunun ana okulundan arkadaşının annesi ile karşılaştığı gün çok şaşırdı. Ana okulundan sonra hiç görüşmemişlerdi çocuklar artık yedinci sınıfa gittiklerine göre yedi yıl olmuş düpedüz. Kadın dördüncü soruyu sorunca sağ elinin tırnaklarını o kadar sert geçirdi ki avucuna, hen gözlerinden yaş geldi hem de “Ayyyy” diye, yüksek perdeden çığlığına mani olamadı. Dördüncü soru; “kaset bulundu mu?” oluyordu. Kaset maalesef bulunmamış oluyordu.
Bilgisayarı sevmiyordu, evin içinde davetsiz bir misafir gibi görüyordu onu. Oğlu internetten yemek siparişi vermeyi öğretmişti ona, bazen pizza söylüyorlar TV karşısında hep beraber yiyorlardı. Pizza da kilo aldırıyordu ama iki haftada bir yenilen pizza da tam kilo aldırmazdı değil mi? O yaz oğlu birden boy atmış neredeyse babasının boyunu yakalamıştı. Boyu da uzayınca simsiyah saçları, kapkara boncuk gibi gözleriyle iyice babasına benzemeye başlamıştı, "huyu benzemese bari" diye aklından geçirirken yakalamıştı kendini manavda reçellik şeftali seçtiği bir gün. Eve geldiğinde suçlu gibi bakmıştı oğluna. Oğlu "Anne, Indi geldi, kasedi bulmuş galiba" deyince yüreği ağzına gelmişti. "Hindi gibi ne o öyle? Baba desene adam gibi" diye azarlamıştı oğlanı.
Keyifsiz günlerinde uzaktan gelen bir tanıdık gördü mü ya derhal önceden planlamadığı bir sokağa sapıyor, sapılacak sokak bulamadı mı ilk gördüğü dükkana dalıyor ya da hiç olmadı kaldırım değiştiriyordu. Yolda karşılaşmaların önüne geçmek mümkündü ama apartman komşuları ile karşılaşmanın önüne geçmesi mümkün değildi. Merdivenlerde karşılaşamak için ya koşarak geriye kaçması ve kendini eve kilitlemesi ya da merdivenlerden gerisin geriye dönüp sokaklarda gezmesi gerekiyordu. Dödüncü soruyu apartman boşluğunda henüz savuşturamamıştı. “İndiyana Cons kasedi buldu mu?” diye yarım yarım sormuştu en son karşı komşusunun beş yaşındaki kızı.
Kasedi soran kişi kendi yaşlarındaki bir kadınsa, sorunun altında “kadın olaydın kocan başka kadınların sevişme kasetlerini izlemezdi” alt cümlesini okuyordu. İki misli sinirleniyordu. Bir kere kocası o kasedi izlememişti hiç, ikincisi o kasetin varlığı bile kuşkuluydu. Yine de soran kadının kaşına kirpiğine bakınca, daha soru gelmeden kadının aklından geçeni okuyordu. “Kadın olsaydın kocan başka kadınları izlemeseydi”. Erkeklere ise yaşına bakmadan sinirleniyordu “abla bişey lazım olursa ara” demişler gibi geliyordu. “Kocan hayali kasetlerdeki kadınların peşine düşmüş seni ihmal etmiştir, bunca yıllık komşuyuz, bir işaretine bakar” demeye getirdiklerini zannediyordu.
Kadının aklına şu meşhur kaset konusuna; ne daha ilk başından beri aşırı tepki göstermiş olduğu ve kocası dahil herkesin onu sinirlendirmek için takılmaya devam ettiği, ne de zaman içerisinde bunun herkes için bir alışkanlık haline geldiği gelmiyordu. Indiana Jones'un karısını kimseler rahat bırakmıyordu.
15 Eylül 2009 Salı
Dün, Bugün, Yarın.. Ve Korkarım Daima..
Seneler önce İstanbul'a şiddetli bir yağmur yağmıştı, doksanlı yılların tam ortasına gelen bu afette ülkenin bir çok ünlü isminin faaliyet gösterdiği gösterişte görgüsüzlük sınırı tanımayan binalar, üzerine inşa edildikleri derenin yatağında sel sularına yenik düşmüştü. Seneler geçmiş, bu zaman zarfında tekrar yağmur yağarsa ne yapılacağına dair önlem düşünülmemişti, daha çok ya deprem olursa üzerine yorum yapıyordu önemli çeneler.
-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-
DÜN
İstanbul'da şiddetli yağmur bekleniyordu. Beklenen sular beklendiği gibi aynı yere geri geldiler.
-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-
Normal günlerde işyerine yürüyerek giden işçileri yağmurlu günde bir panel van ile aldırdı bir tekstil firması. Tam şirketin bahçesine girmişlerdi ki, sel suları bir anda işyerinin bahçesine doldu. Aracın ön tarafında oturan üç kişi kendilerini dışarı atarak kurtulmayı başardılar. Arkadaki kapalı kısımda oturan yedi işçi kadın sularda boğularak öldüler.
İkitelli Basın Ekspres Yolu'ndaki dere ve Bağcılar'daki Tavukçu Deresi taştı. Bağcılar ve Başakşehir'de çok sayıda ev ve işyerine sular doldu. Havaalanı'na ulaşımı sağlayan Basın ekspres yolunda sular altında kalan yüzlerce araç ve araçlarının üzerine çıkan yüzlerce kişi kurtarılmayı beklemeye başladılar.
Sel ile dağmadağın olan İkitelli, Bağcılar, Küçükçekmece ve Başakşehir'de yoğun yağışla birlikte su altında kalan ev işyerlerinden yağma olayları başladı. Bazı kişilerin özellikle zücaciye ve beyaz eşya dükkanları ile bu tür eşyaların bulunduğu depolara girerek porselen tabak, ütü, ısıtıcı ve benzeri ürünleri çaldıkları görüldü.
Köprüler yıkıldı, vatandaşlar araçlarında sel sularına kapılıp öldüler.
BUGÜN
Selimpaşa'da incelemelerde bulunan Bayındırlık ve İskan Bakanı Mustafa Demir, "Son yüzyılın en yüksek yağışını aldık. Yağışın hafta sonuna doğru tekrar artma riski var. Büyük bir afet, büyük altyapı hasarları var" dedi. Vatandaşların mağduriyetlerin giderilmesinin görevleri olduğunu vurgulayan Demir, ''İmkanlar, yasalar çerçevesinde Hükümetimiz, Sayın Başbakanımızı bilgilendireceğiz bu çalışmalarımızdan dolayı. Hükümetimiz her zaman en seri şekilde vatandaşımızın yanındadır, yaraları sarma noktasında vatandaşların mağduriyetlerini gidermek, zaten varlık sebebimiz...'' dedi. Demir, hayatını kaybeden vatandaşlara Allah'tan rahmet ve ailelerine baş sağlığı diledi. Bakan Demir, ''Altyapı hasarlarını giderirsiniz, mağduriyetleri giderirsiniz ama kaybettiğiniz canı geri getiremezsiniz. bu konuda çok üzüntülüyüz'' diye konuştu.
-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-
Öte yandan İstanbul Valisi Muammer Güler, yağmalama olaylarını yalanladı.Vali Güler, ''Oradan çıkan malın da kimse tarafından alınması söz konusu değil. O konuyla ilgili arkadaşlarımız çalışıyorlar'' dedi.
-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-
Ceza hukukçusu Doç. Dr. Yılmaz Yazıcıoğlu, İstanbul’da selin ardından yaşanan yağma olayları ile ilgili olarak “Her ne kadar buna ‘yağma’ diyorsak da bu Ceza Kanunu’nda ‘nitelikli hırsızlık’ suçu olarak düzenlenmiş bulunuyor. Çünkü burada malları almak için cebir ve şiddet kullanılmıyor. İnsanların içine düşmüş olduğu doğal afetine etkilerinden, insanların buna karşılık veremeyeceği durumdan yararlanarak bir hırsızlık durumu var. Bu suçu TCK’nın 142. maddesi düzenliyor." dedi.
-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-
Beraber ve solo eserlerde aşağıdaki makam Türk halkına uygun görüldü;
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan:
"Derenin intikamı ağır olur. Şu anda olan da budur. "
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım:
"Kendi elimizle Allah’ın yarattığı doğayı katlediyoruz. Kamu idaresinin ihmali olduğu kadar vatandaşın da var. "
Çevre Bakanı Veysel Eroğlu:
"Bu hakikaten bir tufan belirtisi. Buna ne Amerika’da ne Türkiye’de alınacak önlem yoktur. "
İstanbul Valisi Muammer Güler:
"Altyapıda bazı sorunlarımız yok değil, ama bu yağış çok güçlü altyapıların bile dayanamayacağı nitelikte. "
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş:
"İnsanoğlunun doğayı hoyratça kullanmasının faturası. Buzullar erimeye başladı, ekolojik kıyametten bahsediliyor. "
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay:
"‘Silivri’den neredeyse Gebze’ye kadar bütün bu alanı İstanbul saymak da ne kadar tarihen doğru, ne kadar şehircilik açısından doğru?’ Bu sorgulanmalı. "
-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-
Selden sonra, seli gören, Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü "Şiddetli Yağış ve Selden Korunma" başlığı altında sel esnasında yapılması gerekenleri halka duyurdu. Duyuruya göre yapılması gereken ancak cahil halk tarafından yapılmamış olanlar şunlardı:
1- Kulaklarınızı, gözlerinizi açın;
Son meteorolojik durumla ilgili güncel bilgiye sahip olun. Sel uyarılarını radyo ve TV'dan takip edin. Meteoroloji'den telefonla bilgi alın. Selleri tahmin etmek onları tetikleyen olayların türü ve doğasına bağlıdır.
2 - Unutmayın;
Kısa süreli yoğun yağış ani sele, uzun süreli yağışın nehirlerin taşmasına neden olacağını unutmayın.
3 -Hazırlıklı Olun;
Selden önce evde değerli eşya ve önemli belgeleri yüksek yerlere kaldırın. Varsa afet ilk yardım çantasını yanınıza alın. Zarara yol açabilecek ya da zarar görebilecek eşyaları içeri alın. Su kaynakları kirlenebileceğinden, yedek içme suyunuzun olduğundan emin olun Suyun evi terk ettiği her yerden içeri de girebileceğini hatırlayın. Kum torbaları temin edin.
4 - Aman Dikkat!!!
Selin kullanabileceği ark, hendek, vadi ve kanyon gibi yerlerden uzak durun, açık alandaysanız en yüksek cisim siz olmayacak şekilde tepeye çıkın. Sel sırasında "Güvende olun" Yüksek yerlere çıkın. Asla sel suyu içinde araba kullanmayın, ölümlerin %80'inin araç içinde olduğunu unutmayın. Aracınızı selden etkilenmeyecek bir yere çekin. Sel suyu, akıntı ya da nehirlerde yürümeye çalışmayın. Hızla akan 15-20 cm derinlikteki suyun bir insanı devirebileceğini akıldan çıkarmayın. Ev yada işyerinizi boşaltmanız gerekiyorsa elektrik, doğalgaz vb.. kapatın. Çok gerekli olmadıkça yolculuğa çıkmayın.
5 - Geçmiş olsun, Yarabbi Şükür;
Selden sonra "Tedbiri elden bırakmayın" Binalardaki yapısal hasarı kontrol edin. Karanlıktaysanız mum değil el feneri kullanın. Sel suyu ile temas etmiş bütün gıda malzemelerini konserve dahil atın.
YARIN
İstanbul Meteoroloji Bölge Müdürü Mustafa Yıldırım, İstanbul açısından yağışların etkisini pazar günü kaybedeceğini söyledi. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, düzenlediği basın toplantısında Ankaralılara ilginç bir uyarı yaptı:
“Özellikle dere yataklarında oturanlar ve bodrum katlarında sık sık evini su basanlar bu 2 gün çok dikkatli olmalı. Gece yarısı aniden sağanak halinde gelebilecek yağmur ciddi sıkıntılar yaratabilir. Sel sularının geçeceği yerlerde bulunanlar, araçlarını dere yataklarına değil, yüksek yerlere park etsin.” diyen Sayın Gökçek, Ankaralılara sele uykuda yakalanmamalarını tavsiye ederek, “Eğer ciddi bir tehlike bekliyorlarsa bir üst katta komşuda falan kalmalarında fayda var” şeklinde konuştu.
VE DAİMA...
1999 depreminden sonra Türkiye'nin dört bir yanından deprem yöresine gıda, giysi, barınak yardımları gönderilemeye çalışıldı, bir çok vatandaşımız da işini gücünü bırakıp bu yöredeki zor durumdaki kurtulanlara yardım edebilmek için oraya gittiler. İnsaniyetin ölmediğini görmek olayın tüm acı verici boyutlarına rağmen hüzünlü bir mutluluk veriyordu insana.
İyilik sever insanların yanısıra bir çok fırsatçı da yaşadıkları şehirlerden yanlarına aldıkları ekmek, peynir ve şişe suyunu orada son derece fahiş fiyattan sattılar. Öte yandan organ mafyasının depremden sağ kurtulabilenler üzerinde son derece başarılı operasyonlar gerçekleştirdiği, cesetlerin ise asla bulunamadığı söylentileri yayıldı.
Yağma ve talanı yapanlar, insanlık dışı eylemleri gerçekleştirenler malesefe içimizde yaşıyor, felaket anında buraya ışınlanmıyorlar.
Resimde yardımsever, çalışkan, dürüst vatandaşlarımızı mutlu bir anlarında görüyoruz.
-&%+^!=&%-&%+^!=&%-&%+^!=&%-
Canını seven tepelere çıksın ey aziz türk halkı!!!
8 Eylül 2009 Salı
Marika'nın Göz Yaşları
7 Eylül 2009 Pazartesi
Haberlere Dikiz
5 Eylül 2009 Cumartesi
Kalça Mankeni
Filmin sonlarına doğru John Travolta'nın canlandırdığı karakterin ağzında Denzel Washington'un aldığı laflar ile çözümlemey ve kim olduğuna dair ipuçları elde etmeye başlıyorlar. Verdiği ipuçlarından biri de yıllar önce çok iyi para kazandığı bir dönemde bil "kalça mankeni" ile hafta sonu bir partiye katılmak üzere İzlanda'ya uçak ile gitmiş olmaları. Aniden "yahu filmde bir tane göğüs bir tane kalça bir çıplak vücut yok kalça mankeni ile bu açığı mı kapatacaklar acaba dedim" kendi kendime. Tabi filmin alt yazısını çevirenin uydurması zaten kalça mankeni diye bir şey yok. Türk seyircisini "tüm bir film boyunca metronun kapkara tünellerini seyrettiniz alın size birazdan istediğiniz kadar kalça göstereceğiz" hissiyatına büründürmeye ne hakkınız var? Ne güzel macera filmi izliyoruz. Travolta da, Washington'da kendi dillerinde kalça mankeni anlamına gelecek bir tek kelime etmiyorlarken üstelik nedir bu atmasyon? Çevirmeninizde sözlük mü kalmadı yoksa? Adamlar "elf model" diyor, yani elf gibi, dal gibi, zayıf, güzel, sapsarı saçlı anlamına geliyor dedikleri. Elf ne zamandan beri kalça oldu?
Aynı çevirmene yüzüklerin efendisini çevirtselerdi nasıl olurdu ama, orta dünyada kafanı ne taraf çevirsen karşına kalça çıkıyor, hem de triloji. Emmanuelle serisine dönerdi mübarek. Yazarının öbür dünyada gözleri, kulakları, ruhu şenlenir miydi onu bilmiyorum ama, Türkiye'deki "Yüzüklerin Efendisi" seyircisi izleyicisi sayısında patlama yaşanırdı.
Film dediğim gibi finaline doğru baş karakter ile eşinin yaptığı "eve gelirken 2 galon süt getir muhabbeti anında bir 30 saniye kadar bayıyor ki o kadar süre baymak baymak sayılmaz. İzlemesi kolay, kendine baktıran bir film işte.
Yüzüklerin Efendisi de nasıl bir filmdir, izleyenler merakla bekledi her sene bir sonraki bölümü n gösterime girmesini. Bir de o filmi izlerken ruhu sıkılanlar var, çok az sayıda ama, az ve de öz sayıda. Ben de aynı yönetmenin King Kong filmini izlerken sıkılmıştım hiç bitmeyecek sanmıştım ama bittiği için de az şükretmedim. Kadir kıymet bilirim, şükretmesini de bilirim. (Geyik başlatan sözler bunlar. Başladı mı bitmeyen sözler. Eyvah kısır döngüye giriyorum. Looplarsam biri bana gelsin... Ferhat Göçer senden de bu şarkından da nefreTH ediyorum lan)
Film konusu şöyle dursun, evdeki cdleri mp3 çevirip çevirip saklamaya cd leri de satmaya karar verdim vereli. Türk müziğinin neden doğru düzgün bir adım ileri gidemediğini neden adam gibi bir arşivimizin olmadığını, cd lere ilk geçildiği yıllarda en dandik avrupa ülkesi bile eski albümlerini cd ortamına aktarmışken bizimkilerin daha yeni yeni, arada 30 yıl fark var dikkatinizi çekerim farkettim. 1990 lı yıllardan itibaren günümüze kadar olan türkiye baskısı cdlerde tarih yok. Bir kaç tane albümün istisnası var, bir kaç albümün ismi seneyi barındırıyor, bir ara bandrollere yılı belirten bir kaç işaret koymuşlar o kadar. Bu müzik işine yıllarını vermiş adamlar bu kadar mı kalın kafalı olur? Yazsana albümün bir tarafına yapıldığı seneyi. Albümün başrolündeki Jön/artiz/şantöz sereserpe poz vermiş yedi düveline, kuaförüne, ayağına deniz kestanesi battığı vakit pansuman yapan eczacı yamağına kadar teşekkürle donatmış cdyi bir tane sene/yıl/tarih işareti yok. Çok arşivlersiniz müziğinizi. Demedi demeyin sonra.
Kıllanan adam modumdayım anlaşıldı.
CD ve tabi daha önceden kaset. Ürünleri ambalajlamasını icad edenler bu icadın türklerin eline geçeceğini hesaba katmamışlar tabi daha bir çok icad gibi. Cdleri bir jelatinliyorlar, açmak için belli bir teknik geliştirmezseniz çok uğraşır zor açabilirsiniz. CD elinizde ambalajlı vaziyette siz açamadığınız için üstünde zıplayarak sinir krizi geçirirsiniz rahatlıkla.
Bir de dışını kartondan yapmanın maliyeti düşürdüğünü keşfetti ya Ercan Saatçi tipli uyanıklar, o kadar kalitesiz mi olur bir cdnin zarfı? Hiç mi yabancı örneklerini alıp bakmadınız elinize? Hiç mi Avrupa, Amerika görmediniz? Oralara kendi sektörünüzle ilgili araştırma yapmak üzere giden bakan peşine it sürüsü gibi takılmadınız? Gittiniz gitmesine de heyetçe otele odalarına kapanıp bedava sandığınız porno kanallarını izlemekle geçti inceleme gezileriniz. Bir insan kendi mesleği ile ilgili kafa patlatır ya.. Nedir bu çektiğimiz sizin gibi zevksiz, köy kurnazı müzik prodüktörlerinden çektiğimiz, müziğin kalitesine değinmedim bakınız ben dış görüünüşle ilgili ve yüzeyselim şimdilik.
2 Eylül 2009 Çarşamba
Davulun Sesi
Davul ile ilgili şu karikatürü pek bir beğendim. Az dursun şurada...