Çalışıyoruz, didiniyoruz arada soluk almak için senelik izne çıkıyoruz. Ben çok uzun süre izin kullanmayacak denli işkolikliğe kendimi kaptırdığımdan daha çıkılacak mevsimler boyu sürebilecek senelik izin stoğum var. İş hayatında uzun yıllar harcayıp çıkılmadık izinler için kimseden "aferim!!" (Evet "M" ile kasten üstelik) alınmadığını idrak ettim edeli her fırsatta bu izinlerimi bozdurup bozdurup harcıyorum.
İznimin bir bölümü İstanbul'da geçti. Orada, çok güzel vakit geçirdim. Bunlardan geçtiğimiz cumartesi günü çok güzeldi. Sırasıyla Semra, Değer bey ve eşi Ülkü Hanım ile tanıştım.
Cumartesi sabahı, erken başlayan sabahıma başladım. Ben sabah uyumayı sevenlerden değilim erkenden kalkarım ve gün daha uzun olur. Saat sekizde uyanıp ev ahalisi toplanarak kahvaltımızı ettikten sonra Gülçin'i "arasam mı, uyanmış mıdır?, ayıp mı olur bu saatte" gibi vehime kapılmış bekleşirken telefon çaldı, Gülçin aradı. Meğer o da erkenden kalkarmış sabahları. Aynı bekleyişi o da yaşamış. Tarif ettiği yere gittim, heme buluştuk. Ve beraberce DVD ve CD satın alma harekatına giriştik. Harekat diyorum çünkü ne bulursam satın alma durumum söz konusuydu. "Dönüşte yerim kalmazsa kendime bir çanta daha alırım" düşüncesi ile fazla birşey alırım endişesini kafamdan silip atıncapek bir rahatladım. Altı aylık DVD stoğumu yaptıktan sonra, Zihni'de tanesi 10 YTL 3 tanesi 20 YTL bölümündeki CDlerin içine bir ucundan ben bir ucundan Gülçin balıklama daldık. Bu arada telefon çaldı buluşmayı planladığımız Sem bizi arıyordu, buluşacağımız yerde yer yokmuş, bunun üzerine Gülçin onu da zihniye çağırdı. Biz tam çıkarken Semra geldi. Tanıştık, beraber, methini bloglarından duyduğum yere öğlen yemeği için gittik. Laf lafı açtı.
Sonra Taksim'e yola çıktık, yolda Feridun Düzağaç'ın albümünü dinledik. Güzel bir albüm olmuş: İstatistik yapasım tuttu, albümdeki şarkıların yüzde sekseni çok sağlam. Özellikle 2. şarkıya bayıldım, oradaki yıldızlardan dökülen "La la" lar başkasının şarkısında rahatlıkla alkış magneti olmak üzere sakıza dönüşebilecekken şarkının mimarı çok sade geçiştirmeyi başarmış.
Derken Nazım Hikmet ile ilgili sergiye rotamızı çizen bizler, arabayı parketmek için İstanbul'un yeraltı dehlizlerinden bir tanesine kendi kendimiz emanet ettik. Yerin yedi kat dibine inişimiz adeta arzın merkezine seyahat gibi turlaya turlaya sürdü. Direksiyonda ben olsam sinirlerim bozulur hemen bırakır gider ya da manasız biçimde aksileşirdim. Gülçin peygamber sabrı göstererek tevekkül içinde dakikalarca yer aradığı yetmez gibi gelen telefonlara bile son derece sakin siniri alınmış, gayet munis biçimde yanıt verdi. Günün takdirini benden kazandı. (Takdir ettiğimi ona söylemeyin. Bilmiyor. Aman şımarmasın). Arabayı, benim kaprislerime, "orası olmasın şurası olsun", "bak ortada kaldık ne demezler sonra"larıma rağmen sükunet içinde parkettikten sonra yedi kat yerin dibinden merdiven, asansör tekrar merdiven çeşitlemesi ile günışığına hasret biçimde kurtuluveriyoruz.
Derken Sergi yerine geliyoruz, Semra ve Gülçin gayet hanım hanımcık, tıkır tıkır geçiyorlar kontrol cihazlarından. Ben geçemedim. Üzerimden bütün teçhizatımı teker teker çıkartıp her geçişte kontrol cihazının yeniden itici bir eda ile ötmesi üzerine kontrolden sorumlu genç irisi görevli benim kimliğimi istedi. Kimlik istenmesi sergi ile ilgili bütün şevk ve alakamı söndürdü. Manasız biçimde aksileşmedim ama hafiften sinirim bozuldu. Terörist miyim diye kendi kendimeden kuşkuya düştüm. Semra ile Gülçin de benim yüzümden sergiyi gezemediler.
Bunun üzerine "Pera"daki sergiye gittik. Çok güzeldi. Tablolar mükemmeldi, "Kamplumbağa Terbiyecisi" resminin orijinalini de gördüm ya artık gam yemem. Sultanların resimlerinde genellikle sağa bakıp soldan profil verdikleri gibi bir gözlemde bulundum. Sonra fotoğraf sergilerinin olduğu katları gezdik, orada ilginç fotoğraflar çektik. Fotoğrafların fotoğrafını çeken Gülçin benim mükemmel bulduğum resmi hala göndermedi bana. Gülçin sen beğenmedin ama o resim çok güzel bence.
Sergi gezerken soluklanacak bir yer aradık, sonra Gülçin bizi güzel loş ışıklı, sakin müzikli, gerektiğinde fashion TV'ye göz atabileceğimiz bir mekana götürdü. Güzel vakit geçirip bolca lafladık.
Oradan doğru Gülçin'in Teyzesi ve Eniştesini ziyarete gittik. Çok cana yakın, samimi insanlar. Duvarlardaki tablolar beni etkiledi. Birbuçuk saat kadar oturduktan sonra duvardaki bir resmin içindeki kedileri farkedince gözüm oraya takıldı kaldı. Kedilerimi özlemişim. Resme dikkatli baktıkça içindeki kedi sayısı mucizevi biçimde artıyordu; "yatan kedi", "oturan kedi", "resmin dışına hamle yapacak kedi" derken sayıyı altı kediyi bulunca hesabı karıştırdım. Değer Bey'e bir bataklık anımız olduğundan bahsettik. O anlatmamızı istedi. Gülçin ile neredeyse bir ağızdan "yazalım anlatmayalım" dedik.
O gün tanıştığım üç kişiyi de çok sevdim.
Ertesi gün dört arkadaş toplandık, güzel bir kahvaltı masaında ve sonrasında çok güzel vakit geçirdik. Nuri Alço'nun köpeğinin ismini kendi aramızda üç tahmin yürütüp üçüncüsünde bulduk. Ne miydi tahminlerimiz; Tecavüz, ilaçlı gazoz, gazoz. Sonuncusu doğrusuymuş. Gülçin bize laf yetiştiriken televizyondan kapmış hemen.
Lafı ne çok uzatıyorum ben.İşte o meşum bataklık:
Geçtiğimiz yaz sonuna doğru Gülçin Arkadaşımız Elizabeth ile tatile çıkacaktı, önce İzmir'e geldi. Pazar günü Bodrum'a gideceklerdi, cumartesi günü boştu. Cumartesi sabahı buluştuk, Foça'ya gitmeye karar verdik. Tabii ki iki nokta arasındaki en kısa yol otoyol olmadığı bizim de canımız kolaylıkla sıkıldığı için önce Elizabeth'in gelecek tahmin uzmanına uğramaya karar verdik. Ben olağan falımı daha bir hafta önce baktırıp, bana verilen iplere gereken dualarımı edip suları talimata uygun yerlere boca ettiğim için tekrar falcı görecek tarafım kalmamıştı. Arkadaşlarım GTU'yu ziyaret ettiler. Ziyaret uzun sürdü, ben arabada kendimden geçmişim, bir mp3 player dolusu şarkı dinlemişim. Falcı'dan çıktık Foça'ya vardık, arkadaşımız Joy ile buluştuk. Deniz kenarında bir yerde patates, gazoz söyledik ve başladı tesadüflerin insan hayatındaki yeri, akdeniz kasabalarının gizli geçmişleri, zaman öldürmenin muhtelif formülleri üzerine derin bir konuşma. Masanın etrafında bir kedi gördüm. Başladım kediyi izlemeye. Tam bir savaşçı kedi, sevgiye aç, ama bir sürü badire atlatmış, kuyruğu kesik, ayağı aksıyor ve bir süvri dişi noksan. Ama bakışları ile cevap veriyor, adım adım yaklaşıyor. Kediyi besledim biraz. Karnı doyunca uyudu sandalyelerin altında. Tam sıkıntıdan sandalyeden düşüyordum ki, denize girmeye karar verdik.
Ohhh..
Nereye gidiyoruz. Tahminin yukarıda gördüğümüz "Çanak" isimli yere. Çok severim orayı ve denizini. Yolda oraya gitmediğimiz anlaşıldı. Oranın arkasındaki yere gidiyormuşuz. "Ama orası eskiden bataklıktı" diyorum. Dinleyen yok. Meğer Plaj olmuş. Bir gün öce tören ile açılmış. İçimden "Bravo" diyorum, "Bataklığı adam etmişler plaj olmuş".
Efendim gidiyoruz plaja yayılıyoruz şezlonglara. Konuşuyor konuşuyor konuşuyoruz. Ben denize girmeye karar veriyorum. Suya yürüyorum. Denize giremiyorum. Bataklı gitmiş çünkü mıcır dökmüşler. Pek bir güzel olmuş. Ayaklarım narin olmamakla beraber su içindeki mıcır üstünde yürüyemeyecek denli hassas. İskeleye gidiyor oradana kendimi suya bırakıyorum. Su çok güzel, adetim olduğu üzere ayaklarımı hiç dibe değdirmeden yüzüyor, geri geliyorum. Deniz çırpıntılı. Ağzını açsan su kaçacak gibi. İskeleye dönüyorum. "Aman o da ne?" dibe ayağım değince, bataklığın hiçbir yere gitmediğini ayaklarımın dibinde olduğunu algılıyorum. Düşünün ılık denizde ayaklarınız soğuk, yapışkan, kaygan tuhaf bir şeye değiyor, içinden otlar çıkıyor ara ara. Çıkmaktan vazgeçip bağırıyorum. "Arkadaşlar!! gelin su çok güzel". Joy ve arkadaşı kalıyor, Elizabeth ve Gülçin geliyor. Gülçin ikilinin secur olanı. Merdivenlerden iniyor suya. İner inmez ayaklarını dibe dayıyor. Gözgöze geliyoruz. Basıyor kahkahayı. "Gülme diyorum su yutarsın bak" Sessiz anlaşma hemen imzalanıyor. Liz'e hiçbir şey sezdirmeyeceğiz. O denizin harika, dibinin kumluk olduğunu sanacak. Ama ayaklar o acaip yapışkan şeye değerken rol yapmak çok zor, gülüp duruyoruz. Gülmekten karnımıza ağrılar giriyor. Liz gülüşlerimizden kuşkulanmasın diye ciddi şeyler konuşalım istiyoruz ama sinirimiz daha çok bozulup kahkaha atıp su yutuyoruz.
Nihayet Elizabeth suya giriyor - yoksa iniyor mu demeliyim? - İnmek kolay ama o ilk saniyeler önemli yüzü değişiyor. "Siz mahsus yaptınız" diyor. Hep beraber gülerek sudan çıkıyoruz.
Bataklıktan çıktıktan sonra üzerlerimiz değiştiriyor, Joy'un evinin orada vedalaşıyor, denize "hoşçakal" diyoruz. Birbirimizin denize nazır resimlerini çekip duruyoruz.
Yukarıda Gülçin, Elizabeth'e poz verdirtirken resimlendiğinin farkında mı acaba?
ilahi vladimir. ne kadar ayrıntılı anlatmışsın, adeta yaşamışım gibi geldi bu anları :)) sonuna doğru da gülme tuttu, şu anda hala gülüyorum. bu yaz gidip bakalım gene bataklık mı orası diye :)
YanıtlaSilsevgiler.
Vladimir, ne güzel ikiniz de sözlerinizi tutup yazmışsınız bataklık hikayelerinizi. Gülçin anlattığında çok gülmüştüm ama böyle stereo efektiyle okuyunca daha çok güldüm:) Umarım İstanbul’daki diğer günlerin de, o gün kadar güzel geçmiştir, ben kendi adıma çok eğlendim. Sergide çektiğimiz fotoları sadece Gülçin değil ben de unutmuşum:( Eve gider gitmez, mailime aktarıp yolluyorum. Umarım düşündüğün derinlik ve perspektifi yakalamışımdır:)
YanıtlaSilSem, fotolar eminim güzel çıkmıştır, o ortadan bölünmüş resimdeki derinlik duygusunu özellikle merak ediyorum. Gönderebilirsen sevinirim. :))
YanıtlaSilHikayeyi, bir başka kahramanından dinleyince daha da ilginç oluyor yahu. Kesin gideceğim Foça'ya. Ama okul durumuna göre bu yaz Urla civarında da olabilirim.
YanıtlaSilSevgili Vla, (dimir'siz daha iyi)
YanıtlaSilBiz de sizleri tanımaktan mutlu olduk. Gerçekten o kedili resme dikkatle bakınca, -bu resimde kaç kedi var?- gibi bir soru geliyor akla.
Bataklık maceranız çok gülünç. Dibi batkalık olan ilk deniz Foça'da demek ki. Bunu da öğrenmiş olduk. Çok gezen mi bilir, çok yaşıyan mı derler ya, işte öyle birşey.
Herşey gönlünce olsun. Hoşçakal.
Çok teşekkür ederim Ülkü Hanım. :)
YanıtlaSil