Sultan, vezirine her gece bir bakire getirmesini, gece sona erince de kızların öldürülmesini buyurmuştu. Bu böylece üç yıl sürüp gitti ve kentte bu süvarinin saldırısına yarayacak genç kız da kalmadı. Ama vezirin güzeller güzeli bir kız vardı ve adı Şehrazad'dı. Ağzından bal damlayan bu kızı dinlemelere doyum olmazdı.
Sen sözcüklerle düşünüyorsun, sana göre dil, senin dokuduğun sonsuz bir iplik gibi, sence yaşam sanki anlattıkça var. Bense, bir fotoğrafta dondurulmuş görüntülerle düşünüyorum...
,,,"Bana bir masal anlat derim" sana.
"Nasıl bir masal istiyorsun?"
"Hiç kimseye anlatmadığın bir masal anlat bana"...
Rolf Carlé
SONSUZ YAŞAM
Öyküler çeşit çeşittir. Kimi daha anlatılırken doğar, onların malzemesi dildir; birisi onu sözcüklere dökmeden önce bu sadece yaşanmış bir heyecandır, zihnin bir kaprisidir, bir görüntüdür ya da dokunulmazlığı olan bir anıdır. Kimileri ise anlamını yitireceği korkusunu taşımadan sonsuza dek yinelenebilecek türden, elmalar gibi bütünlük taşıyan öykülerdir. Gerçek dünyadan alınıp sonra üzerinde hayal gücüyle çalışılanı da vardır, bir anlık bir esinle doğan ve anlatıldıktan sonra gerçekli kazananı da....
TOSCA
Babası onu piyanonun önüne oturttuğunda sadece beş yaşındaydı, on yaşına geldiğinde Maurizia Rugieri, pembe organza giysisi, rugan ayakkabılarıyla Garibaldi Klüp'te ilk konserini, çoğunlukla İtalyan kolonisinden oluşan hayırsever bir topluluk karşısında verdi. Konserin bitiminde, ayaklarına buket buket çiçekler bırakıldı, klübün başkanı ona günün anısı olarak bir plaket ile kurdeleler ve dantellerle bezeli porselen bir bebek armağan etti.
"Maurizia Rugieri, seni bir dahi çocuk, yeni bir Mozart olarak esnliyoruz. DÜnyanın en büyük sahneleri seni bekliyor," diye bir konuşma yaptı sonra da.
Çocuk alkışların ve özellikle de annesinin gurur dolu ağlamasının kesilmesini bekledikten sonra hiç umulmayan, müthiş güvenli bir sesle konuşmaya başladı;
"Bu son piyano çalışımdı. Ben şarkıcı olmak istiyorum," diye açıklamada bulunduktan sonra bebeği bir ayağından sürükleyerek sahnede ayrıldı.
İNTİKAM
O güneşli öğle üzeri, Dulce Rosa Orellano, Karnaval Kraliçesi seçilerek, yasemin taçla süslenince, öteki adayların anneleri bunun hiç de adil bir seçim olmadığını, kızın kazanmasının tek nedeninin, eyaletin en güçlü adamı olan Senatör Anselmo Orellano'nun kızı olduğunu öne sürerek mırıldandılar. Bu kızın sevimli olduğunu, piyano çaldığını, ötekilerden daha iyi dans ettiğini kabule diyorlardı ama, aday olan daha pek çok güzel kız vardı. Sahnede organza giysisi
çiçekten tacıyla kalabalığı selamlayan kızı gördüklerinde, dişlerinin arasından lanetler okudular ona. Bu yüzden de, bir kaç ay sonra, Orellano'ların evine giren ve yitmi beş yıl yakalarını bırakmayacak olan o talihsizlik kimilerini pek sevindirdi...
...Köpekler onun kokusunu ta uzaktan duydukları ter, kan ve üzerini sarmalayan keder yüzünden tanıdılar, geçmesi için ona yol açtılar. Adam anahtarı kilide soktu, ağır ağır kapıyı açtı, gözlerini saran o sisin ardından kendisini bekleyen Dulce Rosa'yı gördü. Kız karnavalda giydiği organza giysisine bürünmüştü, saçlarına da çiçek takmıştı.
Ayakları dibinde bir kan gölü oluşurken, silahını kızına doğrulttu, "Zamanı geldi kzıım," dedi.
"Beni öldürmeyin babacığım," diye sertçe yanıtladı kızı, "Bırakın yaşayayım, sizi öcünüz de kendi öcümü de alayım."
Senatör Anselmo Orellano, kızının o onbeşlik yüzüne baktı, Tade Céspedes'in ona neler yapabileceğini geçirdi aklında, ama Dulce Rosa'nın o saydam gözlerinde öyle bir güç vardı ki, kızın onun öcünü alabilmek için herşeye karşın ayakta kalabileceğini anladı. Kız yatağın üzerine oturdu, babası da silahı kapıya doğrulatarak onun yanına ilişti.
Can çekişen köpeklerin uluması susunca kapının demiri düştü, kilit havaya uçtu, bir kaç adam odaya daldı; Senatör bilincini yitirmeden altı el ateş etmeyi başardı. Tadeo Céspedes, kollarının arasında can çekişen bir ihtiyarı tutan bu yasemin taçlı melekle karşılaşınca düş gördüğünü sandı, kızın giysisi kanla ala boyanıyordu, ama acım ahissi uyandırmıyordu, çünkü gözlerini şiddet bürümüştü, saatler süren çatışma sinirlerini yıpratmıştı.
"Bu kadın benim olacak, " dedi, adamları ona el sürmeden....
BEYAZ ZAMBAK
..."Ağlama. Artık bir yerim acımıyor, iyiyim," dedi Azucena (beyaz zambak) seherde.
"Senin için ağlamıyorum, kendim için ağlıyorumi benim her yanım acıyor," diye gülümsedi ona Rolf Carlé.
..bir pompa bulmuştum, ertesi sabah askeri bir uçakla gönderilmesi için generalin biriyle bağlantı kurmuştum. Ama o üçüncü günün akşamı, kuartzlı lambaların parıltısı ve yüzlerce televizyon kamerasının merceği altında Azucena teslim oldu, onu son ana dek destekleyen arkadaşının gözleri içinde eriyip gitti bakışları. Rolf Carlé canyeleğini çıkarttı, gözlerini kapattı, onu bir kaç dakika göğsüne bastırdı. Sonra onu bıraktı. Yavaşça battı kız, çamurda bir çiçekti.
Bana döndün ama artık aynı erkek değilsin. Arada sırada seninle televizyona geliyorum, Azucena'nın kasetlerini seyrediyoruz, sen bunları dikkatle inceliyorsun, onu kurtarabilmek için daha neler yapılmalıydı diye düşünüyorsun, hani o anda aklına gelmeyen bir şey var mıydı diye soruyorsun kendine. Ya da belki kendini bir aynada çırıl çıplak görebilmek için izliyorsun onları. Senin fotoğraf makinelerin bir dolaba kilitlendi, ne yazıyorsun, ne şarkı söylüyorsun, saatlerce pencerenin önünde oturup dağları seyrediyorsun. Yanında, ben bekliyorum, kendi içinde çıktığın bu yolculuğu bitirmeni, eski yaralarını iyileştirmeni bekliyorum. Biliyorum ki, sen bu karabasanlardan geri döndüğünde, gene el ele yürüyeceğiz, eskiden olduğu gibi.
Ve sözlerini bu anında Şehrazat tanyerinin ağardığını gördü ve sustu.
Eva Luna Anlatıyor - Isabel Allende - Öyküler
Çeviren: Eren Yücesan
Can Yayınları - 1991
Meraklısına Linkler: