31 Mayıs 2015 Pazar

Yarık

Gülümseyişleri aynı mutluluğu paylaşan insanlarınki gibi olsa da, saniyenin onda biri kadar kısacık bir süre için aralanan yarıktan, kalplerinin iki ayrı yöne doğru yola çıktığı görülüyor.

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Yem

Kuşlara yem veriyor. Beslemek için değil, iyice yakınına geldiklerinde kovalamak için.

29 Mayıs 2015 Cuma

Distopya

Görüntü: Ağır ilerleyen gri kalabalık.
İnsanlar kemerlerini çıkartıyor; ceplerindeki metal eşyaları, bozuk paraları plastik kutulara bırakıp dedektörlerden geçiyor. 

(Karikatür: Franco Matticchio)

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Geldik mi Sonuna Çılgın Adamlar'ın?

Birazdan bugüne dek takip ettiğim en güzel televizyon dizinin son bölümünü izleyeceğim. Sekiz yıl. Yedi sezon. Her sezonu 13, sonuncusu - bir yıl sezon arası ile - 14 bölüm. Mad Men: çılgın adamlar, ya da Madison Avenue'de çalışan adamlar ya da hiçbir şey üretmeden para kazadıkları için adları çılgına çıkmış ad-men, reklamcılar. 

1950'li yıllardan yetmişlere doğru müthiş bir zaman yolcuğu; arada kore savaşı ve 1930'lu yıllara dönüşler, ileri ve geri zaman sıçramaları, kadının toplumdaki yerinin dizide giderek değişmesi, fonda o dönemin günceline dair izler. 

Diziyi başarılı kılan yalnızca müthiş teferruatla örlü oluşu ve gerçeğe uygunluğu değil, her bölümü adeta "The New Yorker" öyküleri gibi ciddi detaylarla örülü, minik hayat öyküleri barındırması.ve bunu hiç ciddiye almaya değmezmiş gibi kendini önemsemeden yapması. Erken sezonlarından birine ait, rüya ile gerçeğin birbirne karıştığı, orta üstü sınıftan bir kadının hayallerini ve durumunu birbirine karıştıran "suburban dreams" ile değişti benim bu diziye bakışım. Her bir bölümü tek bir novella tadında. Edebiyatın dingin, alabilene çok şey katan ama malesef bağırtıyı seven edebiyat severlere bir gıdım faidesi bulunmayacak ürünlerini andıran bölümleri ile birazdan son bölümünü izleyeceğim Mad Men'in.


14 Mayıs 2015 Perşembe

Elia Kazan ile Afyon'da Zaman

Elia Kazan, Türkiye'ye son gelişinde Afyon'a gitmiş ve çekmeyi planladığı bir film için o yörede bir müddet mekân aramış. Gece otelde sıkılınca, sokağa çıkıp öylesine dolaşır, ışıklı bir yer gördüğünde içeri girermiş. Görebildiği yerler ya kahvehane, ya birahanelermiş, hepsinde de yalnızca erkek müşteriler olurmuş. Üstelik gencecik erkekler. Kazan bir bira söyleyip rast geldiği gençlerle sohbetler etmiş. Kimseyi huylandırmadan, sinemacı gözüyle mekâna, eşyalara, insanlara bakmış.

Gençler genellikle koyu renkli, ucuz giysiler giymekteymişler ve hayli sağlıksız görünüyor ve birbirlerine çok fazla benziyormuş. Bakımsız sakalları, kirli ve kepekli saçları ile sanki hepsi aynı berber elinden çıkmış gibiymiş. İçlerinden hali vakti yerinde olanları ayırd etmek kolaymış; zira birahaneye gelir gelmez ilk iş ellerindeki anahtarlık demetini masaya şırank diye bırakıp, yanına bir Amerikan sigarası, bir çakmak koyuyor, ardından bira yerine rakı-peynir-kavun sipariş ediyorlarmış.

Bu gibi diğerlerine nispeten daha bakımlı bir kaç genç erkek dışındakiler, yani birahanedeki çoğunluğu oluşturanlar; sarı benizli, ince, dal gibi; küskün, mahzun, kırgın ya da kızgın melankolik tavırlar içindeymiş. Bunların sırtında "anne örgüsü" hırka, yelek veya kazaklar varmış. İçlerinde gece boyunca kimseyle konuşmadan bir kibrit kutusuna sürekli takla attıranlar mı ararsın, aynada kendi kendisine tapınanlar mı, mırıl mırıl duvarlarla konuşanlar mı hepsi varmış. Birahanelerin tavanında tütün, ter ve amonyak kokusundan oluşan bir bulut asılıymış. Yerde ise - affedersiniz - tükürük, izmarit, ganyan kuponları ve çekirdek kabuklarından oluşan bir halı seriliymiş.

Fonda devamlı ağlamaklı perdeden müzikler çalıyormuş, televizyon da acıkmış. Ama kimse ne müzik dinliyor, ne de kimse televizyon seyrediyormuş. Herkes yüksek sesle, bir ağızdan konuşuyor, kimileri aralarında müstehcen el şakaları yapıyormuş. Neredeyse hiç biri eğleniyor gibi gözükmüyormuş. Tersine, hemen herkes hem kendisiyle, hem de çevresiyle sanki sürekli bir kavga halindeymiş.

Kazan, bir-iki bira yuvarladıktan sonra bu gençlerden bazıları ile konuşurmuş. Onlara özellikle gelecekte ne yapmak istediklerini sorarmış. Bundan sonrası çok önemli: Kazan gençlerden hiçbirinin Afyon'un sınırlarını aşan bir hayalinin olmadığını dehşete düşerek fark etmiş. Taşra ıssızlığında, yalnızlıktan kendini tekrarlayarak kavrulan, cinsel özgürlüğü olmayan, elinden hiçbir iş gelmeyen, ne hayata ne de kendine hiçbir katkısı olmayan, koskoca Anadolu gençliği için "geçip giden zamanın" bir şey ifade etmediğini fark etmiş.



Elia Kazancıoğlu (1909-2003) Kayserili bir rum ailenin evladı olarak İstanbul'da doğdu. Amerika'ya yerleşince Kazan soyismini kullanmaya başladı. Actors Studio'nun kurucuları arasında yer aldı. Tiyatro ve film yönetmeni olarak ün kazandı. Bir çok adı duyulmamış oyuncunun şöhret olmasına olanak tanıdı. Gentleman's Agreement, A Streetcar Named Desire, On the Waterfront, East of Eden en önemli filmleri arasında sayıldı. Yönetmenliği ile üç kez Oscar ödülü kazandı.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Marifetli İsabella

İsabella Rossellini;  İsveç, Almanya kökenli İtalyan yönetmen Roberto Rossellini ile refikası İsveçli sinema yıldızı Ingrid Bergman'ın kerimeleri. 
Bergman ki; bir başkası ile evli iken kalbini yeniden pırpır ettiren Roberto'nun peşinden uçarak kıta değiştirmesi münasebetiyle az getirtilmemiştir burnundan, bir kere Holywood'dan afororoz edilmiştir: en önemlisi. Güzelliği sayesinde seneler sonra kendisini para babalarına affettirmiş, dönüşü Anastasia kılığında ama kesinlikle muhteşem olmuştur. 
İsabella'ya dönelim biz - annesini bir gün nasılsa anarız - adeta hık demiştir İngrid'in burnundan düşmüştür: O ne benzerliktir. Mamafih tek benzerlik yetmemiştir, armut misali mesleğinin de dibine düşmüştür ebeveynlerinin. Blue Velvet filmindeki hali ile sinemada bir ün salmıştır ki, şöhrete dalış o dalış, nam salış o salış. Sinema ile ilişkisi bir inişli bir çıkışlı bu günlere değin gelmiştir. 

Meslek hanesinde neler yazılı ona bakalım asıl... Model, yapımcı, aktrist, yazar, filantropist. Daha ne olsun. Beş parmağında beş marifet. Sayın Cumhurbaşkanı'mızın dediği gibi "iş var ama vatandaş beğenmiyor". "İsabella, beğendiğini beğenmiş, El ne karışır" diyoruz. Yakıyoruz bir cigara dumanını açık havada tellendiriyoruz, tıpkı fotoğraftaki İsabella misali, can-ı gönülden ve de türk kahvesi eşliğinde.


12 Mayıs 2015 Salı

Statü Merakı

Klavye müsade etmez de, bakarken noktaların azizliğine uğrarsın ya hani. İşte öyle bir şey.
Dürüm
Durum
Dumur
Durun siz evlenemezsiniz!

10 Mayıs 2015 Pazar

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Hayat Öyküleri, Öyküler Hayatı Çeker Temize

"Çünkü unutmak masmavi bir gökyüzüdür" adlı öyküme konu ettiğim, benim için tamamen hayal ürünü olan bir kadını ete kemiğe bürünmüş biçimde karşımda görünce şaşırmıştım 2012 yılının sonlarında bir gün. Şaşırmaların elbetteki ilki değildi ve sonuncusu olmayacaktı. Zira hayat, filmleri ve öyküleri, öyküler ve filmler ise hayatları temize çekiyordu muzip biçimde. Üstelik bunların hepsi birbirine ayna tutuyordu olur olmaz anlarda.


Emir Custurica'nın Arizona Dream filminin bir sahnesinde geçer şu sözler:  "Uçmak istediğini söylersen, seni düşürmeye çalışırlar."

2013 yılındaki komik ve dışarıdan bakınca da hayli zavalıca bir süreç zarfında gözlemleme şansım oldu türlerin birbirini temize çekme pratiğine. Önceden yazdığım "Tespih Böceğinin Kalbi" öykümde geçen bütün hayal ürünü olaylar 2013 yazı ile 2015 kışı arasında harfiyen hayata geçti, Bu kez fazla şaşırmadan ve sükunet içinde izledim, giderek kendi içine kapanan kurgu ürünü dünyasına başkalarını da hapsetme endişesini, duygusal şantajlar ve aksiyete atağı taklitleri ile gerçekleştiren kahramanımın böcek gibi debelenmelerini. Bir sosyopatın sabun köpüğünden hallice bir meseleyi hayatında en önemli heyecan haline getimek uğruna çevirdiği kulisleri ve köpüğün önce büyüyüp sonra hiçe dönüşmesini yazmıştım. Sonra izledim hayatın öyküyü temize çekmesini.


5 Mayıs 2015 Salı

Yeşeren Umutlar

Hıdrellez, taşrada büyümüş olanların çocukluk anılarını ziyaret ettiği en renkli günlerden bir tanesi. Çoğu için umutların hala gül koktuğu bir gece hıdrellez. Gül dalına kırmızı keseler bağlayan anneanneleri, gül ağaçlarının altına ev, araba resimleri çizerek bırakan kadınları, pencereleri kapıları o güne mahsus açık bırakan babaanneleri, arka bahçesindeki minicik gül dalının yamacına çerden çöpten evler inşa edip önüne ev ahalisini temsilen mandaldan insancıklar eken ama illaki yüzlerine acemi birer gülücük konduran komşu teyzeleri, gelinlik yaşa gelmiş kızlarının bir an önce evlenmesi için başının üzerinde kilitleri açan anneleri, ateşin üzerinden atlamaktan yorgun düşmüş is kokan mahalle arkadaşlarını, minik minik kağıtlara dileklerini yazan ve sabahın ilk ışıkları çatılara düşmeden denizlere akarsulara dileklerini bırakan akrabaları, eşleri, dostları anımsamanın zamanı Hıdrellez. Anımsamak da bütün yolculuklar gibi; daha uzaklaşıyor ve daha soluklaşıyor yıllar geçtikçe. İnsanın kendi içinde bir tuhaf gurbete düşmesi Hıdrellez. Her gurbet kadar özlem dolu, hele taşrada büyüdüyseniz dindirmek zordur içinizde büyüyen geçmişe özlemi. Özlem gelip vurdu mu usulca kapıları gelmiştir ince bir şarkının zamanı. Hayatımızın her dönemine olduğu gibi bu dönemine de sızmış bir Sezen Aksu şarkısı vardır elbette zulada:

Dağ yeşil, dallar yeşil
Uyandılar bayrama
Her gönül şen
Bir benim bahtım kara..



Hıdrellez anıları, öyküleri bitmez, herkesin özlemini duyduğu farklı bir hikayenin artık solgunlaşmış gölgeleri. Bu satırların yazarı da İzmir’de Hıdrelez’in keyfini tatmış zamanında. Öğrencilik yıllarında haşarılık iksiri bulaşmış kanına. Sabaha karşı gün ağarmadan henüz, dileğini yazarak kağıtlara körfezin sularında yüzdüren insanların neler dilediği düşmüş merakına. Manzara da müthişmiş ama, gün ağarmaya başlamış ama ilk ışıklar solgunmuş daha Alsancak kıyılarında vurmuş binlerce minik kağıt parçası salınmaktaymış serin sularda. Binlerce dilek. Üç kafadar ellerini uzatıp suya çekmişler bir kaç dilek. Başlamışlar okumaya. Biri sınavda başarılı olmayı istemiş, diğeri “Mustafa ile evlenmeliyim” demiş, öbürü küs olduğu kardeşi ile barışmayı dilemiş. En dumura uğratanı en sonda saklıymış meğer: “Çok zengin olayım, dirseğime kadar altın burmalarım, evim, arabam olsun. Görümcemin hiç birşeyi olmasın” İnsanoğlu bu hepsinin dilekleri de niyetleri de farklı farklı.

Kokuyor buram buram
Fulyalar vakit tamam
Bir bana uğramadı
Bu bahar bayram..



Her şehrin, yörenin Hıdrellez kutlaması ve dilek dileme yöntemi iklimine ve coğrafi özelliklerine gore farklılaşabiliyor. Eskişehir’inki başka, Bursa’nınki ayrı. İzmir’in Hıdrellez kutlamaları ise her dem efsanevi. Ankara’nın akarsuyu olmadığı için orası biraz buruk. Ama tüm şehirlerde annelerin bu dilek dileme merasimine verdiği önem aynı. 


Eski bir türk adetidir Hıdrellez. 18. ve 19. yüzyıllarda Osmanlı İmparatoğluğu binlerce yıldır göçebe olarak yaşamış bulunan yörükleri yerleşik hayata geçirmek için baskı uygulamıştır. Yaşar Kemal “Binboğalar Efsanesi” isimli ölümsüz romanında göçer olarak kalmış son yörük obasının çektiklerini anlatmaktadır. Yüzyıllardır konakladıkları düzlükler parsellenmiştir, nereye gitseler halk onlara saldırmakta ya da para koparmaya çalışmaktadır. Efsaneye gore; 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece Hızır ve İlyas Peygamberler gökyüzünden, iki farklı yönden, iki yıldız olarak gelirler ve yeryüzünde bir noktada buluşurlar. İşte bu mucizevi buluşma anında tüm akarsular durur, bütün böcekler, hayvanlar sessizliğe bürünür. Sessizliğin hüküm sürdüğü bu kısacık anı sadece içinde hiç kötülük olmayan insanlar farkedebilirler. İşte bu mucizevi anı farkeden kişinin o anda dilediği her ne ise, gerçekleşirmiş. Romana konu olan yörük obasının artık tek umudu Hıdrellez’de yaşanacak buluşma anına kalmış. İçlerinden en masum, en saf, en temiz kalpli gördükleri üç kişiyi seçmişler: Ceren isimli bir genç kız, aşiretin yaşlı emmisi ve 6 yaında bir erkek çocuk. Oba için yaylak, çadırlarını kurmak için güvenli bir düzlük ve koyunları için otlak dileme görevini üstlenen bu üçlü gece vakti nehir kenarına oturmuşlar. Sattler geçmiş, üçünün gözü gökyüzünde, kulakları ise sessizlikte. İlk Ceren görmüş kayarak birbirine kavuşan iki yıldızı. O anda herşeyi unutmuş, dağlarda eşkiya olan Kerem düşmüş aklına. Ona kavuşmayı dilemiş usulca. Derken Emmi farkına varmış dilek zamanı olduğunun. Ömrünün son zamanlarına geldiğinin farkındaki yaşlı adam da birazcık daha ömür dileğinde bulunmuş, aşiret konusunda diğer ikisinin dilekte bulunacağına güvenerek. Hemen ardından küçük çocuk görmüş dilek zamanının geldiğini. Minicik kalbi uzun süredir görmediği babasını görmeyi dilemiş sessizce. Aşiret yersiz yurtsuz macerasına devam etmiş çilesi yettiğince. 
Ağlama Hıdrellez
Ağlama be bana
Acı ektim yerine
Aşk yeşerecek, yeşerecek
Başka bahara.


Herkeisn bir dileği var, benim de dileğim odur ki; yeşeren umutlarımızın gerçekleştiği bir hıdrellez olsun. 

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Malzeme

Gerçeğin bozulmuş biçimine sahip olunabileceği ve düşlenenin öznel biçimleri içinde hapis olduğumuz duygusu ilk kez Mademe Bovary'de sanatsal ifadesini bulmuş.

Julian Barnes'e kalırsa, sadece Gustave'ın bizatihi kendisi değil, Mösyö "Flaubert'in Papağanı" da hayli sırra vakıfmış. 

Bovarizm: Kendilerini oldukları gibi değil, olmayı istedikleri gibi gören, başka bir deyişle, sürekli ojarak başka insanların yerinde olmayı düşleyen, zavallıların yakalandığı bir ruh hastalığıymış.

O halde, insanın kendini pekala bir roman kahramanı yahut bir kelimenin yerini değiştirmek suretiyle bile olsun henüz gerçekleşmemiş başarının sahibi ilan etmesi olası yani. 

Sahipleri, sırları ve papağanları. Sırrın bekçileri. 

Hmmm. Tam da bu noktadan dalınırsa malzeme oracıkta.