Ortaokul yıllarımda her sömestre başlangıcında dört ders seçer o derslerle asla alakadar olmaz ve bütünlemeye kalırdım. Bütünlemede hepsini birden temizler ve sınıfımı geçerdim. Kendimi pek sıkmazdım ders konusunda. Kalınacak dersler dörtlümün üçü çoğunlukla tarih, coğrafya, kimya ya da fizik dersleri olurdu. Bu liseye kadar böyle sürdü. Lisede kafama saksı mı düştü ne oldu bilmiyorum ben de takdir, teşekkür alanlar arasına karıştı.
Tarih hocamız seneler önce "Bitli" lakabını almış olan aslında işini ve öğrencileri çok seven bir kadın öğretmendi. Kıvırcık sık saçlarını sıklıkla kaşıması sebebi ile bu lakap kondurulmuştu sanırım. Atatürk'ü ve Cumhuriyetimizi çok severdi. Benden ise birinci sınıfta tanıştığımız ilk dersinde yaptığı yoklamada soyadım sebebi ile nefret etti. "Sen yunanlısın" dedi bana, sonra da yıldızı uzun müddet benimle barışamadı, beni yok saydı. Yazılılarından çalışsam da çalışmasam da kırık not alacağımı bildiğim için tarih dersini koyardım kenara.
Bir gün okulda, Atatürk resmi yarışması düzenlendiği duyuruldu. Resim konusunda yetenekliydim. Ben de katıldım. Atatürk'ün yağlıboya bir portresini yaptım, arka planda Türkiye'nin gölgesini andıran bir zemin üzerinde devrimlerimizi sembolize etmiş soluk renkte desenler vardı. Resmim birincilik kazandı. Kadın o gün bana gelerek beni alnımdan ve yanaklarımdan öpüp bağrına bastı. "Seni yanlış tanımışım" dedi. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Gülüp de tekrar nefretini çekmeyeyim diye kahkahalarımı içime attım. Teneffüse çıkınca güldüm biraz. Kadın o olaydan sonra yazılı kağıtlarımdaki yanıtlarımın içeriği eskisinden farklı olmasa da 8 den düşük not vermedi. Orta ikide yırttım tarihten.
Sınıfımızda benim gibi ders eleyip aklına esenleri geçmeyi prensip edinmiş başkaları da vardı. Bunlar sınıfın eğlenceli tipleri idi. Bir de her dersi aşırı ciddi dinleyen, inekler gibi her dakika çalışan, teneffüste bile başını kitaplarından kaldırmayan tipler vardı. Hiç eğlenceli değillerdi. Bunlardan birisi de Murat'tı. Her karne döneminde takdirname alırdı. Babası da onu yurt içine ya da yurt dışına tatile götürür, büyük hediyeler alırdı. Maddi imkanları güçlü bir ailesi vardı. Sahip oldukları ile övüneyi seviyordu çocuk. Yüzünün güldüğünü görebildiğimiz anlar babasının ona başarısı nedeniyle verdiği ödülleri anlattığı anlardı.
Orta üçüncü sınıfta Murat ilk sömestre yazılılarında tarihte bir türlü başarılı olamıyordu. Dönem sonundaki son yazılısı da kötü geçmişti. "Ya zayıf alırsam" diyerek üçbuçuk atıyor, utanmadan sürekli ağlıyordu. Biz zayıfa talimli olanlar ise ilk başlarda onu taklit edip coğrafyadan zayıf alırsam kendimi camdan atıcam diyerek güya sinir krizi geçiri gibi yapıyorduk. Ve camdan atlıyorduk. Sınıfımız zemin katta olduğu için camdan atlayınca doğru kantine koşuyorduk.
Karneden bir hafta önce cuma günü öğleden sonra tarih dersimiz vardı ve son yazılının notları açıklanacaktı. Öğlen tatilinde ağlamaları ulumaya dönüştü Murat'ın ve ağlamaların sebebi ortaya çıktı. O sömestre tatilinde takdirname alırsa babası onu Uludağ'a bir hafta tatile götürecekti. Tarihten zayıf almadığı takdirde diğer deslerinden zaten hep 10 alacağı belli olmuştu.
Sınıfta etrafına toplandık. Hepimizi bir hüzün aldı. Bir kısmımız Murat ile birlikte ağlamaya başladı. "Hayatımda hiç zayıf almadım karnemde ben" diye içini çeke çeke ağlıyordu gördüğü ilgiden memnun.
Ders başladı. Tarih hocamız notları sırayla açıklamaya başladı. Sıra Murat'a gelince "Baban tatile nereye götürecek seni?" diye sordu. Murat ayağa kalktı ve ağlamaya devam ederek "Uludağ'a kayağa gideceğiz hocam" yanıtını verdi. Bitli, "4 aldın, otur" dedi. Murat eskisinden de beter ağlamaya başladı. Onun bu haline ömründe Uludağ'a gitme ihtimali olmayanlar bile üzüldü ve ben de dahil sınıfta bulunan herkes iki gözü iki çeşme ağlamaya başladık.
Bir hafta sonra karneleri aldık. Murat tarihten kırk not almıştı. Takdirname götürmeyecekti babasına.
Onbeş günlük tatilden döndük. Korktuğu olmamış, Murat ve ailesi Uludağ'a tatile gitmişlerdi. Hatta çok üzüldüğü için bir yerine iki hafta kalınmıştı. Bizi ağlattığı için çok kızdık ona. O notun açıklandığı gün neden ağladığımızı hiç birimiz anlamadık. Ben ise hala anlamadım.
Tarih hocamız seneler önce "Bitli" lakabını almış olan aslında işini ve öğrencileri çok seven bir kadın öğretmendi. Kıvırcık sık saçlarını sıklıkla kaşıması sebebi ile bu lakap kondurulmuştu sanırım. Atatürk'ü ve Cumhuriyetimizi çok severdi. Benden ise birinci sınıfta tanıştığımız ilk dersinde yaptığı yoklamada soyadım sebebi ile nefret etti. "Sen yunanlısın" dedi bana, sonra da yıldızı uzun müddet benimle barışamadı, beni yok saydı. Yazılılarından çalışsam da çalışmasam da kırık not alacağımı bildiğim için tarih dersini koyardım kenara.
Bir gün okulda, Atatürk resmi yarışması düzenlendiği duyuruldu. Resim konusunda yetenekliydim. Ben de katıldım. Atatürk'ün yağlıboya bir portresini yaptım, arka planda Türkiye'nin gölgesini andıran bir zemin üzerinde devrimlerimizi sembolize etmiş soluk renkte desenler vardı. Resmim birincilik kazandı. Kadın o gün bana gelerek beni alnımdan ve yanaklarımdan öpüp bağrına bastı. "Seni yanlış tanımışım" dedi. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Gülüp de tekrar nefretini çekmeyeyim diye kahkahalarımı içime attım. Teneffüse çıkınca güldüm biraz. Kadın o olaydan sonra yazılı kağıtlarımdaki yanıtlarımın içeriği eskisinden farklı olmasa da 8 den düşük not vermedi. Orta ikide yırttım tarihten.
Sınıfımızda benim gibi ders eleyip aklına esenleri geçmeyi prensip edinmiş başkaları da vardı. Bunlar sınıfın eğlenceli tipleri idi. Bir de her dersi aşırı ciddi dinleyen, inekler gibi her dakika çalışan, teneffüste bile başını kitaplarından kaldırmayan tipler vardı. Hiç eğlenceli değillerdi. Bunlardan birisi de Murat'tı. Her karne döneminde takdirname alırdı. Babası da onu yurt içine ya da yurt dışına tatile götürür, büyük hediyeler alırdı. Maddi imkanları güçlü bir ailesi vardı. Sahip oldukları ile övüneyi seviyordu çocuk. Yüzünün güldüğünü görebildiğimiz anlar babasının ona başarısı nedeniyle verdiği ödülleri anlattığı anlardı.
Orta üçüncü sınıfta Murat ilk sömestre yazılılarında tarihte bir türlü başarılı olamıyordu. Dönem sonundaki son yazılısı da kötü geçmişti. "Ya zayıf alırsam" diyerek üçbuçuk atıyor, utanmadan sürekli ağlıyordu. Biz zayıfa talimli olanlar ise ilk başlarda onu taklit edip coğrafyadan zayıf alırsam kendimi camdan atıcam diyerek güya sinir krizi geçiri gibi yapıyorduk. Ve camdan atlıyorduk. Sınıfımız zemin katta olduğu için camdan atlayınca doğru kantine koşuyorduk.
Karneden bir hafta önce cuma günü öğleden sonra tarih dersimiz vardı ve son yazılının notları açıklanacaktı. Öğlen tatilinde ağlamaları ulumaya dönüştü Murat'ın ve ağlamaların sebebi ortaya çıktı. O sömestre tatilinde takdirname alırsa babası onu Uludağ'a bir hafta tatile götürecekti. Tarihten zayıf almadığı takdirde diğer deslerinden zaten hep 10 alacağı belli olmuştu.
Sınıfta etrafına toplandık. Hepimizi bir hüzün aldı. Bir kısmımız Murat ile birlikte ağlamaya başladı. "Hayatımda hiç zayıf almadım karnemde ben" diye içini çeke çeke ağlıyordu gördüğü ilgiden memnun.
Ders başladı. Tarih hocamız notları sırayla açıklamaya başladı. Sıra Murat'a gelince "Baban tatile nereye götürecek seni?" diye sordu. Murat ayağa kalktı ve ağlamaya devam ederek "Uludağ'a kayağa gideceğiz hocam" yanıtını verdi. Bitli, "4 aldın, otur" dedi. Murat eskisinden de beter ağlamaya başladı. Onun bu haline ömründe Uludağ'a gitme ihtimali olmayanlar bile üzüldü ve ben de dahil sınıfta bulunan herkes iki gözü iki çeşme ağlamaya başladık.
Bir hafta sonra karneleri aldık. Murat tarihten kırk not almıştı. Takdirname götürmeyecekti babasına.
Onbeş günlük tatilden döndük. Korktuğu olmamış, Murat ve ailesi Uludağ'a tatile gitmişlerdi. Hatta çok üzüldüğü için bir yerine iki hafta kalınmıştı. Bizi ağlattığı için çok kızdık ona. O notun açıklandığı gün neden ağladığımızı hiç birimiz anlamadık. Ben ise hala anlamadım.
içli çocuklarmışsınız vesselam dicem ama hepinizde mi öyleydiniz yahu? yoksa içinizde belki bizi de tatile davet eder ümidi mi vardı ince ince :))))
YanıtlaSilgene güldürdün valla..:)))
YanıtlaSil:)))))
YanıtlaSilbir yorum yapamıyorum ama çok eğlendim okurken..
'Onun bu haline ömründe Uludağ'a gitme ihtimali olmayanlar bile üzüldü' :)))))
YanıtlaSilBeenmaya;
YanıtlaSilİçlilikten de değil bir tuhaf salaklık geldio an üstümüze galiba. Acıdık salağa.. Biz bir de dörder zayıf götürme husunda kaşar olmuşuz.. Bir tanesinin hiç koymaması daha mantıklıydı aslında. Anlamadım zaten neden ağladığımızı. Dayak istiyorduk heralde p
Abi;
YanıtlaSilHayat işte napıcaksın :)
Psikopati;
YanıtlaSilTeşkkürler :)
Sarya;
YanıtlaSilKaybettiğine mi, haline mi, her neye üzüldüysek hiç mantıklı değildi. Sebebini bile anlamadık..
Toplum psikolojisine kurban gitmişsiniz anlaşılan :)))
YanıtlaSilÇok sade, çok samimi ve çok eğlenceli bir yazıydı.
Nedense Murat'ın ailesi hakkında şöyle bir hisse kapıldım:
Babası ve annesi tatile gitmeye zaten kesin karar vermiş ancak minnak yavru Murat'ı evde bırakıp yalnız kaçamak yapmak için bahane ararlarmış gibi geldi bana :)))
Planları da tıkır tıkır işlemiş Bitli sayesinde ama bu hain planı yapan ana baba kalbi, hafiften oyunu çakıp "geride bırakacak bunlar beni yaaa!" paniğine kapılan minnak yavru Murat'ın sel olup akan gözyaşları ve tüm mahalleyi rahatsız eden böğürtüsüne dayanamayıp duruma teslim olmuş sanki :)))))
Yorumu biraz uzattım, affola.
:) gülümsedim sayende kardeşim. anıların kadar sıcak kal.selametle
YanıtlaSilSokak Kedisi;
YanıtlaSilBence uzun değildi, çok güzel bir tespit olmuş. Seyirciler arasında ilk gözaşını akıtanın peşine taklmışız gitmişiz :)
M.Y.S.;
YanıtlaSilHepimizin böyle zihnimzin bir kçşesinde kalmış garip anıları var mutlaka. Nerden hatırladım bilmiyorum:))