30 Eylül 2012 Pazar

100 Müzikli Sahne

Filmlerde beğendiğimiz ya da aklımızda yer etmiş sahnelerden müziği çıkardığınızda izleyiciler üzerinde aynı tesiri yaratmadığını düşünür çoğu insan. Müzik doğru miktarda bve doğru yerde devreye girdiğinde sahnenin etkisini artırır. 

Zamanında o etkiyi arttırmış ve hafızalarda yer etmiş yüz film sahnesini izlemek isterseniz buraya buyurun lütfen. 











28 Eylül 2012 Cuma

Eva Luna Anlatıyor

Sultan, vezirine her gece bir bakire getirmesini, gece sona erince de kızların öldürülmesini buyurmuştu. Bu böylece üç yıl sürüp gitti ve kentte bu süvarinin saldırısına yarayacak genç kız da kalmadı. Ama vezirin güzeller güzeli bir kız vardı ve adı Şehrazad'dı. Ağzından bal damlayan bu kızı dinlemelere doyum olmazdı.


Sen sözcüklerle düşünüyorsun, sana göre dil, senin dokuduğun sonsuz bir iplik gibi, sence yaşam sanki anlattıkça var. Bense, bir fotoğrafta dondurulmuş görüntülerle düşünüyorum...
,,,"Bana bir masal anlat derim" sana.
"Nasıl bir masal istiyorsun?"
"Hiç kimseye anlatmadığın bir masal anlat bana"...
                                                                           Rolf Carlé

SONSUZ YAŞAM
Öyküler çeşit çeşittir. Kimi daha anlatılırken doğar, onların malzemesi dildir; birisi onu sözcüklere dökmeden önce bu sadece yaşanmış bir heyecandır, zihnin bir kaprisidir, bir görüntüdür ya da dokunulmazlığı olan bir anıdır. Kimileri ise anlamını yitireceği korkusunu taşımadan sonsuza dek yinelenebilecek türden, elmalar gibi bütünlük taşıyan öykülerdir. Gerçek dünyadan alınıp sonra üzerinde hayal gücüyle çalışılanı da vardır, bir anlık bir esinle doğan ve anlatıldıktan sonra gerçekli kazananı da....

TOSCA
Babası onu piyanonun önüne oturttuğunda sadece beş yaşındaydı, on yaşına geldiğinde Maurizia Rugieri, pembe organza giysisi, rugan ayakkabılarıyla Garibaldi Klüp'te ilk konserini, çoğunlukla İtalyan kolonisinden oluşan hayırsever bir topluluk karşısında verdi. Konserin bitiminde, ayaklarına buket buket çiçekler bırakıldı, klübün başkanı ona günün anısı olarak bir plaket ile kurdeleler ve dantellerle bezeli porselen bir bebek armağan etti. 
"Maurizia Rugieri, seni bir dahi çocuk, yeni bir Mozart olarak esnliyoruz. DÜnyanın en büyük sahneleri seni bekliyor," diye bir konuşma yaptı sonra da.

Çocuk alkışların ve özellikle de annesinin gurur dolu ağlamasının kesilmesini bekledikten sonra hiç umulmayan, müthiş güvenli bir sesle konuşmaya başladı;
"Bu son piyano çalışımdı. Ben şarkıcı olmak istiyorum," diye açıklamada bulunduktan sonra bebeği bir ayağından sürükleyerek sahnede ayrıldı. 

İNTİKAM
O güneşli öğle üzeri, Dulce Rosa Orellano, Karnaval Kraliçesi seçilerek, yasemin taçla süslenince, öteki adayların anneleri bunun hiç de adil bir seçim olmadığını, kızın kazanmasının tek nedeninin, eyaletin en güçlü adamı olan Senatör Anselmo Orellano'nun kızı olduğunu öne sürerek mırıldandılar. Bu kızın sevimli olduğunu, piyano çaldığını, ötekilerden daha iyi dans ettiğini kabule diyorlardı ama, aday olan daha pek çok güzel kız vardı. Sahnede organza giysisi
 çiçekten tacıyla kalabalığı selamlayan kızı gördüklerinde, dişlerinin arasından lanetler okudular ona. Bu yüzden de, bir kaç ay sonra, Orellano'ların evine giren ve yitmi beş yıl yakalarını bırakmayacak olan o talihsizlik kimilerini pek sevindirdi...
...Köpekler onun kokusunu ta uzaktan duydukları ter, kan ve üzerini sarmalayan keder yüzünden tanıdılar, geçmesi için ona yol açtılar. Adam anahtarı kilide soktu, ağır ağır kapıyı açtı, gözlerini saran o sisin ardından kendisini bekleyen Dulce Rosa'yı gördü. Kız karnavalda giydiği organza giysisine bürünmüştü, saçlarına da çiçek takmıştı.

Ayakları dibinde bir kan gölü oluşurken, silahını kızına doğrulttu, "Zamanı geldi kzıım," dedi.
"Beni öldürmeyin babacığım," diye sertçe yanıtladı kızı, "Bırakın yaşayayım, sizi öcünüz de kendi öcümü de alayım."

Senatör Anselmo Orellano, kızının o onbeşlik yüzüne baktı, Tade Céspedes'in ona neler yapabileceğini geçirdi aklında, ama Dulce Rosa'nın o saydam gözlerinde öyle bir güç vardı ki, kızın onun öcünü alabilmek için herşeye karşın ayakta kalabileceğini anladı. Kız yatağın üzerine oturdu, babası da silahı kapıya doğrulatarak onun yanına ilişti. 

Can çekişen köpeklerin uluması susunca kapının demiri düştü, kilit havaya uçtu, bir kaç adam odaya daldı; Senatör bilincini yitirmeden altı el ateş etmeyi başardı. Tadeo Céspedes, kollarının arasında can çekişen bir ihtiyarı tutan bu yasemin taçlı melekle karşılaşınca düş gördüğünü sandı, kızın giysisi kanla ala boyanıyordu, ama acım ahissi uyandırmıyordu, çünkü gözlerini şiddet bürümüştü, saatler süren çatışma sinirlerini yıpratmıştı. 
"Bu kadın benim olacak, " dedi, adamları ona el sürmeden....

BEYAZ ZAMBAK
..."Ağlama. Artık bir yerim acımıyor, iyiyim," dedi Azucena (beyaz zambak) seherde.
"Senin için ağlamıyorum, kendim için ağlıyorumi benim her yanım acıyor," diye gülümsedi ona Rolf Carlé.
..bir pompa bulmuştum, ertesi sabah askeri bir uçakla gönderilmesi için generalin biriyle bağlantı kurmuştum. Ama o üçüncü günün akşamı, kuartzlı lambaların parıltısı ve yüzlerce televizyon kamerasının merceği altında Azucena teslim oldu, onu son ana dek destekleyen arkadaşının gözleri içinde eriyip gitti bakışları. Rolf Carlé canyeleğini çıkarttı, gözlerini kapattı, onu bir kaç dakika göğsüne bastırdı. Sonra onu bıraktı. Yavaşça battı kız, çamurda bir çiçekti.

Bana döndün ama artık aynı erkek değilsin. Arada sırada seninle televizyona geliyorum, Azucena'nın kasetlerini seyrediyoruz, sen bunları dikkatle inceliyorsun, onu kurtarabilmek için daha neler yapılmalıydı diye düşünüyorsun, hani o anda aklına gelmeyen bir şey var mıydı diye soruyorsun kendine. Ya da belki kendini bir aynada çırıl çıplak görebilmek için izliyorsun onları. Senin fotoğraf makinelerin bir dolaba kilitlendi, ne yazıyorsun, ne şarkı söylüyorsun, saatlerce pencerenin önünde oturup dağları seyrediyorsun. Yanında, ben bekliyorum, kendi içinde çıktığın bu yolculuğu bitirmeni, eski yaralarını iyileştirmeni bekliyorum. Biliyorum ki, sen bu karabasanlardan geri döndüğünde, gene el ele yürüyeceğiz, eskiden olduğu gibi.


Ve sözlerini bu anında Şehrazat tanyerinin ağardığını gördü ve sustu.






Eva Luna Anlatıyor - Isabel Allende - Öyküler
Çeviren:  Eren Yücesan
Can Yayınları - 1991

Meraklısına Linkler:

26 Eylül 2012 Çarşamba

Fantastik Korku Fİlmlerinde Gördüklerimiz Gerçek Olursa.

Yaşayan ölülerin konu edildiği filmler, G. A: Romero'nun elini atmasından beri dönem dönem popüler hale gelir ve ardarda zombi filmleri çevrilir. Film çekme teknikleri ve ekipmanları geliştirildikçe neredeyse her on yılda bir furya halinde ortalığa dökülen yaşayan ölü filmlerindeki korkulası yaratıkların da devinimleri giderek gelişir. İlk zombi filmlerinde, gizli deneylerin sürdürüldüğü labaratuvardan sızan tuhaf bir kimyevi maddenin öldürdüğü insanlar, tekrar ayağa kalkıp, kimyevi maddeden etkilenmemiş insanlara saldırıp onları öldürürken, son derece sarsak, hiç de çevik olmayan robota benzeyen hareketlerle devinirken, kurbanların onlardan kaçması hayli kolay olurdu. Ancak 2000'li yıllardan itibaren çekilen zombi filmlerinde yaratıklar hem çok çevik hem de artık düşünme yetileri gelişmeye başladı. 2000'lerden beri bu tarz filmler öyle tuttu ki, bilgisayar oyunundan türetilmiş Resident Evil serisinin beşinci bölümüne gelindi. Bu seride sadece ölü insanlar değil, hayvanlar hele ki kuşlar da öldükten sonra saldırgan yaratıklara dönüşerek hayata dönüyorlar. Bu serideki insan zombiler ise hayli atak ve üstelik akıll;, Paçayı kurtarmak için uzak doğu yakın dövüş sanatlarında hayli tecrübeli olup her tür ateşli silahı tereddütsüz, ustaca kullanmak bile yeterli olmayabiliyor. .Derken iki yıldır gösterildiği ülkelerde ilgi çeken Walking Dead TV dizisi devreye girdi. Bunların hepsinde bir kaza ya da, kontrolden çıkmış bir virüsün dünyada bir salgına sebep olması ve ölenlerin ayağa kalkıp canlılara saldırmaları konu edilir.

Beni en korkutan iki yaşayan ölü filmi ise... 28 Day Later ile onun devamı olan 28 Weeks Later oldu. Bu iki filmde alışık olduğumuz zombi filmlerindeki ölüler dünyayı sarmaz, aslında yaşayan ölü bile değildir buradaki tehlike. Bir ilaç firmasının öfke kontrolü ile ilgili bir ilaç geşiştirmek üzere deneyler yaparken, maymunlara eziyet edilmesini önlemek isteyen çevreci bir grup labaratuvarı basarak maymunları serbest bırakır. Maymunlara zerk edilen "öfke" virüsü ısırılan yerden salya ile bulaşarak girdiği vücuda hızla etkin biçimde yayılmaktadır. Nedensiz bir öfke insanları ele geçirir ve bu öfke nöbeti geçmez. Öfkeli insanlar bir araya gelerek virüsten etkilenmemiş insanları hedef seçmektedir. Sağlıklı insanlar korkunç bir öfkenin ele geçirdiği insanların hedefi haline gelmektedir.  

Her ne kadar bu son iki film, zombi filmlerinin izinden gidiyor gibi görünse de aslında bu film uzak bir geleceği anlatmıyor kanısındayım. Son yıllarda ülkemizde ve diğer ülkelerde yaşanan nedensiz cinayetlere, saldırılara bakın insanlar birbirlerine karşı müthiş bir öfke ile eyleme girişiyor. Son derece sakin, silik tipler öyle bir an geliyor ki korkunç cinayet makinelerine dönüşüyorlar. Aile babası görünümlü sıradan türk erkeği bir kadına tecavüz edip öldürüyor, ölü bedene ait telefonla aynı gece gittiği akraba düğününde fotoğraflar çekiyor, bir çok sakin türk erkeği eşini, kendisini terketmeye niyetlis evgilisini sokak ortasında deşmeye çekinmiyor. Herhangi bir konuda fikir ayrılığına düşmüş kişiler açıklanamaz bir öfkenin eline düşüp birbirlerine kıyasıya girişiyorlar, sonuçta bir ölü bir kaç yaralı mutlaka çıkıyor eften püften sorunların içerisinden. Cinnet geçirdi lafı meşhurdur ülkemizdeki gazeteci beyinli insanların dilinde. Cinnet cinayetlerindeki artış dikkatinizi çekmiyor mu uzun süredir. Yurt düşünde, eline silahı geçiren sakin bir adam bir ada dolusu insanı yerle bir ediyor, bir filmin açılış gecesinde silik ve mazbut bir tip aylarca stokladığı cephaesiğ ile sinema salonunda aksiyona geçiyor, salonu tarıyor sonuç onlarca kurban. 

Bence 28 gün sonra filmi gerçek oldu. Ulu orta görüş bildirmek, insanların gözüne değmek, görünmek bile bazı yerlerde tehlikeli hale geldi. Öfke yanıbaşımızda, öyle kalın duvarlar ya da emniyetli çelik kapıların arkasında değil. 



22 Eylül 2012 Cumartesi

Sezen Aksu ile Zamanda Yolculuk

Slayt gösterisi hazırlama işine iyice kaptırdım kendimi. Asıl istediğimi yapmadan önce bir Sezen Aksu şarkısına el atmadan edemedim.

"Vay"ın bu versiyonunu aslından daha çok seviyorum.

Sezen Aksu ile bir zaman yolculuğuna var mısınız?






19 Eylül 2012 Çarşamba

Facebook'ta Bir Yılım

Geçtiğimiz günlerde yardım istedim, gelen fotoğraflar, resimler cidden işime yarayacak. E-mail gönderen herkese çok teşekkür ederim. En son gelenler ile beynimde acaip şimşekler çaktı; gönderen bile kendi resimlerini zor tanıyacak bence.. Üzerlerinde değişiklikler yaptım bir kısmının. Temayı seçtikten sonra birbirine benzer figürler ilave etmek daha kolay oldu. Ama bir sorun var video yapmaktan bi haber kişilerden birisiyim. İstediğim gibi bi rşey çıkması için biraz uğraşmam lazım. Öğreneyim derken aşağıdaki slaydı oluşturdum. Konusu; "Facebook'ta geçen  bir yılım"..

Facebook'a hiç ilgi duymamıştım, tam bir yıl önce merak edip girdim. Eski arkadaşları bulmak iyi oldu. Bir yıldır orada paylaştığım kendi resimlerim, fotoğraflarım ve kolajlarımdan bir slayt oluşturup Facebook'tan paylaştım. Sadece bir istisnası var, o da bir arkadaşıma ait... Ayrıca arkadaşlarla ççekilen gruğ resimlerini koymadım. Bu hayli bencil video sadece ben varım :p

Umarım öğrenirim yapmasını da, neticede aklımda olana uygun bir şeyler ortaya koyarım :) 




Facebook'ta Bir Yılım - D.M.

Değişimin Böylesi...

Popüler olmuş şarkıların ürün reklamlarında kullanılmasından hoşlanmıyorum. MFÖ şarkıları, Sezen Aksu şarkıları.. Hep hayatımızın bir takım anlarına eşlik etmiş şarkılar. Dinlediğimizde o yıllarımıza, kişisel tarihimize dair anılara göz ucu ile de olsa bakmamak mümkün değil. Şimdi bilindik şarkıların üzerine başka sözler döşenilmiş, hatta bazen aynı kişi tarafında yeniden seslendirilmiş hallerini duymak çok şaşırtıcı oluyor. (Şaşırtıcıyı iyi anlamda kullanmadım burada.) Mazhar Alanson'un sesinden geçmişin üzerine kocas koca çizikler attım geçtiğimiz yıllarda. Hatta geçenlerde "sen neymişsin be abi"nin kafiye uğruna nasıl katledildiğine cümbür cemaat şahitlik ettik. 

Anlaşıldı bu iş başladı durmayacak..

O canım "İstanbul" şarkısını şarkıyı ilk sevdiren Levent Yüksel ve Aşkın Nur Yengi'den dinlemek beni geçen yı çok rahatsız etmişti. Hatta sözlerini bile yanlış anlamıştım..."Fıstık yalayana elsidi bedava" gibi.. Ya neyse..

Son günlerde ise Bay Sandal şaşkınlığa saldı beni.

İlk 1995 senesinde duymuştum sanırım "Araba" şarkısını... 

"Onun arabası var, ama ruhu yok"a getirilen sözleri vardı. Şimdi bir teklefon reklamında aynı melodi, üzerine eskisini andıran ama mana bakımından taban tabana zıt sözler oturtulmuş. "Onun telefonu var, face'e de giriyor,, benim yok mahvoldum" anlamına gelen sözler var. Bir şarkının ruhu bu denli mi değişir. Değişim uğruna bir çok değerimizin tepetaklak edilebileceği, bir on küsur sene önce dediklerimizin taban tabana zıddı söylemleri çekinmeden sarfetmemizde bir sakınca olmadığının örneği olarak okunabilir mi atılan bu feyk? 




18 Eylül 2012 Salı

Taviz

Ezop Masalları ile tanışmam ilkokul  senelerimden bir tanesine denk düşüyor olmalı. O zamanlar pek bir şey anlamadığım ve diğer masallara benzemediği için sıkıcı bulup kenara attığım bir kitaptı. Oysa zamanımızdan çok önce yazılmış bu öyküler, her çağda, insan ilişkilerine ışık tutacak bilgeliğe erişmiş eserlerdir.  İşte o masal adı yakıştırılıp satılan kitapta ismini anımsayamadığım ancak nasılsa aklımda yer etmiş bir öykü var...

Kırklı yaşlarında, saçlarına ak düşmüş bekar bir adam aniden iki kadına birden aşık olur. Evliliği aklına getirmezken, iki kadına birden bulunca, kanunlar da müsait olduğu için her ikisi ile birden evlenir. Kadınlardan bir tanesi kendinden hayli küçük, yirmili yaşlarında; diğeri ise kendi yaşına denktir. Adam günlerini hak geçmeyecek biçimde iki kadının arasında bölüştürür. Aynı evde yaşayan iki kadın birbirlerine saygı ile yaklaşmakta, aralarında sorun çıkmamaktadırlar. Her ikisinin ortak özelliği, çok güzel olmalarıdır. Gören gözlerini ayırmamakta, dönüp bir kez daha bakmaktadır. Diğer ortak özellikleri de her iki kadının da adamı kendilerine layık hale getirmek üzere değiştirmeye çalışmalarıdır. Genç kadın kocasının yanına sokulup sevgi ile sarılmakta, saçlarındaki akları tek tek yolmaktadır. Saçlarındaki beyazlar ortadan kalkınca adam daha genç görünecek sanmaktadır. Daha olgun olan kadın ise yalnız kaldıklarında kocasına diğer kadın gibi şefkat ve sevgi ile sarılmakta ve adam kendi yaşına daha uygun görünsün diye kırlaşmamış saç tellerini çaktırmadan koparmaktadır. 

Son cümle olarak bu öyküden çıkarmamız gereken ders şudur diye yazmayacağım, merak etmeyin. Benim anlamadığım böyle bir öykünün masal başlığı yakıştırılarak, gözlerden kaçırılıyor olması.   



17 Eylül 2012 Pazartesi

Truffaut Filmlerinde Sık Rastlanır..

Bir kaç François Truffaut filmini dikkatle izleyen bir film meraklısı, daha sonra izleyeceği künye bilgileri gizli tutulmuş bir filmin yönetmeninin o olduğunu anlayabilir. Birbirinden farklı konulara sahip ve farklı dönemlerde geçen filmlerinde bile gizli bir imzası vardır Truffaut'nun. Ekrana yansıyan her bir hareketin ve sesin amacı vardır, hepsi pratik çözümleri ile birlikte üzerine düşünülmüş, ekrana nasıl yansıyacağı hesaplanmış anlardan oluşur. 

Onun filmlerinde şunlara çok rastlanır.

Tokat: Başroldeki oyuncular aniden birbirlerini ya da birilerini tokatlar. Duyguların doruğa tırmandığı bir anda, seyirciyi hazırlıksız yakalayan estetik atılmış tokatlardır bunlar. 

Ateş: Her bir filmde mutlaka ateş vardır. Ya bir yangın, ya mum alevi, ya şömine ateşi mutlaka filmin bir anında görüntüye girer. Farhrenheit 451 ise başlıbaşına bir çağ yangınından ibarettir. 

Yüz okşama: Filmin bir anında oyunculardan bri diğerinin yüzünü belli belirsiz, dokunmaya korkar gibi okşar. 

Yerleşim. Birden çok kişi varsa yan yana dizilirler ancak gözleri imkansız olsa da birbirlerini görüyorlarmış gibi hareket eder. Sahnenin merkezindeki oyuncuya göre diğer oyuncular duyguları yüzlerinden okunacak biçimde yerleştirilirler.

Pencereler: Filmin akışı içinde önemli yere sahip, konuya hizmet eden bir bina varsa; kamera o binanın ya da o binanın görüş alanına giren komşu binanın pencerelerine doğru yaklaştığında, perdelerin, jaluzinin arkasında birisinin gizlice etrafı izlediğini görürüz, kamera gözlere kadar yaklaşır. Gözetleyenin iç dünyasını anlamamız için yeterli ipucunu verdikten sonra yönetmen başka yere çevirir kamerasını. Bazen de seyirciyi gözetleyen konumuna düşürecek biçimde dışarıdan, pencere arkasından içeride neler olduğuna şahit eder izleycisisini.

Ve son olarak...

Sinema...

Truffaut sinema sanatına neredeyse aşık denilebilecek bir yönetmendir. Filmlerinde oyuncular sıklıkla sinemada film izlerken görüntülenir, ya da sinema salonunun önünden geçerlerken arkada sevdiği filmlerin afişleri gösterilir. Ya da sevdiği yönetmenlere, bilhassa A: Hitchcock'a bir çok filminde göndermelerde bulunmuştur. 

Bu ara elimde ne kadar Truffaut filmi varsa hepsini ard arda izledim de.. 




14 Eylül 2012 Cuma

Aaa! Kuşmuş...

Geçen akşam çalışma odasında bir kitap ararken pencerenin olduğu yerden gelen tuhaf bir ses gelince; başımı çevirerek sesin kaynağına baktım. Pencerede tuhaf ses çıkaracak bir şey yoktu... 
Ancak, kornişin üzerinde vardı. 
Sesin kaynağı bir çift kanat değil miymiş. Zat-ı muhteremin biri gelip pencereden içeriye girmiş. 

Kuşların akşam saatlerinde etraflarını göremediğini biliyordum. Kim bilir kime ait bir kuş evinden uçmuş ve önüne gelen açık camlardan bir tanesinden içeri dalmış. Ertesi gün komşulara sorarak, hiç kimsenin evinden kuş uçmadığını örenince.... 
Yani dünden beri... 
Artık yeşil sarı renkli, ibiğinin arkası mavi renkli bir muhabbet kuşum var. 
Birazdan kafes satın almaya gidiyorum. 



13 Eylül 2012 Perşembe

Benim Güzel Amiga'm

İlk Bilgisayarım bir Amiga500 idi. RAM'ini söylesem gülersiniz; 512 Kbyte idi. Bir nüfus sayımında bir akraba evinde mahsur kalıp da Operation Stealth isimli Amiga oyununa sardırınca, ne yapıp ne edip PC alıp o oyunu bitirmeyi kafama koymuştum. Oyun oynamak için bilgisayar almak da ilginçtir hani.
 
Amiga oyunları şimdiki PC oyunları gibi değildi, harika oyunları vardı. Gerçi disketlerden oynanaıp doğru düzgün oyunlar da 5, 6 disketlik yer tutunca oyunun en heyecanlı yerinde diskett değiştirmek külfetine katlanmak gerekiyordu. Operation Stealt, Lemmings ve Dune taktığım ve bitirdiğim oyunlardı. Geçen gün "Mavikalemdekiler" bir filmi izlemeden o filmle ilgili kitap okuduğunu anlatıyordu. O konuda okumuş olmak bence o filmden alınacak zevki arttırır. Ben de AMiga'da Nightbreed isimli bir oyunu oynamış, seneler sonra kitabını okumuş ve en sonunda da oyuna kaynak olan filmini izlemiştim. Oyun oynamak için PC satın almak ve filmi izlemeden filmin oyununu okumak. Bu satırların sahibi baya bir tekinsizmiş eskiden mirim.
 
Dune'da da önce kitabı okumuş, sonra oyununu oynamış ve ardından David Lynch'in ucubesinden bir şeyler anlamıştım. Oyun kitaba fazlasıyla sadıktı, her detayını satır satır izlemiştim, böylece film anlaşılır hale gelmişti.
 
Amiga oyunlarının en önemli özelliği müzİkleriydi,Hayran bırakır, d,nlettirirdi herbiri kendisini. Turrican2 denen bir oyuna da epey sardırmış hayli uykusuz kalmıştım mesela. Oyunlara doyunca o minnacık hafızasına rağmen mükemmel ses olanakları olan PC ile müzik yapmaya başladım. İnanır mısınız şimdili PC lerde öyle kolay kullanılabilen, pratik ama sonuçları hayli profesyonel olan müzik programları yok. Bir kere Sountracker denilen bir programı çalıştırınca koca PC bir klavyeye dönüşür yüklediğiniz sample ın sesleri dökülürdü klavyenizden. 16 kanalı kullanarak müzşk yapmak. Her bir kanala farklı enstrüman kullanarak şarkılar yazmak mümkündü. Hepsini birden çalınca çıkan sonuç şaşırtacaka kadar başarılıydı. Müzik ile uüğraşmaya başlayınca RAM i arttıtıp 1 Mbytea yükselttiğimi anımsıyorum. Bir de capture card alarak kendi samplelarımı kasetlerden CDlerden yapmaya başlamıştım.
 
Gecelerce uykusuz kalır bildiğim şarkıları ĞC ye uyarlamaya çalışır, benzettiğim zaman da çok mutlu olurdum.
 
Ah keşke PC lerde AMiga'nın müzik programları kadar başarılı programlara erişebilsem.
 
 
 

12 Eylül 2012 Çarşamba

Yardım Edebilir misiniz Lütfen!

Sevgili arkadaşlar yardımınıza ihtiyacım var. 

Geçen sene Eylül ayında bana yardım ettiğinizde hep beraber çok güzel bir öykü çıkarmıştık ortaya. Ne kadar enteresan kelimeler ve sorular vermiştiniz bana, bir hikayeyi yeniden yazmaya yetmişti. Bu kez kelime değil de görsel malzeme konusunda yardımınıza ihtiyacım var.

Hazırlayacağım kısa bir video çalışması için çok sayıda; 
- İnsan yüzü fotoğrafına, 
(erkek, kadın, çocuk, mutlu mutsuz korkunç, korkutucu, ağlayan, öfkelenen olabilir hatta sağa sola hareket ederken tek karede toplanmış yüz resimleri olursa tadından yenmez)   

- Kadın ya da erkek melek resmine ve 

- Kanat resmine gereksinim duyuyorum. (Kanat resimlerinde bir kuşun uçuş aşamasının kare kare gösterildiği birbirini takip eden fotoğraflar da, çizimler de olabilir) 

Aşağıda kendi bulabildiğim resimlerden 25 örnek koyuyorum. 

E mail adresimi bu gönderiye ilk yorum olarak bırakıyorum. (Bu adresi bir süre sonra kaldırabilirim) Bıraktığım adrese seçtiğiniz resimlerini ulaştırabilirseniz çok mutlu olacağım. 

Çalışmam bitince ortaya çıkan videoyu buradan sizlerle paylaşacağım. 

Bu video projesi başarılı olursa aklımda aylardır duran bir fikri de hayata geçirmek istiyorum.. (Şimdilik sır olarak sakladığım  bir sanat dalında  hep beraber bir üretimde bulunma planım var, daha önce denenmemiş bir şey olduğu için hafif tereddütlüyüm ama önümüzdeki günlerde videodan sonra o da olacak sanıyorum) 

Katkıda bulunacak arkadaşlarıma şimdiden teşekkür ediyorum. , 

Sevgiler... 



Not: Göndermek istedikleriniz; internette rastladığınız, enteresan bulduğunuz  resim ve fotoğrafların, yanı sıra kendi çektikleriniz veya yaptıklarınız da olabilir. Profesyonel görünümlü olup olmaması önemli değil, sonucu gördüğünüzdeki etkisi mükemmellik olmayacak diye düşünüyorum.

11 Eylül 2012 Salı

Canlı Bomba & Televizyon Haberciliği Mefta

Tarihteİstanbul'da saat 11:00 sularında Sultangazi'deki 75. Yıl Polis Merkezi'nin dışında canlı bomba saldırısı neticesinde patlama oluyor. Tüm yabancı kanallar bunu haber olarak verirken ya da yayınladıkları programlar esnasında alt yazı olarak geçerken, bir saattir Tük TV kanallarını dolaşıyorum, sevimsiz kahkahalı kadın, türkücü adam, cinayetler ve kapı insanlar kraliçesi  ve türlü vesaire tam gaz susmak bilmiyorlar, ne alttan yazı geçiyor ne de haber veren kanallarda abuk subuk gündemden başka lakırdıya yer verilmiyor. Tüm dünyanın duyduğu olayı biz niye kendi TV kanallarımızdan sıcağı sıcağına öğrenemiyoruz? 

TV seyretmemek lazım, nasılsa kendi Ülkemizde olanlardan bi haber, oradan buradan çalma, çırpma hayallerle reklam arası programcılığı yapan "şey"ler her birisi. 



Meraklısına Linkler:

Origami: Kelebek

Kelebeğin Gülüşü

Mavi bir kelebek deseni kondurulmuştu
Yulaf kaselerimizin dibine
Her sabah yarışırdık
Kelebeğe en önce 
Hangimiz erişecek diye

"Aman yemeyesiniz" derdi ninem 
"kelebekcağızı".
Ne zaman yapsa bu şirin şakayı 
Eğlendirirdi çocukları.

Bekliyordum güzel bir sabah
Kelebeğin kaseden havalanmasını 
Yüzünde mini minnacık gülüşüyle
Ninemin kucağına konmasını





Şiir: 
Butterfly Laughter - Katherine Mansfield 

Türkçeye uyarlayan  
D.M.

10 Eylül 2012 Pazartesi

Var

Çok tuhaf insanlar var, çok ters insanlar var.. 

Mesela....

İki çeşit yemeği karıştırıp üzerine yoğurt onun üzerine tatlısını dökerek yiyenler var. 

Hüzünlü tıngırdayan türk sanat müziğini duyunca bangır bangır eşlik ederken bri taraftan da göz yaşlarını koyuveren insanlar var.

Toplu taşıma araçlarında burunlarını kendinden geçercesine karıştırdıktan sonra gün ışığına çıkardıkları nesneyi  gözlerine yakın tutup evire, çevire, koklaya inceleyenler var. 

Damak zevki gelişmiş, yemek yemeyi seven ancak bir gıdım kilo almayan insanlar var (kıskanıyorum)

Siz konuşurken yüzünüze sanki araba kullnırken kırmızı ışıkta durmıuş da yeşil ışığı bekler gibi yüzünüze bakmakla birlikte aslında sözlerinizi büyük bir ilgi ile dinlediğini gizleyen insanlar var.

Her dem kibar olmaktan, şöyle olmaktan böyle olmaktan bahsedip herkese kusur bulan ama kendinden başkası konuşurken büyük bir sıkıntı ile esneyen insanlar var.

Günün her saatinde cebinde/çantasında bir tutam acı biber taşıyan, yolunun düştüğü lokantada yalnızca kendi getirdiği acı biberleri yiyen insanlar var.

Öğle tatilinde sürekli çorap ve iç çamaşırı dükkanlarında gezen, döndüğünde kahvesini içerken herkese o günkü don ve çorap gözlemlerini anlatan insanlar var.

Sabahın dörtlerine kadar internette fink attığını söyledikleri için, sabaha kadar pornı siteleri gezdiğini düşündüğünüz aslında okumayı, farkşı dünyalara dair gözlemler yapmayı sevdiklerine kimseleri inandıramayan insanlar var.  

Onlarca yıldır tanıdığınız ancak bir kez olsun tuvalete gittiğini görmediğiniz insanlar var. 

Çene düşüklüğü had safhada olup da etrafında kimseyi bulamadığında kendi kendiyle sohbete girişen insanlar var. Karşıdan baktığınızda sanki iç çatışma yaşar gibi görünseler de bu kişilerin kendi kendilerinden çok şey öğrenmişlikleri var. 

Yıllardır yüzünün bri kez zolsun güldüğünü görmediğiniz ama yine de çok mutlu olduğunu bildiğimiz insanlar var. 

En yakın ahbaplarını kırmaktan zevk alan ancak neden öyle yaptıklarını sorduğunuzda yanıt olarak "Bilmiyorum ki" diyen insanlar var. 

Kokoreç, domates, bol baharattan oluşan bir bulamacı ekmeğin arasına karıştırıp büyük iştahla yiyen insanlar var.

Sağ ellerinin işaret parmağı tırnağını uzatan erkekler var. 

Pabuçlarının arkasına basarak seyahat eden erkekler var 

Seyahat kelimesini; "bir yer değiştirme biçimi olarak yürüyüşe çıkmak" şeklinde tanımlayan birisi var.

Hayalleri, düşünce çekilleri, fantazileri birbirlerininkine çok benzeyen insanlar var. Bunların bri araya gelmesinden büyük aşk ve nefret ilişkilerinin doğmuşluğu var.

Fala inananlar var.

Burçların insanın kaderi üzerindeki etkisine inanalar var.

TV dizilerini izlemekten heyecan duyan insanlar var. 

Mutluluklarının bilmemekten geldiğini farkeymeyen insanlar var.

Adalete inana insanlar var.

Torpilsiz adam yerine konuşacağına inana insanlar var.

Haya çok garip vapurlar filan lafını haddinden fazla tekrar etmiş kimseler var.

Büyük şairlerin ismi duyulmamış insanların şiirlerinden çalıp çırpmasına, "ama o fikir o yeni yetmenin elinde mahfolurdu, üstad ne iyi etmiş" diyenler var.

Yüzünüze gilerken arkanızdan saydıran, kuyunuzu kazdıranlar var.

Başkasına dair fikirlerini başkalarının dedikodularından oluştturan ve bundan bir gıdım gocunmayıp kendini adamdan sayanlar var.  

Bir de normal olduğu söylenen insanlar var. Ama bu konuda tereddütlerim var. Normal insan neye benzer bilmiyorum. Varlıklarını duymuşluğum var da görmüşlüğüm hiç olmadı. Sizin de gördüğünüzü zannetmiyorum, çünkü her insanın bir tuhaflığı var. Tuhaflığı olmayan insan görmüşlüğüm olmadı maalesef. Öyleyse niye kendimiz bir sürü tuhaf insanla kıyaslıyoruz ki? 





7 Eylül 2012 Cuma

Asansör

Yenilenmiş tren hattında İzmir Banliyösünün kent sakinlerine hizmete başlamasının ilk günlerinde istasyonlarda fotoğraflar çekmeye karar vermiş ve ilk olarak evime en yakın istasyonda fotoğraf çekmeye girişmiştim. Hevesle bir sürü detayı fotoğraflarken istasyonda görevli güvenlik elemanlarından bir tanesi bana doğru yaklaşarak fotoğraf çekmenin yasak olduğunu söylemiş ve bana söyledikleri mantıklı gelmişti. Demek metro/banliyö tren hatlarında fotoğraf çekilemiyordu. Güvenlik görevlisinin efendiden bir tip oluşu gayet sakin ve kibar biçimde açıklamaya kalkışması İlk anda aklım bu hale yatsa da üzerine düşündüğümde; herkese açık bir alanın dışarıdan resmini çekebilmem mümkünken içinden resim alamayışımın saçmalık olduğuna kanaat getirip, gülüp geçmiştim. Bir kaç gün sonra tren hattında klip çeken Lübnanlı bir yönetmenin elektrik çarpması sonucu öldüğünü öğrenince de bu işin bir kuralı, muralı olamayacağına, yani her bir işimize tıpatıp benzediğini canın isteyenin istediği zaman isteyeceğini yapabileceğini idrak etmiştim. 

Üzerinden yine çok geçmedi ki bazı banliyö istasyonlarındaki yürüyen merdivenlerin ve asansörlerin sürekli arızalı olduğunu fark ettim.Merdivenleri bilmiyorum ama, asansörlerin neden arızalı olduğunu kısa sürede çözdüm. Yaşlıların ve özürlülerin kullanımı için duraklarda bulunan bu asamsörlerin üzerinde ne amaçla orada bulundukları da yazılı olmasına rağmen bir çok kişnin devasa boyutlardaki motorlarını asansörle aşağıya indirip biraz ilerideki asansörle yukarıya çıkardıklarını gördüm. Cin fikirli izmirliler kıçlarını kaldırıp kenarından dolanmak yerine hazır asansörü bulmuşken hayvani araçlarını asansörden geçirmesini icat etmişler meğerse. Fotoğraf çekene dur diyen güvenlikçinin orada olduğu bi rgün denk geledi böyle bir motor akıllının teki. Güvenlikçiye sordum 
- "Bu asansörden motorumu geçirebilir miyim?"
- "Yok efendim yasak!" yanıtını verdi. 
Bunun üzerine "Peki o zaman yanımızdan geöen motorlu  beyefendiyye de mi yasak?" diye sorunca bir panikleyişi var.
- "Bak adam asansörden motor indirip bindiriyor, yasak olduğunu söyle hadi ona da" dedim.  
Adama yasak dedi ama adam onu dinlemedi aylardır alıştığı güzergahı bozmadı. 

Bu benim İzmir banliyö asansörlerini şahsi motorunu indirip bindirme aracı olarak kullananları son görüşüm olmadı. 

Aydınlığı her zaman örnek gösterilen İzmirlilerimiz Ege'nin İncisi bu güzel kentte yaşlılar ve fiziksel özürlülerin banliyö trenlerinin  asansörlerini bozmak için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. Bu yüzden asansörler iki gün çalışıyorsa üç gün çalışmıyor. İhtiyacı olanlar da taksi tutup gitsinler gidecekleri yerlere değil mi? 

Motorlular almış başını giderken bisiklet sahiplerinin aynı hataya düşmemesi için İzmir Belediyesi bazı bazı üst geçitlerimizde örnek bir uygulama başlattı. Asansöre bisikletle binilmesinin önüne geçmek için elinden gelen her şeyi, ama her şeyi sonuna değin yerine getiriyor.

Nasıl mı?

Ahanda işte böyle. 




Fotoğraf: Yasak Hemşerim" - D.M.

5 Eylül 2012 Çarşamba

Landslide

Stevie Nicks'i ve pnın içinde yer aldığı tüm Fleetwood Mac kadrosunu hep sevdim. Bu şarkının her versiyonu aytı vir heyecan verir bana.
 
 

 

2 Eylül 2012 Pazar

Tatlısu Balığı

...
Halil, gözlerini ayırmadan uzun uzun izlese de akvaryumdaki yaşam hiç eğlenceli değildi. Ama Celil’in akvaryuma hareket getirdiği de kesindi. Küçük balıklara işkence etmek için seçtiği yöntemler oldukça yaratıcıydı, seçimleri birbirini tekrar etmiyordu. Akvaryumdaki balık sayısının birer birer azalışına şahit olmak Halil’in canını yakıyordu. Henüz  abisini durdurmaya cesaret edecek gücü yoktu: içi sızlıyor, diş biliyordu; yine de abisinin maharetli ellerinin yumuşak dokuları lime lime edişini izliyordu. İzlerken eğlenir gibi yapmakla  üzüntüsünü gizleyebildiğini sanıyordu. Bilmediği, abisinin onu ne kadar iyi tanıdığıydı.  Öğleden sonraları,  esmer, sıska ve uzun bedenli çocuğun kollarını sıvayarak, akvaryuma doğru her ilerleyişinde “Acaba şimdi hangisi?” sorusunu içinden yinelerdi. En sevdiği balığın sona kalış nedeninin talih olamayacağını yetişkinlerin dünyasına adım attıktan seneler sonra,  insanları tanımayı öğrendikçe anlamıştı.

İnsanlar  kendilerini anlatır da anlatırlar. Başkalarını etkilemeye kalkışmak için ne kadar acınası bir yol. Kafalarında döndürdükleri, istedikleri ancak olmadıklarını anlatırlar aslında. İnsanları kendilerini anlatmak için seçtikleri sözcüklerden değil de, başkalarını tarif ederken izledikleri yöntemlerden, seçtikleri kelimelerden tanımaya çalışıyorum daha çok. Yapıcı mı, yıkıcı mı, acımasız mı,  tarafsız mı.. Bütün bunlar o kadar çok şey anlatır ki. İnsanları iyi ve kötü diye ayırmıyorum yine de, gözlemlemek akvaryumdaki balıkların çaresizce o cam duvardan öbür cam duvara kuyruk sallayan balıklar gibi ilerleyişlerini  izlemek kadar eğlendirir kimi insanı.

Başkasının kişilik tahlilini kendi fikri gibi savunurken gafil avlanırlar;  kendi karakteri güdük kalmış ve etik gediğini görmekten aciz ve hafiften etiket bağımlısı kimseler. Tabii bütün bunlara gülüp geçmesini seneler önce öğrendiysen güler geçersin, daha yeniysen şaşar kalırsın…  Yahutta dinlersin, izlersin. Soru sorarak mantıklı açıklama yapması için bir kapı açarsın. Aklı başında insan önünde açılan kapıyı görür, teşekkür eder, içeriye bir adım atar. Ne kapıyı ne de açıldığını göremeyenler var bir de.. Onlar çıkış yollarını da, giriş yollarını da göremeyecek gafildirler, çeneleri düşük olur, kendi seslerine duydukları şehvet büyük olur. Akvaryumdaki balık orada kalır, Onları dışarıya çıkarabilecek hiçbir kapı yoktur.  

Seneler sonra bir başka akvaryuma alnını dayamış, gözlerini suyun içinde iyice bulanık hale gelmiş bir alana sabitlemiş düşünüyordu Halil:

“Acaba şimdi hangisi?”
...




D.M. - "Tatlısu Balığı" isimli öyküden kısa bir alıntı. 

1 Eylül 2012 Cumartesi

Türü Bilmeden Bilim-Kurgu Romanı Yazmak

Bilim-kurgu romanlarına ilgim Jules Verne kitapları ile başladı. Yetmişli yıllarda yazılmış Robot kitapları ile devam etti, arkasından Maymunlar Cehennemi ile türün farklı kollarında ilerledi. Robot kitapları demiştim ya aslında Isaac Asimov'dan sonra robot kitabı yazmak bence hala gereksiz: o yazılacak şeylerin tümünü yazdı bitirdi. Farklı bir soluk getirmedikten sonra ne oluyor artık robot kitaplarına? Asimov'un en sevdiğim romanı bir kolonileşme hikayesi olan "Nemesis" oldu. Adını anmışken Vakıf ile İmparatorluk serileri nasıl unutulur. Ne yazık ki Türkçemizde sıra gözetilmeksizin çevirilip yayınlandığı için kafa karıştırıcı olmuştu. Yine de Vakıf ile İmparatorluğun işleyişine dair yüzyıllara yayılmış öykü hayli enteresandır. Roman kahramanlarından bilim adamı Sidney Sheldon'un sosyal hareketlerin yüzyıllar içinde yinelenecekleri teorisi serinin bel kemiğini oluşturur. Vakıf'ın işleyişini tasarlarken Türkiye Cumhuriyeti'ni dikkate almış gibi gelir bana Bay Asimov. 

Arthur C Clarke, Ray Bradbury, Philip K. Dick, Harry Harrison, H.G. Wells, Douglas Adams, Ursula K. Le Guin, William Gibson bunların hepsi kitaplarında yarattıkları dünyaya dair teferruatı mantıklı biçimde kurmuş, bilimdeki ilerlemelere bakıp projeksiyonlar oluşturarak gelecekteki ortamı tasvir etmişlerdir. Daha ortada internet yokken bunu öyküsünün içine yedirebilmiş büyük yazarlardandır W. Gibson. Geleceği çizerken dünyada olup bitenler ile de bağlarını koparmamışlardır. Uzak gelecekte tasvir edilen aslında çoğunda bugünün alegorisinden ibarettir. Bunu yaparken de sıkıcılığa düşmez okurunu içine bir çeker bir solukta bitirmeden deyakasını bırakmazlar. 

Ülkemizde Bilim Kurgu romanı ise bir hayalden ibarettir. Bilim ile alakası ortada olan bir ülkede kurgusu tabi ki sağlam zemine basmaz. Bir kaç Türk yazarın bilim kurgu romanını okuma denemem başarısızlıkla sonuçlandı. her biri özenti ile yazılmıştı. Yazdıkları türü tanımdakıları belliydi. Kurdukları dünya mantıksızdı, detaylar yenilik taşımıyordu, zamanımıza ya da geçmişe göndermeleri yoktu ya da çok zayıftı, ya da aşırı fazlaydı göze parmakla sokar gibi kabaydı, üstelik uydurdukları isimler aklıllara sezaydı.

Korku filmi çekmeye soyunan Türk yönetmenlerinin büyük bölümü bu türde hiç film seyretmediklerini söyleyerek övünürler, akılları sıra korku filmi türünü kendi ilgi duydukları türün çok altında, sanattan ırak bir dal olarak gördüklerini laf arasına sıkıştırırlar. Bunu çektim ama ben aslında korku filmi çekecek adammıydım. Kumar oynarlar düpedüz "ya tutarsa", söylenecek laf hazırdır ceplerinde. Türkçe bilim kurgu yazmaya kalkanlarda da korku filmi çeken yönetmenlerimizdeki hafife almanın tıpkısını seziyorum. Oysa Bilim-Kurgu edebiyatın önemli dallarından bir tanesidir. Hem olay örgüsünü, hem de çizilen geleceği inanılır kılmak ciddi bir ön hazırlık dönemi ve zaman gerektirir. Hal böyleyken hem küçümseyip hem de ben de yazarım ene olacak cesareti ile bu işe kalkışanları hiç anlamıyorum. Kulak misafiri oldukları fikirden aşırma yapan yazar tavrı hakim Türkçe bilim kurgu romanlarında. (fantastik roman ayrı, o konuda iyi örneğimiz var artık). Bir edebiyat toplantısındaki konuşmacının kim bilir nereden arakladığı fikri havada kapıp, ah ne güzel düşünce bunun için roman yazılır diyerek yazılmış romanlara benziyordu benim denk geldiklerim. Ne o babaanne evdeki robot köpeği yola getirmeye çalışıyormuş. Ay ne sevimli ne şirin. Şu andaki kendi evinize bakın sayın yazar evinizde ya da komşu evlerde kaç babaanne kaldı artık? Yola çıktığınız mantık şu andaki gerçeği ilerleyiş yönünde bir yere oturtulur gibi değil. İşte bu saçmalık elimi attığım ucubeliklerden sadece bir tanesi. 

Yani uzun lafın kısası Türkçe bilim kurgu yazanlarda bir bilim kurgu cehaleti, hatta hiç okumamışlığı var ki, yazdıklarından biraz göz gezdirince bu konudaki cehaletleri anlaşılıyor. Anlamadığım sıfır donanımla bilmedikleri, gözden kaçırdıkları bir dalda, üstelik yüzyılı aşkın bir geçmişi olan yazın türünde bir eser verecek cesareti nereden buldukları. Bilim-Kurgu türünü severek okuduğum için ilgilenmediği dalda numara yapanları kolay yakalıyor ve istesem de sonuna dek okuyamıyorum.