İstanbul’da yaşıyor
olmakla, İstanbul’da ölüyor olmak arasında fark kalmadı dedi, hiç tanımadığım bir
kadın. Muazzam servetimi Paul
McCartney ve Linda Eastman’a borçluyum. Yazarlık hayatım bana
sözcüklerden çekinmeyi öğretti. Fikir bir anda beyinde
patlar ve seni bir anda çok iyi olduğuna inandırır. Her zaman aynı şey oluyor.
Bugün size bu satırları
duygusal bir ihtiyaçtan ötürü karşılıklı konuşabilmek için yanıp tutuştuğum
için yazıyorum. Beni tanıyanlar, öyle
teknoloji ve internet işleriyle büyük bir ilgim olmadığını bilirler,
şahitlerimdirler.
1953’te, Stalin ve
Dylan Thomas’ın öldükleri yıl doğdum. Kocaman bir bahçede
büyüdüm. Adımı söylediğimde
Arapça anlamını da açıklar, son hecesi yanlış söylendiğinde utanırdım. Uzun süre Akropolis’ten
uzak durdum.
Edebiyat metinlerinin
insan zihni üzerindeki güçlü etkisini ilk kitap okumam sırasında hissetmişim. Babamın beni Unutulmuş
Kitaplar Mezarlığı’na ilk kez götürdüğü günü hala anımsıyorum. Handan’la kendi adını
taşıyan romanın sayfaları arasında buluşmamızın üzerinden çok yıllar geçti.
Geçtiğimiz yüzyılın ortalarında,
iki genç bilim adamı, dünyayı değiştirmesi gereken deneyler yaptılar, ama değişen bir şey olmadı. Steven Spielberg beş
yaşındayken babası onu “The Greatest Show on Erath” isimli Cecille B. De Mille’in
bir sirki anlatan filmine götürdü, ama çocuk babasının film dediğini değil de “sirk”
dediğini duydu. Steven Soderbegh Salt
Lake City Uluslararası Havaalanı’nda uçaktan inip, Kuzeydoğu’da, otuz mil ötede
Park Cİty’de yapılan Birleşik Devletler Film Festivali’ne doğru giderken, tarih
21 Ocak 1989’u gösteriyordu ve yirmi altıncı yaş gününü yalnızca yedi gün
geride kalmıştı. Family Plot filminin açılış
jeneriğindeki tek isim Alfred Hirchcock’unki dir, yani bir kez olsun olması
gerektiği gibidir.
Bunun hiç başına gelmeyeceğini,
gelemeyeceğini, dünyada bunlardan hiçbirinin başına gelmeyeceği tek insan
olduğunu sanırsın, sonra tıpkı herkese olduğu gibi hepsi teker teker senin de
başına gelmeye başlar.
Bir sabah kalktım ve
arabamı park ettiğim yerde bulamadım. Bir gün müdürüm beni
odasına çağırdı. Bir bahar günüydü,
parkta dolaşıyordum. O gece düşümde, kocası
albaylıktan emekli kırk yaşında bir kadın olduğumu gördüm. Kendimi gece
karanlıkta, hiç tanımadığım bir evde buldum. Ne sokağı, ne de
mahalleyi görebiliyordum. Haber bültenlerine göre
son yirmi senenin en sert kışı yaşanıyordu. Hint köyünün ötesinde,
ıssız bir sahilde taze ayak izlerine rastladım. Siyah üstüne kırmızı –
biraz şarap rengine kaçan – doğalla stilize arası bir gül; yapraklarını kenarları
koyu bir siyahla belirlenmiş. Siyah file çoraplarım,
derin sırt dekoltem, kırmızı rujum… İri küpelerimin halkalarına asılmış kemanın
ezgilerine takılıp kalmışım. Kentin iyi bir semtinde,
hafta içi akşamlarında bile yer bulmanın zor olabildiği bir lokantasındayız.
Bütün olanlardan sonra,
bazen onu; sokakta, ya da bir pencereden bakarken yahut
bir kafeterya da bir kitaba gömülmüş gördüğümü sanıyorum.
Pencerelerin öyküleri
yaşamın tüm sırlarını içinde saklar.
Fırının kapağını açıyorum. Aşk hikâyeleri yok
artık.
Bu öykü geç gelen
yolculara asla kapı açmayan bir otobüs şoförüne dair. Eğer dinlersen
duyabilirsin.
Eskiden, çok eskiden, yeryüzündeki
hayat tanrılar tarafından salıncak misali sallanırken, kuş uçmaz kervan geçmez
bir dağın eteklerinde, başka yerdeki hayatlardan bihaber insanların yaşadığı küçük
bir köy vardı.
İki çocuk, ıssız ovada…
Karanlık yolda dümdüz
ilerliyorlardı.
Çok
misketim var benim.
Zerrin’in
kendine özgü bir gülüşü var.
Ona bir zamanlar yalnız
kalmayı seven bir kızla olduğunu söyledi.
Açık denizde dev
dalgalarla boğuştukları aylarca süren fırtınalı deniz yolculuğunun sonunda o
sabah, Anakara’nın güneybatı körfezine özgü yumuşak rüzgârın o tanıdık
kokusuyla uyandı. Sık bir ormanın
ortasında bir şato, yolculukları sırasında aniden gece bastırdığı için
yollarına devam edemeyen kimselere – şövalyelerle soylu kadınlara, saraylı
soylularla sıradan yolculara – barınak oluyordu.
Yıldızların altında
uyandı.
Ölümün
tahtında oturuyorsun.
Altmış
yaşını aştınız yaşlanmak canınızı sıkıyor mu?
Çağdaş bir yazar
hakkında hükme varmak her zaman güçtür.
Her
ölüm bir başka ölüm müdür?
Kediler fare, sıçan ve
kuşları imha etmekteki ustalıklarıyla ünlüdür.
Sağlam
bir gözün görmesi için ne gereklidir?
Başkalarının acılar çekmesi
onlara yetmediğinde, bir de gözlemlemek istediklerinde zaman geldi.
“Ne
yapalım efendim? “ diye sordu fıçı göbekli, boyalı saçlı andropoz bombası.
Kaseti en başa sar.
2012 yılında epey kitap okumuşum. Okuduklarımdan bir kısmını elden çıkarmayı başardım. Kalanların bir kısmından ilk cümlelerini seçip alt alta yazdığımda yukarıdaki sayıklamayı andıran metin çıktı.
ben de dedim ki galiba biraz fazla kaçırmış içtiğini:))
YanıtlaSilevvet kesinlikle ben de yapacağım :)
YanıtlaSil