Shutter Island
Martin Scorcese eline geçen roman uyarlamasından sıka sıka bu filmi çıkarmış. Bir on yıl kadar önce gerçekleştirilse yenilikçi bir film olabilirdi belki. Ancak başta Holywood ürünlerinin katkısı ile algıları sonuna dek açılmış olan seyirciye hayli yavaş gelen bir film bu. İlk bir saat içinde bir yerlerde - bu onuncu dakikada da olabilir – seyirci filmin gizemini çözebiliyor.
Anakaradan uzakta bulunan, doğa şartlarına bağlı olarak ulaşımı hayli çetin olabilen Shutter Adasında bulunan akıl hastanesindeki tehlikeli hastalardan biri gizemli biçimde ortadan kaybolur. Adadan ayrılması imkansız olduğu için o kara parçası üzerinde saklanmakta olduğu kesindir, baş karakterimiz ve partneri olayı soruşturmak üzere aday gelirler. Psikolojik gerilim için ideal bir ortam yani.
Filmi kimse için mahvetmek niyetinde değilim ancak esas adam ile ilgili olarak “Bu adam bu rüyaları neden görüyor acaba?” sualini filmin başından itibaren herhangi bir yerinde kendinize yönelttiğinizde yanıt kafanızın içinden gelecek; “Drillliiiiinnnnnk!!! Bu adam bu rüyaları malum sebeple görüyor !!!!”. Filmin ilk yarısı çok sıkıcı bir kere, ikinci yarı da çorap söküğü gibi gelmiyor. Film tam yarısından itibaren biraz olsun ilginç olmayı başarabiliyor, sadece o kadar.
Filmin aksamasına neden olan en önemli problemi devamlılıktaki başarısızlığı. Bütün yüzeysel cilasına bakıp da, ince bir işçilikle özenerek hazırlanmış gibi görünen çalışmada, mizansenlerde maalesef inanılmaz bir devamlılık sorunu var. Adamın saçları eve girdiğinde uzunken bahçeye çıkıp dramatik bir olaya şahit olduğunda çok kısa mesela. O bahçedeki kişilerden kuru olması gerekenler yaş, yaş olması gerekenler kuru (Film içinde önemli olan bu sahneyi izlememiş olanlar için bozmamak üzere kimlikleri yazmadım). Yine aynı önemli sahnede, yerde yatan kişilerin ayakları birbirlerine değerken bir sonraki çekimde aralarındaki mesafe göz ardı edilmesi mümkün olmayan biçimde aniden açılıyor. En rahatsızlık vereni ise başrol oyuncusu Leo-di-kep’ten geliyor. Malum, 90’larda yıldızı parlayan bu oyuncu ciddiye alınsın diye çok uğraştı, hatta bir dönem gözden kayboldu ve geri döndü. Dönüşte yanında aksan merakını getirdi. Çok iyi biliyorum çünkü zat-ı muhteremi ilk gözüme çarptığı Critters 3’den beri antipatikliğinden ötürü hatırlamaktayım. İçinde Leo bulunan filmleri sonradan iyi hatırlamıyorum. Aynı Nick Cage değerinde benim için. Leo’nun bu filmdeki en rahatsızlık veren yönü aksanı. “R”leri acaip bir şekilde ağdalı ağdalı yuvarlayan kötü taklit bir New York aksanı ile daldığı filmin en dramatik sahnelerinde birden California aksanına dönüyor ve aynen kendisi gibi konuşmaya başlıyor. Ve NY aksanı filme gelişigüzel biçimde bir girip bir çıkmaya başlıyor. Aynı oyuncunun aynı filmdeki aynı rolünde farklı aksanlarda konuşması çok rahatsız edici, olay nihayetinde aynı adada geçiyor. Aksan değiştirecek kadar gezmiyoruz yani. Bu beni çok rahatsız etti.
Film gerçekten çok sıkıcı, eğlenmek için bir ara yaklaşık onbeş dakika kadar alt yazıları açtım. Bu filmi o altyazı ile izleyen birisi ile benim izlediğim film kesinlikle birbirlerinden çok farklı. Alttan geçen cümlelerden hiç birisi o filmin ses bandında kullanılan cümlelerden değil. Şu ara moda biliyorum; biraz İngilizce yalamışlar ekşi sözlükte falan “şu filmin alt yazısını ben yazdım” diye birbirlerine hava basıyorlar. Yazın yazın, gülüyoruz ne güzel. Sonra o da sıktı alt yazıları kapattım.
Edge of Darkness
Bir babanın kızının ölümündeki sır perdesi üzerindeki gizemi intikam ala ala kaldırma çabasına dair bir film. Mel Gibson’ı böyle eski filmlerinden bazı anları aynen tekrarlarken izlemek başlangıçta son derece acı verici gelirken, film ilerleyen dakikalarda bir de konusundaki gelişememeler ile giderek daha da sıkıcılaşıyor. Bittiğinde bir oh çekiyorsunuz. Entrika çeviren bir grup üst düzey adamı hop bakıyorsunuz ıssız bir yerde, beş dakika sonra bir büroda, onbeş dakika sonra aynı kadro ile bir başkasının evinde göstermek de senaryonun ne kadar sallandığının kanıtı. Meramları birlikte görülmemek olan bu adamlar neden aleni biçimde hep beraber geziyorlar anlayamıyorsunuz. Filmin son dakikalarına doğru yaşanan araba kazası da imkansızı başarmak olmuş, inanılır gibi değil. İzlememiş olanlar bu filmden uzak durmalı.
Crazy Heart
Uzun süredir izlediğim eli yüzü düzgün filmlerden bir tanesi, diğeri de eski olmakla birlikte “Laurel Canyon”du. Şöhret grafiğini aşağıya doğru çevirmiş, şehir şehir gezerek performansını sergileyen country müzisyeninin yaşamından hüzün verici bir bölüme şahit oluyoruz. Adam sahnede olmaya aşık, özel hayatını ihmal etmiş. Durun!! Ben bu öyküyü hatırlıyorum. Geçen seneki bildiği “The Wrestler”ın da meramı benzer bir yaşamı anlatmak değil miydi? Meslekler değişmiş, işi uğruna yaşamı ötelemiş bir adamın halleri yine karşımızda. Ama olsun, filme haksızlık etmeyelim. Jeff Bridges oyunculuğuyla göz dolduruyor, T Bone Burnett’in şarkılarını da çaktırmadan gayet güzel yorumluyor. Bu arada Colin Farrel da kısacık bir rolü araya hiç ego karıştırmadan sakince yorumlamış ve çok güzel iki de şarkı söylüyor. Maggie Hanım ise sahip olduğunu zaten önceki filmlerinden de bildiğimiz on jestin tamamını bu filmde yine sırasıyla kullanmış: Gülmüş, baştan çıkmış, başını yan eğmiş sevimli bakmış, sinirlenmiş, acı çeker gibi bakmış vs. Kötü bir oyuncu değil ama her rolde de aynı şeyler yapılmaz ki. Kanımca başkasını değil kendisini oynuyor. Filmdeki tek aksaklık da o zaten. Bunun dışında oyuncu yönetimi, senaryo çok iyi. Diyaloglar çok gerçekçi yazılmış.
Descent 2
Devam filmlerini pek sevmem, istisnaları ise “Aliens” ile "The Godfather II"dir. Bu filmi izlememle birlikte istisnalarıma bir üçüncüsü daha ilave oldu. Descent 2, ilkinin kaldığı yerden devam ediyor. Hem de tam gaz. İlkinde kurtulan kadın bu filmde de bir katakulliye gelip ertesi gün aynı mağaraya dönüyor. İlk filmdeki öyküye inanmış olanlar için hayli inandırıcı bir film olmuş. Yalnız yerin kaç kat dibindeki mağaranın neden benim evin salonu gibi apaydınlık olduğuna inanasım pek gelmedi. Ne diyeyim? Mağaranın gerçek ahalisi sağolsun. Gözlerim bir kaç avize aramadı değil.
A Perfect Gateaway
Popcorn tüketme filmlerinden bir tanesinde Milla Jojovich, Steve Zahn ile Timothy Olyphant başrollerde. David Twohy’nin yönettiği film güzel bir öyküye sahip. Finaldeki tipik Holywood finali haricinde bir gerilim filminden beklenen unsurları harfiyen ve tam zamanında yerine getiriyor. Fazla bir şey beklemeden Hawai’de balayını geçiren çiftlere musallat olmuş katilin yakalanıp yakalanmayacağını, ya da hangi çifte saldıracağını merakla bekliyorsunuz. Finale doğru siyah beyaz renklerdeki bir bölüm gereksiz olmuş, sürprizin ne olduğunu sahilde kadının elinde tuttuğu video kameradan da renklerin solduğu bölüm olmaksızın da anlıyorsunuz zaten.
The Fourth Kind
Çok kararsız bir film ve bu karasızlık tamamiyle yapımcısının marifeti gibi duruyor. Film başlarken baş oyuncu çıkıp: “Ben Milla Jojovich, biraz sonra izleyeceğiniz film gerçek olaylardan kurgulanmıştır” ya da buna benzer bir şeyler geveliyor. Sonra film görüntüleri ile sözde hipnoz anında çekilmiş gerçek kamera görüntüleri ve de sözüm ona polis ve tv kayıtları birbirine geçerek gözümüzün önünden geçiyor. Filmdeki, gerçek olduğu iddia edilen olayları azıcık araştırdığınızda aslının astarının olmadığını anlıyorsunuz. İzlemesi de tahammül etmesi de zor bir film. Filmin gizemi de ilgi çekmekten uzak.
İşte nezleli bir hafta sonundan kalanlar.