1 Ocak 2013 Salı

İlk Cümleler


İstanbul’da yaşıyor olmakla, İstanbul’da ölüyor olmak arasında fark kalmadı dedi, hiç tanımadığım bir kadın. Muazzam servetimi Paul McCartney ve Linda Eastman’a borçluyum. Yazarlık hayatım bana sözcüklerden çekinmeyi öğretti. Fikir bir anda beyinde patlar ve seni bir anda çok iyi olduğuna inandırır. Her zaman aynı şey oluyor. 

Bugün size bu satırları duygusal bir ihtiyaçtan ötürü karşılıklı konuşabilmek için yanıp tutuştuğum için yazıyorum. Beni tanıyanlar, öyle teknoloji ve internet işleriyle büyük bir ilgim olmadığını bilirler, şahitlerimdirler.

1953’te, Stalin ve Dylan Thomas’ın öldükleri yıl doğdum.  Kocaman bir bahçede büyüdüm. Adımı söylediğimde Arapça anlamını da açıklar, son hecesi yanlış söylendiğinde utanırdım. Uzun süre Akropolis’ten uzak durdum.  

Edebiyat metinlerinin insan zihni üzerindeki güçlü etkisini ilk kitap okumam sırasında hissetmişim. Babamın beni Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı’na ilk kez götürdüğü günü hala anımsıyorum. Handan’la kendi adını taşıyan romanın sayfaları arasında buluşmamızın üzerinden çok yıllar geçti. 

Geçtiğimiz yüzyılın ortalarında, iki genç bilim adamı, dünyayı değiştirmesi gereken deneyler yaptılar, ama  değişen bir şey olmadı. Steven Spielberg beş yaşındayken babası onu “The Greatest Show on Erath” isimli Cecille B. De Mille’in bir sirki anlatan filmine götürdü, ama çocuk babasının film dediğini değil de “sirk” dediğini duydu.  Steven Soderbegh Salt Lake City Uluslararası Havaalanı’nda uçaktan inip, Kuzeydoğu’da, otuz mil ötede Park Cİty’de yapılan Birleşik Devletler Film Festivali’ne doğru giderken, tarih 21 Ocak 1989’u gösteriyordu ve yirmi altıncı yaş gününü yalnızca yedi gün geride kalmıştı. Family Plot filminin açılış jeneriğindeki tek isim Alfred Hirchcock’unki dir, yani bir kez olsun olması gerektiği gibidir. 

Bunun hiç başına gelmeyeceğini, gelemeyeceğini, dünyada bunlardan hiçbirinin başına gelmeyeceği tek insan olduğunu sanırsın, sonra tıpkı herkese olduğu gibi hepsi teker teker senin de başına gelmeye başlar.

Bir sabah kalktım ve arabamı park ettiğim yerde bulamadım. Bir gün müdürüm beni odasına çağırdı. Bir bahar günüydü, parkta dolaşıyordum. O gece düşümde, kocası albaylıktan emekli kırk yaşında bir kadın olduğumu gördüm. Kendimi gece karanlıkta, hiç tanımadığım bir evde buldum. Ne sokağı, ne de mahalleyi görebiliyordum. Haber bültenlerine göre son yirmi senenin en sert kışı yaşanıyordu. Hint köyünün ötesinde, ıssız bir sahilde taze ayak izlerine rastladım.  Siyah üstüne kırmızı – biraz şarap rengine kaçan – doğalla stilize arası bir gül; yapraklarını kenarları koyu bir siyahla belirlenmiş. Siyah file çoraplarım, derin sırt dekoltem, kırmızı rujum… İri küpelerimin halkalarına asılmış kemanın ezgilerine takılıp kalmışım. Kentin iyi bir semtinde, hafta içi akşamlarında bile yer bulmanın zor olabildiği bir lokantasındayız.

Bütün olanlardan sonra, bazen  onu;  sokakta, ya da bir pencereden bakarken yahut bir kafeterya da bir kitaba gömülmüş gördüğümü sanıyorum.

Pencerelerin öyküleri yaşamın tüm sırlarını içinde saklar.

Fırının kapağını açıyorum. Aşk hikâyeleri yok artık. 

Bu öykü geç gelen yolculara asla kapı açmayan bir otobüs şoförüne dair. Eğer dinlersen duyabilirsin.

Eskiden, çok eskiden, yeryüzündeki hayat tanrılar tarafından salıncak misali sallanırken, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın eteklerinde, başka yerdeki hayatlardan bihaber insanların yaşadığı küçük bir köy vardı.
İki çocuk, ıssız ovada…
Karanlık yolda dümdüz ilerliyorlardı.
Çok misketim var benim.
Zerrin’in kendine özgü bir gülüşü var.
Ona bir zamanlar yalnız kalmayı seven bir kızla olduğunu söyledi.
Açık denizde dev dalgalarla boğuştukları aylarca süren fırtınalı deniz yolculuğunun sonunda o sabah,  Anakara’nın güneybatı körfezine özgü yumuşak rüzgârın o tanıdık kokusuyla uyandı. Sık bir ormanın ortasında bir şato, yolculukları sırasında aniden gece bastırdığı için yollarına devam edemeyen kimselere – şövalyelerle soylu kadınlara, saraylı soylularla sıradan yolculara – barınak oluyordu. 

Yıldızların altında uyandı.
Ölümün tahtında oturuyorsun.
Altmış yaşını aştınız yaşlanmak canınızı sıkıyor mu?
Çağdaş bir yazar hakkında hükme varmak her zaman güçtür.
Her ölüm bir başka ölüm müdür?
Kediler fare, sıçan ve kuşları imha etmekteki ustalıklarıyla ünlüdür.
Sağlam bir gözün görmesi için ne gereklidir?
Başkalarının acılar çekmesi onlara yetmediğinde, bir de gözlemlemek istediklerinde zaman geldi.
            “Ne yapalım efendim? “ diye sordu fıçı göbekli, boyalı saçlı andropoz bombası.

Kaseti en başa sar.


2012 yılında epey kitap okumuşum. Okuduklarımdan bir kısmını elden çıkarmayı başardım. Kalanların bir kısmından ilk cümlelerini seçip alt alta yazdığımda yukarıdaki sayıklamayı andıran metin çıktı. 

2 yorum:

  1. ben de dedim ki galiba biraz fazla kaçırmış içtiğini:))

    YanıtlaSil
  2. evvet kesinlikle ben de yapacağım :)

    YanıtlaSil

Yorumlar