30 Mayıs 2011 Pazartesi

Bakarsın Umduğundan İyi Geçer Yaz


Epeydir heyecan verici bir Sezen Aksu albümü dinlememiştim. "Bahane" ile müziğin cıstak kulvalrlarına yol açmış, 2008 albümü ile aslında Arto Tunç'un daha önceki çalışmalarında kullandığı şarkıların varklı versiyonları ile karşımıza çıkmış, Düş Bahçeleri'nin devamı ise malesef şarkıların ilk hallerini aratır versiyonlarından oluşmuştu. Bu albümde Cemal Süreyya'nın yıllardır bestelemeye çalıştığı şiirini bestelemiş nihayet, Aksu. Yıldırım Türker iki şarkıya sözlerini vermiş, Nazan Öncel Ballı isimli şarkının söz ve müziğini yapmış. Albümün profüktörlüğünü sanatçı ve oğluna ait, sürevizör Aykut Gürel.

Albüm adeta kartpostal gibi kapaktaki "Bakarsın Umduğundan İyi Geçer Yaz" ifadesinin altında albümün adı yazılı; "Öptüm... Sezen"

Neşe saçan, umut veren bir çalışma, keyifle dinlediğim bir Sezen Aksu albümü oldu.

Sayım:

Ayışığında oturuyorduk
Bileğinden öptüm seni
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni
Kapı aralığında öptüm
Soluğundan öptüm seni

Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni
Evime götürdüm yatağıma
Kasığından öptüm seni
Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni

En sonundan caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni


Kayıp Kedi

Dünya büyük, cesametini ben tasavvur edemiyorum. Bildiğim bütün okyanuslardan bile büyük desem" tarife yetmez biliyorum. Hal bana göre bu vaziyetteyken mini minnacık bir kedi yavrusu için dünya nedir acaba? Ne büyüklüktedir? Farkında mıdır dünya üzerinde hangi noktada durduğunun? O noktayı kaybettiğinde, sonrasında arayıp da bulamadığında, kaçtığı avluya bir daha geri dönemediğinde, farkında mıdır sizce artık "kayıp" olduğunun?

29 Mayıs 2011 Pazar

Küçüktüm, Ufacıktım...

"1'i Yok mu?" ile "Kırmızı Çizmeli Kedi" mimledi, konumuz "Ben Küçük"ken. Bu ifadenin arkasından neler neler yazılır, hepimiz böyle başlayan cümlelerden çok kurmuşuzdur.

Ben küçükken sanırım etrafımdaki büyüklerimi cinnet geçirecek raddelere getirmişimdir. Terazi burcu için söylenen her ne varsa çocukluğuma kesinlikle uyar. Benim çocukluğumu bilenler üç ayrı gruba ayrılır, beni gökten sessizce inmiş usluluk timsali bir nevi melek çocuk sananlar da vardır, minik bir canavar, durmak dinlenmek bilmeyen bir gürültü kaynağı olarak bilenler de bir de her iki özelliğime şahit olup da bir anda bir uçtan bir uca nasıl değiştiğime şaşanlar olabilir.

Benim çocukluğumun büyük bölümü küçük bir taşra kentinde geçti. İlkokulu bitirinceye kadar sokaklarda oynamanın, ağaç tepelerinde gezmenin, duvarlara tırmanmanın, kuzenler ve arkadaşlarla yapılan keşif gezizlerinin, mahalle maçlarının, mahalle savaşlarının içinde geçti. O zamanlar herkesin evi bahçeli olduğu için evde tutulduğumuz zamanlar bile koskocaman bahçede, ağaç tepelerinde, duvar tepelerinde oynayacak çeşit çeşit oyun icad eder, kendimizi oyalayacak bir şeyler bulurduk.

Kardeşim yoktu ama kuzenler, akraba çocukları hep bir aradaydık. Bir arada olunca da fena azardık. Bahar aylarından itibaren havalar serinleyinceye kadar sokaklardan başımızı alamazdık. Sabahın köründen akşam alaca karanlıklarına kadar her tür oyunu oynardık.

Kış aylarını sevmezdim o soğukda odalara tıkılmaktan hoşlanmazdım. Kendi kendime zararlı oyunlar yaratırdım. Mesela halıdan ya da divan örtüsünden desenleri kesersek daha güzel olmaz mı diye düşüncelere dalar sonra elime makası alır girişirdim bir ucundan. Sonra da farkedilmesin diye dua ederdim. Mümkün mü? Bir oyuncaklarımı sobanın dışına dayayıp eritip şekillerini değiştirmeye pek meraklıydıö. Sobaya yaklaşmam bile yasaklanmıştı ilkokul üçe kadar. Kış aylarında büyüklere "sen çocukken ne yapardın?" diye sormayı ve anlattıklarını dinlemesini severdim.

Kardeşim yoktu ama ilkokul ikiyi bitirdiğim yaz kardeşim varmış gibi bir hisse büründüm. "Benim ikiz kardeşim var, aynı anda sokağa çıkmamız yasak" der, eve gider tişörtümü değiştirir soldan sağa taranmış saçımı elimle bozar tersi yöne beceriksizce ittirirdim. Kimseleri inandıramadığım için inatlanığ koskoca bir yaz kardeşim olduğuna dair yeminler ettim bütün mahalleye.

Dayımın oğlu ile bir türlü yenişemezdik birbirimizi hem sever hem de bir araya geldik mi kavga eder dururduk. Bir keresinde onu dut ağacından aşağıya ittirmiştim. Çok kötü düşmüştü. Hemen ardından çok üzülmüştüm.

Yaz akşamlarında sinemaya gitmeyi çok severdik, büyükler film izlerken biz çocuklar karanlıkta fır döner yakalambaç oynardık. Yazlık sinemalar bir alemdi millet bir yandan "çiğdem" çitletip, sohbet ederek film izlemeye çalışırdı etraflarında delirmiş apaçi kabilesi gibi çığlıklar atarak koşuşturan çocuklara rağmen. O filmi o vaziyette izleyip de ne anlarlardı benim için hala meçhuldür.

Çocukluğumda beni en çok korkutan allardan biri İstanbul'dan teyzemler geldiğinde bir gece onlarla eski radyoyu kullanarak uzay yolundaki gibi birbriimizi ışınlamaya kalkışarak mahalledeki trafoda ufak çaplı bir faciaya sebep oluşumuzdur. O gün içimizden birinin ölmeyişi bir mucizedir. Bir an keyifle oynarken bir an sonra duyduğumuz patlama sesi ile üçümüzün de nutku tutulmuştu. Sebebin bizler olduğunun hane halkı tarafından saniyeler içinde anlaşılması ise hayret vericiydi. Çok korktuğumuzu gçrünce o an kimse bize hesap sormamıştı.

Küçüklüğümden içimde kalan ukdelerden biri 23 nisan törenlerine izci olarak katılmak isteyip de katılamayışım diğeri de iki tekerlekli bisikletimin olmayışıdır.

İşte böyle.

Peki ya sizler,

Sevgili;

Leylak Dalı, Başka Türlü Bir Şey siz küçüklüğünüzden neler hatırlıyorsunuz? Paylaşmak ister misiniz?

Resim: Sokak Halleri

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Fantastik Türk Musikisi

Ükemizde yapılan ticari müziğin en önemli sorunlarından bir tanesi ciddi anlamda tür farklılaştırılmasına gidilmemiş olmasıdır. Satışa sunulan eserlerin türünün ne olduğu bilmece çözmekten daha zordur. Hatta arada bir belirip bir yokolan türlere tam anlamıyla sahip çıkılmamış, bazılarına bir isim dahi verilmeyip kategoriler dışında tutulmuş, isimsiz ve öksüz bırakılmıştır. Arap ezgileri ile örülmüş popular türe yetmişli yıllar ile birlikte arabesk denilmiş son zamanlarda buna serbest çalışma adı konulmaya çalışılmıştır. Türk sanat müziği yetmişli yılların sonuna kadar altın devrini yaşamış ancak seksenler ile birlikte arabeskin türk sanat müziği ile evliliğinden arabesk fantazi türü doğmuş, gerçek türk sanat müziğine gönül verenler unutulmaya yüz tutup hatıralardaki yerini bulmuştur. Türk sanat müziği türünde yeni eser verenlerin eskilerin yerini dolduramayışı ile neredeyse kırk yıl once bestelenip popular olan şarkılar mütemadiyen icra edilmekten dinleyenlerde bir nevi kulak hissizleşmeninden mütevellit umursamazlığa yol açmıştır. Öte yandan başta Sezen Aksu Hanımefendi’nin yunan meslekdaşlarına öykünüp “sentez yapacağım, yapıyorum, yaptım” yönünde beyanatlar vererek popu arabeskleştirme çalışmaları meyvelerini vermiş dört yanı birbirinin benzeri ne popa ne arabeske benzemeyen tutanın eline yapışan zevksizlik ürünü eserler çepeçevre sarmıştır. Bu hesaplı kitaplı değişim içerisinde adı henüz konmamış bir tür de doğmuştur: Fantastik Türk Musikisi. Anlamsız sözler ile dinleyenin dimağında derin dumura yol açan bu şarkıların ilk örnekleri “Veremli Kız”, “Kabaya Püf De” ve seksi imalarla yüklü “Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak”tır.

Bu türdeki şarkıların en önemli özelliği söz ile müziğin arasında anlam olarak uyumun asla olmayışı. Şarkıların icra ediilişinde de icra edenin sergilediği ruh hali ile şarkı sözlerinin hiç benzwrlik taşımamasıdır. Faraza “Delikanlılığa sığar mı bu?” tarzı bir söz edilirken gerek icreacısı gerek dinleyicisi tarafından çılgınlar gibi omuzlar göbekler titretilebilir. Bu şarkıların isimlerine kabaca örnekler vermek gerekirse;

Şantaj Montaj – Ceylan

Ki ki ki, Ko ko ko – Aysun Kocatepe

Dongi Dongi – Çelik

Ahmet – Deniz Seki

Müdür Bey’in Yelil Kürkü – Seyfettin Tomakin

Allah Belanı Versin – İsmail YK

Bakkal Amca - Mahmut Tuncer

Ne Yaptın Deme Ulan Allah’sız – Hakkı Bulut

Rimi Rimi Ley – Gülseren

Komple Tikiyiz – Burak Kut

Kokoreç – Mirkelam

Kıskanıyorum – Hakkı Bulut

15 Kişiye Saldırdım – Güçlü Soydemir

Karagümrük yanıyor – Uğur Aslan

Acayip Hayvanlara Benziyirsen – Hüseyin Turan

Yıkılıyo – Ayça Tekindor

Olmadı Yar – Asya

Bitanesinden bitanesine – Nihat Doğan

Kırdın Kalbimi – Nihat Doğan

Sürüneceksin – Şükran Ay

Öp Beni – Neriman Goran

Kuzuların Sesi – Aydın Aydın

Benim Adım Elvan Dalton – Elvan Dalton

Bu tür şarkıların bir de biraz bel altı imalardan beslenenleri olmuştur günümüzde de eskiden de. Bunlarda naiflikten pek eser aranmamalıdır. Sözlerde ne aradığını bilen insanların kararlılığı hakimdir. Özellikle aşağıdaki şarkıların dözlerinde de kliplerinde erkek gözlerine hitapta başarıya odaklanmış görsel ima kaynakları sonuna kadar kullanılmıştır. Bu şarkıları odyö-vizüel manada hayli cesur eğilimler sergilediğini anlamak için alim olmaya gerek yoktur. Bu türdeki şarkılar pekala da Seksist İmalı Fantastik Türk Musikisi adı altında ele alınması önerilebilir:

İpe İpe – Hilal Cebeci

O Şimdi Asker – Tuğba Ekinci

Foolish Casanova – Petek Dinçöz

Neremi Neremi – Banu Alkan

Seksist İmalı Fantastik Türk Musikisi şarkılarının atalarından bir tanesi de Sevil Öztatlı’nın şarkısı “Seks, Seks, Seks” tir

Fantastik Türk Musikisi denildiğinde akla ilk gelen isim aslında bu türe büyük katkılarda bulunmuş olan bülbül sesli sanatçı Neşe Karaböcek’tir. Aşağıdaki eserlerinin tümü Fantastik Türk Müsikisi türüne dahil edilebilir. Sözlerde derin bir anlamsızlık yüklü olmakla kalmayıp hiç bir mısrası ile müzik arasında derin bir uyumsuzluk barınmaktadır. Bu uymsuzluk şarkıların herbirine hoş bir çocuksuluk, sevimli bir beceriksizlik, manasız bir hoppalık vermektedir, dinleyen nedensiz ve mesnetsiz yere, yer yer acıklı sözler barındırıyor olmasına rağmen nedensiz bir yaşam sevinci ile dolup kabına sığmayıp taşmaktadır:

Havan Batsın (Mırmır), Şıngırdak, Doğmuşum Avare, Ben Zaten Ölmüşüm, Canım Dinleyicilerim, Yetti Canıma, Allah Kerim, Budala, Çağırma Beni, Nasıl Unuttum Seni, Kertenkele, Sevmek Niye, Sürgün Sevgilim, Ben de İsterim, Ben Yastik Istemem, İsterim, Mehmedim Ali, Hel İmana, Milyonum Yok Milyarim Hiç Yok, Pişmanım, Bu Can Sensiz Yaşar mi?, Yasanacak Ne Kaldi ki?, Acaipsin, Çırılçıplak, Maymun Suratlı, Ne Bu, Rakip Arıyorum, Git O kadına, Cıs cıs, Zing Zing, Yam Yam, Cucu, Aşık Olmuyorum, Olmuyor Gülüm, Aşka Saygın Varsa, Özür Dilerim, Demiyon mu?, Eşşiz Sevgilim Benim, Senin Yerine Olsam, Sevme Beni Artık Züleyha, Bir Çocuktan Farkın Yok, Önemli Değil, Sevecek Hal Kalmadı, Allah Derim, Bir Gözünle Gül, Deli Bu, Kapandım Odalara, Sahi mi Söyle Yemin Et, Pabucunu Dama Attım, Çukulatam Çukulata, Gelmesen de Olur Artık, Hatırım Kalır, Ne Sisler Ne Fırtınalar, İzlerini Nerede Bulurum Senin, Beni Bana Ver, Bir Öpücük Bahşiş, İnşallah Maşallah, O Senli Günlerim, Su Ver Leyla, Trilelli Lelli, Üzülme Haydar

Neşe Karaböcek 1947'nin 1 Nisan'ında, İstanbul Yeşilköy'de üç katlı ahşap bir evde Göktürk ailesinin bir ferdi olarak doğar Minik bebeğe Neşecan ismi verilir. Aile, ikisi ölen üç kızın ardından bir kız daha doğduğunu görünce biraz burkulur ama ebesi ‘‘Bak, göbeğini uzun kesiyorum, sesi güzel olsun’’ diyerek annesine verir altı kiloluk bebeği. Takip eden yıllarda bu bebeği bir erkek ve iki kız bebek daha takip eder.

Derken ebenin öngörüsü gerçekleşir Neşe’deki sesin sesin sadece güzel olmakla kalmayıp aynı zamanda soprano olduğu çok geçmeden ortaya çıkar. Sanatçı kalabalığımızda yaygın olduğu üzere bu eğilimlerini sergilemek üzere 3 yaşının gelmesini beklemez minik Neşe. Evlerinin cumbasında oturarak sokağı seyrederken elindeki çorba kaşığıyla ahşaba vurarak tempo tutmak surety ile “Çile Bülbülüm Çile’’, ‘‘Fincanı Taştan Oyarlar’’, ‘‘Limon Ektim Taşa...’’ gibi şarkılarla mahalleyi inletirken henüz 2,5 yaşında şirin ve minyon bir kız çocuğudur..

Sanat hayatına çok erken atılan minik Neşe Devlet Tiyatrosu’nda çocuk sanatçı olarak sahne alır, tiyatroda oynar, sahnede şarkılar söyler, Şan eğitimi alır ve daha sonra şan eğitimini ailesinin isteği ile bırakır. Derken ‘‘Türk müziğinde daha çağa uygun, çok sesli bir değişiklik yapmak lazım’’ der kendi kendine. Bir şarkı bulur, gerçi kendisinden önce 11 kişi tarafından okunmuştur ama meşhur olmamıştır. Şarkıyı ispanyol tarzında icra ettirir ve okur. ‘‘Artık Sevmeyeceğim’’ ve ‘‘Ağlama Değmez Hayat’’ın olduğu 45'lik, 5 milyon satar. Ve bundan sonra bir çok türde şarkılar söyler, filmlerde rol alır. Bing Crosby'den sonra dünyada en çok altın plak alan 2. sanatçı bile olur.





Türler arası rahatlıkla gidip gelebilen bir sanatçı olduğu için Fantastik Türk Musikisi türünde de iddialı eserlere imza atmıştır. Bu alandaki en büyük çalışması ise 1984 yılında hazırladığı “Kertenkele” albümüdür. Albümdeki tüm besteler sanki Hint müziğinden alıntılanılverilmiş gübi durmaktadır. Albüme adını veren şarkının sözleri ise sanki Sürünüyorum şarkısı ile şöhretini perçinlemiş olan küçük kız kardeşi Gülden Karaböcek’in söz konusun şarkısına göndermelerle yüklü, sürünenleri kertenkele yerine koymaya gayret eder gibidir.

Albüm kapağına verdiği pozunda sanatçı deri elbiseler içinde, gafif punk türü kesilmiş Ajda saçları ile içindeki isyankar yönü dışına vurmaya çalışır gibdir. Öte yandan elbisesinin üzerine, omuzuna kondurduğu kükremeye hazırlanan bir MGM aslanı pozu almaya niyetli plastik kertenkelesi ile içindeki gizli vahşi yönü ima eder bir tavır almıştır. Albümün tamamı birbirinden aşağıda kalmayacak şarkılar ile tepeleme doludur. Türün meraklıları kesinlikle kaçırmamalıdır.

Meraklısına Linkler;

27 Mayıs 2011 Cuma

Telaşe Kedisi

Sudan benliğinin her bir molekülüne kadar nefret eden bir kedinin yağmurun ilk damlaları ile birlikte içine dört ayak üstü ama hafiften sendeleyerek düştüğü ruh halini tasavvur edin. Kendisini tamamen içgüdülerine teslim edip, kafasının bir kenarına zula ettiği mahrem yerler haritasından en yakın ve en kuru olanını seçer. Vakit sıvışma zamanıdır sokak kedisi için. Yağmur dinip de ortalık kuruyuncaya kadar kedi ortadan kaybolma arzusundadır. Tutabilene aşkolsundur. Kedi telaşlı biçimde uzaklaşırken yere düşen dutların lekelediği kaldırımlarda su lekeleri büyür, büyür, büyür...




Fotoğraf: Telaşe Kedisi - D.M.

Çiçekli Bıyık

Bahar geldi. Bu geliş kendisini hissettirdi. Cemre işinden anlamam ama sanırım hepsi düşmüş olmalı. Her taraf çiçeklendi; papatya, gelincik, manolya cümlesi enfes kokular saçarak etrafı renklendirdi.. Doğa uyandı. Madem öyle, eee!! bıyıklar ne güne duruyor. Çiçeklendirelim şunları da.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Eskinin Gol Kralları

Biliyordum da afişi görünceye kadar inanasım yoktu aslında. Hangi parti olursa olsun "Gol Kralı" ünvanı ile seçim kampanyasında boy gösterilmesini doğru bulmuyorum. Çünkü talip olunan mevki ile mazide olunmuş olunan krallık ünavının arasında hiç bir ilişki yok. Milletvekili olmanın koşullarından değil gol kralı olmak. Oy kapmaya yönelik bir strateji. Ama görüyoruz ki bu yolda mübah olunanların sayısı hızla artıyor.


Yakından bakalım. Yüzdeki ifadeyi içimizden de olsa okuyalım.

(mırmırmırmır mırıl mır mırıl)



İstanbul'da olur da İzmir'de olmaz mı? Tanju Çolak da aynı partinin İzmir milletvekili adayı oldu, gözlerim doldu.

Başka ülkelerde halkı temsil etmeye aday kişilerin mazideki özel yaşamı didik didik didiklenmekte bildiğim. Bir bizde yok geçmiş rezaletlerin su yüzüne çıkması. Hoş çıksa da tırıs gider. Bozmaz bizi eski rezaletler. O kadar eskiyi anımamamakta üstümüze yok. Evliyken evlilik müessesini kaale almamış bir kişinin milletinin yararına çalışmakta zorlanacağı endişesi var yaban ellerde. Adı üstünde yaban eller işte. Eşine sadakatte zorlanmış kimselerin milletin idaresinde söz sahibi olup da bir de orada sadakatini sınamayı riske etmek istemiyorlar anladığım. Bakınız Bay Clinton bile eski bir entarinin üzerindeki kurumuş bir organik sıçrantı yüzünden DNAlarına kadar didik didik didiklenmişti anımsayınız rica ederim.

Nedense mazide bazı evli barklı futbolcuların televolenin ilk yıllarında sinemanın taçsız kraliçeleri ile ayyuka çıkmış ilişki bombardımanlarını anımsadım. Ne güzel günlerdi onlar.

Özel yaşam deyince iki gündür internette herkesin vır vır vır vırıldadığı konuda benim de noksanım kalmasın isterim. Bence hanımefendinin bir tanesi evli, zengin, güçlü (her manada güçlü) bir beyefendiyi gözüne kestirmiş zemin hazırlıyor. Ortamını bulunca haremine geçmeye içi gidiyor, ufak yollu özeniyor belli ki.

Bir de benim bildiğim yürürlükteki anayasamızın madddelerine bakacak olursak kadın ve erkek fena halde eşit. Yani yok öyle erkeğe üç beş eş, kadına bir tane. Kadın da haremseyebilir gönlü isterse.

Ya hangi devirde nerede yaşıyoruz abi ya?

24 Mayıs 2011 Salı

İşte Hayat

Düşünün ki bir lokantadasınız. İçeride her türden insan var. Envai çeşit insan farklı farklı masaların etrafında toplanmış, hepsi iştahla yemeklerini yiyorlar. Kimisi masayı dört dörtlük donatmış bir kuş sütü noksan. Kimisi sadece çorba içiyor. Kimisi karışık kumru, yumurtalı. Kimisi şarabını rakısını yudumlarken, kimisi rakı, kimi ayran, kimi su içiyor yemeği ile beraber. Kimisi kuru kuruya indiriyor lokmaları boğazından aaşağıya.

Hele lıokantanın en ucunda tam deniz kenarında manzaraya hakim bir masa var ki lokantanın garsonlarının neredeyse yarısı masadakilerin etrafında pervane olmuşlar. Siparişleri anında bitiyor burunlarının dibinde. Aşçıyı çağırarak tebrik ediyorlar bir ara. Aşçı yaranmışlığına sevinmiş beni beğendiler misali gülümsüyor. Masadakiler yaptığı yemekler için ona ağızlarıyla teşekkür saçarken, kullanılıp buruşturulmuş atılmış bir kağıt mendil gibi bakıyorlar adama. "Teşekkürleri kabul et uzak dur bizden, değme bize" bakışları bunlar.

Herkes kendi masasındaki kadar mutlu, tatlı sohbetler sarmış etrafı. Kimi masalrda arada ufak tatrtışmaların kıvılcımları alevlenecek gibi oluyor ama alev parlamadan sönüyor herkes mutlu.

Derken Lokantanın sahibi çıkıyor orataya, ellerini çırpıyor:

"ŞAK ŞAK ŞAK"
"Sessizlik" diye bağırıyor kendinden emin.

Bir sessizlik oluyor önce. Herkes suspus oluyor. Lokanta sahibi mağrur süsüyor lokantadakiler soldan sağa, kıyıdan köşeye. Sessziliği yine kendi sözleri bölüyor.

"Hesap vakti geldi" diyor. Ortaya çıktığı gibi aniden yokoluyor.

Her masaya hesabı dayıyor işinin ehli garsolar. Kimse hesabı istememiş. Bir şaşkınlık uğultusu dalgalanıyor. Herkes masasına gelen hesabı açıyor. En zengin masanın en otoriter görünümlü adamı acil tarafından bir para sıkıştırıyor hesap kutusuna, apar topar kalkıyor masadakiler. Parayı ödeyen adamın kalkışı kaçış gibi. Mütevazi yemek yiyenler basıyor itirazı. Az evvel zengin masasının etrafında fır dönen garsonlar itiraz edeni kıskıvrak alıp çekiyorlar mutfak tarafına.

Meğer bu lokantada herkes canının istediğini sipatiş eder, kendi erişebildiğince karnını doyururumuş da hesap ödeme vakti gelince lokanta sahibi her bir masa için milim milim tutturduğu hesabı gelişigüzel masalara dağıtırmış. Kendi yediği yemeğin parasını ödeyen binde bir çıkarmış. Genelde en zengin masa en az parayı öder sıvışırmış. Mütevazi sofralara en zengin adamın masasının hesabını ödemek düşermiş.

Hayat da aynı bu lokantadaki gibi işte. En fazla tüketenler, tükettiğinin binde birini bile ödemeden kaçtığı için memnun kalırken, kaçanların tükettiğini ömrünü yese yerine koyamayacak olanlar başkasının yerine ödemek mecburiyetinde kalıyor. Bedavacı adamların kaideleri 4 X 4 araçlarının yumuşak, ergonomik oturgaçlarında ılık, mutlu ve huzurla yayılırken mutfakta bulaşık yıkamakla meşgul adamlar bu sıvışmayı izleyerek habire nerede hata yapttıklarını düşünmekle meşguller.

Hayat işte tastamam bu hayal ürünü lokantada olduğu gibi. Adil değil. Hesapsızca savurup harcayanlar, bu harcamaları yaparken yarattıkları hengameyi asla kendileri toplamıyorlar. Yaptıkları hataların bedelini asla ödemiyorlar, sorumluluğunu almıyorlar. Ama hata varsa bedeli mutlaka birilerine ödettiriliyor. Onların arkasını hep başkaları temizliyor. Bir çok insanın hayatı hep başkalarının arkasını toparlamakla, başkalarının hatalarının bedelini ödemekle geçiyor. Neden mi? Duyarlı oldukları için. "Ayıp", "Hakkımda ne düşünürler sonra", "Böyle yaparsam kırar mıyım acaba?" diye gereksiz düşüncelerle kendi kendilerini yedikleri için eller geziyor eğleniyor, bunlar çile çekiyorlar. Gönüllü oluyorlar başkalarının arkasında çekip çevirmeye.


20 Mayıs 2011 Cuma

Bu da Film Gibi

Geçen ay "film gibi" bir ses kaydını hatırat kayıtlarına usulca bırakmış idim. Bu aralar yine film müziklerinden kopamadım;

Barry Lyndon, Suspiria, In the Mood for Love, Donnie Darko, Troy, La Reine Margot, Cinema Paradiso, Kill Bill, Black Orpheus, 500 Days of Love ve Heaven & Earth filmlerinden müzikler ile

Arcadia, Andreas Volldenweider, Kiri Te Kanawa, Randy Crawford, Enya, Dido, The Corrs, Mike Oldfield, Enigma, Anne Dudley, William Orbit, Deep Forest, Michael Stipe, ve Jean Michel Jarre'ın müziklerinin

bu kadar uyumlu biçimde bir arada huysuzluk etmeden oturacakları aklımdan geçmezdi.









18 Mayıs 2011 Çarşamba

Hayat Bıyıkla Güzel

Bıyıksız bir dünya düşünülebilir mi?

Spatula,

Kahve,

Çalar Saat,

Kedi,

Tel Zımba,

Tuvalet Kağıdı,

Oje,

Bunlarsız bıyıksız olabilir mi?

Fazla da ciddiye almamak lazım bu haftanın bıyığı etiketini. Konuyu nereye kadar çekiştirebilirim diye uzatıyorum da uzatıyorum. Bunu da yazdım ya daha çok sürer bu etiket anlaşılan.

13 Mayıs 2011 Cuma

Olağanüstü MR. B ve PS22 Korosu

Gregg Breinberg bir müzik öğretmeni. İlkokul dört ve beşinci sınıf öğrencilerine müzik dersleri veriyor. Öğrencileri ona kısaca Mr. B. diyorlar ve onu çok seviyorlar..

Gregg’in ailesi onun müziğe yetenekli olduğunu düşünerek ona iyi bir müzik eğitimi almakta destek olmuş. Ancak üniversiteyi bitiren Gregg müzşk konusunda sıradan biri olduğunu ve müzisyen olarak çıktığı yolun ona başarı getirmeyeceğine inanmış. Baba evinde işsiz aylar geöirdikten sonar müzik öğretmenliğinin kendisi için en uygun iş olabileceği kararını verip öğretmen olabilmek için ayrı bir eğitim almış.



2000 yılında Staten Adası, New Tork’daki Public School 22’de müzşk öğretmeni olarak başladığında onu nasıl bir şöhretin beklediğinden haberi yokmuş. Bir çok çocuğun idolü olup, korosunun ülke çapında ün kazanacağından haberi yokmuş. Mr. B. okul yönetimini koro kurma konusunda ikna etmiş Haftanın iki günü derslerden sonra 1,5 saat ve her sene sayısı 60-70 arasında değişen 10-11 yaşlarındaki ilkokul sn sınıf öğrencisi ile çalışmalara başlanmış. Koro okul içinde kısa sürede ün kazanmış. Şarkıları öğrenciler seçiyor ve Mr. B. Piyano ya da gitar çalıyormuş.



2006 yılından itibaren Mr. B. grubun bloguna ve youtube a grup performanslarını kaydettiği video görüntüleri yüklemeye başlamış. Ülkenin her yanından tıklanmaya başlamış videolar. İşk Tori Amos grupla buluşmuş. Ardından Lady Gaga, Beyonce, Stevie Nicks, Crowded House, Ne-Yo, Oprah Winfrey, Trya Banks. Queen Latifah ve Kylie Minogue ile şarkılar söylemişler. 2009 Yılında ABD Başkanı Obama’ya ilahiler söylemişler. Koru P.S. 22 Chorus olarak tanınıyor.


2011 yılındaki koro elemanları en şanslılarıymış. Çünkü bu yılın başlarında okulun tiyatro salonunda bir akşam velilerine programlarını sergilerlerken içeriye birden Anne Hathaway girmiş ve onları Oscar Ödül törenine davet etmiş.

Oscar ödül töreninin kapanış performansını üstlenmiş grup. Over the Rainbow’u söylerlerken, arkalarındaki devasa perde açılmış ve perdenin arkasında bekleuen, o gece ödül alan sanatçılar çocukların arasına karışıp şarkıyı birlikte bitirmişler. Koronun videoları youtube da nisan 2011 itibariyle 27 milyon kişi tarafından ziyaret edilmiş.

Okul yönetimi koroya katılan çocukların özgüvenlerinin yükseldiğini, bir şeyler başarma hazını tattıklarını söylüyor. Ayrıca korodaki çocukların ders notları da önceki yıllardakine gore bariz biçimde yükseliyormuş. Mr. B. ise halinden memnun, kendi kafası içinde sınırlarını çizdiği yeteneğine rağmen yıllarını verdiği müzik sayesinde tanınıuor olmanın tadını çıkarıyor. Çocukların bu hobilerinden para kazanılmasına eğitim kurumu izin vermiyor olsa da mezun olan çocuklar arasında solo olarak şöhreti yakalayanlar var. Mr. B. ye çocuklara bu kadar güzel şarkı söyletebilmesinin sırrının ne olduğu sorulduğunda, onlara şarkının sözlerini hissetmeye çalışmalarından başka tabsiyede bulunmadığını söylüyor. Gerçekten de videolarda sesi kapatsanız bile çocukların her birinin yüzünde değişen ifadeleri gözlemleyebilmek mümkün.

Meraklısına Linkler;

PS 22 Korosu'nun Blogu

Wikipedia

Mr. B. Facebook





12 Mayıs 2011 Perşembe

Bunlar Ne Demek?

Dolap beygirleri bir düzeneği çevirerek bahçelerin sulanmasına yararlardı. Şimdilerde çevrilen dolaplar su taşımaya ya da sulamaya yaramıyor. Televizyonda sinema misali televizyonda dolap bunlar. Böyle olunca da çoğu da gözümüzün önünde çevriliyor da reklamlardan fırsat bulup müşahade eden azdır herhalde. Ben 2006 dan beri kullandığım cihaz sayesinde reklamlar ya da araya giren görüntüleri atlayı atlayıveriyorum iyi oluyor illaki de bir şey seyretmek durumunda kaldıysam.

Güya "en bir baş şefin" seçileceği bir yarışma başladı bir kaç hafta önce. En bir baş şef olmak için ncelikle şef olmak lazım değil mi? Yok bu öyle değil. Yarışmacıların hemen hemen hepsi temel mutfak bilgisilerinden muaf tutmuşlar kendilerini. Öğrenmemişler. Yani şef olmadan baş şef olmak hevesindeler. Oldu. Türkiye'deyiz tabi olur. Bunların tepesinde üç şef var ha babam direktif veren, direktif vermediği vakit jürilik eden. Bir de yüzünden düşen bin ğarça BBG sunuculuğundan emekli kadın görevli.

Jüri üyelerinden bir tanesi hayli asabi, agresif, ağzından çıkana kulağı sağır, öfkelendi mi - ki bu kıldan tüyden muhtelif bahane ile olabilir - rengi atıp kırmızıya dönüşüyor, zıp zıp zıplayarak yarışmacının kişiliğini rencide edecek lafları bağırmakla kalmayıp onlara kaşık, çatal, spatula, kabak, dere otu gibi mutfak cisimleri fırlatıyor. Şimdi bir kere kendi kendine yeten bir insanoğlu öfkesini kontrol altına almasını azbuçuk bilebilmeli, ya da nevri dönerse frene basabilmeli yahutta kızarsa kızgın yerlerine buz basabilmeli. Bu jüri üyesinde böyle bir maharet yok malesef. O düdüklü tencere gibi sürekli kızgın ve tepesinden buhar salıyor. Hem de ne salmak düdüğünü öttüre öttüre.

Şimdi gelelim dolaba. Bu kızgın düdüklü tencere yarışmacılardan genç ve de yakışıklı bir mühendis oğlanı hafiften kayırmakta. Hissetmemek mümkün değil. Güya buna da hırçınlık sergiliyor ama yok öyle diğerlerine yapılanların yanında bu hırçınlıklar hafif kalır.

Format icabı cuma günkü yarışmada kaybeden gruptakilerin her biri elenmek için kendi içinden iki ve daha fazla aday gösteriyor. Bu genç, yakışıklı, mühendis oğlanla, bir kız bir de yakışıksız bir erkek yarışmacı elenmek için aday gösterildi. 45 dakikaları var belçika usulü midye yemeği hazırlayacaklar. Aslında 20 dakikanın hazırlanmasına bolbol yeteceği bir yemek. Siniri atık jüri üyesi süre sonuna on dakika kala geldi yakışıklının yemeğini tattı ve "olmuş mu bu?" diye ufak bir tantrum yaşayarak tavayı aldığı gibi lavaboya fırlattı. Hemen ardından diğer yarışmacılara "Siz de kabul edin onbeş dakika daha ilave ediyorum" dedi. Hıkmık etmek üzere olan kadın yarışmacının lafını da bir güzel ağzına tıktı. Yakışıklı mühendis oğlan geri kalan sürede ilk hatalarını tekrarlamadan bir güzel yemeğini yaptı. Üç yemek arasından en çirkinini yapan kadın yarışmadan elendi. Bu ne demektir şimdi? Adam kayırmak değil de nedir? Diğer yarışmacıların yemeğinin istendiği gibi olmadığı ve yeniden denemeleri onlara söylenmemişti. Dolap bu işte. Böyle dolaplı yarışmaları izleyemem göz göre göre enayi yerine konulmak istemiyorum çünkü.

Bir de Survivor'umuz var o da benim için bitti. Belki ileride izlediğim bölümlerden aklıma takılanlar ile ilgili bir şeyler yazarım ama bundan sonra asla izlemeyi düşünmüyorum. Onüç gün kadar önce Pascal'ın Nihat'ı yumrukladığı haberleri gazeteleri şöyle bir dolandı. Bu hafta sonu önceden öngörülen olay oldu. Bu ne demek? Biz on gün gerideyiz cumartesi gecesi elemeli program geldiğinde demek. Elemelr için Salı gününe kadar oylama yapılıyor. On gün geriden geliniyorsa o SMS ler malesef çöpe gidiyor. Elenecek yarışmacıyı birilerinin keyfinin kahyası belirliyor. Göz göre göre aldatacak program istemiyorum. Alsınlar kendileri izlesinler.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Yasak

Türk Dil Kurumu sözlüğünde yasak kelimesini aradığında şunlar karşınıza çıkıyor;

Tanım:
1. Bir işin yapılmasına karşı olan yasal veya yasa dışı engel, memnuiyet,
2. (Sıfat) Yapılmaması istenmiş olan, yok, memnu, haram.

Atasözü, deyim ve birleşik fiiller;
Göze yasak olmaz, yasak savmak, yasak olmak, yasak etmek, yasağı çiğnemek.

Birleşik sözler;
Yasak aşk, yasak meyve, yasak bölge, yasak ilişki, yasak kitap, av yasağı, basın yasağı, seçim yasağı,

Son yıllarda büyük şehirlerdeki bazı apartmanların cümle kapılarında A4 kağıtlarına yazılmış "Bu apartmana her ne surette olursa olsun pazarlamacı ve satıcı giremez" yazılarını gözlemler olduk. Sakinleri pazarlama ataklarından yorgun düşmüş olmalılar ki bazı apartmanların kapısında sergilenen bu yasak kararının ise yukarıdaki cümlenin sonuna "bunlara bankacılar dahildir" ifadesi parantez içinde ilave edilerek akla gelebilecek sorulara baştan cevap verilmiş. Tabi o apartmanda pazarlamacı, satıcı veya bankacıların ikamet edip edemediği suali düşüyor bu sefer zihinlere. Orasını bilemiyoruz. Ne kendi evimde ne de tanıdıklarımın apartmanlarının kapısında bu yazı olmadığı için yanıtını öngöremiyorum.

2001 krizi sırasında bir fabrikanın kapısının yanındaki duvara monte edilmiş bir pirinç levhayı görünce basmıştım kahkahayı. Fotoğrafını çekmediğim için pişmanım. Levhada yazanlar şöyleydi; alt alta üç adet bankanın ismi sıralanmış ve altına büyük harflerle "bankası çalışanları müessesemizden içeriye giremezler". Fabrikanın sahipleri yapmurlu havada şemsiyeyi kapatan bankacılardan yana dertliydiler anlaşılan. Üzerinden geçen on yıl sonrasında firma hala ayakta olduğuna göre o dönem verdikleri karardan ötürü bazı bankalar pişmandır her halde.

Her yasak aslında bir konuda çözüm üretememişliği, çaresiz kalınmışlığı ifade ediyor. Çözemiyorsan sorunu yasak koyuyorsun. Bu böyle. Sorun varsa çözmek yerine kendine sorun haline gelmiş olan meseleyi yasaklı ilan etmek en kolayı.

Bozcaada Belediyesi de müzisyenlerden, seyyar satıcılardan ve hurdacılardan ne çekti bilemiyorum ama bu şirin beldenin kapıları bu meslek gruplarına kapalı bir yıldan uzun bir süredir. Bu böyle biline.


Meraklısına Linkler;

Mona'nın Bıyığı

"Halamın bıyıkları olsa amcam olurdu kendileri", "Ama yoktu hala kaldı" deriz. Ama bir durup düşündünüz mü? Mona Lisa'nın bıyıkları olsaydı, yine öyle masum, mahcup ve kederli gülümser miydi Leonardo da Vinci'ye. Hadi Gülümsedi diyelim. Görebilir miydi Da Vinci usta bıyıksız bir kadına bakarken gördüklerini onda?


Meraklısına Linkler:

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Tutku

Aşıklar en iyi yanlarını en önemli anlarda gösteremezler. Ağız kurur, avuçlar terler, konuşma doğru dürürst sürdürülemez, ve kalp her an göğüsten fırlayıp bir daha geri gelmemekle tehdit eder insanı. Aşıkların kalp kriziine kurban gittiklri olmuştur. Aşıklar heyecandan çok fazla içip çaptan düşerler. Çok az yedikleri için coşkuyla bekledikleri birleçme anında bayılıverirler. Okşamayı beceremezler, yüzlerindeki boyalar akar. Hepsi bu kadar da değil. Giyiminize mi, yemeğinize mi, şiirinize mi, en çok neyinize güvendinizse mutlaka aksar.

Evi zarifti, sakin bir suyolu üstünde, modaya uygun ama bayağı olmayan bir yerde. Kabul salonu pek büyüktü, iki ucunda koca pencereler, işsiz güçsüz bir kurt köpeğinin seveceği cinsten bir de şömine vardı. Yalın döşenmişti, büyük beyzi bir masa, bir de chaise-longue. Çin işi birkaç süsleme - bunları gelen gemilerden alıyor, koleksiyon yapıyormuş. Duvara monte edilmiş vitrinler içinde sergilenen çok çeşitli garip böcek ölüleri de vardı. Ömrümde hiç görmemiştim bu gibi şeyler, bu merakını anlayamadım doğrusu.

Evini gezdirirken bana çok yakın duruyor, kimi resimleri, kitapları özellikle gösteriyordu. Merdivenlerden çıkarken eliyle dirseğimi tuttu, yemeğe oturduğumuzda ise karşısına değil yanına oturttu beni, şarap şişesi ikimizin arasındaydı.

Operadan, tiyatrodan, kente gelen konuklardan, havadan ve kendimizden sözettik. Gerçek babamın kayıkçı olduğunu söyledim ona. Güldü, kazayaklı olduğumuz konusundaki söylencenin doğru olup olmadığını sordu.
"Elbette" dedim ve bu şaka onu daha çok güldürdü.

Yemeğimizi bitirmiştik. Şişe boşalmıştı. İlerlemiş bir yaşta evlendiğini, inatçı ruhlu ve bağımsız gelirli olduğu için evlenmeyi hiç düşünmediğini söyledi. Kocası eski kitap ve el yazmaları ticareti yapıyormuş. Doğudan gelen kitaplar, yarı-kartal yarı-aslan ejderhaların inlerini gösteren, balinaların avlanma alanlarını belirleyen çok eski haritalar. Hazreti İsa'nın son yemekte kulandığı Kutsal Kase'nin yerini işaretlediği iddia olunan hazine haritaları. Sessiz, sakin, kültürlü bir adammış kocası, ondan hoşlanıyormuş.

Kendisi şu sıra seyahatteymiş.

Yemeğimizi bitirmiştik, şişe boşalmıştı. Gerginlik yaratmayacak ya da tekrar olmayacak bir şey söylemek olanaksızdı. Yanında beş saatten fazla kalmıştım zaten, gitme vakti gelmişti. Ayağa kalktığımızda, bir şey almak için bir adım attı, elimi uzattım, ve işte o kadar, kollarımın içine doğru döndü, ellerim onun kürek kemiklerinde, onunkilerse benim bel kemiğimde kaldı. Birkaç saniye öylece durduk, ben cesaretimi toplayıp ensesine ufacık bir öpücük kondurana dek. Geri çekilmedi. Cesaretim arttı, ağzından öptüm onu, alt dudağını birazcık ısırarak.

O da beni öptü.
"Seninle sevişemem" dedi.
Ferahladım, derin bir umutsuzluğa düştüm.
"Ama seni öpebilirim"




Meraklısına Linkler;

Kaybolmuş Bir Köpek İlanı

Sen gelince uyuyorsam şaşırma
Mevsimdendir
Çayı ısıttım, çiçekleri suladım mı acaba

Sen gelince yalnızsam sakın şaşırma
Kaybolmuş bir köpek ilânı gibi kaldım şu dünyada


Fotoğraf: David Gibson

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Eski Bir Dost

Kalabalık bir gruptuk geniş masamızda. Yaz akşamlarının İzmir'inde imbatı yakalayabilen nadir noktalardan birindeki kafeteryada kalabalık masa etrafında toplanmış serinlerken vakit öldürmeye çalışıyorduk. Masadakilerden üçünü iyi tanıyordum. Dört iyi arkadaştık biz. Ya da öyle sanıyorduk o zamanlar. Muhabbetin dibine vurmuştu herkes. Buz gibi biralar geliyor boş bardaklar doluları ile yer değiştiriyordu. Masanın bir ucundan öbür ucuna laf yetiştirenlerin laflarının ucuna takılan espriler ortalığa neşe katıyordu. Bir duman ve kahkaha bulutunun içinde oturur gibiydik. Masanın üzerindeki kül tablaları çoktan dolmuştu bile. Ama garsonlar da yaz aylarındaki olağan rehaveti bir kuyruğundan yakalamış kendilerine doğru usulca çekiyorlardı.

Çocukluğumun küçük kentindeki yaz öğleden sonralarını hatırladım aniden. Büyüklerin sigara içmesine özenirdik. Kül tablasına terkedilen izmaritlerden çalar yakıp onları içerdik gizlice. Bir kaç kez yakalanınca yemiştik sopayı. Sokaklardan izmarit toplamaya başladık bu sefer. Kaldırımlarda atılı izmaritleri önceleri içiyorduk. Sonra filtreli sigaraların izmaritindeki süngerin tadına vardık bir gün. Dudaklarınla izmaritin arkasını ıslattın mı kağıt dağılıyordu kendiliğinden. İçinden mis gibi nikotin kokan bir sünger çıkıyordu. Dilimi korkarark değdirmiştim ilk seferinde. Tadı hoştu aynı sigara içmek gibiydi. Yok yok daha güzeldi. Bulduğuğumuz izmaritleri ceplerimize doldurup biriktirirdik. Öğleden sonraları mahallemizin köşesindeki kilisenin yanındaki evin arkasında, döküntülerin atıldığı arsada toplanır ganimetlerimizi dökerdik ortaya. Hep beraber soyardık süngerleri kalasıya kadar.

Ağzına izmaritin süngerini atıp bir güzel çiğneyeceksin.. Tükürük salgısı birden hızlanmaya başlar acele etme. Tükürüğü iyice beklet ve süngerle bir ağzında iyice çalkala. O lezzetin damağına, diline usulca yayılmasının keyfine var. Aynı sigara içmek gibi ama dumanı olmadığı için yakalanma tehlikesi yok. Öğleden sonraları orada oturup ganimetlerimizi paylaşır oldu. İlk kimdi keşfeden bilmiyorum. Süngerleri çiğnedikten sonra yutmaya başladık. İnanılmaz keyif verici ve lezzetli bir deneyimdi.

Nedense orada otururken aniden geçmişteki o izmarit keyfimizi anımsadım. Uzun yıllardan beri vazgeçmiştim bu alışkanlığımdan. Ama o gece nedense yine o lezzet aklıma düştü. Elimi uzatıp ortadan gizlice bir izmarit alsam diye içim içimi kemirmeye başladı. Cesaret edemedim. Ama içim içimi kemiriyordu. "Bir tanecik" diyordum. "Kimse farketmeden".

Masada birden sessizlik oldu. Yeni bir gelen vardı. Fiona. Güzel kadın. Güzel ve soğuk kadın. Aristokrat bir aileden geldiği söyleniyordu. Herkes bu şehirde açtığı dil okulunda öğretmen olarak çalışma peşindeydi. Çok nadiren yolu bizlerin arasına düşerdi işte böyle. Kendince küçük bir kaçamak yapar macera yaşardı, onunla çalışmak için can atanlara, kediye ciğer misali bir görünür bir kaybolurdu kaltak.

O gece o masada görmeyi en son istediğim kişi oydu. Malesef benim karşımdaki sandalye boştu ve Fiona geldi yerleşti elinde yarısı içilmiş sigarası ile yerleşti oraya. Yanındaki sözde arkadaşım olacak adi o anda yazmaya başladı karıya. Aklı sıra şirin gözükmeye çalışıyordu. Böyle yaparak onun olkulunda çalışma niyetindeydi biliyorum. Yaklaşık on dakika konuştular. Fiona iyice sarhoştu. O kadar konuştuktan sonra bizimkine sordu:

-"Seni tanıyor muyum?"

Bombok oldu bizimkisi. Yüzünü görmeliydiniz. Fiona da seri içiyordu sigaraları hani, biri sönünce öbürünü yakıyordu peşi sıra. 40 yaşlarınnda ama bakımlı incecik bir kadındı, güzel bacaklarını gösteren pahalı elbiseler giyiniyor, nefis parfümler sürünüyordu. Karşsındakini mort edince böyle bana döndü sevimli bir ifade ile. Düpedüz asılıyordu bana. Ama rol yapıyordu biliyorum. Gücünden emin benim de onun önünde köpek olup okulunda çalışmak için yalvarmamı bekliyordu, ama yok öyle. Ben iyi bilirim bu cilve oyununun kurallarını. Garsonun biri elinde çerez tabakları ile geldi o anda. "Müessesemizin ikramı bunlar" dedi ne demekse. Masamıza üç tane karışık çerez tabağı bıraktı. Bir tanesini Fiona ile benim tam ortamızdaki bir yere koydu. Fiona baktı benden yüz yok. Sinirlenmeye başladı. İlk kez birisi yüz vermiyordu galiba. Sigarası bitince aldığı gibi soktu çerezlerin ortasına, orada söndürdü. Ne demek bu şimdi hakaret mi? Göz göze bakıyorduk. Yüzünde iğrenç bir gülümseme ile, bak işte çerezini rezil ettim der gibiydi. Soktum elimi çerez tabağına aldım az öce gömdüğü izmariti. Kopardım süngerli bölümünü kağıdı dilimle eritip süngeri aldım ağzıma attım. Gözlerinin içine bakıyordum o anda. Nasıl şaşırdı anlatamam. Bir tiksintii büyüdü yüzünde. O kada özlemişim ki ağzımda büyüyen lezzeti usulca döndürüp çiğnemeye başladım. Kadın büyülenmiş gibi kalakaldı. Sonra yuttum. Oh dünya varmış.

Masadaki herkes susmuş bizi seyrediyordu. Elimi kültablasına uzatıp iyice karıştırıp en alttan bir tane aldım. Kopartıp attım ağzıma. Fiona şırfıntısının bir kalkışı vardı görmeliydiniz. Sandalyesinin yere devrildiğini farketmedi bile, koşarak uzaklaşırken. Bense eski bir dosta kavuştuğum için mutluluktan aptala dönmüş, çiğniyor, çiğniyordum nikotin kokulu süngeri.


Meraklısına Linkler;
Okuyan Kedi'nin çok güzel bir oyunuydu bu,
Yazma alıştırması yerine geçecek bu çalışma
yeni bir konu yeni blogda,

6 Mayıs 2011 Cuma

Harry'nin Bıyığı Olsa

Harry Potter'ı tanırsınız. Talihsiz çocuk. Üstelik hem öksüz, hem yetim. Ona acıyıp da böğrüne basıp, sırtını sıvazlamayacak bir türk düşünemüyorum. Ama gelin görün ki şefkat katsayısı düşük bir toplumda yaşıyor, dört bir yanı mugglelarla çevrili. Büyücüler desen dört yandan kuşatmış. Düşmanları desen hepsi de namert. Arkasından binbir dolap çevirmekteler. Yıllar geçti filmi bile henüz tam anlamıyla bitmedi. Harry de şimdi kazık kadar belki ama o badireleri atlattığı dönemde ne kadar tıfıl ve tecrübe yoksunu idi yaşı uygun olanlar anımsar hep.

Keşke Harry'nin o dönem pos bıyıkları olsa idi, o ürkünç görünümü ile düşmanlarının kalbine korku salsa idi. Belki de bunca tehlikeli dalavare gelmezdi başına. Tipine caydırıcı bir hava katardı en azından. Ne dersiniz? Yakışmamış mı kerataya ve arkadaşına?


Photobucket


5 Mayıs 2011 Perşembe

Hıdrellez Dilekleri

Mayıs’ın beşini altısına bağlayan gece geldi miydi bilinki Hıdrellez gelmiştir. Bu gece karaların ermişi Hızır ile denizlerin ermişi İlyas’ın buluşacağı gecedir. Yüzyıllardan beri hep bu gece buluşur ikisi. Eğer bir yıl buluşamayacak olsalar denizler durulur, bereketini kaybeder, toprak kurur, yeşermez, ürün vermez, yağmurlar yağmaz, canlılar doğurganlıklarını kaybeder. Onların buluşamaması kıyametin habercisi olur.

Ama onlar her yıl dünyanın bir yerinde buluşur. Onların buluştuğu yerde bahar bir başka bahar olur, çiçekler başka bir açar, daha renkli, daha kocaman olurlar, arılar daha renkli, gökyüzü daha mavi olur, ağaçlar daha gürleşir, meyveleri dallarını eğer, insanlar daha sağlıklı olurlar, hastalanmazlar, o yıl orada ölüm de olmaz.

Hızır ile İlyas’ın buluştuğu anda dünyada herşey durur; akarsular aktıkları yerde duruverirler, rüzgar esmeyi bırakır, yapraklar kıpırdamaz, kuşlar uçmaz, denizler dalgalanmaz, sanki dünya bir an için ölür en ufak bir ses ya da bir kıpırtı olmaz. Sonra birden yaşam yeniden eski seyrine döner, rüzgar esmeye, sular akmaya, denizler dalgalanmaya, kuşlar uçmaya başlar.

Herkesin arzusu bu gece sabaha kadar dışarlarda dolaşıp bu mucizevi ana şahit olmaktır.

Eski bir türk adetidir Hıdrellez. Her yörede farklı bir inanış, değişik bir uygulama takılmış olsa da peşine genel olarak şunlar yaşanır o gece ve sabahında ülkemizde;Sabah erken kalkmanın uğur getirdiğine inanılır. Güneş doğmadan dilekler bir kağıda yazılıp akan suya bırakılır. Nasip süpürülür inancı ile bazı bölgelerde evler süpürülmez. Hıdrellez günü için, yumurta kaynatılır. Hıdrellez günü evler ilaçlanmaz. Kuru baklagiller bir torba içinde ağaçlara asılır. Hızır’nın kamçısıyla bunlara dokunması ve bereket getirmesi dileği tutulur. Buna benzer biçimde ev, araba, çocuk ziynet eşyası resimleri de yapılarak bahçeye muhtelif yerlere asılır. Bir çok yerde gül fidanlarının altına dilekler konulur. Genç kızların başları üzerinde Hıdrellez günü hiç kullanılmamış kilit açılır. Evin pencere ve kapıları kapatılmaz. Hıdrellez’de salıncakta sallanmayanın o yıl çeşitli rahatsızlıklarla karşılaşabileceğine inanılır. Salıncakta sallanma bir bakıma ateş üzerinden atlama şeklinde o yıl için sağlık ve sıhhat dileği geleneği ile aynıdır. Hastalıkların, dertlerin sallanma sırasında döküleceğine inanılır. Yeşil ot, dal veya çimen koparılmaz. Çiçek toplanmaz.

Osmanlı İmparatorluğu binlerce yıldır göçebe olarak yaşamış bulunan yörükleri yerleşik hayata geçirmek için 18. ve 19. yüzyıllarda baskı uygulamıştır. Yaşar Kemal “Binboğalar Efsanesi” isimli romanında göçer olarak kalmış son yörük obasının yaşadığı sıkıntıları anlatmaktadır. Obanın yüzyıllardır konakladıkları düzlükler artık parsellenmiştir, artık yeni sahipleri türemiştir. Yörükler nereye gitseler halk onlara saldırmakta ya da para koparmaya çalışmaktadır. Efsaneye gore; Hızır ve İlyas Peygamberlerin gökyüzünden, iki farklı yönden, iki yıldız olarak gelip yeryüzünde bir noktada buluştukları gece yaşanan mucizevi buluşma anında tüm akarsular durur, bütün böcekler, hayvanlar sessizliğe bürünür. Sessizliğin hüküm sürdüğü bu kısacık anı sadece içinde hiç kötülük olmayan insanlar farkedebilirler. İşte bu mucizevi anı farkeden kişinin o anda dilediği her ne ise, gerçekleşirmiş. Romana konu olan yörük obasının artık tek umudu Hıdrellez’de yaşanacak buluşma anına kalmış. İçlerinden en masum, en saf, en temiz kalpli gördükleri üç kişiyi seçmişler: Ceren isimli bir genç kız, aşiretin yaşlı emmisi ve 6 yaşında bir erkek çocuk. Oba için yaylak, çadırlarını kurmak için güvenli bir düzlük ve koyunları için otlak dileme görevini üstlenen bu üçlü gece vakti nehir kenarına oturmuşlar. Saatler geçmiş, üçünün gözü gökyüzünde, kulakları ise sessizlikte. İlk Ceren görmüş kayarak birbirine kavuşan iki yıldızı. O anda herşeyi unutmuş, dağlarda eşkiya olan Kerem düşmüş aklına. Ona kavuşmayı dilemiş usulca. Derken Emmi farkına varmış dilek zamanı olduğunun. Ömrünün son zamanlarına geldiğinin farkındaki yaşlı adam da birazcık daha ömür dileğinde bulunmuş, aşiret konusunda diğer ikisinin dilekte bulunacağına güvenerek. Hemen ardından küçük çocuk görmüş dilek zamanının geldiğini. Minicik kalbi uzun süredir görmediği babasını görmeyi dilemiş sessizce. Aşiret yersiz yurtsuz macerasına devam etmiş çilesi yettiğince.

Hıdrelez’iniz kutlu olsun, salıncakta sallanmayı, ateşlerden atlamayı ve bu akşam gün batarken gül ağaçlarını ziyaret etmeyi sakın unutmayın.



Meraklısına Linkler;

3 Mayıs 2011 Salı

Saymak Lazım

Sümeyye Hanımefendi'nin baba kontenjanından devlet protokolünde sakız çiğneyerek tiyatro oyunu izlemesi skandalının ardından ve henüz hiç kimsenin de "Başbakanımızın kerimelerinin devlet protokolünde ne işi vardı? Sakız çiğneyecek başka yer mi kalmamıştı sanki?" diye sormayı akıl etmeyişinin üzerinden çok bir zaman geçmedi ki.... Sayın Erdoğan taksi şoförleri ile buluştu.

Ve en asil duygunun insanları olan türk şoförlerine dedi ki "yabancı dil öğreniniz". Elbette turist dediğin ülkeye geliyor, taksiye biniyor, konuşuyor, direksiyondaki hırto anlamamakla kalmıyor bakışlarını en yakındaki yumuşak ve bazı durumlarda bir muhallebi denli löpürdek olabilen etli bölgelerde yoğunlaştırıyor. Bu yoğun odaklı ısrar yüklü bakışımlar da hangi kadını olsa ürkütür herhalde. Efendim yabancı dil öğrensinler ki derli toplu iletişsinler. O şoförler ki kendimi bildim bileli türkçe konuşurum da bu denli yetkin türkçemle sadece "şuraya gideceğiz" demekle bir taksi şoförünü gayet net belirlenmiş bir adrese yönlendirmeyi bu yaşıma kadar ben başarabilmiş değilim. Benim noksanlığım değil elbette. Taksi şoförlerinin müşteriyi bir enayi olarak görmesi hadisesinin artık kemikleşmiş olması. Seni illaki dolandıracak, illaki onüç teleye gideceğin yolu onyedi liraya götürüp cebine dört lira fazla sokup seni sövüşleme hazzını yaşamayı mübah sayacak. İllaki gıdım gıdım tarif edeceksin, "şuradan gir", "buradan dön", "dur oraya dönme" diye tetikte olacaksın. Ve arkaya oturdun diye illaki seni bedavaya psikoloğu bilip anlatacak da anlatacak, ipe sapa gelmez şahsi görüşlerini dökecek ortaya. "Kardeşim ben seni dinlemek istemiyorum, kafamı dinlemek istiyorum" dedirtecek zorla ve o lafı ağzından çıkarttırdığı vakit de seni tüm o hayatı yaşıyor olmasının tek müsebbibi olarak görmeye başlayacak. Bir nefret bir nefret, deme gitsin.

Evet turist geliyor, dakika bir bunları görüyor. Bunlar yabancı dil konuşsunlar anlaşsınlar. Ben de diyorum ki iktidar partisinin en güzide şahsiyetlerini de yabancılar görüyor onlar da bir el atsa şu yabancı dil işine iki satır ingilizce ya da fransızca ya da kolay geliyorsa esperanto ezberleseler ne zararı olur? Ülkeyi temsil etme işi taksi şoförlerine kaldıysa onlar şu andakinden daha kötü temsil edemezler zaten. Politikacılar karşısındaki ne diyor onu yabancı dilde anlamaya teşebbüs etseler ne kaybederler? Ortaya iki kelime atıp "One minute" demekle mi sınırlı kalacak ingilizce bilgisi politikacıların.

Bunlarla kafa yorduğuma bakmayın zira taksi şoförleri hadisesinden bir kaç gün önce aklıma durgunluk veren yeni bir yasak girdi ömrümüze ki zaten son yıllarda vahim bir sorunumuz vardı bu sayede onun kat be kat artacağından korkmaktayım. Yeni yasağımız 137 adet kelimeyi ve 1 de sayıyı kapsıyor (bir sayıyı yasaklamak???). İnternet hosting firmalarına "tavsiye niteliğinde" gitmiş bir listede yazılı hepsi. Etek, haydar, homemade, hot, animal, hayvan, baldız, beat, çıplak, fire, nefes, itiraf, pic, sarışın, sıcak, şişman, hikaye, yerli, yetişkin ve sıkı durun "yasak" gibi kelimelerin içinde yer aldığı alan adlarını açmamaları ve açık olanları da kapatmaları tavsiye edildi. Sanırım çocukları ve gerizekalıları kazara porno sitelerine girmekten alıkoymak için atılmış çok zekice bir adım. Bu maksatla böyle akıllara dinginlik veren bir yasağa imza atarken bunun sebep olacağı sonuçların hiç bir tanesinin de kaale alıncaka kadar üzerinde düşünülmediği aşikar. Bu ülkenin ne kadar iki yüzlü bir hayat yaşadığının farkındayız hepimiz. Cinsel açıdan ne istersen yap ama dile düşmemek kaydıyla gibi bir söylenmemiş sus birliğini paylaşan büyük bir nüfusumuz var. Koca bir şehrin eşrafı, az buz değil 150 kişi, ağızlarından şlehvet salyaları salgılayarak iki ilköğretim öğrencisi kızın üzerinden geçiyor da kimse dillendirmiyor. Eminim o yüzelli kişi bayram namazlarında en ön safları da kimseye kaptırmıyorlardır. Tecavüzler, çocuk tecavüzleri, her tür cinsel istismar almış yürümüş. Şimdi bu yasakla bilgisayar başından porno izleyip hayallere dalarak cinsel açlığını bastıran hayli kalabalık olduğunu düşündüğüm bir nüfusu da kendi açlığı ile başbaşa bırakma işi de bir lahzada başarıldı, şükür. Şimdi bunlar, bu açlıkları ile gözleri dönene kadar başa çıkacaklardır şüphesiz. Bu gerilimi yasakla nereye kadar bastırmayı düşünüyorlar acaba? Bir yerden patlayacak mutlaka. Bir kaç yıl içinde tecavüz sayısında çok büyük artışlar olacağını düşünüyorum. Sebep olarak da bu yüzyılda konulan bu yasağı görüyorum.

Yasaklanan kelimeler arasında gay kelimesi de mevcut. Gay demek illaki porno değil bildiğim kadarı ile. Artık dilimizde de kullanılır oldu, kendi cinsinden kişilere ilgi duyan ve onlarla birlikte olan kimseleri tarif ediyor. Bir çok ülkede gay evlilikleri bile yasalar önünde kabul görür vaziyette iken bizlerin bu kelimeyi bile internet ortamında kullanması artık yasak. Böylesine derin bir tahammülsüzlüğün olduğu bir ülkede yaşadığımızı unutmayalım lütfen.

Bir de çılgın projemiz var şimdi. Ana muhalefet partisinin aile sigortasına nereden kaynak bulacağını komedi malzemesi gibi kullanmayı akıllıca bir marifet sayan iktidar partisi şimdi daha pahalı bir projeyi ortalığa bıraktı. Sıra vatandaşa gelince kaynak yok yani.

Bir de... ileri demokrasiye geçtik biliyorsunuz hatırlarsınız hani 12 Eylül 2010 tarihinde halk oyuna sunulan anayasa değişikliği sebebiyle. Bu ilerlemeden sonra kaç yasak girdi hayatımıza farkında mısınız? Saydınız mı?

Sonradan İlave: Bir de heykel yıkma hadisemiz var geçtiğimiz ayda 2011 yılında yaşanan. Bir kişinin tartışılır zevkine uymadığı için yerle bir edilmekte sakınca görülmedi.

Meraklısına Linkler:
Elin ingilizi demiş ki "Turkey is not a free country" Bak sen hadsize.
Persephone'nin blogundaki istatistiki bilgiler.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Korku Ve Merakla Karanlığın İçine Baktım

Orada durdum,
Korku ve merakla karanlığın içine baktım uzun süre,
Kuşkuyla, kurarak hiçbir ölümlünün cüret edemediği hayalleri;
Ama sükunet bozulmadı ve sessizlik bir ipucu v
ermedi,

Resim: Buzzfeep.com