27 Kasım 2009 Cuma

Kurban Bayramı

Kurban Bayramınızı can-ı gönülden kutlarım, sevgiler....


24 Kasım 2009 Salı

Olgunlaşmayıp Dolgunlaşmış Olabilirsiniz...

Kulağına müzik takıp sesi sonuna kadar kökletenlere çok gülüyorum ben. Ulan oha, sanki Doğan görünümlü Şahin’ine kurulmuş, müzik setini cıstaklatarak imkanı mümkün olmayan nostalji otobanında gidiyorlar. Anlayabiliyorum bunların cem-i cümlesindeki "Bakın ben neler de dinleyebiliyorum habari de dabara" çabalamasını. Tamam da senin hangi notalarda seyrüsefer içinde olduğundan bana ne, kime ne?

Geçenlerde Karşıyaka istikmetinde, 121 nomerolu otobüsün içinde Talatpaşa Bulvarı’nda trafik sıkışıklığı yaşıyoruz. Allah’tan bu bulvara bulvar demek için bin şahit gerekmiyor yoksa bir tane bile bulamazdık, üçyüz metreyi onbeş dakikada katedince kendimizi şanslı sayıyoruz, o kadar sokak arası görünümlü yani, tasavvur edin. Otobüs gıdım gıdım ilerliyor. Her gün vapurla giden ben, "nerden çıktı bu otobüse binme fikri" diye yakamdan tutup kendimi sarsım sarsım sarsalayasım var. İş çıkışı saati ya, tüm otobüs koyu renk takım elbiseli kederlere bürünmüş, otobüste bir iş kadını diğerlerinden geri kalmayacak denli gayet ciddi siyah bir kılığın içinde. Ablamızın, saçı başı yerinde, havalı, kulağa oturtmuş AY-FONunu, bir ciddiyet var deme gitsin. Karşıdan duyuluyor ne dinlediği. Dikkat ettim sanki Seda Sayan anırıyor sandım. Kulaklıktan oryantal altyapı üzerine kişneme sesleri dökülüyor, bu ciddileşiyor. "Kudur ey kanun, çağla ey gitar" kıvamında pür motivasyon bir şarkı. Ara nağmelerde hafiften kalça oynatıp ritme kendini kaptırıyor ablam. Çaktırmadan yan gözle kendi kalçasını süzüyor kıvırdıkça habire şöyle arkaya arkaya bakaraktan. Sanki Cazibe Hanım'ın gündüz düşlerinden fırlamış bir fantazi gibi geldi bana, "Allah'ından bulsun bana ne?" dedim. Salsalar dansöz kılığında işe gitmeye müsait bir altyapı üzerine giyinmiş döpiyesi, sürüştürmüş allığı, iki okka boyayı, en pahalı parfümü. Kapatmış yüzeyi bir nebze ama içinde neler var içinde. Zaptedemiyor belli. Cazibe’den uzaklaşmak için yürüdüm arkalara arkalara, körükleri geçtim. Ses giderek kesildi. Aman bana ne herkes n’aparsa yapsın. Madem kulağına gömmüş o kulaklığı, sesini de içine atsaydı ya bir zahmet. Kimse kimsenin müziğine metazori maruz kalmak mecburiyetinde değil.

Hayat bir garip herkes doğuyor, büyüyor, ölüveriyor. Kimisi büyürken boy atıp kazık kadar oluyor, kimi cesametçe büyürken diğer taraftan iç dünyasında da ileriye doğru adımlar atıyor. Benim anlamadığım bizim müzik camiasındaki şarkıcı tiplemeleri. Kardeşim bir olgunlaşamadı gitti müzikaliteniz. İnsan ardı ardına beş, on tane birbirinin aynı albüm yapar mı? Bir gidin geliştirin kendinizi, inkişaf edin eskilerin dediği gibi.

Adam yirmi yaşında piyasanın eline düşüyor nurtopu gibi, promosyonu olan bokundaki boncuk ilavesi ile. Derken üzerine yirmi sene geçiyor; bu adamlar da/kadınlar da aynı jestler, aynı mimikler, aynı ses tonları ile;
“ay sen bana böle yaparsan
ben de senden şöyle şöyle intikam almaz mıyım,
annem avradım olsun
ya da istersen al boruyu gez koruyu,
bu rezalet yedi bitirdi beni ”
veya
“beni terk ettin ya,
valla elimden zor alıcaklar yakalarsam seni,
sevenin intikamı kötü olur,
parçalıcam parçalıcam
yolucam seni çırmaklaya çırmaklaya”
nevinden zırvalamaların üzerine döşenmiş birbirinin kopyası konfeksiyon ritmler, tınılar, zorttirik slogan şarkıları. Ya bi gidin geliştirin kendinizi, bir olgunlaşın, adam gibi müzik yapmayı öğrenin. Çalmadan çırpmadan beste yapın, karşınızda enayi yok, dünya küçük artık her yandaki müzikten haberi oluyor insanların, rezil etmeyin kendi kendinizi iki nota uğruna. Boşladınız abicim şu müzik ortamını, Seda ablacım sen de Türkiye’nin en güvenilir kadını olmayı başaracak denli zenginledin lütfen artık müzik yapma. Sonra sizin yüzünüzden otobüse biniyoruz, sahte sarışın iş kadınları, eski devrimci yeni bankacı/avukat/diş teknisyenlerinin kulaklıklarından dökülen ucube sesleri dinlemek zorunda kalıyoruz.

20 Kasım 2009 Cuma

Kötülük

Kaç kere gülebilirsin
Hem de böyle sahici?

Sabah, bazen çok erken
Koyu kuytulara varıyor.
Serinliğe dokunurken daha
Loş desenlere açıyor gözünü
O, yürürken bakmıyor,
Arkasından kapanıyor kapılar
Karanlık sokaklardan geçiyor

Umursamıyor çoğu zaman
Soruyor yine de;
Bu şarap hangi kadehten damladı?
Duman aralanır gibi oluyor
Cevabı duyulmuyor
Eski bir dudak kapanıyor

Göz göze geliyor nadiren
Tanımıyor, başını önüne eğiyor
Tanıyor, çenesini ileriye uzatıyor
Bu ikisini aynı anda yapmak
Hem imkansız fena biçimde
Hem de çaresiz, vazgeçiyor

Artık ne tanıyor
Ne de tanımıyor

Gülüyor, sahiden dumana karışıyor
Aralamadan geçiyor sisin içinden
Ne kadar istendiyse, tastamam o kadar gülüyor
Arkasından aralanan kapılara hepsinden çabuk alışıyor

Yorgun merdivenlerden
Yukarıya çıkıyor
Bedenini serin çarşaflara bırakıyor
Akşam olmasın diye
Bir kadeh dolusu dua ediyor

Gözlerini kapatırken
Gülüşlerini hesaplayan
O çocuk /adam kadar
Kötü olmak istiyor.

Tıkırtısından tanıyor
Bunlar kendi ayak sesleri

Kötülük
Bir gidiyor, bir geliyor.


D.M. 1997

19 Kasım 2009 Perşembe

Yüzsüzlük

Kimileri çok yüzsüz. Yüzüne tütkürseniz yağmur yağarken duydukları sevinci sahnelemeye başlıyorlar. Ya da kimileri var ki üstüne vazife olmayan konuda gelip akıl vermeyi vazife edinmişler. Çocuk olmayı çok özlüyorum bu anlarda. Üstümüze gelene bir tekme. Çocukluğumda Kemeraltı ya da benzeri kalabalık yerlere girmek zorunda kaldığıda bolca huysuzlanır, o zaman ki yerden bitme halimle içinde kaybolduğum uzun bacaklar ormanında fazla yakınıma geldiler mi basardım tekmeyi. Bacaklarım eskiye göre kuvvetli ama tekme atmakta kullanamıyorum malesef. Beyin kıvrımlarımda gizli tekme arzuları koşuşturuyor bazen, dışarı çıkıp bağırasım geliyor. Bağırmıyorum, serde olgunluk var.
Bazı şeyleri söylemektense ucunu bırakıp yola koyulmak daha iyi sanırım. Bazı insanlar her şeyi duymaya hazır değil. İnsanlara her tür kabalığı edip zeytinyağı gibi üste çıkabilecek yüzsüzlüğe sahipler. Yüzleştiğinizde kendilerini haklı çıkarabilecek sebepleri aklınıza gelemeyecek kadar çok. Uzun lafın kısası yüzsüzlük yapılmaması gereken bir davranışı rahatlıkla ve de pişkinlikle yapmak ve bundan da zerre kadar utanmak eylemi.
Çok iyi arkadaş olduğumuzu sandığım bir arkadaşımı bir akşamüstü yeni iş yerinde ziyarete gittim - eşek olmadığım için belki de eşek olduğum için karar veremedim - ilk gidişim olduğundan eli boş gitmedim, ofisinde kullanacağı bir hediye ve de müziği sevdiğini bildiğim için müzik cd leri götürdüm. Oturduk. Makamına kuruldu. "Naber, iyi misin?" faslından sonra çay söyledi. Çayı beklerken sustu, sustu, karardı. E ben gideyim madem diyeceğim aniden telefona sarıldı, "çat çat çat çat" ve "çattadanak" sesleri ile bir numara çevirdi. Bu, masasının arkasında, ben masasının önünde gözümün içine baka baka, fısır fısır birisi ile muhabbet etmeye başladı. Çay geldi bu arada, ben çayımı bitirdim. Konuşması bitmedi, çayı bitti. Susmuyor. Kah gülüşüyor, kah manalı bakıyor, karşı taraftaki kişinin kelimelerinde eridi gitti. Verdiğim hediye duruyor, açılmamış. Bu şimdi, "defol git buradan?" demek değildir de nedir? Şimdi karşında oturan adam kalkmış bir başka şehirden oraya gelmiş, sana değer vermiş oturmuş karşına, canın konuşmayı istemiyorsa "çok yoğunum, bu yoğunlukta sana zaman ayıramayacak kadar yorgunum" demeni kaldıracak onca sene var arada. Desene be güzelim.
Arkadaş kendisine yapılan en ufak kabalıkta aşırı hassasiyet gösteren, yok yan baktın, yok şunu mu ima ettin diye en ufak yağmurda darılmaya hazır beklediği için ben de kasten uzayan yersiz uzunluktaki fısırtılı telefon görüşmesini "defol git olarak" algıladım. Ama on seneyi aşkın arkadaşlığın hatırına telefon görüşmesi ne kadar sürerse sürsün sonuna kadar beklemeye karar verdim.
Gitmediğimi görünce telefonunu bitirdi.
Sonra ne konuşulduğu, önemli değil. Başlık yüzsüzlük olunca, arkadaşın yüzsüzlüğünü ve pişkinliğini misal olarak şuraya yazayım istedim.
Nedir bu yüzsüzlerden çektiğimiz yahu? Tabi onlar da haklı, yaşamın doğal seleksiyonu bunları genetiği değişmemiş öküz olarak olgunlaştırarak sürüyor toplumun içine içine; maksat mevzu çıksın, misal olsun, örnek teşkil etsin. Yüzsüzleşmek isteyen daha yüzsüzleşsin, aklı selim sahibi kimseler "yüzsüzlük de böyle bişiymiş demek" desin, bilsin, etsin, falan feşmekan.

16 Kasım 2009 Pazartesi

There is a light that never goes out

Günlerdir "There is a light that never goes out " cümlesinin türkçe çevirisini arayan birilerinin yolu bloguma düşüyor. Bu çaba için ayrılan vaktin daha fazla uzamasını istemem. Bir daha ararsa, burada bulsun. There is a light that never goes out, "orada hiç sönmeyen bir ışık var" manasına geliyor.
Blogumu açtığımdan beri en çok; "Toz almanın püf noktaları" aramasını yapanların yolu düşüyor adresime. Toz almanın püf noktalarına dair derin araştırmalara kendini kaptırmış insanlarla yolumun kesişmesi güzel bir şey. Tozdan ben de hazetmem, evdeki eşyalar toz erişmini aza indirgeyecek şekilde seçilmişlerdir, öyle oymalara, girinti ve çıkıntılara gelemem, üstünde toz barınmayacak mobilya olsun gerekirse canımı yesin. Mala geleceğine cana gelsin hatta. Kayahan gibi hissediyorum her gün blog patrol kontrolümü yaptıkça. "Ah" diyorum, "bugün toz almanın püf noktalarını yalnızca beş kişi merak etmiş". Kayahan'ın hırçınlık üstüne hırçınlık yapıp, şarkısını söyleyen veya söyleme ihtimali olanların burunlarından fitil fitil getirmesine, ülkemizde şarkı söyleme tekelini elinde bulundurma isteğine rağmen yolu sevgiden geçen herkesle birgün buluşacağına dair ahkam harikası bir slogan sallamasına perhizdeki insanın böylesi bir lahana turşusu yeme hevesinde olması gibi bakmıştım bir müddet. Bu ne hırçınlık bu ne iddialı sevgi pötürcüklüğü böyle. Ama bu bakış açım da eskidendi, çok eskiden. Şimdi toza takmışların yolu da benimle kesişiyor. Sevinsem mi üzülsem mi, şu anda karar veremeyeceğim. Daha çok gencim. Belki ileride gururlanır ya da kendimden nefret ederim. Her ikisi de olabilir, hayati konularda işte böylesi esnek tavırlar koyabiliyorum.
Bir filmdeki çeviri hatası üzerine olan ve yazılmasının üzerinden kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen "kalça mankeni" aramasını yapanların yollarının da internet trafiğinin bir kenarından sayfama düşmesini önceleri şaşkınlıkla izlerken, şimdi tozcularla, kalçacılar arasında adeta bir yarışa dönüşen arayışı alaka ile gözlemlemekteyim. Bildiğim kadarı ile mankenlik mesleğinde, kalça mankenliği alt branşı yok. Ancak "kalça mankeni nedir?", "kalça mankeninin neresi güzel?", "alışmadık kalçada don durabilir mi?" gibi merak yüklü aramaları yapanları sayfamda konuk edebiliyor olmak durumum, bende bundan böyle erotik çağrışımlı başlıklar açıp sayfama daha fazla sayıda meraklı insanı buyur etmek gibi gizli bir emeli alevlendirdi alevlendirecek. Benim iç dünyam şöyle dursun, google üzerinden kalça mankenliğine dair araştırmalara kendilerini kaptırmış, görmezden gelinemeyecek denli insandan oluşan kalabalığın mevcudiyeti böyle bir alt branşın ülkemizde elzem hale geldiğinin habercisi adeta. Şimdi nedir bu manken? Modacıların tasarladığı yeni modaya uygun elbiseleri giyip kendi üzerinde teşhir etmekle görevli kimse değil midir? Manken dediğin alır elbiseyi, giyer, çıkar podyuma gösterir. Modacının elbiselerini insan üzerinde gösterebilmesine hizmet eden bir görevli sonuçta. Elbiseyi iyi bir teşhir etmekle yükümlü kimse. E, peki kalça mankeni neyi teşhir edecek? Ben onu anlamadım. Neyse. Meraklısı çok, ilgilisi teşhir ettirsin.


14 Kasım 2009 Cumartesi

Şu anda

Şimdi şöyle bir göl kenarında olmak vardı. Georges Seurat, toprağı bol olsun, hayallere daldırttı beni.


11 Kasım 2009 Çarşamba

Büyüme Çocuk

Arada dilime takılan iki şarkı var, kafaya taktım mı da günlerce mırıldanırım. Anmadan geçemeyeceğim.
Birincisi Nükhet Duru'nun 1979 yılında yayınladığı albümlerinden biri; Nükhet Duru IV de yer alan, sözleri Özcan Kandemir Bilir'e müziği Cenk Taşkan'a ve düzenlemesini Onno Tunç'a ait bir şarkı. Nükhet Duru'nun alaturka yollara sapıp sesini bozmadan, kendini bir Mahmure karikatürü ile özdeşleştirmeden önce söylediği kenarda kalmış, unutulmuş çalışmalarından bir tanesi, Büyüme Çocuk:
Büyümeye bu özlem,
bu özenti niye çocuk?
Sen daha çok küçüksün,
dünyaysa çok büyük,
Bütün renklerin pembe
Siyahlarsa senden uzak...
Düştüğün için ağlama,
Bu düşüş düşüş değil,
Ellerin kirlendiyse üzülme.
Yüzün ak, yüreğin pak ya.
Elbisen kirlendiyse ne çıkar,
Oyuncağın kırıldıysa ne olur?
Büyüde gör.
Kalbini nasıl kırar eller,
Bir anlık zevkleri için,
Bir ömrü nasıl zindan ederler,
Büyümeye özenme çocuk...
İnsanlar büyüdükçe küçülürler,
Üstleri temizlendikçe,
içleri kirlenir.
Para denir,
şöhret denir,
aşk denir,
Tüm iyilikler menfaatlerde erir.
Büyümeye özenme çocuk...
Bir büyürsen,küçülemezsin,

Bir diğer dilime dolanan türk pop müsikisi şarkısı da ninni kıvamında bir ilk dönem Sezen Aksu şarkısı. Sözleri Deniz Türkali müiği Sezen Aksu'ya ait sanatçının 1978 tarihli Serçe isimli albümünde yer alan Çocuk ve Dev.

Bir zamanlar koca bir dev
Ve minik bir çocuk vardı
Korkusuzca gezerlerdi
Yeşil güzel bir bahçede
Kocaman dev bir bahçıvan
Minik çocuk bir çiçekti
Sımsıcacık yürekleri
Hep elele gezerlerdi

Kocaman devin elleri
Minik çocuğun yüzünden
Korkuları hep silerdi

Ama akıllı insanlar
İnanmadılar bu masala
Koştular kurtarmaya
Minik çocuğu o devden
Onları uyur buldular
O yeşil güzel bahçede
Sımsıkı sarılmışlardı
Bir daha uyanmadılar

Bu alışılmadık kısa şarkı, Şarkılı kahvenin şarkıcısına pek yakışırdı, Ama unutuldu, gitti.

Şimdi böyle naif şarkılar yapılmıyor, haşna ve fişna imalı eylemleri ön plana alan şarkılar daha zekice yazılmış olanlardan sayılıyor. Ya da mesaj verici şarkılarda mesaj dinleyicinin östaki borusuna borusuna tıkıştırılmaya çalışıyorlar.
Hayat bir garip yaşlanıp gün saymaya başlayanlar istiyorlar ki çocuklar büyümesin, masum ve el değmemiş kalsın. Çocuklar bir an evvel büyüsün istiyorlar ki kendilerine "dur", "yapma", "oturma", "kalk" diyenleri dinlemeyecek iriliğe kavuşsunlar. Bir anlamamazlık, bir kendini başkasının yerine koymamazlıktır gidiyor. İnsanlar birbirlerini etiketliyor, etiketlediğine uymayanları da hizaya soksun diye birbirlerine hayatı zindan etmeye çalışıp duruyorlar.
Sanırım hayat iletişimsizlikten ibaret, tüm dramlar iletişememekten kaynaklanıyor. Dramsız hayat da pek yavan öte yandan. Şimdi ben yukarıya mı, yoksa aşağıya mı tükürsem? Rüzgar da var...


10 Kasım 2009 Salı

Aşk Acısına Dair İnce Bir Sızı

"Romantik komedidir neme lazım uzakta durayım" düşüncesine kapılarak bir müddettir elimi sürmek istemediğim "500 Days of Summer" filmini izledim. Fim; başlar başlamaz, hatta başlamadan daha ilk karesinde, simsiyah boşlukta beyaz harflerle "bu bir aşk filmi değildir" diye yazarak/diyerek izleyicisine ne filmi olmadığını bir güzel dank ettiriyor ve takip eden iki cümlede de seyircisi ile cilveleşmeye hazır muzip bir film olduğunu ispat ediyor. Ardından siyahlık gidiyor ve renkler akmaya başlıyor. Bu Marc Webb'in yönettiği ilk film, başrollerde Joseph Gordon-Levitt ile Zooey Deschanel var. Genç bir film bu, hikaye düz bir çizgide akmıyor, Tom ve Summer'ın tanışıp, ayrılmalarının öyküsünün 500 gününe bir baştan, bir sondan, bir ortadan şahitlik ediyoruz.
Tom gerçek aşka inanan, Summer ise aşka ve birine bağlanmaya inanmayan bir genç. Summer'a ilk görüşte aşık oluyor. Summer her erkeğin birlikte ömrünü geçirmek isteyeceği bir kadın, Tom ise iddiasız ama samimi bir erkek. Çok güzel geçen bir kaç aydan sonra Summer, birisi ile ilişkide olmaktan ya da ilişkilerinin bu derece hızla ilerlemesinden ürkerek biraz uzak kalmak isteyince Tom kendini melankolinin türlü haline bırakarak hayata küsüyor.
Mutlu anların müzikale dönüşmesi, çizgi film karakterlerinin dans eden insanlara yaklaşmaya çalışması, mutsuz anların umutsuzluğa düşmeden anlatılması, Tom'un hayalini kurdukları ile gerçekte yaşadıklarının aynı anda ekrana yansıması, kederli anların zarif animasyonlarla kartpostala dönüşmesi, takvimden geçen günlerle birlikte ağacın yapraklarında mevsimi izlemek gibi hoş buluşları var filmin. Başroldekiler de, yan rollerdekiler de son derece inandırıcı. Mutlu bir an, mutsuz bir an ile arka arkaya geldiğinde sanki aynı vücutta yaşayan iki ayrı insanı izler gibi oluyorsunuz.
Ayrılıklarından bir yılı aşkın süre sonra Summer ve Tom'un parkta karşılaşmalarını izlerken Issız Adam'ın kulaklarını çınlattım. Filmler her şeyi iyiyse iyi film oluyorlar, buna finalleri de dahil. Issız'ın finalinde her şeyi batıran ve samimiyetsiz hale dönüştüren, düpedüz hantallığıydı. Bu filmde de benzeri bir yontulmamış acelecilik her şeyi berbat edebilecekken, ne kalbi kırık Tom'a acıyor ne Summer'a kızıyorsunuz. İki oyuncu son derece doğal. Mutlu gibi davranmaya çalışan ama gerçek hislerini gizleyemeyen Tom'un da, onu anlayan ama anladığını bilinçli olarak belli etmek istemeyen Summer'ın sıradan kalmaktan gocunmayan hallleri de son derece samimi. Aşk acısına dair ince bir sızıyı hatırlamak isteyenlerin kederlere gark olmadan izleyebileceği genç bir film.
Filmin Fragmanı

Filmin müzikleri de filmle başarılı biçimde örtüşen bir seçkiden ibaret;

Regina Spektor – “Us”
The Smiths – “There Is A Light That Never Goes Out”
Belle & Sebastian – “The Boy With The Arab Strap”
Black Lips – “Bad Kids”
The Smiths – “Please, Please, Please, Let Me Get What I Want.”
Patrick Swayze – “She’s Like The Wind.”
Jack Penate – “Have I Been a Fool? ”
The Doves – “There Goes the Fear”
Hall & Oates – “You Make My Dreams”
Knight Rider Theme Temper Trap – “Sweet Disposition”
Carla Bruni – “Quelqu’un M’a Dit”
Black Lips – “Veni, Vidi, Vici”
Paper Route – “The Music”Feist – “Mushaboom”
Regina Spektor – “Hero”
Spoon – “Infinite Pet”
Simon & Garfunkel – “Bookends”
Wolfmother – “Vagabond”
Mumm-Rah – “She’s Got You High”

O Olmasaydı...

O yaşamasaydı, onun içinde cesaret olmasaydı, onun içinde vatan sevgisi olmasaydı.. Onu bu kadar sever miydik?
Bu sabah İzmir'de sirenler çalarken aklıma eskiden okuduğum şu yazı geldi. Bazen öfkelenip de çaresiz kalınca insan hırslanır ya. Gözümü öfkenin yaşları ıslattı.


9 Kasım 2009 Pazartesi

Zemberek Kuşu'nun İzinde

Bir kitabevinin en alt raflarında dizilmiş sıra sıra kitaplara bakarken onunla ilk kez bu yaz karşılaştım. "Sınırın güneyinde Güneş'in batısında" anlamına gelen başlığı ilgimi çekti alıp sayfaları çevirdim. Sonra sıradaki kitaba geçtim. "Zemberek Kuşu'nun güncesi" anlamına gelen adı ile bir çok gizem vadediyordu adeta. Raflarda Haruki Murakami isimli yazara ait kitapları karıştırdıkça, müzikle ilgilenmiş, bar işletmiş, bir çok maratonda koşmuş bir adamın silüeti belirdi kafamda. Daha önce farketmediğim bu yazara ait hangi kitaptan başlayacağıma karar vermeden önce biraz hakkında araştırma yapmak için kitapçıyı eli boş terkettim.


İzmir'de bir kaç kitapçıyı dilimde Murakami sorusu ile dolaşınca o güne kadar sorduğum sorulara kibarca cevap vermiş olan insanlar gözlerinin içi gülerek ve gözümün içine baka baka cevap vermeye başladılar. Anladığım kadarı ile "Zemberek Kuşu'nun güncesi" türkçede en çok sevilen kitaptı. Eli boş neticelenen kitapçı dolaşmalarımda Haruki Murakami'nin; adını The Beatles'ın "Norwegian Wood" şarkısından alan kitabının "İmkansızın Şarkısı" adı ile dilimize kazandırıldığını öğrendim. Norwegian Wood'u John Lennon'un Yoko Ono ile tanıştıkları ilk günü anlatır diye bilirdim, bunu da şarkının "Kalmamı istedi, otur bir yere dedi, etrafa baktım oturulacak bir sandalye olmadığını farkettim" anlamına gelen beyitinden kendimce kurgulardım, "Kadın Japon ya, batı ülkesinden yaşasa da evine bu saatten sonra sandalye alacak hali yok herhalde" diye aklımdan geçirirdim.


İnternettir, kitapçıdır gezerken "Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında", "Zemberek Kuşu'nun Güncesi", "Yaban Koyununun İzinde" kitaplarının da dilimize çevirildiğini öğrendim. Hatta Zemberek Kuşu'nun ingilizceye çevirisinin tam çeviri olmadığı ve adapte olduğu, bu adaptasyon çalışması sırasında yaklaşık 200 sayfasının çeviride kaybolduğunu, türkçeye de fransızca tercümesinden çevrildiği gibi gereksiz bir bilgi edindim.


Derken, umudu kestiğim bir anda "Yaban Koyununun İzinde" elime geçti. Bir solukta okuyup bittiği için hayıflandığım kitaplardan oldu hemen. Öyküsünün ilginçliği bir yana, dilinin sadeliği ve her bir bölüm sonunda okuyucusuna bir sonraki elin ne olacağını tüyo veren bir kumarbaz gibi davranışını sevdim. Her yeni bölüm bir önceki bölüme ilk cümlesi ile şaka dolu bir selam verir gibiydi.


Hemen ardından Kafka on the Shore'u alıp bir solukta bitirdim ve adapte mi çeviri mi aldırmadan The Wind Up Bir Chronicle'ı okurken bir İstanbul seyahatinde raflarda İmkansızın Şarkısını gördüm ama yanımda ağırlık yapmasın diye satın almadım. Norwegian Wood'u da ingilizce çevirisinden okudum. Şimdi "Dance, Dance, Dance"i okuyorum.


Cuma günü Kafka Sahilde'nin de türkçe baskısını gördüm kitapçıda. Doğan Yayınları'ndan, yeni çıkmış. Satın almamak için zor tuttum kendimi.


Haruki Murakami'nin roman ve öykülerinde sade bir dil var. Bu basitlik içinde inanması zor olaylar anlatılıyor. Yazarın sahip olduğu sihirli güç de burada devreye giriyor, inanması güç olayları inanılır kılıyor. Sıradan hayatları içinde günlük rutinlerini yaşayan insanların başına en olmadık işler açılıyor, umulmadık bir andan gökten acaip nesneler, canlılar yere düşüyor, hayvanlar dile gelip konuşmaya başlıyorlar. Okuyucu hayretler içinde bir sonraki sayfada ne olacağına dair fikir bile yürütmeden kendini alelacele okumaya kaptırıyor.
Murakami 29 yaşında, beyzbol maçı izlerken aniden roman yazabileceğini düşünüp yazmaya başlamış. Yazdığı ilk roman ile ödül kazanmış ve yazma serüvenini devam ettirmiş. Ülkesinde yaşamayan japonlardan, roman kişilerinin isimleri ve yer isimleri olmasa japonyayı andıran bir ize rastlamak zor. Kimsenin kendini içinde yabancı hisstemeyeceği dünyalar yaratıyor. Müziğin yarattığı dünyalardaki yeri önemli. Bir şarkının ucundan tutup olmadık yolculuklara çıkıyor. H. Murakami aynı zamanda bir maraton koşucusu. 33 yaşında koşmaya karar veriyor ve 100 km koşma hedefini yakalayıncaya kadar koşmaya devam ediyor. 50 km koştuktan sonra, yalnız ve yapayalnız olduğunu, ayaklarına söz geçiremediğini hissediyor. Koşmaya devam ediyor ve 75 kmyi geçtikten sonra apayrı bir dünyada olduğunu hissediyor. Artık ayaklarına hükmettiğini ve istediği yere kadar koşabileceğini biliyor. 100 km dolduğunda büyük haz ve mutluluk hissediyor. Uzun süre koşamıyor. Koşmaya başladığında artık triatlonlara katılmaya başlıyor. Yazma ile koşma arasında paralellikler kuruyor. Yazmayı koşmaya benzetiyor.
Bir yazıya başladığında müzik devreye giriyor ve emprovize yapmaya başlıyor, yazmayı koşmaya olduğu kadar caza benzetiyor. Bir sonraki sayfada ne olacağını tahmin edemiyorsa okur, biraz da yazarının bir sayfa sonra ne olacağını bilmeden yazmasından geliyor. Yazıyor, yazıyor ve durduğunda geldiği noktadan etrafa bakıyor.
Sadece roman ve öykü değil aynı zamanda kurgusal olmayan, japonyanın yakın tarihini ilgilendiren konularda da yazıyor. Büyük deprem ve metroda sinir gazı ile insanların ölümüne sebep olmuş tarikatı inceliyor ve onlar hakkında da yazıyor.

Okumaya başladığınızda önünüzde daha öncekilere benzemeyen bir serüvenin kapıları açılıyor, denemek bütün kitap kurtlarının boynunun borcu.


Biraz oradan, biraz buradan Haruki Murakami; Resmi Sitesi, Gayriresmi ve de çok yasak bir sitesi, Murakami ile ilgili şu ilginç yazıyı buldum bir yerlerde, bir de şu yazı var , hmmm enteresan galiba ama ben bir şey anlamadım. Veeee.... Son bomba geliyor: Zemberek Kuşu'nun Güncesi'nden esinlenerek yapılmış bir albüm.

5 Kasım 2009 Perşembe

Doğrusunu Söyleyin, Haram mı, Helal mi?

Günlerdir gerizekalı haber anonscuları gibi bağırasım var "GDO da GDO" diye. Domuz gribi sayesinde svayn denen bir mahlukattan haberimiz oldu olmasına da Meğerse aramızda svayndan daha acaip mahlukat dolanıyormuş, nebatat yetişiyormuş da habersiz kalıyormuşuz. Tırstım ama belli etmedim. Günlerce kendi kendime "Allah Allah, bak sen" deyip içime attım. Ama artık yetti, gerizekalı anonscular kadar cevval ve gürbüz, hatta grip görmemiş bir ses ile GDOlama sırası artık bana da geldi.

Efendim neymiş GDO? Genetiği Değişmiş Organizma demekmiş. Kimi bu meretlere "genetiği değişmiş organizmalı ürün" kimi de "genetiği değişmiş organizmalı madde" diyor. Bir kere bu kısaltma GDOM ya da GDOÜ olmadığı için Genetiği Değişmiş Organizma olarak algıladığımı ve elimden geldiği yere kadar da böye algılatacağımı peşin peşin söylerim ben arkadaş, bu bir. Bu memleketin başına ne geldiyse cümle genetiği değişmemiş haza öküzden gelegeldiğine göre değişmiş bir şeyin değişmemiş bir şeyden daha hayırlı olduğunu tam yüzde doksan dokuz türk felsefesine uygun olarak belirteyim; bu da iki. Şu anda bu satırların ham halini türkün aklının başına geldiği yerde, daha bu sabah kargalar kahvaltılarını etmeyi akıllarına devşirirken aklımdan geçirmişliğimi de gizlememe gerek var mı onu bilemiyorum. Nasılsa birazdan ortaya çıkar, iyisi mi ben paşa paşa itiraf edeyim.
Dağlarında tepelerinde yol kenarından bakanların görmemesi imkansız biçimde "Türküm, Doğruyum, Çalışkanım" ya da "At, Vur, Öğün" yazılmış olan bu memlekete hatırı sayılı ve unutulamaz biçimde zarar veren ve zarar vermekten vazgeçmeyen GDHÖ'ler, öküzlüklerine devam ettikçe anamız ağladı, geçmişimiz ve geleceğimiz genetiği değişmiş dışkımsı bir kusmuğa sıvandı. Üçüncü dünya ülkesi olmaktan kurtulamadığımız gibi dördüncü dünya ülkelerinden beter durumdayız. Bakın İran'a. Eller Mersin istikametinde arş arş yaparak giderken, biz tam tersi yönde ilerleyiş içindeyiz. Allah yazmasın asırlardır en yakın dostumuz olmuş - yok böyle bir şey - İran'la yakınlaşma alametleri göstermek ister gibiyiz. Biz onlarla yakınlaşmaya çalışalım, güzelim, tapınılası, İran yine karıştı. Protestolar dinmek bilmiyor. Ciğeri beş para etmez insan müsveddelerininin tahakkümünden İran halkına yine bezginlik gelmiş olmalı ki oylarının çalındığı ayyuka çıkıp da itirazlarından ötürü Sindir-Ella muamelesi görmelerinin üzerinden çok geçmeden yine yollara döküldüler. Sıradan iranlılar zorla, cebren ve de hile ile tıkıştırıldıkları cendereden çıkma arayışındalar. "Bir gün herkes molla olacak" teranesini otuz sene de geçse yutmadı halk, yutan varsa da içine sindiremedi.
Bizler ise bozkırda büyümüş, sonra kentlerde adam sıfatına bürünmüş, iyice serpilip lümpenleşmiş GDHÖ'ler sayesinde saymadım kaç yıl oldu ama belki de asırlardır inim inim inler vaziyetteyiz. Bu öküzler nerde ne şartlarda yetişiyorlar, nasıl oluyor da tepemize ediyorlar ben sadece onu bilmek istemiyorum bir de şunu bilmek istiyorum: Etraflıca açıklıyayım. Bakanların falan ciddi ciddi TV ekranından tam evimizin ortasına kadar girip aniden "GDO!!!!!" diye bağırmasına akşam yemeği sonrası içi geçmiş kişilerin ürkerek uyanmasından bu işin ne kadar endişe verici olduğunu, Allah yazmasın öküz olmadığımız için anladık. Görünen o ki bu GDO denen meretten kurtuluş yok. Dördüncü dünya ülkesi olduğumuz için, en temel gıda maddelerimizin, tüyü bitmemiş bitkimizin, şefkat görmemiş sebzemizin en değişmemiş orijinal halini üç tohuma büyük uluslara satmış ve hatıralarını bile en rating zengini dizi filmlerimizden bile silip atmış vaziyetteyiz. Onlar - ki burada "onlar" kelimesi büyük uluslar manasına getirtilmeye çalışılmaktadır - ne tohum veriyorsa onu ekiyor, dikiyor ve ne derlerse harfiyen onu yerine getirmekten başka çaremiz olmadığına dair inandırıcı olmaya gayret ediyoruz. Doğal olarak vakti zamanında ne ektiysek, sonra da onu biçiyoruz. Bizi bu duruma düşürmüş olan GDHÖ'ler artık rahat uyuyabilirler, misyon önceleri belki impasıbıldı ama artık tamamına erdi sayılır. Şimdi, tam da bugünlerde gündemi böyle kelime oyunları, baş harf üretip ortaya atmaları ile zorlayıp değiştirme denemelerini beş yıldızlı pekiyilerle, takdirlerle ve de iftiharlarla karşılıyoruz. Ama bu filmi daha önce görmüştük, ilk karede bir arslan kükrüyordu, derken minik fare ürküyordu. Nasılsa pek bir zarasız olduğu söylenen svayn flu sayesinde yığılan insan cesedi öbeklerinin üzerine kürek kürek kireçli toprak atılmaya başlandığında gündemi değiştirecek başka bir suçlu bulunur inşallah. Bir de şunu bilmek istiyorum demiştim unuttum sanılmasın, GDO'yu ilk duyduğumda, ilk aklıma geleni de saklarsam öncelikle kendime sonra da harama el uzatmayan ama her tür naneyi yemekte beis görmeyen ve yediği haltlar için hesap vermeye tenezzül etmeyen insan yığınlarına karşı haksızlık etmiş olurum. Bu GDO meretleri acaba dinimizce haram mı yoksa helal mi kabul ediliyor? Bilmeden bir gram daha günaha girmek istemem. Çünkü dünya fani, ölüm ani. Haramsa, ağzıma bu güne kadar domuz eti sürmediğim gibi GDO da sürmem. Helalse de helalleşmesini bilirim.

Neyse efendim böyle bir günü böyle değişmemiş, bozkırlı kalmış öküzlerle heba etmiyelim ben size Ajda Pekkan hanımefendiden (genetiği değişmiş mi bilemem, beni enterese etmez zaten) bir şarkı göndereyim ki her günümüz böyle delicesine coşku ve neşe dolu geçsin. Şarkıyı kendiniz arayın bulun, ben korsana da karşıyım zaten, volümü yükseltin, çalmaya başlayın. Ajda Pekkan söylüyor: Flu Gibi.
FLAŞ, FLAŞ, FLOŞŞŞŞŞ!!!!
Bu GDO'lu ürünleri tüketmek haram mı helal mi? Bu konudaki teknik heyetin cevabı ahanda işte burada.

Kaldırımların Taşları, Erkeklerin Kıyafetleri

Alsancak'ın oynak kaldırım taşlarının üzerinde hızla ilerlemenin riski ile boğuşuyorum bazen. Taşlar oynak olunca, taşın altına sıvı kaçtıysa ani oynamalarda sıvının yer üstüne çıkması olasılığı hayli yüksek.
Alsancak kaldırımlarında gri takım elbisemi giymiş, lacivert mavi puanlı kravatımı takmış, saçları afili biçimde yandan ayırmış, koluma attığım lacivert pardesüm, evrak çantam elimde ilerlerken aklımdan erkeklerin aynı model ve renk elbise ile aynı işyerinde pişti olmalarının aslında hiç bir önemi olmadığını düşünüyorum. Hani kadınlar aynı elbiseyi seçip de aynı ortama düştülerse "skandal" mahiyetinde bir manşete kadar konu olurlar ya aynen öyle. Erkekler giyse giyse lacivert, gri, siyah takım elbise ya da bu renk kombinasyonlarında pantolon ya da ceketlerinin içine giydikleri beyaz, açık sarı, açık mavi gömlek seçenekleri ile sıklıkla pişti oluyorlar ama bunu hiç de konu etmiyorlar. Bugün kiminle pişti oldum gene diye hiç aklımadan geçmez am ao an kravatımın puanları iyi ki iri değil, ya iri puanlı kravat giyseydim, ya bu seçimim beni olduğumdan iri gösterseydi diye bir fantazi yaparken. Üstünden geçerken her zaman hopladığım kaldırım taşı bir an aklımdan çıkıvermiş. Önce sesi duydum. Kaldırım taşının altındaki olaanca suyun çıkardığı "foooorrrrrrş" sesini. Ardından sağ ayakkabımın içinde üşümeye başlayan ayağımı. Kaldırım taşının altında yağmur sonrasında birikmiş olanca su aynen teminki forşlaması ile yer değiştirip pabucumdan içeri girdi.
Şimdi kardeşim ne lüzumu var? Her yanı domuz gribi endişesi, şişe şişe elleri dezenfekte edici jel, öpüşmeyelim, tokalaşmayalım rica ederimler kaplamışken hiç münasebeti var mıydı yani?
Kaldırımın üstünden sürüler halinde geçip gitmiş domuz gribi hülasasının toğladım sağ ayakkabımın içine. Şimdi gel de o şapşahane takım elbisenin içindeki bedene anlat bunları. Hoş sağ pabuca su dolunca gri elbisenin sağ paçasını ıslattı aynı suların arta kalan bölümü. Gri kumaş ıslanınca rengi koyulaşıyor biliyor musunuz? Çizdiğim imaja bak. Bir gram karizma varsa o da kaldırım uğruna gitti, döküldü, yerle yeksan oldu. Paçalardan karizma akıta akıta iş başı yaptım. Pabucu ters yüz edince hala akıyor yerlere kadar sokağın suyu. Şimdi gel de pabuç kadar olmuş 43 numara ayağa dezenfekte et bakalım kolaysa. Aldık başımıza işi.
Bir kere de Konak Vapur İskelesi'nden Konak'a doğru yürürken ıslaklığı fazla bir havada ahşap yer kaplamalarının üzerinde kayarak ağır çekimde kıç üstü oturmuş beyin sarsıntısı geçireceğimden ürkmüştüm. Ama o zaman domuz gribi yoktu, beyin sarsıntısı da kase ıslanmasından geçmiyordu.
Olmuş muyumdur?
Kapmış mıyımdır şu mereti?


4 Kasım 2009 Çarşamba

Cevapsız Kalmış Hayati Sorular

En büyük korkularımdan birisi ortak panik duygusu ile hareket eden bir kalabalığın içinde kalmak. Başkasını düşünme yetisini geride bırakmış bir kalabalığın içinde her gün evden çıkıp geri dönüşümüz birer macera gibi yıllardır. H1N1 virüsünün yol açtığı sıkıntıları ve diğer ülkelerin aldığı önlemleri aylardır izliyorum. Bu tehlikeli yumurta nihayet kapımıza geldi, hatta elimize bırakıldı.
Yumurta kapıya geldiği andan itibaren bir türk vatandaşı olarak; Bu hastalığın belirtilerinin ne olduğuna dair sağlık bakanlığının internet sitesine aylar önce yapıştırılmış bir yazı ve bol bol ellerimizi yıkamaki ortak kullanım alanlarını dezenfekte etmek dışında ciddi bir önlemin alındığını ne gördüm ne duydum. Bu virüsün bana ve yakın çevremdekilere ulaşmasından ve sonuçlarından korkuyorum. Bu tür virüslerin insan vücuduna bulaşması halinde oseltamivirin etkin olduğu ilaçların kullanıldığını tıp bilimine uzak bir vatandaş olarak biliyorum ancak oseltamivir'in h1n1 karşısında etkin olamadığnı da biliyorum.
Bu virüsün yol açtığı hastalığın tedavisi mümkün müdür?
Mümkün ise hangi ilaç bu tedavide kullanılır?
Tedavide kullanılan ilaç bu ilaçtan ülkemizde yeterli miktarda stok var mıdır?
Madem aşı bu virüse karşı önemli tedbirdir, neden Başbakanımız bu aşıyı olmayacağı yönünde beyanat vermektedir?
Bu aşının ivedilikle yapıldığı kitle seçilirken neden hayati görevlerde çalışan kimselere öncelik tanınmamaktadır? Bu sene hacca gidecek olanların bu sene gitmesi illaki şart mıdır apar topar hacı adayları aşılanmakta, arap topraklarına virüs bulaşmasın diye uğraşılmaktadır? Bunların yerine sağlık görevlileri, devleti vatandaşı korumakla işlerini yürütmekle görevli olanların tamamının aşılanması düşünülmemektedir?
Bu sorulara, türkçe yayın yapan hiç bir gazete, internet sitesi ya da TV kanalında yanıt verilebildiğini görmedim. Hastane görevlileri domuz gribinden ölüyor, kişiler öldükten sonra yapılan tahlillerden ölüm sebebi ortaya çıkıyor. Tanı koyulabilmesi için yapılan labaratuvar tahlilinin çok pahalı olduğu sebebi ile yapılmaktan kaçınıldığını duyar oluyoruz.
Panik yaratılması için her tür sebep ortada. Ciddi bir önlem ya da halkı ciddiye alıp hayatlarının nasıl bir tehlike/tehlikesizlik ile karşı karşıya olduğunu açıklayan bir Allah'ın kulu yok. Hayatlarımıza ne kadar değer verildiğini görüyoruz. Bir çok ülkenin aylardır eylem planları oluşturduğu, gerektiğinde sokağa çıkma yasakları uyguladığı salgın ile ilgili hiç bir ciddi grişim, plan yok.
Sizi bilmem ben korkuyorum.
Ellerinizi yıkayın ey türk halkı, bir de doğru düzgün haksırın ve de tıksırın. Benim düzgün hapşırıyor olmamın bana nasıl bir faydası olacaksa.
Ey kafası her daim karışık, kifayetsiz, basın kartı taşıyan insan kalabalığı, 13 yaşında ölmüş öldükten sonra H1N1 bulaştığı tespit edilmiş kız çocuğunun ailesinin hedef göster sen, vakit kazan.