31 Ocak 2008 Perşembe

Hüzünlüyüm Sadece... Gözlerimdeki Nemler Çığ Gibi... Nedenini Sormayın... Anlatılmaz...

İnanki ağlamadım
Hüzünlüyüm sadece
Gözlerimdeki nemler çığ gibi
Yağar böyle her gece

Böyle başlayana bir şarkı vardır, hatırlarsınız çok fazla olmadı hayatımızdan çıkalı. Selim Öztaş diye biri yazmış bestelemiş. Muazzez Ersoy'un kanırtan sesinden popüler olup, Hakan Taşıyan yorumu ile jilet sallamak isteyenlere meze olmuş, ardından her tür düğün dernekte çalınır ve bağrışılır olmuştu. Şöyle devam ederdi.

Güz gülleri gibiyim
Hiç bahar yaşamadım
Ya sevmeyi bilmedim yıllarca
Ya sevince geç kaldım
Ben nedense bu şarkıdan hiç hazetmedim. 2000 li yılların başıydı. Dördüncü katta oturan komşularımızın evinden uyanık oldukları saatte bu şarkı taşar, karşı apartmandan yankılana yankılana bize geri dönerdi. Dairenin sakinleri bebek bekliyordu. Bütün bir yaz bu şarkıyı dinleye dinleye "Kesin çocuğun bir tarafında güzgülü lekesi olacak" diyordum. Kadın aş ermiyor sadece bu şarkıyı istiyordu.

Şimdi delicesine
Sevmek istesem bile
Sonbahar sisi çökmüş üstüme
Sevincim buruk yine

Beklenen gün geldi çattı, kadın hastaneye giderken arabada Güzgülleri şarkısı çalıyordu. Nurtopu gibi bir kızla döndüler hastaneden. Sonradan öğrendik ki kızın adını GÜZGÜLÜ koymuşlar. İsmi çok yadırgadım. Nedense çok tuhaf geldi. Ömür boyu bu isimle anılmak nasıl bir duygudur tasavvur edemedim. İsim hep itici geldi bana. Kız büyüdükçe yarım yarım kelimelerle sokaklarda bu şarkıyı bağırır oldu. Doğumgünlerinin apartman sakinleri için alışılmadık ritüeli bu şarkının son volümde çalınması oldu.
Güz gülleri gibiyim
Hiç bahar yaşamadım
Ya sevmeyi bilmedim yıllarca
Ya sevince geç kaldım
Güzgülü bu sene ilkokula başladı.
Dün istanbul'dan dönmeden önce sabah programlarından birinde, Yazgülü Aldoğan isimli bir magazin gazetecisi konuk olmuştu, habire konuşuyordu. İsmini duyunca Güzgülü ismi bir nebze olsun mantıklı gelmeye başladı. Yazgülü isim olduğuna göre Güzgülü de olabilirdi pekala. Kızın ismi sevimsizliğini kaybetti.

Yarasa Adam

Herkes birden kahkahaları koyverince, alt dudağı aşağıya kıvrıldı istemeden, iyice ağlamaklı oldu. Yıllardır Yarasa Adam kostümünü hazırlamak için uğraşıyor kanatlardaki mekanik açılıp kapanma düzeneği ile geceyarılarına kadar uğraşıyordu. Başladığında orta okulu yeni bitirmişti. Bitirdiğinde koskoca bir adam olmuştu. Elbise ve kanatları geçen hafta denemiş ve başarılı olmuştu. Yamaç paraşütüyle süzülür gibi tepeden aşağıya kuş misali inmişti.


Kızının yaşgünü için sürprizi sona saklamıştı. Elbiseyi giyip çatıdan aşağıya bıraktı kendini. Yine süzüldü, kanatlarını oynata oynata istediği yere konduğu için çok mutluydu. Beklediği kızının hayranlık çığlıklarıydı. Oysa herkes kahkahalar içindeydi. Gülmekten gözlerinden yaşlar geliyordu izleyenlerin. O da başladı gülmeye.

30 Ocak 2008 Çarşamba

Gülçin Bataklıkta

Çalışıyoruz, didiniyoruz arada soluk almak için senelik izne çıkıyoruz. Ben çok uzun süre izin kullanmayacak denli işkolikliğe kendimi kaptırdığımdan daha çıkılacak mevsimler boyu sürebilecek senelik izin stoğum var. İş hayatında uzun yıllar harcayıp çıkılmadık izinler için kimseden "aferim!!" (Evet "M" ile kasten üstelik) alınmadığını idrak ettim edeli her fırsatta bu izinlerimi bozdurup bozdurup harcıyorum.
İznimin bir bölümü İstanbul'da geçti. Orada, çok güzel vakit geçirdim. Bunlardan geçtiğimiz cumartesi günü çok güzeldi. Sırasıyla Semra, Değer bey ve eşi Ülkü Hanım ile tanıştım.
Cumartesi sabahı, erken başlayan sabahıma başladım. Ben sabah uyumayı sevenlerden değilim erkenden kalkarım ve gün daha uzun olur. Saat sekizde uyanıp ev ahalisi toplanarak kahvaltımızı ettikten sonra Gülçin'i "arasam mı, uyanmış mıdır?, ayıp mı olur bu saatte" gibi vehime kapılmış bekleşirken telefon çaldı, Gülçin aradı. Meğer o da erkenden kalkarmış sabahları. Aynı bekleyişi o da yaşamış. Tarif ettiği yere gittim, heme buluştuk. Ve beraberce DVD ve CD satın alma harekatına giriştik. Harekat diyorum çünkü ne bulursam satın alma durumum söz konusuydu. "Dönüşte yerim kalmazsa kendime bir çanta daha alırım" düşüncesi ile fazla birşey alırım endişesini kafamdan silip atıncapek bir rahatladım. Altı aylık DVD stoğumu yaptıktan sonra, Zihni'de tanesi 10 YTL 3 tanesi 20 YTL bölümündeki CDlerin içine bir ucundan ben bir ucundan Gülçin balıklama daldık. Bu arada telefon çaldı buluşmayı planladığımız Sem bizi arıyordu, buluşacağımız yerde yer yokmuş, bunun üzerine Gülçin onu da zihniye çağırdı. Biz tam çıkarken Semra geldi. Tanıştık, beraber, methini bloglarından duyduğum yere öğlen yemeği için gittik. Laf lafı açtı.


Sonra Taksim'e yola çıktık, yolda Feridun Düzağaç'ın albümünü dinledik. Güzel bir albüm olmuş: İstatistik yapasım tuttu, albümdeki şarkıların yüzde sekseni çok sağlam. Özellikle 2. şarkıya bayıldım, oradaki yıldızlardan dökülen "La la" lar başkasının şarkısında rahatlıkla alkış magneti olmak üzere sakıza dönüşebilecekken şarkının mimarı çok sade geçiştirmeyi başarmış.
Derken Nazım Hikmet ile ilgili sergiye rotamızı çizen bizler, arabayı parketmek için İstanbul'un yeraltı dehlizlerinden bir tanesine kendi kendimiz emanet ettik. Yerin yedi kat dibine inişimiz adeta arzın merkezine seyahat gibi turlaya turlaya sürdü. Direksiyonda ben olsam sinirlerim bozulur hemen bırakır gider ya da manasız biçimde aksileşirdim. Gülçin peygamber sabrı göstererek tevekkül içinde dakikalarca yer aradığı yetmez gibi gelen telefonlara bile son derece sakin siniri alınmış, gayet munis biçimde yanıt verdi. Günün takdirini benden kazandı. (Takdir ettiğimi ona söylemeyin. Bilmiyor. Aman şımarmasın). Arabayı, benim kaprislerime, "orası olmasın şurası olsun", "bak ortada kaldık ne demezler sonra"larıma rağmen sükunet içinde parkettikten sonra yedi kat yerin dibinden merdiven, asansör tekrar merdiven çeşitlemesi ile günışığına hasret biçimde kurtuluveriyoruz.
Derken Sergi yerine geliyoruz, Semra ve Gülçin gayet hanım hanımcık, tıkır tıkır geçiyorlar kontrol cihazlarından. Ben geçemedim. Üzerimden bütün teçhizatımı teker teker çıkartıp her geçişte kontrol cihazının yeniden itici bir eda ile ötmesi üzerine kontrolden sorumlu genç irisi görevli benim kimliğimi istedi. Kimlik istenmesi sergi ile ilgili bütün şevk ve alakamı söndürdü. Manasız biçimde aksileşmedim ama hafiften sinirim bozuldu. Terörist miyim diye kendi kendimeden kuşkuya düştüm. Semra ile Gülçin de benim yüzümden sergiyi gezemediler.
Bunun üzerine "Pera"daki sergiye gittik. Çok güzeldi. Tablolar mükemmeldi, "Kamplumbağa Terbiyecisi" resminin orijinalini de gördüm ya artık gam yemem. Sultanların resimlerinde genellikle sağa bakıp soldan profil verdikleri gibi bir gözlemde bulundum. Sonra fotoğraf sergilerinin olduğu katları gezdik, orada ilginç fotoğraflar çektik. Fotoğrafların fotoğrafını çeken Gülçin benim mükemmel bulduğum resmi hala göndermedi bana. Gülçin sen beğenmedin ama o resim çok güzel bence.
Sergi gezerken soluklanacak bir yer aradık, sonra Gülçin bizi güzel loş ışıklı, sakin müzikli, gerektiğinde fashion TV'ye göz atabileceğimiz bir mekana götürdü. Güzel vakit geçirip bolca lafladık.
Oradan doğru Gülçin'in Teyzesi ve Eniştesini ziyarete gittik. Çok cana yakın, samimi insanlar. Duvarlardaki tablolar beni etkiledi. Birbuçuk saat kadar oturduktan sonra duvardaki bir resmin içindeki kedileri farkedince gözüm oraya takıldı kaldı. Kedilerimi özlemişim. Resme dikkatli baktıkça içindeki kedi sayısı mucizevi biçimde artıyordu; "yatan kedi", "oturan kedi", "resmin dışına hamle yapacak kedi" derken sayıyı altı kediyi bulunca hesabı karıştırdım. Değer Bey'e bir bataklık anımız olduğundan bahsettik. O anlatmamızı istedi. Gülçin ile neredeyse bir ağızdan "yazalım anlatmayalım" dedik.
O gün tanıştığım üç kişiyi de çok sevdim.
Ertesi gün dört arkadaş toplandık, güzel bir kahvaltı masaında ve sonrasında çok güzel vakit geçirdik. Nuri Alço'nun köpeğinin ismini kendi aramızda üç tahmin yürütüp üçüncüsünde bulduk. Ne miydi tahminlerimiz; Tecavüz, ilaçlı gazoz, gazoz. Sonuncusu doğrusuymuş. Gülçin bize laf yetiştiriken televizyondan kapmış hemen.
Lafı ne çok uzatıyorum ben.

İşte o meşum bataklık:




Geçtiğimiz yaz sonuna doğru Gülçin Arkadaşımız Elizabeth ile tatile çıkacaktı, önce İzmir'e geldi. Pazar günü Bodrum'a gideceklerdi, cumartesi günü boştu. Cumartesi sabahı buluştuk, Foça'ya gitmeye karar verdik. Tabii ki iki nokta arasındaki en kısa yol otoyol olmadığı bizim de canımız kolaylıkla sıkıldığı için önce Elizabeth'in gelecek tahmin uzmanına uğramaya karar verdik. Ben olağan falımı daha bir hafta önce baktırıp, bana verilen iplere gereken dualarımı edip suları talimata uygun yerlere boca ettiğim için tekrar falcı görecek tarafım kalmamıştı. Arkadaşlarım GTU'yu ziyaret ettiler. Ziyaret uzun sürdü, ben arabada kendimden geçmişim, bir mp3 player dolusu şarkı dinlemişim. Falcı'dan çıktık Foça'ya vardık, arkadaşımız Joy ile buluştuk. Deniz kenarında bir yerde patates, gazoz söyledik ve başladı tesadüflerin insan hayatındaki yeri, akdeniz kasabalarının gizli geçmişleri, zaman öldürmenin muhtelif formülleri üzerine derin bir konuşma. Masanın etrafında bir kedi gördüm. Başladım kediyi izlemeye. Tam bir savaşçı kedi, sevgiye aç, ama bir sürü badire atlatmış, kuyruğu kesik, ayağı aksıyor ve bir süvri dişi noksan. Ama bakışları ile cevap veriyor, adım adım yaklaşıyor. Kediyi besledim biraz. Karnı doyunca uyudu sandalyelerin altında. Tam sıkıntıdan sandalyeden düşüyordum ki, denize girmeye karar verdik.
Ohhh..
Nereye gidiyoruz. Tahminin yukarıda gördüğümüz "Çanak" isimli yere. Çok severim orayı ve denizini. Yolda oraya gitmediğimiz anlaşıldı. Oranın arkasındaki yere gidiyormuşuz. "Ama orası eskiden bataklıktı" diyorum. Dinleyen yok. Meğer Plaj olmuş. Bir gün öce tören ile açılmış. İçimden "Bravo" diyorum, "Bataklığı adam etmişler plaj olmuş".
Efendim gidiyoruz plaja yayılıyoruz şezlonglara. Konuşuyor konuşuyor konuşuyoruz. Ben denize girmeye karar veriyorum. Suya yürüyorum. Denize giremiyorum. Bataklı gitmiş çünkü mıcır dökmüşler. Pek bir güzel olmuş. Ayaklarım narin olmamakla beraber su içindeki mıcır üstünde yürüyemeyecek denli hassas. İskeleye gidiyor oradana kendimi suya bırakıyorum. Su çok güzel, adetim olduğu üzere ayaklarımı hiç dibe değdirmeden yüzüyor, geri geliyorum. Deniz çırpıntılı. Ağzını açsan su kaçacak gibi. İskeleye dönüyorum. "Aman o da ne?" dibe ayağım değince, bataklığın hiçbir yere gitmediğini ayaklarımın dibinde olduğunu algılıyorum. Düşünün ılık denizde ayaklarınız soğuk, yapışkan, kaygan tuhaf bir şeye değiyor, içinden otlar çıkıyor ara ara. Çıkmaktan vazgeçip bağırıyorum. "Arkadaşlar!! gelin su çok güzel". Joy ve arkadaşı kalıyor, Elizabeth ve Gülçin geliyor. Gülçin ikilinin secur olanı. Merdivenlerden iniyor suya. İner inmez ayaklarını dibe dayıyor. Gözgöze geliyoruz. Basıyor kahkahayı. "Gülme diyorum su yutarsın bak" Sessiz anlaşma hemen imzalanıyor. Liz'e hiçbir şey sezdirmeyeceğiz. O denizin harika, dibinin kumluk olduğunu sanacak. Ama ayaklar o acaip yapışkan şeye değerken rol yapmak çok zor, gülüp duruyoruz. Gülmekten karnımıza ağrılar giriyor. Liz gülüşlerimizden kuşkulanmasın diye ciddi şeyler konuşalım istiyoruz ama sinirimiz daha çok bozulup kahkaha atıp su yutuyoruz.
Nihayet Elizabeth suya giriyor - yoksa iniyor mu demeliyim? - İnmek kolay ama o ilk saniyeler önemli yüzü değişiyor. "Siz mahsus yaptınız" diyor. Hep beraber gülerek sudan çıkıyoruz.



Bataklıktan çıktıktan sonra üzerlerimiz değiştiriyor, Joy'un evinin orada vedalaşıyor, denize "hoşçakal" diyoruz. Birbirimizin denize nazır resimlerini çekip duruyoruz.
Yukarıda Gülçin, Elizabeth'e poz verdirtirken resimlendiğinin farkında mı acaba?

19 Ocak 2008 Cumartesi

Vladimir Attı mı Tam Atar

Gülçin'in yazısından ilham geldi, epeydir ihtiyacım vardı. Atmaya pek bayılırım ama son zamanlarda hayli zamdır bir şeylerden kurtulmaya kıyamadığımı farkettim. Düşünsene 2001 Ocak ayından itibaren, "Sinema", "Roll", "Chip" dergileri tarih sırasında yıllara göre kutulara doldurulmuş duruyor. Kaç gündür evden çıkarken kutu kutu atıyorum. Atmadan önce kutuların içindeki dergilere göz gezdirerek sabah kahvemi içiyorum. Bazı dergilerin arasından ufak ufak notlarım çıkıyor, ufak ufak resimler yapmışım, onlar çıkıyor. Onları da bir güzel atıyorum.

Seneler önceki atmalarım aklıma geliyor, ilk okuldan beri bütün defterlerim ve kitaplarım duruyordu annemin evinde. "Olur mu böyle saçma birşey?" bir anda attım.

Yine yıllar önce yazdığım bütün şiirleri attım, yıllar önce yazdıklarım o atış anımda hiç güzel gelmedi bana, defterler dolusu yazıdan, seçtiklerimi toplayıp bir ufak kutuya sakladım sadece. Bunun dışında kutu kutu kağıt sobayı boyladı.

Dergilerin arasından ufak tefek karalamalarım çıkınca üzülüyorum biraz, resme yeteneğim var. Çok güzel resimler yapardım eskiden. En son resmimi yarım bırakmıştım. Neden bıraktım hatırlamıyorum. Resim yapmak istemedim. O son resim annemin evinde duvarda asılı 80 cm/50 cm ebadında bir natürmort belki de yarım kalmış olmasının verdiği hava bu. Ama o resim bende yazdıklarımın uyandırdığı atma isteğini uyandırmıyor. Baktıkça "ne güzel resim bu" diyorum, "keşke resim yapsam yine". Ama üşeniyorum.

Atmak daha kolay. At gitsin Vladimir!!

Perde Perde

İzindeyim ya ağırdan alıyorum her bir şeyleri. Dün sakal traşı olmaya üşendim, dışarıda da bir işim vardı, dur dedim oraya giderken yolda kesin bir berber bulurum traşımı da orada olayım. Bir berber bulmakla kalmadım içeride bir tek müşteri ile berber kalfası vardı. Dışarııdan biraz derme çatma görünmesine rağmen içi hayli temiz ve aynalı bir yerdi. "Oh sıra bana hemen gelecek" diye düşünürken dükkanın sahibi - asıl berber - içeri girdi. İçeride tuhaf bir ter kokusu vardı. Orta koltuğa geçtim sağımdaki müşteri siyahlı yeşilli tuhaf bir kazak giymişti. İçerideki kokunun bu müşteriden geldiğini mesafe yakın olunca hemen anladım. Tuhaf bir ter ve kimyasal madde karışımı kokuydu, içerisi çok sıcak olsa bu koku kesinlikle rahatsız ederdi. Kendimi berberin ellerine bıraktım, kat kat havlular, derken sıcak havlular, yüze kremler ve ardından sıcak sıcak köpükler.... Allah'ım ne güzel, ne rahat, tam o sırada tv kanalında Zeynep Casalini'den Nilüfer başlamaz mı? Nasıl mutluyum...

.... Derken..


Önce "Carrrtt!!!" diye bir ses, ardından "AHhhhhHHhhh!!!!" diye canhıraş bir çığlık, yanımdaki müşteriden. Aramızda bir berber bir berber kalfası dönüp dikkatli bakmamla görmem bir oldu. Adamın kazağı siyahlı yeşilli değil, adam kazak giymemiş, siyahlar kılları, vücucudun hayli cömert biçimde kaplamış önü arkası omzuz her yanı siyah, yeşiller de aralıklarla yapıştırılmış yeşil renkli ağda. Huzurum anında kaçtı. Ne cart sesleri ne canhıraş haykırışları dindi.


Adam arada, "Mustafa çok acıttın bu sefer" diyor,



Mustafa ne yapsın? - Berber dükkanındaki en zor durumdaki adam o - "Abi gelmedin uzun süre katlanacaksın mecburen" diye bilmiş bilmiş konuşuyor.


Ben görmemek için gözümü kaçırdıkça görüyorum. Berber dükkanı çepeçevre ayna ile kaplı, nereye baksam başka açıdan simsiyah kıllı bir adam görüyorum, zayıf bir genç adam da bu kıllı adamın üzerinden yeşil yeşil dilimler çekip alıyor, o aldıkça adam bağırıyor ve yine soruyor:


"Mustafa uzun zamandır gelmedim diye acıyor değil mi?".


Mustafa cevaplıyor: "Evet abi kılların kısa olaydı böyle acımazdı"


Adam "Ah benim eşek kafam gelecektim onbeş gün önce" diyor.


Gözlerimi kapatıyorum. Şarkıyı dinliyorum, ahlamalar eşliğinde. Gözümü açıyorum, Berber soruyor:


"Abi bir perde daha geçeyim mi?"


"Bu perde de ne olaki?" diye düşünüyorum. "Peki" diye yanıtlıyorum.


Yüzüm tekrar köpükler içine gömülürken, yandaki adamın mücadelesi başka safhaya geçiyor. Ağdalı yerler soyulmuş, şimdi elektrikli traş makinesi ile geçiyorlar aralardan.


Çığlıkları kesilince adamın neşesi yerine gelmiş ardarda sıralıyor, arada Mustafa da yetiştiriyor kendi repetuarından.


Adam:"Anasını satiym kılının santimetrakaresi dolarla satılsaydı ben çoktan dolar milyarderi olurdum. Ama beş para etmiyor"


Mustafa: "Abi senin gönlün zengin"


Adam: "On kilo hafifledim şerefsizim"


Mustafa: " Eve gidince duş al abi daha da hafiflersin, gözeneklerdeki kılar da akar gider"


Adam:"Nasıl oldum Mustafa?"


Mustafa: "Cildin bebek kulağı gibi oldu abi"


Traşım bitiyor, Mustafa'nın mücadelesi hala devam ediyor.

17 Ocak 2008 Perşembe

Bari Teyze Deseydi

Senelik iznimi kullanıyorum, okulu kırmış çocuklar gibi hissediyorum. Şuradaki birkaç işi halledip İstanbul'a gideceğim. Şimdi insanların işte olduğu sakin sokaklarda yürümek, sonra bir devlet dairesine girip sakin sakin oturuken aniden parlayan devlet memurlarını izlemek için vaktim var.
İstanbul ile İzmir'i kıyaslayamıyorum. Kıyaslarsam galibi İstanbul çıkacak biliyorum. Büyükşehir görünümlü bir köy burası, binalar, yollar, alışveriş merkezleri minyatür boyutlarında. Sadece öfkemiz gerçek iriliğinde, kabalık, başkalarını yola sokma, hakaret etme isteği elle dokunulacak kıvamda.

İstanbul'da da gezmeyi dolaşmayı seviyorum, iş saatlerinde de tenha olmayan yollarında işte aynı böyle dolaşıyorum.

Senelerce önce yine İstanbul da İstiklal caddesinde gezerken farklı bir sesin Karlı Kayın Ormanı şarkısını söylediğini duydum, sesin geldiği dükkana yaklaştım. Ses iyice berraklaştı. Yıllardır severek dinlediğim bu güzel şarkıyı artık Bülent Ersoy hanımefendi icra ediyordu. Hemen aklıma; diva'nın "ben ordan geçerken biri amca, dese, gir içeri" mısralarını nasıl seslendireceği suali geldi. Merakıma yenik düşüp içeriye girdim, Bülent Ersoy sesini titretiyor hatta belki de kayıt anında stüdyoda gerdanını kırıyordu. Tansiyon yükseldi, önemli an geldi, sanatçı amcalı kısmı atladı söylemedi. Aman nasıl üzüldüm. "Bari teyze deseydi" diye düşünerekten, plakçıyı omuzları inik, başı önde terkedip kalabalığa karıştım.

İstiklal Caddesi'nden yürüyüp geçerken böyle garip ses deneyimlerini yaşamak da mümkün.

İzmir daha sakin.

.....

Sahi neden teyze demedi?

14 Ocak 2008 Pazartesi

TESLA: Unutturulan Bir Deha, Bir Filmin Hatırlattığı Adam

Nikola Tesla, 10 temmuz 1856, Hırvatistan’daki Smiljana köyü’nde doğdu. Babası papaz, annesi ev hanımı idi, annesi okuma yazma bilmemesine rağmen pratik zekası ve ev aletleri ile ilgili yaptığı ufak tefek icatlar sebebiyle halk arasında bir tür mucit olarak tanınırdı. Annesi Nikola’nın dahi adayı olduğunu düşünüyor, babası onun bir papaz olmasında ısrar ediyor, genç Nikola’nın kalbi ise mühendislik mesleği için çarpıyordu. Israrı ve annesinin desteği ile baba ikna edilince, Prag Ünivesitesi’nde fizik ve matematik eğitimine başladı.

Genç Tesla, bütün logaritma cetvelini ezberlemişti. Aynı zamanda yabancı dil kurslarına da devam ederek anadili Sırpça ve çok iyi bildiği Almanca’ya ek olarak İngilizce, Fransızca ve İtalyanca öğrendi. 1880 yılında Prag’daki eğitimini tamamladıktan sonra Budapeşte’de yüksek lisans yapmaya başladı. Yüksek lisans esnasında alternatif akımın özelliklerini profesörüyle tartışacak düzeyde konusuna hakim oluşu ile dikkat çekiyordu.


Yüksek lisans sonrasında Paris’te bir telefon şirketinde çalışarak, doğru akım motorları ve dinamolar üzerine hatırı sayılır bilgi edindi. Bu şirket için çalışırken döner makineleri koruyacak, regülatörler ve kontrol cihazları icat etti. 1882 yılında, elektrik endüstrisinde devrim yaratacak olan, “dönen manyetik alan” ı buldu. Daha sonra alternatif akım elektrik sistemleri tasarladı, su gücünün kullanılmasından esinlenerek, hidroelektrik santralleri kurarak büyük bir enerji elde etmeyi planladı. Niagara Şelalesi’ni elektrik üretiminde kullanmanın mümkün olabileceğini konuşmalarında dile getirdi.


1884 yılında New York’a gitti. Amerika’da hayalini kurduklarını gerçekleştirmek için aradığı şans eline kolay geçmedi, Edison ile tanıştı büyük bir heyecan ile bulduğu alternatif akım sistemini açıkladı, ancak Edison kestirip attı, bunun vakit kaybından başka bir şey olmadığını söyledi.


Amerika’daki ilk yılında, parasızlık ve açlıkla mücadele ederken amelelik yaptığı günler oldu. Daha sonra bir firma sahibi anlattıklarına ilgi göstererek kendisine bir laboratuar kurdu. Tesla burada tasarladığı bütün sistemlerin planlarını hazırladı. Cornell Üniversitesi profesörlerinden W. A. Anthony, yaptığı testlerden sonra Tesla’nın icat ettiği motorun en iyi performans gösteren doğru akım motoruna eş yeterlilikte olduğunu açıkladı. Patent bürosuna giderek alternatif akım ile ilgili tüm kısımları tek bir patent altında tescil etmek istese de sonunda, 1887 yılında yedi ayrı, 1888’de yirmiki ayrı patent aldı. Fikirleri o kadar enteresandı ki, bu kadar çok patenti kısa sürede aldı. Ardından Avrupa patentlerini de aldı.


Tesla New York’da bir konferans verdi ve çok gösterişli bir sunum ile alternatif akım sistemlerinin tanıtımını yaptı. Dünyanın bir çok ülkesinden gelen mühendis telle yapılan elektrik akımlarının önündeki tüm engellerin bu yeni sistem ile ortadan kalktığını gördü. Fakat bu konferans, Edison ve General Electric’i endişelendirdi, bu yeni sitem onların yatırımlarının eskimiş olduğu anlamına geliyordu. Ancak George Westinghouse, Tesla ile tanışarak ona alternatif akım patentlerinin tamamı için bir milyon dolar ve satışlarından pay vermeyi teklif etti. Anlaştılar. 1890 yılında, Niagara şelalesinden elektrik gücü elde edilmesi için bir komisyon toplandı, üretilen elektriğin iletilmesinde eski sistemlerin yeterli olmayacağı anlaşıldı, aktarma esnasında büyük güç kaybı olacağı ortaya çıktı.


Nikola Tesla, 7 ocak 1943 tarihinde New York'ta öldü. Devrim niteliğindeki icatları, büyük şirketler tarafından, kendileri zarara uğratabileceği, bütün yatırımlarını bir anda silip yokdebileceği için sürekli bastırıldı.


Amerikan hükümeti tesla'yı sürekli kontrol altında tuttu ve öldüğünde bütün notlarına amerikan hükümeti tarafından el konuldu. Dünyanın her istediği bir yerinde yer sarsıntısı yaratabilme, iklimlerin kontrol altına alınabilmesi, istediği yere ateş topları gönderebilme onularında yapmış olduğu araştırmalara dair deney sonuçları ve belgelerin hepsi ortadan kayboldu.


The Prestige isimli filmde Tesla rolü, David Bowie tarafından. Tesla, bu filmde kişiliğinin eksantrik yönü ile yer alıyor.

11 Ocak 2008 Cuma

Kifayetsiz Muhterisler, Şirret Sığırlar ve Agresif V.I.P.ler İçin Alternatif Öne Geçme, Hak Yeme Böğürtüleri

Kültür düzeyi yüksek, başkalarının hakkına her zaman saygı gösteren, sosyal kurallar koyan ve bu kurallara uymasını seven, başkalarının hakkını asla yemeyen, her zaman nazik, kibar, anlayışlı, komşuları ile iyi geçinen, sudan sebeplerle asla cinnet geçirmeyen insanlardan oluşan ülkemizde her şey tıkır tıkır işlerken aniden bir ses duyulur:


Sen Benim Kim Olduğumu Biliyor musun?


Bu laf edilince tuhaf bir sessizlik olur.
PAUSE..
Büyük çark duruverir. Ambale olmakla olmamak arası bir karışım, hoş bir blend tadı geir dilinizin ucuna. Hemen rewind edesiniz gelir. Bazen "şuna sağdan mı çaksam soldan mı?" diye içinizden geçirirsiniz. """Tıkır tıkır işleyen çarkların""" (saygımdan üç tırnak içine aldım) arasına iki ucu pis bir değnek sıkışıvermiştir sanki. Tiksintiyle irkiliverirsiniz.

PLAY...

Kim olduğunun bilinmeyişine üzülen, bu üzüntünün etkisi altında kişilik genleşmesi, kimlik yavşaması geçirip, agresiflik göstererek hırçınlaşan kimselerin sık sarfedip sıklıkla komik duruma düştükleri asabiyet laflarından bir tanesidir. Ağızdan çıkarkenki tınılarının kıvrımlarında "Bir gün herkes fenerbahçeli olacak" sözü kafar derin anlamlar saklar.


Bu lafı eden iş bitirici olacağını düşünmektedir.



Ama artık tam tersi olmaktadır. Bu sözleri edenler artık deşifre olmuş ve komik duruma düşmüştür. Bu lafla kendi ya da başkasının forsunu kullanıp iş halletmekte yetersiz kalmaktadırlar. Artık yeni bir laf bulmaları gerekmektedir. Ben onlara aşağıdaki lafları öneriyorum artık bunları desinler;

- Şimdi emniyet müdürünü ararım bak,
- Savcıyı arıyorum şimdi,
- Vali benim teyzem olur,
- Çıra gibi yakarım sizi cayır cayır,
- Bozuk para gibi harcarım seni,
- Kaç paralık adamsın sen?
- Siirte sürdürtürüm seni sürüm sürüm



Bu lafların arasındaki "Kaç paralık adamsın sen?" sorusunu birisi bana telefonda sormuştu. "Şimdi başlarsanız anca hesaplarsınız, ama konunumuz bu değil" diye yanıt verince kendimi tebrik etmiştim.


Hah bir laf daha buldum;


- Bir konuşursam yer yerinden oynar!!!

Sekiz Sütuna Sığmayan Manşetlerin Adresi, Tan Gazetesi

Seksenli yıllarda yayınlanmış bir günlük gazetedir. Habercilik anlayışını ve politikasını tesadüfen arşivlerden veya şurdan, burdan bulunan; yarıçıplak, yarı giyinik, yarı aralık dudaklı kadın fotoğraflarının altına ya da gazete patronunun hususi olarak çekmiş bulunduğu vücudunu objektif önünde teşhir etmeye meyilli kadın resimlerinin altına gazeteci kadrosunda bulunan kimselerce akıllarına ilk gelen "şey"lerin yazılması oluşturmuştur.
Tan gazetesi zamanında öyle sekiz sütuna manşetler atmıştır ki; başlığı okuyanın hayretten ağzı bir karış açık kalmış, yazının içeriğine göz gezdirice de "yuh be", "artık bu kadarı da olmaz kardeşim" demiştir.
Tan gazetesinin manşet ve başlıklarından bazıları;
Manşet: Helga herkese veriyor.
Alt başlık: Ama kimseden alamıyor.
Haber: Tatil için Türkiye'ye gelen Helga, türkiyeye hayran kaldı. Kısa sırada rakı, şiş kebap ve türk lokumu bağımlısı olan Helga türk erkeklerini çok beğendi.
Helga herkese veriyor ama kimseden alamıyor. Çünkü onun kan grubu sıfır er-aş pozitif. Herkese kan veren helga kimseden kan alamadığını öğrenince "başıma bir şey gelirse ben ne yaparım şimdi" dedi.
Resim; yarı giyinik halde bir kadın.
------------------------------------------------------------
Manşet: Rahmine dolma kalem kaçırdı
Alt başlık: Liseli genç kız Seda, öğleden sonra okuldan eve dönünce fenalaştı.
Haber: Seda adlı liseli genç kız, eve dönünce odasına çekildi. Yarım saat sonra odadan gelen inlemeler üzerine kuşkulanan annesi kapıyı açınca durum anlaşıldı. Acile kaldırılan genç kız ufak bir operasyonla kalemden kurtuldu.
Sorular üzerine muhabirlerimize kırmayan Seda şu yanıtı verdi; "Daha önce de yapmıştım hoşuma gitmişti, bu sefer nasıl böyle oldu anlamadım".
Resim: Sedyede yatan yarı giyinik genç kadın, üzerinde belli belirsiz ekose etek var.
Aynı resim daha sonra şu manşette kullanıldı:
Manşet: Artık canıma yetti
Alt başlık : Hayat kadını, hayat şartlarından şikayetçi.
Haber; Hayat kadını Kader borçlarını ödeyemeyince, intihar etti. Midesi yıkanan kadınla muhabirimiz dertleşti. Anlaşıldığına göre Kader çok dertli. Derdi sorulduğunda, kader; "O kadar çalışıyorum, didiniyorum, ağız kokusu çekiyorum. kazandığım para ile ayın sonunu zor getiriyorum. Bunalınca öleyim dedim"

80' li yıllarda yazılan ve neden yayınlandığı anlaşılamayan - gazete desem değil, mizah dergisi desem değil - gazetenin en mühin atlatma haberi, asparagasların kralı olan "sakallı bebek" hadisesididir. Bilgisayar desteğini olmadığı dönemde hayli acemi rotüşlarla müdaahale edilmiş bir sakallı bebek fotoğrafını gazetenin başlığına taşıyan gazete; sakallı ve konuşan bir bebek doğduğunu ve kurban bayramının ikinci günü kıyametin kopacağını iddia etmiştir. Manşet böyle uçuk, yalan haberlere henüz alışkın olmayan türk halkında infial uyandırmıştı. Pek çok kişinin ruh halini bozmuştur. O zamanlar tüyü bitmedik sübyan görünümde olan benim de yüreğimi ağzıma getirmiştir. İki kişi konuşurken hemen uzaklaşıp dinlememeye çalışmama neden olmuştur. Pek çok kimsede bu korku halinin olduğunu ilerleyen senelerde görmüş ve lakin neden bu kadar korktuğumuzu hala anlayamamışımdır.

Evet itiraf ediyorum Tan gazetesini takip ederdim gizli gizli, gizler gizler okurdum.

Meraklısına Linkler:

9 Ocak 2008 Çarşamba

Bir Lady'nin Anatomisi

Gerçek adı Şerife Bayrak'tır. Hemşire olarak çalışırken sinemaya soyunmuş, sinemada boy gösterdiği dönemde Konyalı Şerife olarak anılmıştır. Hayli dekolte filmlerde arz-ı endam eden sanatçı, "Toprağın Teri" isimli korku-gerilim filminde, korkması gereken sahnelerde taklit ettiği mimiklerin korkudan eser taşımaması üzerine hiç hedeflenmediği halde şuh kadın imajını pekiştirmiştir. Bu filmin, Güngör Bayrağın açtığı üzüm sepetinin içinde kesik baş görüp korkmaya çalışması ama korkamaması sahnesi antolojilere geçmelidir.


Güngör hanım; sinemada dikiş tutturmayınca müziğe soyunmuş, 1985 yılında "Telefonumu Bekle"(*) isimli bir albüm yapmıştır. Şerife isminin gölgesinden kaçmak istediği için olsa gerek albümün çıkış parçası, "Benim Adım Güngör Bayrak"tır. şarkı "traka traka trak benim adım güngör bayrak" gibi ulvi sözler, telefon zili efektleri ve darbuka yankıları ile süslüdür. Bu çalışma dinleyicilerin ilgisini çekmediği gibi sinirlerini de bozmuştur. Bunun üzerine müziği ve ülkesini geride bırakan Şerife Fransa'ya yerleşir. Orada bir kont ile evlenerek lady ünvanını alır. Artık Ne Şerife ne de Güngör kelimelerine tahammül edebilmektedir, kendisine Lady Berrichi denmesini istemektedir. Dünyada bir kont ile evlenip lady ünvanına kavuşan ilk türk olduğu gibi ilk insandır da, çünkü kontlar izdivaç yaptıkları vakit eşlerinin kontes olması adettendir. Güngör Hanım'ın neden kontes olamadığı ise malesef hala bir muammadır, gizemini korumaktadır. Sonraları "o bir kont değildi o bir sir'di o yüzden ben bir lady oldum, lady olmayıp daha ne olaydım?" diyerek toparlamaya çalışsa da konuya halkı tatmin edebilecek tutarlı bir açıklama getirememiştir.


Bundan sonrasını yazamayacağım, elim varmıyor.
(*)Arkadaşım, kasetin hala bende, geri yollayacağım. Söz.

Medyatik Cinnet Ordusu, Rita Fink ve Diğerleri

Yıllar sonra, dün gece Rebecca’yı izledim ve korktuğum başıma geldi filmi bitirip yattıktan sonra, rüyamda Manderley’e gittim. Demirden bahçe kapısı kapkara bir izbandut gibi yolumu kesti, sanki içeriye girmemi engellemek istiyordu. Yolu otlar bürümüştü, koşarken ayaklarıma dolanıyordu. Kucağımda koskoca bir sözlükle koşuyordum. Artık bir harabeye dönmüş malikaneyi sarmaşıklar kaplamıştı. Evin eski günlerinden eser kalmamış o aydınlık pencerelerde karanlık hüküm sürüyordu, kapkaranlık cümle kapısından geçerek geniş mermer merdivenlerden can havliyle yukarıya doğru koştum. Peşimde uğursuzluk yüklü bir karaltı beni takip ediyordu. Onu göremiyordum, ama kalp atışlarını duyabiliyordum. Kalbi nefretle çarpıyordu.
Doğu kanadının karanlık koridorlarından koşarak çatı katındaki odaya girdim, oda hiç bozulmamıştı, pencereden süzülen ay ışığı odayı aydınlatıyordu. Örümcek ağlarının arasından süzülen ışık odayı korkulu gölgelerle bezemişti. Yatağın altına girip iyice kenara yapıştım. Sözlüğün sayfalarını karıştırmaya başladım. O kelimenin anlamını bulmalıydım. Çok önemliydi, hayatım bu kelimeye bağlıydı. Kapı açıldı. Ayaklarını görebiliyordum, kımıldamıyor kapıda duruyordu. Heybetli gövdesi bir erkek için bile alışılmadık biçimde iri olan ayaklarının üzerinde yükseliyordu. Ayak bilekleri sanki silikonla takviye edilmiş gibi kat kat olmuştu. Mrs Danvers’ın yüzünü görmüyordum ama emindim, saçlarını ortadan ayırıp İspanyol kadınları gibi arkada minicik bir topuz yapmıştı. Saçları hala abanoz gibi simsimsiyahtı. Aradığım kelimeyi buldum. Diva.

Diva: "İri yarı, gerdire gerdire fok balığına dönmüş, göğüs silikonları ayak bileğine inmiş gür sesli, bıçkın tabiatlı, kibar kibar konuşurken aniden nevri dönüp ana avrat söven transatlantik görünümlü dönmelere denir. Bunlar bir yandan kebabı nasıl sevip yağlarını nasıl ellerinden aşağı şıpır şıpır damlatarak yediğini şehvetle anlatırken, sahte sultan Edalarıyla “kaliteli” olduğunu varsaydığı avamlıklarını sergilemeyi marifetten sayarlar."

Şaşırdım. Birçok ülkede; primadonna, assolist, baş şarkıcı, sahnelerin en önemli kadın ses sanatçısı gibi anlamlara gelen bu kelimenin karşısında yazan satırlar sinirlerimi bozdu. Yatağın altından sürünerek çıktım.

Mrs Danvers: “Atla!! Pencereden aşağıya atla hadi” diyor beni pencerenin tehlikeli kenarlarına itttiyordu.
Pencereden atladım. Geriye dönüşü olmayan bir yoldaydım. Hayatımın önemli anları bir dvd’nin “scene selections” bölümü gibi küçük küçük kareler içinde karşımda duruyordu. Play tuşuna bassam istediğim anı gösterecekti. Hangi birini seçeceğime karar veremeden bahçeye düştüm. Saat beşi gösteriyordu. Çay vakti gelmişti. Sabahların Sultanı beni bekliyordu. Onunla çay içmesem ayıp olurdu.

Sabahların Sultanı yanağımdan çapkın bir makas aldı. “Şu programı bitireyim çıkışta gel, beraber En Dobra Dobra programına katılacağız” dedi.

Köstekli saatimi yeleğimin cebinden çıkarıp kapağını bir hamlede açtım. Baktım, yaptığım hareket Sabahların Sultanı'nı derinden etkilemişti, buğulu gözlerini kısarak bana bakıyordu.

Yaklaşık üç saat kadar vaktim vardı. Gezerken Karşıyaka’daki Deniz Sinemasına kadar gelmişim. Gösterimdeki filmin ne olduğuna bakmadan bir bilet alıp içeriye girdim. Salona girdim, yerimi buldum. Işıklar söndü film başladı. En sevdiğim film olan “Bu İkiliye Dikkat” oynuyordu. Başrolleri Banu Alkan ile Serpil Çakmaklı paylaşıyordu. Filmin senaryosu; iki bikinili ve iri kalçalı kadının aynı havuz etrafında yüzlerce defa kırıtarak gidip gelmesi, sonra yere havlu serip üzerine oturmasına olanak verecek biçimde ve üstelik merak unsurunu da ihmal etmeden gelişiyordu. Acaba havluya oturuken tam ortasına mı oturacak yoksa bir kısmı kenarda mı kalacak diye ister istemez meraklanıyordu insan. Başroldeki iki hanımefendi de, rollerine sonuna kadar adapte olmuştu, hatta Banu Alkan, yüz ifadelerinin yetersiz kaldığı yerlerde hislerini kalça mimikleri ile canlandırarak rolünü adeta yaşıyor ve yaşatıyordu.

Film bitti, seyirciler bis yaptı. Kendimim diye söylemiyorum, böyle bis görmemiştim. Önümdeki sırada Serpil Çakmaklı oturuyordu. Ağlamaktan rimelleri akmış, fondotenine karışmıştı. Küpeleri iri iriydi bu yüzden başını bile döndüremiyordu. Üzerinde iri motifli, büyük bir kazak vardı. Ağladıkça kazağın vatkaları tehlikeli biçimde sallanıyordu. Asistanını “Gördün mü bak, yine benden rol çaldı” diyerek azarladı. Asistanı; “Ben bilmem abla!!” diye cevap verdi. Aniden saçlarını kabartıp arkada kelebek şeklindeki bir tarakla topladı, alnına pembe renkli bir bant takarak aerobik yapmaya başladı. Sinemadan hemen çıktım.

Filmden çıkanlar açlıklarını seyyar satıcıların sattığı sucuk ekmeklerden yiyerek yatıştırıyorlardı. Sucukların sapsarı saçları vardı dudaklarını büzerek havaya buseler gönderiyorlardı. Az ilerideki sarışın bir kadın dikkatimi çekti. Dekoltesi günün bu saati için pek uygun değildi, rüküş seçilmesi an meselesiydi. Tehlikeyi seven bir kadındı. Sınırlarda yaşıyordu. Belli ki iskarpinlerinden şampanya içilmesine alışkındı. Görmüştü, geçirmişti. Dikkatlice baktım, Banu Alkan’dı. Sucukçu "internet siteniz hayırlı olsun abla" diyerek yılışık biçimde iltifat ediyor, kadın "ne sitesi ayol, ben müetahhit miyim" yanıtını veriyordu. Arkasından attığı kahkahalar yeri göğü inletirken sabahların Sultanı uçarak geldi “Çabuk Ol!!! Stüdyoya geç kalıyoruz!!!” diyerek beni çekiştirdi.

Stüdyoya Girdik. "En Dobra Dobra" başladı başlayacaktı. Açık oturum tarzı bir şeydi, katılımcılar karşımda oturuyordu; Pelin Batu, Rita Fink, Yeşim Salkım, Erkan Yolaç, Bülent Ersoy, Reha Muhtar, Lerzan Mutlu, Zekeriya Beyaz, Fatih Ürek, Sabahların Sultanı, Özcan Deniz, Ferdi Tayfur. Bunca adam arıza çıkarmadan nasıl bir arada duracak diye düşünürken her birinin yanında programı hazırlayanlarca tahsis edilmiş çürük sebze, yumurta ve pasta öbeklerini gördüm.

Sunucu vazifesini üstlediği açıkça belli olan Petek Dinçoz açık oturumu “bismillahirahmanirrahim, elemterefiş kem gözlere şiş” dedikten sonra, arkasına mavi Kurdeleler bağlanmış eflatun desem değil, pembe desem o da değil - hah buldum - lila rengi bir mendile sarılı zili sallayarak başlattı. Erkan Yolaç zil sesi ile birlikte başını emme basma tulumba gibi sallamaya başladı. Show dünyasında olup da elli yıl boyunca aynı işi aynı jest, aynı mimikler, aynı ses tonu, aynı vücut dilini kullanarak yapan başka bir insan yoktu. Ömrü vefa edecek olsa bir elli yıl daha aynı samimiyetsiz bakışlar ile bu durumunu koruyacağı intibaı uyandırıyordu.

Lerzan Mutlu aniden kahkahalar atarak yanında duran Zekeriya Beyaz’a sevgi ile yaklaşıp yanağından ısırdı. Zekeriya Beyaz bu ısırıştan memnundu. Görünen oydu ki; sanat camiasının birbirinden güzide şahsiyetleri arasından öne sıyrılmış hatundu Lerzan. Bu camianın birbirinden seçkin mensupları genelde birbirlerini alaylı ve okullu olarak iki gruba ayırırlar, bir gruptaki diğerinden pek haz etmez. Bu hanım sanatçımız okullu kısmısından olmasının haklı gururu ile TV çekiminde duygularını dizginleme zahmetine katlanmıyordu.

Fatih Ürek “Okullusu böyleyse sonumuz hayırlara vesile olsun” dedi. “Ben sahnede bunların yarısını yapsam adımı nasıl kötü anarlar, sahneye çıkartmaz, dağlara bayırlara kaldırırlar, tam 35 yılımı verdim bu mesleğe” diye ilave etti.

Reha Muhtar; “Bülent hanım sizi bir ara Adana'da sahnede kurşunlamışlardı yanlış hatırlamıyorsam.”

Bülent Ersoy: “Evet Reha bey, göstermek gibi olmasın, (eliyle sol böbreğini göstererek) şuramdan isabet alıvermişim.”

Reha Muhtar: geçmiş olsun divam.

Bülent Ersoy: Teveccühünüz efendim. Allah ü Teala bana bu sabrı verdikçe yılmayacağım.

Sözlük hala yanımdaydı bu göstermek gibi olmasın lafı kafamı kurcaladı. Sözlüğü açıp baksam elime yapışmazdı, zaten bütünleşmiştim sözlük ile, ayrılamıyordum bir türlü. Şöyle açıklamıştı sözlük; "Ayıptır Söylemesi" ifadesinin kardeşi niteliğinde bir sözcük grubudur. Bir anlam ifade etmez, ama yine de laf olsun diye sıklıkla kullanılır. Genellikle içinde kullanıldığı cümlenin bitiminde, gösterilmek gibi olunması istenmeyen yerin işaret parmağı ile gösterilmesi ile sonuçlanır.

Okuduğum satırlar beni rahatlatmıştı. Demek ki adet yerini bulmuştu. Sözlüğün sayfalarını kapattım, yoksa "paralel evren" her açılabilirdi, hepimiz paralel evrene geçebilirdik. Paralel bir evrenin olması fikri beni ürküttü. Uyanmak istedim ama her istediğimin olmayacağını artık öğrenmiştim. Uyanamadım.

Sabahların Sultanı: “Hadi Özcan bize bir şarkı söyle” dedi

Özcan Deniz: “Şarkı söylemek için gelmedim ben buraya, size yazdığım bir şiiri okuyayım dedi.

Rita Fink alaycı gözlerle süzüyordu. Verebileceği en seksi, alımlı, zeki, duygusal kadın pozunu yakalarken fotojenik olmaya gayret ediyordu. Gayreti gözden kaçmıyordu yüzünde saniyede 52 mimik geziniyordu.

Özcan Deniz:”Size yüzyılın doğumu için yazdığım veciz şiirimi okuyorum”
"Atlas demek
Dünyanın yükünü taşımak demek
Sen güçlü demek, zorlu demek
Atlas bebek
Atlas demek
ipek demek, kırmızı demek
sen ışık gibi, ayna gibi, ateş gibisin demek
Atlas bebek
Atlas demek
Sen üst de demek
Başın başlangıcı, aklın koruyucusu demek
Atlas bebek
Atlas demek
Daha çok kardeşin olacak demek
Ama annen, baban sana emanet demek
Hoşgeldin Atlas bebek"

Lerzan Mutlu “ ay bunu istiyorum, bunu istiyorum, biri bunu bestelesin çabuk”

Özcan Deniz: “Benim bunu bestelemem doğru olmaz”

Pelin Batu “Ben bestelettirebilirim gerekirse, çok tanıdıklarım varrr”

Bülent Ersoy Reha Muhtara dönerek önce bir genç kızın kahkasına öykünen sesler çıkartıp benzer “Bir kadın 30 küsür yaşına kadar 15 yaşındaki kız sesiyle konuşur mu ya? Kim çağırdı bu Pelin’i buraya?” diye sordu.

Reha Muhtar:”İlahi Diva’m ağzınızdan bal damlıyor, orkide kokuları saçıyorsunuz kımıldadıkça” Bu sözler üzerine ortam gerilim yüklü bir havaya büründü. Ferdi Tayfur asabi biçimde etrafa bakıyordu.

Fatih Ürek “Yeşim Emrah’la aranızda bir şeyler mi var” Diye sorunca, Yeşim Salkım “A neden olsun ki ben onu yıllardır tanıyorum ikimizde bu camianın içindeyiz böyle bir şey olabilir mi? Rica ederim kızım var benim” demesiyle gerilim daha da tırmandı. Panikleyen Petek Dinçöz “Hadi Ferdi Ağbii Bize bir şarkı söyle” diye cilve yaptı. Ama Ferdi Tayfur sinirlenmişti bir kere, gitarını sağlı sollu, sağa sola, sallamaya başladı vurduğu yeri kırıyor, gitara bir şey olmuyor dekor parça parça aşağıya iniyordu. Petek çığlıklar içindeydi “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Caaaaaan kurtar beni, Caaaaan canını seven kaçsın” Bu aklı başında lafları duyunca hemen can havliyle kaçmaya başladım, peşimde bir uğursuz karaltı vardı, kendisini görmüyordum. Kalp atışlarını duyordum. Dönüp baktım. Mrs Danvers da kaçıyordu.

Uyanıvermişim…

Ter içinde kalmıştım.

Allahtan hepsi rüya diye düşündüm, ya gerçek olsaydı?

8 Ocak 2008 Salı

RE - BE - KA

Yıllar önce TRT’nin tek kanaldan yayın yaptığı dönemde Alfred Hitchkock’un Holywood’daki ilk çalışması olan Rebecca’yı film çok uzun olduğu için türk halkının uykusuz kalmasına kıyamadıkları için ortadan ikiye bölerek göstermişlerdi.
Filmi severek izlediğimi hatırlıyorum. Daha sonra kitabını da benzeri zevki alarak bu sefer soluksuz okumuştum. Romanın yazarı Daphne du Maurier. Film de kitap ta aşağı yukarı şuna benzer sözlerle başlar; “Dün gece rüyamda yine Manderley’e gittim. Demirden bahçe kapısı yolumu kesti, sanki içeriye girmemi istemiyor gibiydi. Yolu otlar bürümüş, artık bir harabeye dönmüş malikaneyi sarmaşıklar kaplamış, evin eski günlerinden eser kalmamış o aydınlık pencerelerde artık karanlık hüküm sürüyordu….” Filmde de kitapta da ürkütücü kadın Kahya Mrs Danvers umulmadık anlarda karşınıza çıkar, hiçbir söz söylemeden tartan, hesaplayan, yargılayan gözlerle süzer. Son derece saygılı görünmesine rağmen sınırlarını çizmiş bir küstahlık barındırır. Filmde yürürken görüldüğü sahneler çok azdır, o hep bir yerde durur, bir yerde aniden belirir. Kaybettiği hanımının yasını tutmakta yerine kimseleri layık görmemektedir. Gözünü karartabilecek bir kadındır. Korkulur Mrs. Danvers'tan..

7 Ocak 2008 Pazartesi

Maganda Kurşunu

Bir insan sevincini göstermek ve mutluluğunu diğer insanlar ile paylaşmak için ne yapar?

Güler, çılgınca kahkahalar atar, danseder havalara zıplar ya da sevincini belirtmek için orasına, burasına, şurasına bakmadan, tetiği çeker. Etrafına bakmaz bile. Kurşunun saplanacağı yerin hesabını yapmaz. Sevincinin peşindedir, sevinci güç gösterisi yapması için yeterlidir. Havaya nişan almadığı için, duvara, elektrik direğine, balkona çarpıp seken kurşun, tesadüfen oralarda olan bir insanın önce tenini deler, kemiğini kırar ve deldiği iç organlarında hasar oluşturur. Maganda kurşunu şanslısını deler geçer, şanssızının içinde kalır, en hafifinden kurtarmışını yaralar. Maganda kurşunu insafsız ise öldürür.

Öldürünce ne olur? Suçluya, mahkuma acımayı marifet sayan insanımız, “Allah kurtarsın” der. Allah'ın kurtarmasına gerek kalmadan kurtulur zaten. Canımızı vermeyen bir grup adam can alanın canını bağışlar.

Düz yolda başkalarına çarpmadan yürümeye, yağmurlu havada insanların kafasına gözüne takıştırmadan şemsiye kullanmaya aciz halkımız, ruhsatını aldığı silahı sevincini çarçur etmek için kullancağı bir araç olarak görür. Sevinç katliamında kullanılan bu silahlardan çıkan mermiye maganda kurşunu olarak denir. Bu maganda kurşunu öyle bir şeydir ki, okumuşlukla, aydın olmakla, bu milletin vekili olmakla alakası yoktur. Milletvekillerimiz de sevinç beyanları için havalara maganda kurşunu sıkmakta beis görmezler.
Maganda kurşunlarından korunmak için; müzikli eğlence mekanlarından, açık havadaki düğün derneklerden uzakta durmakta yarar vardır, ayrıca futbol müsabakalarından sonra da evde pencere kenarlarından balkonlardan uzakta durmakta ise hatırı sayılır derecede hayır vardır.

Dubleyle Dublaj

Videonun altın çağını yaşadığı günlerde evlere kiloyla alınıp bir gecede tüketilen korku filmleri vardı. 1980 yılı yapımı bir Kanada filmi başrollerinde Leslie Nielsen ve Jamie Lee Curtis tanıdık isimlerden. Korku filmi işte, kan görüntüsü pek konulmamış. Bir zamanlar filmler türkçe dublajlı olarak gösterime girerdi, video furyasında da dublajlı filmler izleniyordu.

Prom Night: Carrie'nin rüzgarına kapılmış bir filmdi, mezuniyet balosu gecesinde ezikliğinin acısını pek de masum olmadığını düşündüğü son sınıf öğrencilerini teker teker hacamat eden bir katilin öyküsüydü. Katil tip olarak Jason'ın yandan yemişiydi. Bir sahnede kızlardan teki, kapıdan çıkarken cilveli bakıp şu sözleri ediyordu;

- Sonra görüşürüz, Timsah.
Tabi o kızın son repliği oluyordu kapının öbür yanındaki katil pusuda bekliyordu. Ama benim filme olan ilgimi o gereksiz "Timsah" kelimesi söndürdü.. Dublaj ve çeviri hatalarına ilgim de böylelikle başladı.

4 Ocak 2008 Cuma

Sigara Paketleri ÜZerindeki Uyarı Yazıları

Kimseleri etkilemeyen yazılardandır. Sigara tiryakileri fosur fosur içmeye devam etmektedirler. Sevgili karadenizli yurttaşlarımızın kimilerini bir nebze olsun etkilemiş olmalı ki şöyle de bir anektod anlatılagelmektedir:
Karadenizli bir vatandaş, bakkaldan içeri girer. Bir sigara ister. Bakkal sigarayı verir, parasını alır, karadenizli çıkar ve hemen kapıdan geri döner, gözleri dehşetle büyümüştür. Paketi gösterir, üstünde sigaranın insanoğlunun üremesi ile ilgili hayatiyetine son verebileceği yazmaktadır. Bakkala seslenir "usta bana bunun öldüreninden versene".

Tiryakisi tiryakidir, paket üstüne yazan sözlerden zerre kadar tınmamakta, çok istiyorsa kendine göre bir ders çıkartmaktadır.