Bunların olmadığı yerde,
karanlığa doğru dolu dizgin giderken yani...
güzel bir yılı kucaklamaya dair dilekler insanın içini nasıl da acıtıyor.
31 Aralık 2015 Perşembe
Yaşasın Barış, İnsan Hakları ve Demokrasi!
26 Aralık 2015 Cumartesi
The Revenant
(Filmin öyküsüne çok az değinse de film izleme zevkinizi zedeleyecek bilgi içermez)
"Revenant" kelimesi İngilizce'de öldükten sonra yenden hayata dönmüş ya da bir yerden uzun süre ayrı kaldıktan sonra geri gelmiş kimse anlamlarını taşıyor. Film Michael Punke'nin yazdığı romanda yer alan yaşanmış bir olaydan kurguladığı bölümlerden alıntılanmış. İşin gerçekten yaşanmış kısmına baktığımızda filmin kelimenin iki anlamına da karşılık geldiğini görebiliyoruz: İz sürücü Hugh Glass 1823 yılında çıktığı uzun süreli bir av esnasında bir ayının saldırısına uğrar ve av arkadaşları tarafından ölüme terkedilir. Mühimmattı, yiyecek stoku alınmış Glass sürünerek 200 milllik yolu kat eder ve yeniden medeniyete kavuşur. Takip eden yıllar boyunca yaşadıklarına sebep olan herkesi birer birer avlar. (Romana dönüşmeden önce bu öykü Richard Harris'in baş rolünde göründüğü 1971 yapımı "Man in the Wilderness"de kullanılmıştı.) Filmin olay örgüsünün bir kısmına da kaynak olan yukarıdaki özet bir intikam filminin habercisi gibi dursa da yönetmen Iñárritu'nun derdi bir intikam öyküsü anlatmak değil. İnsanın, güçsüzlüğüne rağmen doğa karşısında yenik düşmemesini perdeye taşımak derdinde. Ama ne taşımak, görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki filmin en önemli kozu. Lubezki'yi cesur denemelerden kaçınmayan, daha önce denenememiş ne varsa göze sokmadan filme dahil ettiği çalışmalardan anımsıyoruz. Bunlar son on yılın en önemli filmleri arasında sayabileceğimiz The New World, Tree of Life, To the Wonder, Gravity, Birdman or The Unexpected Virtue of Ignorance var. Geçtiğimiz yılın en güçlü, deneysel işlerinden biri olan Birdman'in ardından Iñárritu ile bir araya gelmeleri yine iyi sonuç vermiş.
Iñárritu, DiCaprio ve Lubezki sette
Film gerçek ve düşün iç içe geçtiği sahnelerden oluşuyor, düş izlenimi yaratan gerçek sahneler de var. Baş karakterin şuurundaki dalgalanmaları düşünürsek bu anlatım biçimi en doğru seçim diyebiliriz. Filmde doğa olanca güzelliği ve acımasızlığı ile baş rollerden birine sahip. 1800'lü yılların başında ıssız, karlı ormanlardayız, doğa kadar ormanların sakinleri de vahşi. Bir anlık dikkatsizlik, öngörüsüzlük tamiri imkansız gelişmelere yol açabilir. Bu gibi yerlerde Hugh Glass gibi adamların varlığı çok önemli. Film bir rüya ile açılıyor ve hemen ardından hızlı biçimde kimin kimi öldürdüğünü seçemediğimiz bir vahşet seremonisi ile devam ediyor. Filmin o dakikalarından itibaren anlıyoruz ki filminin baş oyuncularından bir diğeri de kamera, alışılmadık genişlikte bir kamera oyuncuların bedenine neredeyse yapışmış vaziyette oradan oraya atlıyor ancak ön planda ne olursa olsun arka planda daima dingin doğa görüntüler var. O kadar yaklaşıyor ki, bazen oyuncuların nefesi kamerayı buğulandırıyor, dövüş sahnelerinde kan bulaşıyor, ya da bazen kamera düşenlerle beraber uçurumdan aşağı yuvarlanıyor. Oyuncuların zorlandığı doğa koşullarında kameranın zahmetsizce yapda kayar gibi oradan oraya hareket edebiliyor olması perdeye yansıyan her bir görüntüye dair milimetrik hesaplar yapılmış olduğunun göstergesi.
The Revenant'da diyaloğa fazla yer verilmiyor, İngilizce, Fransızca ve en çok da Kızılderili dillerinden biri konuşuluyor. İzleyicisini birdenbire bir ölüm kalım mücadelesinin içine atan filmin finaline vardığınızda iki buçuk saati aşan sürenin nasıl çabuk sona erdiğine şaşıyorsunuz.
Film başından sonuna senaryodaki sıraya sadık kalınarak 80 günde görüntülenmiş. Kanada'da başlayan çekimler karın erimeye başlamasıyla tatil edilmiş. Bir süre sonra coğrafi benzerlikler göz önüne alınarak set Arjantin'e taşınmış.
Leanorda DiCaprio fiziksel dayanıklılık gerektiren rolü bugüne kadar kendisinde görmediğimiz bir sahicilikle canlandırıyor. Rolü fazla konuşma gerektirmese de - kaldı ki konuştuğu bölümlerde duymaya alışık olduğumuz DiCaprio sesinden eser yok - beden dili bu filmde çok önemli.
Bizler rahat koltuklarımıza kurumuş film izlerken, kahraman duygusal ve fiziksel zorluklardan geçer ve bir sonuca ulaşır. Bu acı dolu sahneler çoğunlukla seyirciyi manipüle etmek için filme yerleştirilmiş duygusal oyuncaklardır. Yalnızca önemli filmler izleyicisine hayali bile zor olanları zahmetsizce aktarmayı başarabilir. The Revenant'ı diğer filmlerden farklı kılan her bir görüntünün gerektiği için ve gerektiği kadar izleyiciye gösteriyor olması. Alejandro Gonzalez Iñárritu'yu yönetmen olarak diğerlerinden farklı kılansa böyle bir filmi izledikten sonra izleyicisinin perdede gördüklerinden ötürü yorgun hissetmiyor oluşu.
The Revenant - 2016
Yönetmen:
Alejandro González Iñárritu
Senaryo:
Michael Punke'nin aynı adlı romanından,
Mark L. Smith ile Alejandro González Iñárritu
Oyuncular:
Leonardo DiCaprio,
Tom Hardy,
Domnhall Gleeson,
Will Poulter,
Paul Anderson
Görüntü Yönetmeni:
Emmanuel Lubezki
Kurgu:
Stephen Mirrione
Müzik:
Ryûichi Sakamoto,
Bryce Dessner,
Carsten Nicolai
Meraklısına Linkler:
19 Aralık 2015 Cumartesi
Gürültü
Ne çok gürültü var değil mi? İnsanlar gürültünün nereden geldiğine bakıyor sadece. Kimileri gürültüyü güç ve haklılık sanarak kaynağına uzaktan bakıyor, kimileri de yanına ilişip sığıntı bir yaşam sürmeyi tercih ediyor. Oysa gürültünün nedenine baksalar, altında yatanı görmeye çalışsalar tüm yaşamları değişecek. Kirlilikten, yalandan, dolandan, kötülükten arınmış bir gelecekleri olacak. İnsanlar gürültüyü kötü yanlarını gizlemek için kullanıyorlar. Gürültünün gizlediklerini teşhis edebilen azınlık sessizliği tercih ediyor.
Gürültü türlü biçimlerde çıkıyor karşımıza. İçtenliğini yitirmiş insanlar görsel ya da işitsel gürültülerinin ardına bir şeyler gizleme telaşında. Sizin gürültünüz de bitmek tükenmek bilmeyen konuşmalarınız. Ancak diğerlerinden farklı olarak çevrenizde size gerçekten değer veren insanların mevcudiyetine inandıkları ama sahibi tarafından yok olmaya çoktan mahkum edilmiş; temiz, duru, yalanı, dolanı olmayacak insanı bir gürültü yığını altında bırakıyorsunuz. Güzel bir dünyaya dair söylediğiniz tüm sözleri gürültü yapan şey söylediklerinizin tam tersini hayata geçiriyor olmanız. Eleştirdiğiniz sistemin tam göbeğine yerleşmiş, sistemin bütün numaralarını bir kez de siz yerine getiriyorsunuz. En başta kendinize ihanet ediyorsunuz. Budur zaten kişiyi iyi bir insan olma yolundaki rotasından zahmetsizce koparıp alan. Siz her sabah yüreğinizde bir itiraz ile uyanıyor ama başınızı yastıktan kaldırdığınız anda gürültücü insanların dolambaçlı yollarına sapıyorsunuz. Tahammülü güç bir koronun çıkardığı ahenksiz seslerden biri oluyor, gürültüyü güçlendirmelerine yardım ediyorsunuz.
Resim: Dirk Dzimirsky'nin White Noise adlı çalışmadından, D.M.
4 Kasım 2015 Çarşamba
Fenech
Edwige Fenech:
70'lerin seyircisini dekolte ile cezbeden komedi filmlerinin yıldızı, artık İtalyan televizyon dizilerinde cinayetlerin ardındaki sır perdesini aralayan kadın rollerinin gediklisi. Onu son yıllarda Hostel II isimli filmdeki kısacık rolünde hayranlarına, "ce, E!" yaparken izledik.
24 Eylül 2015 Perşembe
23 Eylül 2015 Çarşamba
Tut ki Bayram...
Tüm sevdiklerimin, sevenlerimin
ve tabii ki sevmeyenlerimin;
onların da sevdiklerinin, sevenlerinin (sevmeyenlerininki isteģe tabidir)
bayramlarının bayram tadında geçmesi dileğimdir.
26 Ağustos 2015 Çarşamba
25 Temmuz 2015 Cumartesi
Selfless
(Bu yazı filmin fragmanından daha az spoiler içermektedir)
Çoğumuzun yönetmen Tarsem Singh'in yarattığı dünyalara aşinalığı filmlerinden önce; çektiği müzik videoları ve reklam filmlerinden başlamıştır. Ülkemizde nedense pek tutulmuş R.E.M. şarkısı "Loosing My Religion" ın video klibi, çoğumuzun hâla anımsayabildiği bazı reklam filmleri ona aittir, özgün ve başarılı bulunan Türk reklamcıları uzun yıllar onun çalışmalarını esin perisi yerine koymuşlardır.
Kariyerinin her döneminde Sergei Parajanov'un ona verdiği ilhamı dile getiren yönetmenin filmlerindeki alamet-i farikası canlı renklerin kullanıldığı dünyalarda cafcaflı kostümler içinde gezinen kahramanlara yer vermesidir. Singh seyircisini aşina olmadığı bir dünyanın bir kaç dakika içinde içine çeker alır film bitinceye kadar dünyevi tasalardan uzakta tutar. The Cell, The Fall adlı ilk iki filmi ile bir çok sinema meraklısı için takip edilmeyi hak eden isimlerden olmuştur. Üstelik son yıllarda yaptığı Immortals ve Mirror Mirror ile ilk iki filminde kendi izleyicisine verdiği vaadi yerine getirerek, onları yine enteresan görselliğe sahip rengârek dünyalarda gezdirmiştir. Dahası David Fincher'ın "Benjamin Button"ın bazı bölümlerindeki marifetleri dikkatli gözlerden kaçmamıştır. Tarsem'in filmlerindeki en iyi iki kozu görüntü yönetmeni Brendan Galvin ve kurguları yapan Robert Duffy oldu. Filmlerinde istisnai durumlar hariç hep bu iki usta ile çalışmayı tercih etti. Görsel yanı yenilikçi ve güçlü filmler çeken Singh'in filmlerini vakit öldürmek için değil de neyin nereye yerleştirildiği, nasıl birbirine bağlandığı sorularına yanıt bulmak için izlediğinizde; diyaloglarının genellikle vasatın altında olduğunu, çektiği senaryoların cazip çatışmalar üzerinden geliştirilmişliğine rağmen karakterlerinin derinliksiz olduklarını, motivasyonlarının anlaşılmadığını, nedensiz ve kendilerinden beklenmeyen aksiyonlara balıklama daldıklarını görebilir ve olay örgüsündeki atlamaların ciddi tutarsızlıklara yol açtığını rahatlıkla fark edebilirsiniz.
Tarsem Singh yine iki dostunu/kozunu ve Holywood'un fiyakalı aktörlerini yanına alarak piyasanın bugünkü isteklerinin her birini evet demeye meyilli bir film yapmış, üstelik konusu hayli cazip. New York'lu emlak patronu Damin (Ben Kingsley) acımasız, amaçlarına ulaşmak uğruna önüne çıkanı ezip geçmekte tereddüt göstermemiş bir işadamıdır. Ancak işleri ile o kadar haşır neşirdir ki kızı Claire'i ilkokul yıllarından beri ihmal etmiştir. Filmin başladığı sırada Damian kanser sebebi ile ölümün eşiğine gelmiştir ve bir karar vermesi gerekmektedir. Ya ölüp gidecektir yahut da seçkin insanlara hizmet eden bir klinikte, labaratuvarda üretilmiş bir vücuda zihnini naklettirecektir. Nakil işleminden sonra Damian rolünü Ryan Reynolds devralır. Resmi kayıtlara göre Damian öldüğü için geçmişindeki kişilerle temasa geçmeyecektir ve yeni vücuduna adaptasyon sürecinin sağlıklı biçimde tamamlanabilmesi için bir müddet New Orleans'da ikamet edecektir. Caz, kulüplerde eğlenmeler, basketbol ve kadınlarla geçen New Orleans günleri ona armağan edilmiş bir cennet gibidir. Ancak bu saadetin devamı için her gün bir tanecik kırmızı, gizemli haplardan alması gerekmektedir. Damian bir sabah hapını almayı atlayınca halüsinasyon görür, görüntüler hayalden ziyade sanki başka briinin anıları gibidir. Bunun üzerine Damian derin kuşkulara kapılacak gibi olsa da Google'da yaptığı iki arama onu doğru adrese teslim eder. Ondan sonra bir alay aksiyon görüntüsü gözlerimizin önünden akar geçer. inandırıcılık derseniz, an itibariyle vücuttan vücuda nakile bile inanmış seyirci filmi geri kalanındaki sahneleri yutacak kadar saf değildir. Zira seyircinin, filmde aradığı iç tutarlılıktır.
(Fotoğraf: Tarsem iş başında)
Tarsem ve arkadaşları bu defa görsellik üzerine kafa patlatmayı bir kenara bıraktıkları için alışageldiğimiz Tarsem dünyalarında gezmiyoruz, ancak geçmiş filmlerdeki görselliğin kıyılarında gezen sahneler de yok değil. Mesela filmin ilk başlarında gördüğümüz Damian'ın Central Park'a hakim, manzaralı apartman dairesinin tefrişatında altına ağırlık verilişi hayli şaşa yaratıyor. Ayrıca filmin son çeyreğinde küçük kızın Martin'in (Victor Garber) malikânesindeki oyuncak odasından içeriye attığı ilk adımlar ile panayırdaki devasa kadın başı etkileyici görsel güce sahip.
Yapım daha evvel gösterilmiş filmlere dair seri biçimde çağrışımlara yol açan analara sahip; izlerken aklınıza Face Off, Surrogates ve Freaky Friday gibi filmlerden sahneler gelebilir.
Film enterasan bir konuya sahip olmakla birlikte daha ilk dakikalarında sıkıcı bir film olabileceğinin sinyallerini veriyor, bu zayıf yön erken fark edilmiş olmalı ki filmin üzerindeki ölü toprağını atmak için Robert Duffy sıklıkla, saniyelik flashback ve flash forwardlardan yararlanmış. Bir süre sonra bu zaman atlamalarına halüsinasyonlar da ekleniyor. Kurgu anlamında yakalanan bu hız ağır akan zayıf olay örgüsü ile film boyunca mücadele ediyor. Öte yandan karakterler kendilerinden umulmayan davranışlar sergileyerek izleyiciyi şaşırtıyorlar.Böyle olunca da ömrü boyunca kendi kızına ne olduğu ile bile ilgilenmemiş bir adamın birden bire, yabancı bir kadın ve çocuğunun sorumluluğunu almaya kalkışması, onların güvenliğini sağlamak için yeri geldiğinde sağa sola uçan tekmeler atarak adeta Jackie Chan'leşmesi - üstelik bir anne ve bir küçük kızdan oluşan minik ailenin güvenliğinin sağlanmasının tek şartının kendisinin onlar ile asla temas kurmaması iken - inandırıcı gelmiyor. Ayrıca Damian'ın yakın arkadaşı, işadamı Martin'in önce kendine mantıklı bir sebep ile ihanet edip, ihaneti ortaya çıkınca canını dişine takarak yardım teklif etmesi, bir on dakika kadar sonra aslında ihanet etmesi için de bir sebebin olmadığını itiraf etmesi zira kendisinin de durumdan bedbaht olduğunu itiraf edişi dahası yaptığı yardımın da sonunda yardımdan başka her şeye benzeyişi ciddi tutarsızlıklar. Karakterlerin ağızlarından çıkan her bir lafın istisnasız daha önce binlerce kez kullanılmış klişelerden oluşması filmin yarısından itibaren iyice bıktırıcı hale geliyor. Sonuç olarak bunca tutarsızlık içindeki karakter, aşırı klişe kullanımı ve zahmetsizce tahmin edilen olay akışı sayesinde filmdeki hiçbir karakterin başına ne geleceğini seyircinin umursamadığı bir filme sebebiyet veriyor. Sonuç olarak heyecan verici bir konu seçilmiş olmasına rağmen senaryo aşamasında masada kalmış bir proje olduğu için Singh Bey'in başarısızlık hanesine yazılmış bir çalışma diyebilir ve fragmanı filminden daha başarılı filmler listesine ekleyebiliriz.
Selfless - 2014
Yönetmen: Tarsem Singh
Senaryo: David & Alex Pastor
Oyuncular:
Ryan Reynolds
Natalie Martinez
Matthew Goode
Ben Kingsley
Victor Garber
Görüntü Yönetmeni: Brendan Galvin
Kurgu: Robert Duffy
Müzik:
Dudu Aram
Antonio Pinto
Meraklısına Linkler:
4 Temmuz 2015 Cumartesi
2 Temmuz 2015 Perşembe
Menekşe'den Önce
Gazeteci Soner Yalçın'ın Odatv soruşturması esnasında hapis edilmeden önce yönetmeye başladığı 2012 yapımı bir belgesel film Menekşe'den Önce ve Sivas Katliamı'na tanıklık etmiş insanları, katledilenlerin yakınları ve otelden sağ çıkabilmiş insanları ve ömür boyu içlerinden atamayacakları korkularını taşıyor perdeye/ekrana.
Kaya ailesi iki kızlarını 2 Temmuz 1993′te meydana gelen Sivas Katliamı’nda kaybeder ve bu acı kayıplardan sonra Menekşe adını verdikleri bir kızları dünyaya gelir. O gün Sivas’ta yaşananlar ailenin hafızasından asla silinmemekte ve Menekşe o acı güne dair anlatılanlarla büyümektedir. Menekşe büyür ve artık hiç göremediği ağabeyini ve ablasını tanımak istediğine karar verir. O gün orada yaşananların peşine düşen Menekşe, yazar Lütfiye Aydın’ın kitabını okuyarak başladığı bu yolculuğu, o gün Madımak Oteli’nde bulunanları ve yakınlarını bir araya getirip, yaşanan acıları birincil ağızlardan duymamızı sağlıyor. Soner Yalçın’ın yönetmenliğini yaptığı Menekşe’nin arayış öyküsü, o gün Madımak Oteli’nde yaşananları hafızalardan silinmeyecek biçimde aktarıyor. Müzikler Fazıl Say'a ait.
Filmde şiddet değil kurbanların ve geride kalanların ruhsal durumu ve iyileşmek için el yordamı ile seçtikleri yöntemler aktarılmakta ve o zaman TV karşısında izlediğimiz olaylara dair farkındalığımızı arttıracak detaylara sahip. İzlemesi zor tanıklıklar ancak izlemeli ve aklımızda kalanları anlatmalıyız.
İzmir Ekonomi Üniversitesi Medya Klübü tarafından ikincisi düzenlenen Hak ve Emek Odaklı filmler festivali kapsamında 9 Mart 2015 tarihinde Fransız Kültür Merkezi'nde izledim bu filmi ve zihnimde hayatım boyunca silinmeyecek bazı cümleler kaldı bu filmden. Gösterim ardında düzenlenen panelde konuşmacılardan biri Lütfiye Aydın söyleşinin bir yerinde şunları söyledi sayısı yirmiyi bulmayan seyircilere bakarak: "O gün oraya bizleri yakmaya binlerce kişi gelmişti ama başımıza neler geldiğini izlemeye gelenlerin sayısı malesef çok az."
Haklıydı aslında neler hissettiğini çok iyi anlıyorum. Ortada büyük bir haksızlık ve büyük kayıplar var, insan bildiği öğrendiği yaşam bilgisi ile bunu nereye koyacağını bilemiyor. Bize öğretilen hiçbir şey bu olay ve bu olayın arkasında duranlar ile aynı düzlemde değil.
30 Haziran 2015 Salı
Yeşilçam'ın Olmazsa Olmazlarından...
29 Haziran 2015 Pazartesi
26 Haziran 2015 Cuma
Yeşilçam'ın Olmazsa Olmazlarından
Zengin babadan gelen emre binaen; yavuklusuna "seni sevmiyorum çünkü sen fakir birisin" dercesine kendinden soğutma atakları.
25 Haziran 2015 Perşembe
Ölüm Kalım Meselesi
"Afrika'da her sabah bir ceylan uyanır, en hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini; yoksa öleceğini bilir. Afrika'da her sabah bir aslan uyanır, en yavaş ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini yoksa aç kalacağını bilir. Aslan ya da ceylan olun, yeter ki güneş doğduğunda koşmak zorunda olduğunuzu bilin."
Kısa öykü tadında bir Afrika atasözü.
21 Haziran 2015 Pazar
Unuttun Bizi Süleyman
Bir Öztürk Serengil klasiği
15 Haziran 2015 Pazartesi
12 Haziran 2015 Cuma
11 Haziran 2015 Perşembe
Edebiyat Tarihindeki On Bir Saniye Vakıası
Değerli dostlarım. Bilirsiniz ki, edebiyat tarihi kısa öyküye yapılmış haksız saldırıları ve itirazları örnekleyen anektodlarla doludur. İtirazlardan bir tanesi çok bilindik bir karakterden gelir. Hoşgörüsüzlükler Lady Chatterley'in sevgilisinin şurasına kadar gelmiştir ve şöyle haykırırır sevdiceğinin yüzüne:
"Sizde hiç mi vicdan kalmadı Milady, nasıl sevmezsiniz şu canım kısa öyküleri."
O güne kadar sevdaya dair sözcüklerin dışında bir ses dökülmemiş olan dudaklardan yükselen itiraz dolu haykırış kadını deyim yerindeyse ufak çaplı bir şoka sokmaya yetmiştir. Lady Chatterley ne diyeceğini bilemez o an. Ustaca kıvırtacabileceği bir yanıt vermesi için her ikisine de saatler kadar uzun gelen on bir saniye beklemeleri gerekecektir.
6 Haziran 2015 Cumartesi
"Çeviri İşi" de Çin İşi Japon İşi midir?
Eğitim hakikaten de önemlidir ancak ülkemizde çeviri yapmak için ciddi veya gayri ciddi bir yabancı dil eğitimi almaya gerek yoktur. Yabancı dil konusunda cesaretimiz akıl, zihin zonklatıcıdır. Al sözlüğü, çevir gitsin metoduyla, iki üç cümleyi ıkınarak dışına koyveren çeviri yaptığını sanabilir.
5 Haziran 2015 Cuma
Haritacılık
İmparatorlukta haritacılık sanatı öyle bir mükemmelliğe erişmiş ki, tek bir eyaletin haritası bütün bir şehri kaplıyormuş. Zamanla bu ölçekteki haritalar bile yetersiz bulunmuş ve haritacılık okulları imparatorluk büyüklüğünde olan ve noktası noktasına onunla kesişen bir imparatorluk haritası çizmişler. Haritacılık çalışmalarına o kadar sıcak bakmayan sonraki nesiller, bu aşırı büyük haritanın yararsız olduğunu düşünerek, saygısızlık göstermek pahasına onu güneşin ve soğuğun acımasızlığına terk etmişler.
Batı çöllerinde dilencilerin ve hayvanların barındığı, parçalanmış harita kalıntılarına hâlâ rastlanıyor olsa da ülkede coğrafya kürsülerinden başka yerde haritacılık ilgi görmüyor.
Suarez Miranda, Viajes de Varones Prudentes - 1658
3 Haziran 2015 Çarşamba
Ayrıntı
Odalıklarından bir tanesinin anlattığına göre Lady Miriam of Daerkwoerds bir gün hususi edebiyat mualliminin kısa öykü türünü küçümser biçimde konuşmasından aşırı derecede müteessir olmuştur. Dersin ilerleyen dakikalarında hoca tekrar konuyu açtığında kendini tutamaz, yaşı ne olursa olsun bu küstahlığa kayıtsız kalmaz ve adamı maiyeti önünde bir güzel paylar:
"Şeytan ayrıntıda gizliyse şayet, ayrıntının dik âlâsı kısa öyküde gizlidir Lord'um."
dedikten sonra kapıyı çarparak çalışma odasını bir daha geri dönmemek üzere terk eder.
Anlatılanlara göre edebiyat hocası türü kââle almamanın cezasını kısa öykünün gazabına uğrayarak ödemiştir.
2 Haziran 2015 Salı
1 Haziran 2015 Pazartesi
Cinnete Giden En Kestirme Yol...
...kadın ya da erkek farketmez, ağızdan geçer.
Üstelik en çelik misali sağlam sinirler, bile bir an gelip çiklet ile sınanacaktır.
Üstelik en çelik misali sağlam sinirler, bile bir an gelip çiklet ile sınanacaktır.
Hat
Başkaları için hangi kaynaklarımı korumam, hangilerini yedeklemem gerektiği konusunda farkındalıklarım artıyor. Diğer insanların duygularıyla beslenen vampirlere karşı müdafaa edilecek bir hat daha.
31 Mayıs 2015 Pazar
Yarık
Gülümseyişleri aynı mutluluğu paylaşan insanlarınki gibi olsa da, saniyenin onda biri kadar kısacık bir süre için aralanan yarıktan, kalplerinin iki ayrı yöne doğru yola çıktığı görülüyor.
30 Mayıs 2015 Cumartesi
29 Mayıs 2015 Cuma
Distopya
Görüntü: Ağır ilerleyen gri kalabalık.
İnsanlar kemerlerini çıkartıyor; ceplerindeki metal eşyaları, bozuk paraları plastik kutulara bırakıp dedektörlerden geçiyor.
(Karikatür: Franco Matticchio)
27 Mayıs 2015 Çarşamba
18 Mayıs 2015 Pazartesi
Geldik mi Sonuna Çılgın Adamlar'ın?
Birazdan bugüne dek takip ettiğim en güzel televizyon dizinin son bölümünü izleyeceğim. Sekiz yıl. Yedi sezon. Her sezonu 13, sonuncusu - bir yıl sezon arası ile - 14 bölüm. Mad Men: çılgın adamlar, ya da Madison Avenue'de çalışan adamlar ya da hiçbir şey üretmeden para kazadıkları için adları çılgına çıkmış ad-men, reklamcılar.
1950'li yıllardan yetmişlere doğru müthiş bir zaman yolcuğu; arada kore savaşı ve 1930'lu yıllara dönüşler, ileri ve geri zaman sıçramaları, kadının toplumdaki yerinin dizide giderek değişmesi, fonda o dönemin günceline dair izler.
Diziyi başarılı kılan yalnızca müthiş teferruatla örlü oluşu ve gerçeğe uygunluğu değil, her bölümü adeta "The New Yorker" öyküleri gibi ciddi detaylarla örülü, minik hayat öyküleri barındırması.ve bunu hiç ciddiye almaya değmezmiş gibi kendini önemsemeden yapması. Erken sezonlarından birine ait, rüya ile gerçeğin birbirne karıştığı, orta üstü sınıftan bir kadının hayallerini ve durumunu birbirine karıştıran "suburban dreams" ile değişti benim bu diziye bakışım. Her bir bölümü tek bir novella tadında. Edebiyatın dingin, alabilene çok şey katan ama malesef bağırtıyı seven edebiyat severlere bir gıdım faidesi bulunmayacak ürünlerini andıran bölümleri ile birazdan son bölümünü izleyeceğim Mad Men'in.
14 Mayıs 2015 Perşembe
Elia Kazan ile Afyon'da Zaman
Elia Kazan, Türkiye'ye son gelişinde Afyon'a gitmiş ve çekmeyi planladığı bir film için o yörede bir müddet mekân aramış. Gece otelde sıkılınca, sokağa çıkıp öylesine dolaşır, ışıklı bir yer gördüğünde içeri girermiş. Görebildiği yerler ya kahvehane, ya birahanelermiş, hepsinde de yalnızca erkek müşteriler olurmuş. Üstelik gencecik erkekler. Kazan bir bira söyleyip rast geldiği gençlerle sohbetler etmiş. Kimseyi huylandırmadan, sinemacı gözüyle mekâna, eşyalara, insanlara bakmış.
Gençler genellikle koyu renkli, ucuz giysiler giymekteymişler ve hayli sağlıksız görünüyor ve birbirlerine çok fazla benziyormuş. Bakımsız sakalları, kirli ve kepekli saçları ile sanki hepsi aynı berber elinden çıkmış gibiymiş. İçlerinden hali vakti yerinde olanları ayırd etmek kolaymış; zira birahaneye gelir gelmez ilk iş ellerindeki anahtarlık demetini masaya şırank diye bırakıp, yanına bir Amerikan sigarası, bir çakmak koyuyor, ardından bira yerine rakı-peynir-kavun sipariş ediyorlarmış.
Bu gibi diğerlerine nispeten daha bakımlı bir kaç genç erkek dışındakiler, yani birahanedeki çoğunluğu oluşturanlar; sarı benizli, ince, dal gibi; küskün, mahzun, kırgın ya da kızgın melankolik tavırlar içindeymiş. Bunların sırtında "anne örgüsü" hırka, yelek veya kazaklar varmış. İçlerinde gece boyunca kimseyle konuşmadan bir kibrit kutusuna sürekli takla attıranlar mı ararsın, aynada kendi kendisine tapınanlar mı, mırıl mırıl duvarlarla konuşanlar mı hepsi varmış. Birahanelerin tavanında tütün, ter ve amonyak kokusundan oluşan bir bulut asılıymış. Yerde ise - affedersiniz - tükürük, izmarit, ganyan kuponları ve çekirdek kabuklarından oluşan bir halı seriliymiş.
Fonda devamlı ağlamaklı perdeden müzikler çalıyormuş, televizyon da acıkmış. Ama kimse ne müzik dinliyor, ne de kimse televizyon seyrediyormuş. Herkes yüksek sesle, bir ağızdan konuşuyor, kimileri aralarında müstehcen el şakaları yapıyormuş. Neredeyse hiç biri eğleniyor gibi gözükmüyormuş. Tersine, hemen herkes hem kendisiyle, hem de çevresiyle sanki sürekli bir kavga halindeymiş.
Kazan, bir-iki bira yuvarladıktan sonra bu gençlerden bazıları ile konuşurmuş. Onlara özellikle gelecekte ne yapmak istediklerini sorarmış. Bundan sonrası çok önemli: Kazan gençlerden hiçbirinin Afyon'un sınırlarını aşan bir hayalinin olmadığını dehşete düşerek fark etmiş. Taşra ıssızlığında, yalnızlıktan kendini tekrarlayarak kavrulan, cinsel özgürlüğü olmayan, elinden hiçbir iş gelmeyen, ne hayata ne de kendine hiçbir katkısı olmayan, koskoca Anadolu gençliği için "geçip giden zamanın" bir şey ifade etmediğini fark etmiş.
Elia Kazancıoğlu (1909-2003) Kayserili bir rum ailenin evladı olarak İstanbul'da doğdu. Amerika'ya yerleşince Kazan soyismini kullanmaya başladı. Actors Studio'nun kurucuları arasında yer aldı. Tiyatro ve film yönetmeni olarak ün kazandı. Bir çok adı duyulmamış oyuncunun şöhret olmasına olanak tanıdı. Gentleman's Agreement, A Streetcar Named Desire, On the Waterfront, East of Eden en önemli filmleri arasında sayıldı. Yönetmenliği ile üç kez Oscar ödülü kazandı.
13 Mayıs 2015 Çarşamba
Marifetli İsabella
İsabella Rossellini; İsveç, Almanya kökenli İtalyan yönetmen Roberto Rossellini ile refikası İsveçli sinema yıldızı Ingrid Bergman'ın kerimeleri.
Bergman ki; bir başkası ile evli iken kalbini yeniden pırpır ettiren Roberto'nun peşinden uçarak kıta değiştirmesi münasebetiyle az getirtilmemiştir burnundan, bir kere Holywood'dan afororoz edilmiştir: en önemlisi. Güzelliği sayesinde seneler sonra kendisini para babalarına affettirmiş, dönüşü Anastasia kılığında ama kesinlikle muhteşem olmuştur.
İsabella'ya dönelim biz - annesini bir gün nasılsa anarız - adeta hık demiştir İngrid'in burnundan düşmüştür: O ne benzerliktir. Mamafih tek benzerlik yetmemiştir, armut misali mesleğinin de dibine düşmüştür ebeveynlerinin. Blue Velvet filmindeki hali ile sinemada bir ün salmıştır ki, şöhrete dalış o dalış, nam salış o salış. Sinema ile ilişkisi bir inişli bir çıkışlı bu günlere değin gelmiştir.
Meslek hanesinde neler yazılı ona bakalım asıl... Model, yapımcı, aktrist, yazar, filantropist. Daha ne olsun. Beş parmağında beş marifet. Sayın Cumhurbaşkanı'mızın dediği gibi "iş var ama vatandaş beğenmiyor". "İsabella, beğendiğini beğenmiş, El ne karışır" diyoruz. Yakıyoruz bir cigara dumanını açık havada tellendiriyoruz, tıpkı fotoğraftaki İsabella misali, can-ı gönülden ve de türk kahvesi eşliğinde.
12 Mayıs 2015 Salı
Statü Merakı
Klavye müsade etmez de, bakarken noktaların azizliğine uğrarsın ya hani. İşte öyle bir şey.
Dürüm
Durum
Dumur
Durun siz evlenemezsiniz!
10 Mayıs 2015 Pazar
9 Mayıs 2015 Cumartesi
Hayat Öyküleri, Öyküler Hayatı Çeker Temize
"Çünkü unutmak masmavi bir gökyüzüdür" adlı öyküme konu ettiğim, benim için tamamen hayal ürünü olan bir kadını ete kemiğe bürünmüş biçimde karşımda görünce şaşırmıştım 2012 yılının sonlarında bir gün. Şaşırmaların elbetteki ilki değildi ve sonuncusu olmayacaktı. Zira hayat, filmleri ve öyküleri, öyküler ve filmler ise hayatları temize çekiyordu muzip biçimde. Üstelik bunların hepsi birbirine ayna tutuyordu olur olmaz anlarda.
Emir Custurica'nın Arizona Dream filminin bir sahnesinde geçer şu sözler: "Uçmak istediğini söylersen, seni düşürmeye çalışırlar."
2013 yılındaki komik ve dışarıdan bakınca da hayli zavalıca bir süreç zarfında gözlemleme şansım oldu türlerin birbirini temize çekme pratiğine. Önceden yazdığım "Tespih Böceğinin Kalbi" öykümde geçen bütün hayal ürünü olaylar 2013 yazı ile 2015 kışı arasında harfiyen hayata geçti, Bu kez fazla şaşırmadan ve sükunet içinde izledim, giderek kendi içine kapanan kurgu ürünü dünyasına başkalarını da hapsetme endişesini, duygusal şantajlar ve aksiyete atağı taklitleri ile gerçekleştiren kahramanımın böcek gibi debelenmelerini. Bir sosyopatın sabun köpüğünden hallice bir meseleyi hayatında en önemli heyecan haline getimek uğruna çevirdiği kulisleri ve köpüğün önce büyüyüp sonra hiçe dönüşmesini yazmıştım. Sonra izledim hayatın öyküyü temize çekmesini.
5 Mayıs 2015 Salı
Yeşeren Umutlar
Hıdrellez, taşrada büyümüş olanların çocukluk anılarını ziyaret ettiği en renkli günlerden bir tanesi. Çoğu için umutların hala gül koktuğu bir gece hıdrellez. Gül dalına kırmızı keseler bağlayan anneanneleri, gül ağaçlarının altına ev, araba resimleri çizerek bırakan kadınları, pencereleri kapıları o güne mahsus açık bırakan babaanneleri, arka bahçesindeki minicik gül dalının yamacına çerden çöpten evler inşa edip önüne ev ahalisini temsilen mandaldan insancıklar eken ama illaki yüzlerine acemi birer gülücük konduran komşu teyzeleri, gelinlik yaşa gelmiş kızlarının bir an önce evlenmesi için başının üzerinde kilitleri açan anneleri, ateşin üzerinden atlamaktan yorgun düşmüş is kokan mahalle arkadaşlarını, minik minik kağıtlara dileklerini yazan ve sabahın ilk ışıkları çatılara düşmeden denizlere akarsulara dileklerini bırakan akrabaları, eşleri, dostları anımsamanın zamanı Hıdrellez. Anımsamak da bütün yolculuklar gibi; daha uzaklaşıyor ve daha soluklaşıyor yıllar geçtikçe. İnsanın kendi içinde bir tuhaf gurbete düşmesi Hıdrellez. Her gurbet kadar özlem dolu, hele taşrada büyüdüyseniz dindirmek zordur içinizde büyüyen geçmişe özlemi. Özlem gelip vurdu mu usulca kapıları gelmiştir ince bir şarkının zamanı. Hayatımızın her dönemine olduğu gibi bu dönemine de sızmış bir Sezen Aksu şarkısı vardır elbette zulada:
Dağ yeşil, dallar yeşil
Uyandılar bayrama
Her gönül şen
Bir benim bahtım kara..
Hıdrellez anıları, öyküleri bitmez, herkesin özlemini duyduğu farklı bir hikayenin artık solgunlaşmış gölgeleri. Bu satırların yazarı da İzmir’de Hıdrelez’in keyfini tatmış zamanında. Öğrencilik yıllarında haşarılık iksiri bulaşmış kanına. Sabaha karşı gün ağarmadan henüz, dileğini yazarak kağıtlara körfezin sularında yüzdüren insanların neler dilediği düşmüş merakına. Manzara da müthişmiş ama, gün ağarmaya başlamış ama ilk ışıklar solgunmuş daha Alsancak kıyılarında vurmuş binlerce minik kağıt parçası salınmaktaymış serin sularda. Binlerce dilek. Üç kafadar ellerini uzatıp suya çekmişler bir kaç dilek. Başlamışlar okumaya. Biri sınavda başarılı olmayı istemiş, diğeri “Mustafa ile evlenmeliyim” demiş, öbürü küs olduğu kardeşi ile barışmayı dilemiş. En dumura uğratanı en sonda saklıymış meğer: “Çok zengin olayım, dirseğime kadar altın burmalarım, evim, arabam olsun. Görümcemin hiç birşeyi olmasın” İnsanoğlu bu hepsinin dilekleri de niyetleri de farklı farklı.
Kokuyor buram buram
Fulyalar vakit tamam
Bir bana uğramadı
Bu bahar bayram..
Her şehrin, yörenin Hıdrellez kutlaması ve dilek dileme yöntemi iklimine ve coğrafi özelliklerine gore farklılaşabiliyor. Eskişehir’inki başka, Bursa’nınki ayrı. İzmir’in Hıdrellez kutlamaları ise her dem efsanevi. Ankara’nın akarsuyu olmadığı için orası biraz buruk. Ama tüm şehirlerde annelerin bu dilek dileme merasimine verdiği önem aynı.
Eski bir türk adetidir Hıdrellez. 18. ve 19. yüzyıllarda Osmanlı İmparatoğluğu binlerce yıldır göçebe olarak yaşamış bulunan yörükleri yerleşik hayata geçirmek için baskı uygulamıştır. Yaşar Kemal “Binboğalar Efsanesi” isimli ölümsüz romanında göçer olarak kalmış son yörük obasının çektiklerini anlatmaktadır. Yüzyıllardır konakladıkları düzlükler parsellenmiştir, nereye gitseler halk onlara saldırmakta ya da para koparmaya çalışmaktadır. Efsaneye gore; 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece Hızır ve İlyas Peygamberler gökyüzünden, iki farklı yönden, iki yıldız olarak gelirler ve yeryüzünde bir noktada buluşurlar. İşte bu mucizevi buluşma anında tüm akarsular durur, bütün böcekler, hayvanlar sessizliğe bürünür. Sessizliğin hüküm sürdüğü bu kısacık anı sadece içinde hiç kötülük olmayan insanlar farkedebilirler. İşte bu mucizevi anı farkeden kişinin o anda dilediği her ne ise, gerçekleşirmiş. Romana konu olan yörük obasının artık tek umudu Hıdrellez’de yaşanacak buluşma anına kalmış. İçlerinden en masum, en saf, en temiz kalpli gördükleri üç kişiyi seçmişler: Ceren isimli bir genç kız, aşiretin yaşlı emmisi ve 6 yaında bir erkek çocuk. Oba için yaylak, çadırlarını kurmak için güvenli bir düzlük ve koyunları için otlak dileme görevini üstlenen bu üçlü gece vakti nehir kenarına oturmuşlar. Sattler geçmiş, üçünün gözü gökyüzünde, kulakları ise sessizlikte. İlk Ceren görmüş kayarak birbirine kavuşan iki yıldızı. O anda herşeyi unutmuş, dağlarda eşkiya olan Kerem düşmüş aklına. Ona kavuşmayı dilemiş usulca. Derken Emmi farkına varmış dilek zamanı olduğunun. Ömrünün son zamanlarına geldiğinin farkındaki yaşlı adam da birazcık daha ömür dileğinde bulunmuş, aşiret konusunda diğer ikisinin dilekte bulunacağına güvenerek. Hemen ardından küçük çocuk görmüş dilek zamanının geldiğini. Minicik kalbi uzun süredir görmediği babasını görmeyi dilemiş sessizce. Aşiret yersiz yurtsuz macerasına devam etmiş çilesi yettiğince.
Ağlama Hıdrellez
Ağlama be bana
Acı ektim yerine
Aşk yeşerecek, yeşerecek
Başka bahara.
Herkeisn bir dileği var, benim de dileğim odur ki; yeşeren umutlarımızın gerçekleştiği bir hıdrellez olsun.
4 Mayıs 2015 Pazartesi
Malzeme
Gerçeğin bozulmuş biçimine sahip olunabileceği ve düşlenenin öznel biçimleri içinde hapis olduğumuz duygusu ilk kez Mademe Bovary'de sanatsal ifadesini bulmuş.
Julian Barnes'e kalırsa, sadece Gustave'ın bizatihi kendisi değil, Mösyö "Flaubert'in Papağanı" da hayli sırra vakıfmış.
Bovarizm: Kendilerini oldukları gibi değil, olmayı istedikleri gibi gören, başka bir deyişle, sürekli ojarak başka insanların yerinde olmayı düşleyen, zavallıların yakalandığı bir ruh hastalığıymış.
O halde, insanın kendini pekala bir roman kahramanı yahut bir kelimenin yerini değiştirmek suretiyle bile olsun henüz gerçekleşmemiş başarının sahibi ilan etmesi olası yani.
Sahipleri, sırları ve papağanları. Sırrın bekçileri.
Hmmm. Tam da bu noktadan dalınırsa malzeme oracıkta.
30 Nisan 2015 Perşembe
Şekil
Fotoğrafının çekileceğini anlayan bir kedi, saniyede onlarca farklı hareket sergiler ve kendini şekilden şekile sokar.
29 Nisan 2015 Çarşamba
Alışkanlık
Oslo'dan kalkıp Trondheim'e gidecek bir uçak 2 Ekim 1948 tarihinde düştü.
Uçağın "sigara içmeyenler" bölümündeki yolcular öldü, sigara içen yolcular kurtuldu. Kurtulanlar arasında bulunan Bertrand Russel alışkanlığına şükranını aynen şöyle ifade etti.
28 Nisan 2015 Salı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)