Elia Kazan, Türkiye'ye son gelişinde Afyon'a gitmiş ve çekmeyi planladığı bir film için o yörede bir müddet mekân aramış. Gece otelde sıkılınca, sokağa çıkıp öylesine dolaşır, ışıklı bir yer gördüğünde içeri girermiş. Görebildiği yerler ya kahvehane, ya birahanelermiş, hepsinde de yalnızca erkek müşteriler olurmuş. Üstelik gencecik erkekler. Kazan bir bira söyleyip rast geldiği gençlerle sohbetler etmiş. Kimseyi huylandırmadan, sinemacı gözüyle mekâna, eşyalara, insanlara bakmış.
Gençler genellikle koyu renkli, ucuz giysiler giymekteymişler ve hayli sağlıksız görünüyor ve birbirlerine çok fazla benziyormuş. Bakımsız sakalları, kirli ve kepekli saçları ile sanki hepsi aynı berber elinden çıkmış gibiymiş. İçlerinden hali vakti yerinde olanları ayırd etmek kolaymış; zira birahaneye gelir gelmez ilk iş ellerindeki anahtarlık demetini masaya şırank diye bırakıp, yanına bir Amerikan sigarası, bir çakmak koyuyor, ardından bira yerine rakı-peynir-kavun sipariş ediyorlarmış.
Bu gibi diğerlerine nispeten daha bakımlı bir kaç genç erkek dışındakiler, yani birahanedeki çoğunluğu oluşturanlar; sarı benizli, ince, dal gibi; küskün, mahzun, kırgın ya da kızgın melankolik tavırlar içindeymiş. Bunların sırtında "anne örgüsü" hırka, yelek veya kazaklar varmış. İçlerinde gece boyunca kimseyle konuşmadan bir kibrit kutusuna sürekli takla attıranlar mı ararsın, aynada kendi kendisine tapınanlar mı, mırıl mırıl duvarlarla konuşanlar mı hepsi varmış. Birahanelerin tavanında tütün, ter ve amonyak kokusundan oluşan bir bulut asılıymış. Yerde ise - affedersiniz - tükürük, izmarit, ganyan kuponları ve çekirdek kabuklarından oluşan bir halı seriliymiş.
Fonda devamlı ağlamaklı perdeden müzikler çalıyormuş, televizyon da acıkmış. Ama kimse ne müzik dinliyor, ne de kimse televizyon seyrediyormuş. Herkes yüksek sesle, bir ağızdan konuşuyor, kimileri aralarında müstehcen el şakaları yapıyormuş. Neredeyse hiç biri eğleniyor gibi gözükmüyormuş. Tersine, hemen herkes hem kendisiyle, hem de çevresiyle sanki sürekli bir kavga halindeymiş.
Kazan, bir-iki bira yuvarladıktan sonra bu gençlerden bazıları ile konuşurmuş. Onlara özellikle gelecekte ne yapmak istediklerini sorarmış. Bundan sonrası çok önemli: Kazan gençlerden hiçbirinin Afyon'un sınırlarını aşan bir hayalinin olmadığını dehşete düşerek fark etmiş. Taşra ıssızlığında, yalnızlıktan kendini tekrarlayarak kavrulan, cinsel özgürlüğü olmayan, elinden hiçbir iş gelmeyen, ne hayata ne de kendine hiçbir katkısı olmayan, koskoca Anadolu gençliği için "geçip giden zamanın" bir şey ifade etmediğini fark etmiş.
Elia Kazancıoğlu (1909-2003) Kayserili bir rum ailenin evladı olarak İstanbul'da doğdu. Amerika'ya yerleşince Kazan soyismini kullanmaya başladı. Actors Studio'nun kurucuları arasında yer aldı. Tiyatro ve film yönetmeni olarak ün kazandı. Bir çok adı duyulmamış oyuncunun şöhret olmasına olanak tanıdı. Gentleman's Agreement, A Streetcar Named Desire, On the Waterfront, East of Eden en önemli filmleri arasında sayıldı. Yönetmenliği ile üç kez Oscar ödülü kazandı.
Ee o yöreyi anlatan dünya çapında bir film çekseymiş madem, gözlemleyip iki satır yazmakla bitmiyor bu işler. :D
YanıtlaSil