31 Mart 2010 Çarşamba

Bir Kaç Filim Birden

Hafta sonunda kaptırdım kendimi ardı ardına bir sürü film izledim. Öyle lafı uzatmadan kısa kısa kıvamında bu filmlerle ilgili kendi notlarımı paylaşmak istiyorum. Hani Savaş ve Barış’ın kısa özeti olan “Olay Rusya’da geçiyor” kadar olmasa da, kısa tutmaya çalışacağım şahsi saptamalarım ve filmlerin bende yarattığı çağrışımlar şöyle;

Shutter Island

Martin Scorcese eline geçen roman uyarlamasından sıka sıka bu filmi çıkarmış. Bir on yıl kadar önce gerçekleştirilse yenilikçi bir film olabilirdi belki. Ancak başta Holywood ürünlerinin katkısı ile algıları sonuna dek açılmış olan seyirciye hayli yavaş gelen bir film bu. İlk bir saat içinde bir yerlerde - bu onuncu dakikada da olabilir – seyirci filmin gizemini çözebiliyor.

Anakaradan uzakta bulunan, doğa şartlarına bağlı olarak ulaşımı hayli çetin olabilen Shutter Adasında bulunan akıl hastanesindeki tehlikeli hastalardan biri gizemli biçimde ortadan kaybolur. Adadan ayrılması imkansız olduğu için o kara parçası üzerinde saklanmakta olduğu kesindir, baş karakterimiz ve partneri olayı soruşturmak üzere aday gelirler. Psikolojik gerilim için ideal bir ortam yani.

Filmi kimse için mahvetmek niyetinde değilim ancak esas adam ile ilgili olarak “Bu adam bu rüyaları neden görüyor acaba?” sualini filmin başından itibaren herhangi bir yerinde kendinize yönelttiğinizde yanıt kafanızın içinden gelecek; “Drillliiiiinnnnnk!!! Bu adam bu rüyaları malum sebeple görüyor !!!!”. Filmin ilk yarısı çok sıkıcı bir kere, ikinci yarı da çorap söküğü gibi gelmiyor. Film tam yarısından itibaren biraz olsun ilginç olmayı başarabiliyor, sadece o kadar.

Filmin aksamasına neden olan en önemli problemi devamlılıktaki başarısızlığı. Bütün yüzeysel cilasına bakıp da, ince bir işçilikle özenerek hazırlanmış gibi görünen çalışmada, mizansenlerde maalesef inanılmaz bir devamlılık sorunu var. Adamın saçları eve girdiğinde uzunken bahçeye çıkıp dramatik bir olaya şahit olduğunda çok kısa mesela. O bahçedeki kişilerden kuru olması gerekenler yaş, yaş olması gerekenler kuru (Film içinde önemli olan bu sahneyi izlememiş olanlar için bozmamak üzere kimlikleri yazmadım). Yine aynı önemli sahnede, yerde yatan kişilerin ayakları birbirlerine değerken bir sonraki çekimde aralarındaki mesafe göz ardı edilmesi mümkün olmayan biçimde aniden açılıyor. En rahatsızlık vereni ise başrol oyuncusu Leo-di-kep’ten geliyor. Malum, 90’larda yıldızı parlayan bu oyuncu ciddiye alınsın diye çok uğraştı, hatta bir dönem gözden kayboldu ve geri döndü. Dönüşte yanında aksan merakını getirdi. Çok iyi biliyorum çünkü zat-ı muhteremi ilk gözüme çarptığı Critters 3’den beri antipatikliğinden ötürü hatırlamaktayım. İçinde Leo bulunan filmleri sonradan iyi hatırlamıyorum. Aynı Nick Cage değerinde benim için. Leo’nun bu filmdeki en rahatsızlık veren yönü aksanı. “R”leri acaip bir şekilde ağdalı ağdalı yuvarlayan kötü taklit bir New York aksanı ile daldığı filmin en dramatik sahnelerinde birden California aksanına dönüyor ve aynen kendisi gibi konuşmaya başlıyor. Ve NY aksanı filme gelişigüzel biçimde bir girip bir çıkmaya başlıyor. Aynı oyuncunun aynı filmdeki aynı rolünde farklı aksanlarda konuşması çok rahatsız edici, olay nihayetinde aynı adada geçiyor. Aksan değiştirecek kadar gezmiyoruz yani. Bu beni çok rahatsız etti.

Film gerçekten çok sıkıcı, eğlenmek için bir ara yaklaşık onbeş dakika kadar alt yazıları açtım. Bu filmi o altyazı ile izleyen birisi ile benim izlediğim film kesinlikle birbirlerinden çok farklı. Alttan geçen cümlelerden hiç birisi o filmin ses bandında kullanılan cümlelerden değil. Şu ara moda biliyorum; biraz İngilizce yalamışlar ekşi sözlükte falan “şu filmin alt yazısını ben yazdım” diye birbirlerine hava basıyorlar. Yazın yazın, gülüyoruz ne güzel. Sonra o da sıktı alt yazıları kapattım.

Edge of Darkness

Bir babanın kızının ölümündeki sır perdesi üzerindeki gizemi intikam ala ala kaldırma çabasına dair bir film. Mel Gibson’ı böyle eski filmlerinden bazı anları aynen tekrarlarken izlemek başlangıçta son derece acı verici gelirken, film ilerleyen dakikalarda bir de konusundaki gelişememeler ile giderek daha da sıkıcılaşıyor. Bittiğinde bir oh çekiyorsunuz. Entrika çeviren bir grup üst düzey adamı hop bakıyorsunuz ıssız bir yerde, beş dakika sonra bir büroda, onbeş dakika sonra aynı kadro ile bir başkasının evinde göstermek de senaryonun ne kadar sallandığının kanıtı. Meramları birlikte görülmemek olan bu adamlar neden aleni biçimde hep beraber geziyorlar anlayamıyorsunuz. Filmin son dakikalarına doğru yaşanan araba kazası da imkansızı başarmak olmuş, inanılır gibi değil. İzlememiş olanlar bu filmden uzak durmalı.

Crazy Heart

Uzun süredir izlediğim eli yüzü düzgün filmlerden bir tanesi, diğeri de eski olmakla birlikte “Laurel Canyon”du. Şöhret grafiğini aşağıya doğru çevirmiş, şehir şehir gezerek performansını sergileyen country müzisyeninin yaşamından hüzün verici bir bölüme şahit oluyoruz. Adam sahnede olmaya aşık, özel hayatını ihmal etmiş. Durun!! Ben bu öyküyü hatırlıyorum. Geçen seneki bildiği “The Wrestler”ın da meramı benzer bir yaşamı anlatmak değil miydi? Meslekler değişmiş, işi uğruna yaşamı ötelemiş bir adamın halleri yine karşımızda. Ama olsun, filme haksızlık etmeyelim. Jeff Bridges oyunculuğuyla göz dolduruyor, T Bone Burnett’in şarkılarını da çaktırmadan gayet güzel yorumluyor. Bu arada Colin Farrel da kısacık bir rolü araya hiç ego karıştırmadan sakince yorumlamış ve çok güzel iki de şarkı söylüyor. Maggie Hanım ise sahip olduğunu zaten önceki filmlerinden de bildiğimiz on jestin tamamını bu filmde yine sırasıyla kullanmış: Gülmüş, baştan çıkmış, başını yan eğmiş sevimli bakmış, sinirlenmiş, acı çeker gibi bakmış vs. Kötü bir oyuncu değil ama her rolde de aynı şeyler yapılmaz ki. Kanımca başkasını değil kendisini oynuyor. Filmdeki tek aksaklık da o zaten. Bunun dışında oyuncu yönetimi, senaryo çok iyi. Diyaloglar çok gerçekçi yazılmış.

Descent 2

Devam filmlerini pek sevmem, istisnaları ise “Aliens” ile "The Godfather II"dir. Bu filmi izlememle birlikte istisnalarıma bir üçüncüsü daha ilave oldu. Descent 2, ilkinin kaldığı yerden devam ediyor. Hem de tam gaz. İlkinde kurtulan kadın bu filmde de bir katakulliye gelip ertesi gün aynı mağaraya dönüyor. İlk filmdeki öyküye inanmış olanlar için hayli inandırıcı bir film olmuş. Yalnız yerin kaç kat dibindeki mağaranın neden benim evin salonu gibi apaydınlık olduğuna inanasım pek gelmedi. Ne diyeyim? Mağaranın gerçek ahalisi sağolsun. Gözlerim bir kaç avize aramadı değil.

A Perfect Gateaway

Popcorn tüketme filmlerinden bir tanesinde Milla Jojovich, Steve Zahn ile Timothy Olyphant başrollerde. David Twohy’nin yönettiği film güzel bir öyküye sahip. Finaldeki tipik Holywood finali haricinde bir gerilim filminden beklenen unsurları harfiyen ve tam zamanında yerine getiriyor. Fazla bir şey beklemeden Hawai’de balayını geçiren çiftlere musallat olmuş katilin yakalanıp yakalanmayacağını, ya da hangi çifte saldıracağını merakla bekliyorsunuz. Finale doğru siyah beyaz renklerdeki bir bölüm gereksiz olmuş, sürprizin ne olduğunu sahilde kadının elinde tuttuğu video kameradan da renklerin solduğu bölüm olmaksızın da anlıyorsunuz zaten.

The Fourth Kind

Çok kararsız bir film ve bu karasızlık tamamiyle yapımcısının marifeti gibi duruyor. Film başlarken baş oyuncu çıkıp: “Ben Milla Jojovich, biraz sonra izleyeceğiniz film gerçek olaylardan kurgulanmıştır” ya da buna benzer bir şeyler geveliyor. Sonra film görüntüleri ile sözde hipnoz anında çekilmiş gerçek kamera görüntüleri ve de sözüm ona polis ve tv kayıtları birbirine geçerek gözümüzün önünden geçiyor. Filmdeki, gerçek olduğu iddia edilen olayları azıcık araştırdığınızda aslının astarının olmadığını anlıyorsunuz. İzlemesi de tahammül etmesi de zor bir film. Filmin gizemi de ilgi çekmekten uzak.

İşte nezleli bir hafta sonundan kalanlar.


Yukarıdaki sahne bu filmlerden ikisinde de var, birinde kayalıklara tırmanıyor diğerinde kayalıklardan iniyor. Bu Shutter Island'dan Leo di Cap'in eli. Kayalıklardan inerken görülüyor. Aksana bir dikkatlice bakar mısınız lütfen?

30 Mart 2010 Salı

Taklit

Picasso’nun oğlunu palyaço elbisesi içinde gösteren yarım kalmış yağlıboya tablosu benim en sevdiğim tablolardandır.

Ben çok güzel resim yapardım eskiden. Üniversite yıllarına kadar benimle ilgili bir cümle kurdukları zaman güzel resim yaptığımdan bahsederlerdi mutlaka. Mesele resim yapmak için vakit ayırmakla ilgili aslında. Liseden sonra resim yapmak için kendime zaman ayırmadım. Picasso’nun bu yarım kalmış resmi benim en son tamamladığım resim.

Onu ilk kez resimli bilgiler denilen aile ansiklopedisinde görmüştüm. İlkokulda iken o ansiklopedinin sayfalarını çevirir, her sayfadaki resmi hayranlıkla incelerdim. Bir gün o resimlerin benzerini yapıp hayranlık uyandırmayı düşlerdim. Palyaço çocuk, Resimli Bilgiler Ansiklopedi’sinin ek ciltlerinden birindeydi. Resmin yarım kalmışlığı beni nedense o yaşımda cezbetmişti.

Seneler sonra mezuniyete yaklaşırken resim öğretmenimiz dönem sonuna kadar seçtiğimiz bir resmin röprodüksiyonunu yapacağımız söylediğinde aklıma ilk olarak Picasso’nun tablosu geldi. Hocam seçimimden memnun değildi. Ama ben saatler boyunca o resmin içinde kaybolmaktan mutluydum. Resimdeki bitmemişlik, çocuğun boşlukta uçar gibi duruşu, elbisesinin bitmemiş yakası, pantolonundaki noksan noktalar, belini saran kuşağın hiçlikle, var olmak arasında uzayıp gitmesi, ressamın sağ bacağını nasıl yerleştireceğine dair tereddütü, koltuktaki tamamlanmamışlığı incelemek ve kendimce çözüp tuvale aktarmaktan çok hoşlanmıştım. Bir ansiklopedi sayfasından bakarak ne kadar iyi taklit edilebilirse o kadar taklit ederek resmi planlanandan çok önce bitirdim.

Elimdeki surete bakarak doğru renkleri saplantılı biçimde araya araya tamamen aynısını elde etmek için çok uğraştığımı hatırlıyorum. Ten rengini bulduğumda çok mutlu olmuştum, yüzündeki kırmızılara kadar hık demiş ve elimdeki örneğin burnundan düşmüştü tablom sanki.

Resim seçimimden memnun kalmayan hocam elde ettiği sonuçtan çok memnun kalmıştı. Kendisi ile iki yıl önce yaptığım bir eskizden not kırdığı için tartışarak notumu geri aldığımdan beri iyi anlaşıyorduk. Perspektif çalışması esnasında okulun arka bahçesindeki taş yoldaki bir hatayı resmime taşıyınca çizim cetvelle çizilmiş gibi durmuyor diyerek benden not kırmıştı. Halbuki yolun ortasındaki bir kayma sebebi ile oluşan kırık sonrasında, taş yolda bir yamukluk oluşmuş, derinlik içindeki o ufak kıvrım gözüme battığından resmime taşımıştım.

Hocamız herkes tablosunu bitirdiğinde bana ayrıca teşekkür etti ve Picasso’nun resimlerinden örneklerle dolu bir kitabı bana armağan etti. Ben Picasso’nun diğer resimlerinde değil, o yarım kalmış resim ile ilgiliydim. Neden yarım kalmıştı onu bile bilmiyordum. Sonradan da öğrenemedim. Mutlaka bilen biliyordur. Ben nedenini bulamadım.

Lisede son tamamladığım resim aslında yarım kalmış, bitmemiş bir resmin taklidi. Ne tuhaf değil mi?

29 Mart 2010 Pazartesi

Yak Bir Sigara

TV karşısına geçip şifreli kanallar da dahil olmak üzere film izleyemez hale geldim. Boş bulunup da TV kanallarından birinde ilginç gelen bir görüntü yakalar da devamını izlemeye kalkarsam, hele bir de mevzuya kaptırdıysam öyle bir an geliyor ki pişman oluyorum. Adam/Kadın paketten bir sigara çekip ağzına sokup yakıyor, savuruyor dumanları. TV izleyicisi olarak çakmağı, alevi, dumanı görebiliyorum sigaranın kendisini göremiyorum. Sigaranın gövdesine denk gelen kısım TV kanallarınca bulanık hale getiriliyor. Film izleme zevkimiz tamamen elimizden alındı. Hayretimi çeken en önemli konu ise bu saçma sapan ve çağ dışı uygulamaya herkesin seyirci kalıp sesini çıkarmaması.

Sigara içmeyen biri olarak ekranımda bulanıklaştırılan o görüntülerden son derce rahatsızım. Bir kere ekranda izlediğimiz görüntüler bir sanat eserine ait, kendilerinde o sanat eserine müdahale edip de bir bölümünü bulanık hale getirmek için o filmin yapımcılarından izin alınmış mı? Kesinlikle zannetmiyorum.

TV ekranında gördüğü için kaç kişi sigara içmeye özenmiştir acaba? Kapalı alanlarda içme yasağı başladığından beri bu özentinin ihtimali zayıf. TV’nin insan hayatlarının içine etmediği dönemlerde izledikleri filmlerden mi özeniyordu insanlar sigara tüketimine?

Ünlülerden, TV ekranına sık çıkanlardan aslında iyi bir protesto bekliyorum. Nasıl mı? İçmesi madem yasak, eline bir sigara alıp konuşma sırası kendine geldimi yüzüne yakın bir yerde içermiş gibi tutmalılar. Bu göz zevkimizle oynayan, izleyiciyi hiçe sayan bulanıklaştırmaları bir şekilde reddetmeye başlamalı insanlar.

İçmesem de Sezen Aksu & Özdemir Erdoğan düeti güzel;

Seni ilk gördüğümde,
Tırnaklarını yiyordun.
Kimbilir nelere sıkılmıştı canın.
Öyle sıkıntılı yanları var ki hayatın.
Haklısın, haklısın, çok haklısın.

Yak bir sigara, kül olsun dertler ucunda
Bir an “Oh” diyemezsek çekilir mi “Ah” bu dünya?



17 Mart 2010 Çarşamba

Yangın

Önce gelincikleri yolduk,
Nar ağaçlarını tuttuk kurşuna,
Ardından andızları devirdik
Aptallık, bilinçsizlik, bir hiç uğruna.

Sonra sıra ormanlara geldi,
Yüz binlerce dönüm ateş yaktık,
Sivas'a kadar gidip bulduk,
Dikili tek ağaç bırakmadık.

Şimdi damlarda yanıp söner
İsli lambalar gibi insan gözleri.
Daha çok atılacak, it gibi sokaklara
Delik deşik insan ölüleri


Cahit Külebi
1917 – 1997


Uzun zamandır mim gelmiyordu, gelenlerin bir bölümünü de zaman içinde unuttum sanırım. Oysa kafamdan geçirdiğim düşündürücü birkaç mim de vardı bunların üzerine. Akşam eve giderken ya da sabah işe geçerken aklıma yazıya dökülecek o kadar konu geliyor ki, bunların yarısından fazlası beynin tuhaf yangınları, fırtınaları, sakinlikleri arasındaki yerlerini alıyorlar, ta ki hatırlanıncaya kadar unutmanın emin ellerindeler.

Sevgili Beenmaya diyor ki; “bir şiir sitesinde daha evvel çok da aşina olmadığımız bir şairi seçiyoruz ve karşımıza çıkan şiir adlarından birine tıklayıp, şiiri paylaşıyoruz, istersek birkaç cümle sarfediyoruz şiir hakkında...'. Şiirle aram pek iyi değildir, kelimelerin şifresini çözecek kadar sabrım yok belki de. Bir kaç şiir kitabı satın alıp okumuşluğum vardır ama, okuduklarım arasından beğendiklerimi seneler sonra tekrar ziyaret ettiğimde değiştiklerini görüp hayal kırıklığı yaşarım. Bu mimden sonra epey bir şiir sitesi dolaştım. Ne çok şiir sitesi varmış?

Şiir Cahit Külebi’ye ait, “Çürüyen Otlar” ve “Hikaye” şiirlerini biliyorum sadece, onları da Alpay’ın bir albümünde dinlemiş yllarca mırıldanmıştım, Hikaye’yi bir de Doğan Canku besteledi daha sonra, farklı melodi ile dinledim sayesinde. Ama hangisi önceydi onu netleştirmek güç.

Cahit Külebi’nin şiirindeki yangını biliyoruz. Başka ne söylenebilir ki. Yangınlarda neler kaybettik biz?

Peggy Lee’nin bir şarkısı vardır, “Is that all there is?” Martin Scorcese’nin rahatsız eden komedi filmi “After Hours”un olmadık bir anında film senaryosuna büyük katkıda bulunur. Peggy Lee ülkemizde pek bilinmeyen bu şarkısında kendinden emin ve biraz da alkol ve tütünden çatlamış sesi ile çok uzak bir geçmişte kalmış hatırasını dile getirmek için konuşur gibi söyler; "Hatırlıyorum, çok küçük bir kızdım, evimizde yangın çıktı. Babamın beni kollarına alıp yanan evden apar topar can havli ile dışarıya kaçırıken ki yüzünü asla unutmayacağım. Kaldırımda pijamalarımın içinde titreyerek tüm dünyanın alev alev olmasını izledim. Her şey bittiğinde kendi kendime şöyle dedim, yangın dedikleri bu muymuş?" Şarkıyı geçtiğimiz yıllarda Bette Middler da yorumladı Peggy Lee için yaptığı albümde ama, Peggy Lee'nin sesindeki yangın isi onda yoktu.


Ne yangınlar çıkıyor ve sönüyor hem de ne hayatlardan, küllerini yanında taşıyan insanlar, küllerini rüzgara bırakan insanlar, küllerini hatırlamayanlar bir de.

16 Mart 2010 Salı

Üçüncü Sayfadan Kabuslar

Gazete patronları köşe yazarına hakim olamıyorum diyemez” dendi ya, bunlar aslında hiç yazmasalar ülkeye huzur gelecek çünkü gereksiz yere yazıp bol kepçeden atıp tutuyorlar, Üstelik kendi derdi yetmezmiş gibi vatandaşın aklını gereksiz devrik cümleler ile karıştırıyorlar. Aslında gazete patronları bunları işten atsın, canının istemediği cinsten yazı yazdığı vakit maaşından kessin. Keseceksin bunlardan beş yüz tanesinin maaşını bak o zaman bir daha yazıyorlar mı? Ne ala hem canının istediği gibi yaz, hem huzuru kaçırt, hem de üstüne maaş al. Birisi bunlara para veriyorsa tabi ki onun istediğini yazacaklar, parayı veren düdüğü çalar misali parayı veren istediğini yazdırtabilmeli. Yoksa gazete sahibi olmanın ne anlamı kalır ki?

Sabah yatakta yarı uyanık yarı uyur vaziyette dönerken yine kabus gördüm: Güya sabah olmuş ve ben uyanmak istemiyormuşum. Gazete patronlarını duyarlı olmaya davet eden o konuşma ile başladı kabusa dönüşen rüyam, sonra ben o sözleri son derece mantıklı bulup köşe yazarlarını gereksiz buluyormuşum. Ve işin köstü sabah ciddi ciddi olmak üzereymiş. Uyanırsam o kabusta yaşadıklarım gerçek olacakmış gibi geldi ama korkmanın faydası yok. Gözümü araladım. Baktım sabah olmak üzere, “kabus gerçek oldu, kalk hadi Vladimir, ayıkla pirincin taşını” dedim kendime.

Güllük gülistanlık ülkemizde 8 Mart sonrasında gözümü kadınlarımız ile ilgili haberlerden ayıramadım, olanca gazete manşetine, gözleri dayaktan morarmış kadına rağmen ülkemizde evlilik içi kadına şiddetin mevcut olmadığını iddia eden insanlara kızayım mı acıyayım mı bilemedim.

Bingöl’deki kasabın karısına uyguladığı insanlık dışı şiddeti okumuşsunuzdur. İnsanlık içi şiddet ne ola ki? Karşısındakinin yüzüne tükürmek, saçını zarifçe çekmek, ya da arkasını dönüp yürüyüp gitmek mi? Yok böyle bir şey şiddet bile denmiyor artık bu sıraladığım acayipliklere. Kadın kocası şiddet uyguluyor diye İl Jandarma Merkez Karakol Komutanlığına eşi ile ilgili suç duyurusunda bulunmuş. Bilirsiniz ananelerimize göre “kol kırılır yen içinde kalır”, kadın evden kaçıp jandarmadan medet umacak hale gelebilmek için ne kadar süre dayanmıştır. Adam işlediği suç için 3 ay hapis cezasına çarptırılmış, çıktığında 3 engelli çocuk annesi ve hamile eşini iki köy arasındaki derenin yanına götürüp kulaklarını ve burnunu kesmiş. Çocuklarının annesi olan eşine ettiği eziyetlere katlanmayıp onu gereksiz yere hapise tıktırdı diye nasıl öfkelenmiş tasavvur edin artık.

Van Belediyesinde temizlik işçisi olarak görevli bir vatandaşımız evine döndüğünde sekiz çocuk annesi eşini çocuklarına pasta yaparken yakalayınca, sinirlenerek “Benim borçlarım var sen burada pasta yapıyorsun” diyerek karısını mutfakta dövmeye başladı. Kadın tezgahta duran ekmek bıçağını kocasının göğsüne sapladı. Adam kan kaybından öldü, kadın hapiste, çocukların uzun vadede akıbeti meçhul. Kadının hapise götürülürken söyledikleri acı verici: “Ben ve çocuklarım kendisinden sürekli olarak şiddet görüyorduk. Hayat çekilmez hale gelmişti. Kavga etmediğimiz, dayak yemediğim gün kalmamıştı. Kendisi ile birlikte bizleri de bunalıma sokmuştu. Eve hiçbir şey almıyor, bizleri de sefalet içinde yaşatıyordu. Sadece geride bıraktığım çocuklarıma üzülüyorum”


Manisa’daki bir vatandaşımız, 21 yıllık ve yatalak olan eşini dövünce 19 ve 17 yaşındaki iki çocuğu babalarını uyurken 16 yerinden bıçaklayarak öldürdüler. Bu konudaki literatürü takip edenler, Çok sayıda bıçak darbesi ile işlenen cinayetlerin gerisindeki profil ve maziye dair ufak da olsa bilgiye sahiptirler.


Iğdır’daki bir ilköğretim okuluna İngilizce öğretmeni olarak atanan 32 yaşındaki bir hanımefendiye bulvarda yürürken, henüz kimliği öğrenilemeyen iki kişi tarafından omuz atıldı. Buna tepki göstermesi üzerine iki saldırgan, hanımefendinin önce muşta ile yüzünü parçaladı, sonra da yumruk atarak burnunu kırdı. Olay yerinden kaçan saldırganların yakalanmasına çalışıldığı öğrenildi. Iğdır o kadar büyük bir yer ki bulvardakiler kim kime tum tuma, kimliğini gel de sen belirle. Belirlenemeyeceğini bilen adam internet kırosu saldıracağı varsa, önüne gelene dalar.

Yeter bu kadar cinayet ve yaralama değil mi? Cinayet, suç işlenmeden önlemini almaktan bahseden “minority report” gibi bir filmde suç işlenmeden durdurulmasından geçtim, kör parmağım gözüne misali burnumuzun dibinde işlenen suçlar gazetelerimize nasıl yansımış ona bakalım biraz da;


24 yaşındaki ana okulu öğretmenini tayin olduğu ilçede, altı yıldır cinayete teşebbüsten aranan, farklı illerde söz konusu kişinin oluşturduğu tehdit nedeni ile genç kız ve ailesi tarafından defalarca şikayet edilen şahıs tarafından 1 ay izlendi. Genç kız geçtiğimiz Cuma günü aynı şahıs tarafından sokak ortasında satırla öldürüldü. Olaydan sonra zanlıyı 45 dakika gibi kısa sürede yakalamayı başaran polislere ödül verildi. Öğretmenlere dair ne güzel atasözlerimiz vardı değil mi?


Emniyetin yaptığı araştırmada İstanbul’daki ilk ve ortaöğretim okullarındaki kantinlerin işletmecileri ve çalışanları arasında fiili livata yapmış, cebren ırza geçmiş, kız kaçırmış, fuhuş suçu bulunan, uyuşturucu satmış, cinayet işlemiş, muhtelif suçlardan sabıkalı kişiler bulunduğu ortaya çıkmış. Toplam 233 kantinci veya sözleşmeli personelin korkunç suçlarına rağmen okullarda çalışmakta olduğu, 17’sinin de arama kaydının bulunduğu belirlendi. Yapılan araştırmaya göre, en fazla suçlu kantinci ile Kadıköy liste başı olurken onu Üsküdar, Şişli ve Bahçelievler izledi. Şile’deki kantincilerin tamamının sicil kaydı temiz çıktı.


Galatasaray ile Ankara Gücü arasında yapılan maç öncesinde Başkent ekibinin taraftarlarını taşıyan bazı otobüslerde yapılan aramalarda, satır, bıçak, demir sopa ve tornavida gibi kesici ve delici aletler ele geçirildi. Gözaltına alınan 43 kişiden 42’si ise serbest bırakıldı. Halkımız maça giderken satırını yanına alır arkadaş, spor gözüyle görmüyor sahada dönen olayı, harbe gider gibi, tam teçhizatlı.



Ama Allah’tan bir takım kantinlerin, bazı spor müsabakalarının yapıldığı sahaların patlamaya hazır bomba gibi gerilimli olmasına karşın bazı alanlarda ise suç işleyeceklerin yönetmeliklerle icabına bakıldı. Nasıl mı? Sağlık Bakanlığı çocuğu olmayan çiftlerin, yurtdışındaki sperm bankaları yoluyla çocuk sahibi olmasının önünü kesti. Artık “yurtdışındaki merkezde bağışlanan spermle hamile kalan kadın, bağışta bulunan ile bu merkezlere hastalarını yönlendiren doktor” sorumlu tutulacak. Bu kişiler hakkında bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası talebiyle dava açılabilecek. Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürü Doç. Dr. İrfan Sencan amacın “soyu korumak” olduğunu belirterek, “Türk soyu ya da Laz soyu değil. Soyu korumak derken ‘atası’ anlamında” dedi. Evet suni döllenme yöntemi ile soyumuzun karışmasına engel olunmuş, ya mazallah soyumuz karışıp da başımıza kötü bir şeyler gelseydi. Düşünmesi bile korkunç. İmajinasyonum başımıza kötü bir şey gelmesi halinde manşetlerin ne hale geleceğini tasavvur etmekte yeterli olmuyor.

Suni olmayan döllenmeye de bir yönetmelik çıksa, evli çiftler dahi korunmadan yaklaşamasa, evli olmayanlar sittin sen koklaşamasa, çok şey mi istemiş olurum?

Son olarak,

Suriye'de oturan ailesi tarafından 2 taksitle 12 bin TL başlık parası karşılığı 40 yaşında bir adama satılan 12 yaşındaki Suriyeli kız kabus dolu günler yaşadı.

Üçüncü sayfalarımızın hali böyle.

11 Mart 2010 Perşembe

Göz Ucuyla

Hepimizin başkalarına tuhaf gelen davranışları, hatta gülünesi alışkanlıkları vardır mutlaka. Bunların çoğunu fark etmeden sergileriz, fark etsek de alışkanlık haline gelmiş bir şeyi bir çırpıda kesip atamayız.

Öğlen tatillerinde yürüyüş olsun diye kendimi yola atıyorum, Kordon’u bir boydan boya katedeyim derken serin havalarda ayaklarım beni kitapçılara götürüyor. Yeni yayınlanan bir şey varsa, İzmir’e gelinceye kadar hala yeni sayılıyorsa tabi, oralarda görüyorum. Bazı kitapçılar sessiz ve ortada duran kitap öbeklerini evirip çevirip içindekileri biraz okuyarak incelemek bence keyifli bir öğle tatili uğraşısı. Sadece kitap değil inceleme alanıma girenler insanları nerede olursam olayım gözlemlemesini seviyorum. Kitapçıya giren insanlara bakıp da karakter tahlili yapan adam var mıdır şu dünyada derseniz; bu konuda başarılı olup olmadığımı bilemem ama en azından eline aldığı kitabın satırlarını sessizce inceleyen kitap kurtlarının arasından ses farklılığı ile sıyrılan bazı tipleri göz ucuyla izliyorum. Kulağıma şunlar çalındı en son;

“Anna Karenina var mı sizde?”

Soruyu soran, kitapçıya yanında kendisi gibi sabırsız görünümlü arkadaşı ile girmiş otuzlu yaşlarda tiz sesli ve kitapçıdaki sessizliği her cephede zorlamaya olan azmini soru cümlesi kurarken de, cevap beklerken elini beline koyduğunda salladığı hışırtılı poşetleriyle de ispat ebilecek kapasitede bir kadındı. Görevli “Evet var hanımefendi” diyerek kadınların hemen yanındaki bir bölmeye doğru ilerdi, rafta duran kitapları gösterdi.

Kadın tavuk sesi çıkartan insanlardandı, sesini kontrol etmeye gerek duymuyordu yüksek perdeden;

Kadın “Kaç Cilt Bu?” diye sordu.
“İki cilt hanımefendi” yanıtını verdi görevli.
Kadın pazarlık edercesine devam etti; “Tek ciltlisinden istiyordum ben”
Görevli; “O Zomsterdam yayınevinden çıkıyor biz o yayınevinden kitap getirtmiyoruz”
Kadın; “Neden getirtmiyorsunuz”
Görevli; “Kısaltarak çeviriyorlar, şikayet almamak için biz de o yayınevinden getirtmiyoruz”

İçeride benden başka üniversite öğrencisi görünümlü üç genç vardı. Raflara bakarak kitapları inceliyor birbirlerine daha önceden okudukları kitapları gösteriyorlardı. Kadının bu istemkar halini tuhaf bulmuşlar işaretleşiyorlardı.

Kadın;“Ay çok ciltli olunca çantamda taşıyamıyorum ki”
Görevli; “Siz bilirsiniz hanımefendi”
Kadın; “Bana getirtseniz, ben şikayet etmem”
Görevli;“Bir yayınevinden bir kitap siparişi vermiyoruz”
Kadın; “Daha çok isteseniz”
Görevli;“Demin söylediğim sebepten ötürü o yayınevinden kitap getirtmiyoruz hanımefendi”
Kadın arkadaşına dönerek; “Bak getirtmiyorlar okuyamayacağım şimdi Anna Karenina’yı”
Arkadaşı; “Yürü gidelim, çok ciltli yapıyorlar mahsus sürümden kazansın istiyor bunlar”
Kadın; “Hep onlar kazanır zaten, çok ciltli olmasın sürümden kaybediyoruz”

Akıllıca bir saptama yapmış gibi sevinerek kahkaha attı her ikisi de. Bu çığrışma faslından sonra görevliye hiçbir şey demeden arkalarını dönüp geldikleri kapıya yöneldiler. O kitapçıda otomatik kapı dışarıdan gelenlere açılıyordu, dışarıya çıkmak isteyenler farklı yöndeki başka bir otomatik kapıdan çıkıyorlardı. Kitabı soran kadın kapı açılacak sanarak cama hamle yaptı kapı açılmadı.

Görevliye dönerek. “Kapı açılmadı” dedi kadın.
Görevli “Çıkış kapısı yandaki bölmede” dedi.
Kadın “Bunu açsanız bana”
Görevli; “Açılmıyor hanımefendi”
Kadın yalvardı yalavaracak, çocuksu bir sesle; “Bir sefer açsanız, yormasanız bizi”
Görevli;“Vallahi açılmıyor”
Kadının arkadaşı yönlendirdi tekrar; “Yürü gidelim, ne kadar dediğim dedik bir adam ya, bunlar bu kafayla yakında kapanır”

İstemeye istemeye diğer kapıya yönlendi kadınlar. Üniversiteli çocuklar koyuverdiler kahkahalarını.

Ben “Ejderha Dövmeli Kız” kitabını alsam mı almasam mı diye kendime mani olmaya çalışıyordum ki kapı kendiliğinden açıldı tekrar. Bayılıyorum bu sensörlü kapılarA. İçeriye girecek olanı hissedip aralanıveriyorlar. Bir ihtimam, bir ihtimam. Müşterilere kapı açacaksın diye görevli dikseler kapıya, kaytarır, bazen açmaz. Kapı açılmayan adam kendinde bir eksiklik hisseder. Mutsuz olur, sinirlenir, ne bileyim olmadık biçimde tepki verir. Otomatik kapı adam ayırmıyor, hiç hemşericilik yok, müşterinin zengini, fakiri yok hepsine aynı muamele. Kapı açıldığı gibi usulca kapandı. Ellili yaşlarda iyi giyimli iki kadın girdi içeriye. Kadınlardan bir tanesi yüksek perdeden seslendi görevliye;

Çölde Çay var mı?

Öğrenciler az önce sahnelenen acayiplikten sonra makara yapmaya hazırdılar zaten aralarında hep bir ağızdan şu cümleleri kurdular fısıltı ile;
“Çölde su bile yok”
“Yok canım!!”
“Olmaz olur mu?”
“Çölde yağmurdan nem kapıyorlarmış”
“Çöle yağmur yağar mı abartmayın siz de”
“Yağmaz”
“Yağarsa çöl olmaz”
“Çöl kuru olur”
“Kuru bir çöl”
“Yağmazsa nasıl nem kapacak teyzem?”
Geyiğin sonu gelecek gibi değildi. Bir tanesi “Yeter lan, duyarsa çemkirmesin bize” diyerek susturmaya çalıştı diğerlerini. Sustular. Beraberce dinlemeye koyulduk.

“Çölde çay var mı dedim size?”
“Yok hanımefendi”…
Kadın hayretler içerisinde “Yaaa?”
Görevli “DVD’si var ama.”
Kadın; “Hmm. Senaristi kim?”
Görevli; “Vallahi bilmiyorum”
Kadın; “Getirin bakiym şuna”

Görevli yandaki bölmeye gidip kısa bir süre gözden kayboldu. Döndüğünde elinde malum DVD vardı. Kadın çantasından yakın gözlüklerini çıkartıp, hizalayarak yüzüne yerleştirdi, DVDyi eline alıp, aldığı gibi hiç bakmadan anında geri uzattı.
Kadın; “Bu olmaz, kitap değil bu”
Görevli bir şey demedi ama gözlerini iki tur döndürdüğüne yemin edebilirim.

Kadınlar geldikleri kapıya yöneldiler. Kapı açılmayınca çocuksu cilveler yapıp açtırmaya çalıştılar, hayır yanıtını duyunca tıpış tıpış dükkanı terk ettiler.

Kırk yıl düşünsem bir dvd alırken “bunu senaristi kim?” sorusu ile karşımdakini dumura uğratmak aklımın ucundan geçmez ya da bir kitap için cilt sayısını azaltacak pazarlıklara kalkışamam. Böyle komik tanıklıklar bazen hoş oluyor. Senaristli soruyu duyduğumdan beri kafamdan soruyu soran tipi bir öyküye oturtmaya çalışıyorum olmuyor, nihayet buraya yazdım kurtuldum, inşallah aklımda dolanmayı keser, rahat ederim.

Görevliye sanki cenaze evini ziyaret etmiş gibi tanrıdan sabırlar ve iyi günler dileyerek çıkış kapısına ilerledim.

Hepimiz hayata bir ucundan tutunmuş asılıyoruz. Başımıza gelenlere bazen hayret edip bazen de gülüyoruz. Başkalarını göz ucuyla izliyoruz, kulak kabartıyoruz. Öğlen vakti, hava da soğuksa kitapçılarda iyi malzeme var; Hem kitap, hem insan. Benden söylemesi.


10 Mart 2010 Çarşamba

Doktor Parnassus Kimdir? Nedir? Ne Yer? Ne İçer?

Öncelikle yukarıdaki sorulara yanıt arıyorsanız burada bulmazsınız. Yazının bu paragraftan sonraki bölümü Dr Parnassus'un en baş kahramanı olduğu filme dair feci halde spoiler içerdiği için lafı uzatabilmek uğruna saçmaladığımın farkındayım, üstelik fena halde de ayıkım. Eh tabi Nisan, Mayıs ayları yaklaştı, gönül yayları ile kafiyesini de biliyoruz. Maksadım filmi izlemeden filme dair yazılara göz gezdirmek istemeyen gözlere yeterince vakit tanımak. Neyse ikazımı yaptım. Benden günah gitti. Başlayabilirim yazmaya. “The Imaginarium of Dr. Parnassus” Heath ledger’ın rol aldığı son film. Film çekimleri devam ederken filmdeki en önemli rollerden biri olan Tony’yi canlandıran aktör ölünce Terry Gilliam filmin dokusunu bozmayan biçimde bir seri oyuncu değişikliği uygulamış. Tony aynanın içinden ulaşılan Dr Parnassus’un Hayal Dünyası’na geçtiğinde eşlik ettiği kişilerin iç dünyasına uygun düşen bir biçim değişikliği yaşıyor. Böyle olunca Johnny Depp’i bu yıl ikinci kez aynanın arka yüzünde izliyoruz. Hayal Dünyası’nın içinde Tony karakterini canlandıran diğer ünlü oyuncular; Jude Law ve Colin Farrel. T. Gilliam Heath’ın rolünü üstlenen aktörleri onun yakın arkadaşlarından seçmiş. Heath’ın arkadaşı olmayan Tom Cruise gibi bir çok ünlü ismin filmde rol alma isteğini geri çevirmiş.

Filmin iki ana karakteri; Dr. Parnassus ve onun kendi iç dünyasının etkin olduğu imgelerle çevrili hayal dünyası. Film birkaç kez izlenebilecek filmlerden, düz bir zaman akışında geçen öykü hayal dünyası ve Dr Parnassus’un kendi zihninde geçenler ile beklenmedik anlarda kesişiyor. Bu kesişmeler öyküyü durdurmuyor ancak her bölünmede geride bıraktığınız dünyada nelerin sürdüğünü merak ediyorsunuz.

Dr Parnassus (Cristopher Plummar) bin yıl önce şeytan Mr Nick (Tom Waits) ile bir iddiaya girişip ölümsüzlüğe kavuşmuş. Şimdi dünyamızda derme çatma seyyar sirke benzeyen aracında kızı Valentina (Lily Cole), yardımcısı Anton ( Andrew Garfield) ve cüce Percy (Verne Troyer) ile birlikte seyahat ediyor ve durdukları yerlerde gösterilerini sergiliyorlar. Gösteri bitince hemen toparlanıp en yakın metruk bölgede gizleniyorlar. Gösteri seyircilere Dr Parnassus’un aynasından geçip harikalar diyarına ulaşmaktan ibaret. Kimse ilgi göstermiyor. Yağmurlu bir geceyi geçirmek üzere nehir kenarında giderken, korkutucu sularda bir adamın yüzerken gördüklerini sanıyorlar oysa adam nehri kesen köprüye boynundan asılarak idam edilmiş krem rengi takım elbise giyen bir adam. Tony (Heath Ledger) kurtarılıyor. Ertesi sabah kendine geldiğinde bu garip ekiple tanışıyor. Tony kim olduğunu hatırlamadığını söylüyor. Hafızasını kaybeden bu adam Dr Parnassus yürüyen sirkine Tony’yi de alıyor. Tony’nin bir sırrı var. Çok yalancı. Ekiptekiler bunu bilmiyor. Tuhaf bir cazibesi olan Tony Dr. Parnassus ve adamlarının aklını çelip, onları seyyar sahnelerinin şeklini değiştirip daha çok seyirci toplamaya ikna ediyor.

Mr. Nick seneler önce Valentina 16 yaşına geldiğinde ruhu kendisine verilmek üzere Dr. Parnassus ile anlaşarak onu gençleştirmiş. Film kızın 16. yaş günüden üç gün önce başlıyor. Bu önemli günden önce ortaya çıkan Mr Nick; her kim ki hayaller diyarında beş ruhu baştan çıkarır, Valentina’nın ruhunu ona vermeyi vaat ediyor.

Ocak 2008’de paralel dünyayı anlatan çekimler başlamadan bir oyuncusunu kaybedince filme uzun süre ara veriliyor. Daha sonra çekimler farklı oyunuclar ile devam ediyor. Ledger’ın Depp’ e dönüştüğünü fark edemiyorsunuz bile. İlk geçişin rahatsız etmeyecek biçimde yapılması izleyiciyi oyuncu değişikliklerine hazırlıyor ve diğer değişikliklerdeki fiziksel farklılıklara rağmen yadırgamıyorsunuz.

Sinemaseverlere 12 Monkeys, Brazil, Fisher King gibi filmler armağan etmiş yönetmen çoğu zaman başını tuhaf ve istenmeyen olaylardan kurtaramıyor. Brazil filminin sansürle başı bir çok defa derde girdi filmin Gilliam kurgusunu izleyebilmiş seyirci sayısı oldukça az, piyasada kuşa dönmüş bir versiyonu gezmekle birlikte yönetmenin anlatmayı planladığı gelecek portresini çizmekten uzak kalıyor. Yarıda kalmış Don Kişot projesi bambaşka bir filme dönüşerek seyirci yüzü gördü ancak asıl proje rafa kaldırıldı. Terry Gilliam filmlerini izleyenlerin tepkileri nefretten sevgiye uzanan iki zıt kutup arasında salınmakta. Bu filmi de öyle izlerken ruhunuzu sıktığı anlar olabilir ancak izledikten sonra kafanızın içinden atamıyorsunuz.


Beni filmde rahatsız eden Depp’in hayal dünyasındaki sahnelerde Ledger’ın kaybına atıfta bulunarak genç ölmekle ilgili söyledikleri ve Tony aynanın öbür yanına geçtiğinde şeklinin değiştiğine dair üşenmeden açıklama yapılması oldu. Günümüzde sinema seyircisinin algısı çok yüksek, yavaşlığa tahammülü yok, bir takım açıklamalarda bulunulması algılaması vasat seyirciyi dahi filmde duraklama yarattığı için sinirlendirebiliyor. Öte yandan gücünü görselliğinden alan filmin en zayıf yanı senaryosu, açıklamalar yapmak için duraksamaktan geri kalmayan filmin bazı yan rolleri karikatür gibi bırakarak yeterince detaylandırmaya vakit ayırmaması, paralel dünyada şekli değişen “yalancı Tony”’yi rus mafyasının şıp diye tanımasına dair senaryoda ayarlama yapmakla uğraşılmaması ufak rahatsızlıklar. Film etrafında döndüğü karakterleri tam olarak sahiplenemiyor; böyle olunca film içine serpilmiş entrikalar yeterince merak uyandırmıyor. Filmin en büyük sorunu izleyicisinin özdeşleşebileceği herhangi bir unsur taşımaması. Filmin en ortasında duran Parnassus karakterini insan haline getiren soruların (kimdir? nedir? ne yer? ne içer?) yanıtını alamayınca adam kartondan bir karakter derinliğinde kalarak perdeyi işgal ediyor. Sadece o değil filmde sonunu merak ettiğiniz bir karakter olmayınca iki saati aşan bir süre olduğundan daha uzun bir zaman dilimi gibi hissediliyor. Heath Ledger’ı Joker’deki gibi can alıcı olmamakla birlikte son rolüne tanıklık etmek ve Terry Gilliam’ın olağandışı olmaya çalışan hayal dünyasına bir adım daha atmak isteyenlerin izlemesi gereken bir film.









Bir de göz atalım: Dr. Parnassus'un Hayaller Diyarı

Alice Öldü

Bu hafta iki tane aynanın içinde geçen film izledim, biri iyi sayılır, diğeri söylemeye dilim varmıyor ama iyi değil. İzleyicisine sinema izleme hazzını vermeyen bir kocaman oyuncak karşımızda duran. Çocukluğumun her defasında severek okuduğum romanının baş karakteri Alice meğer Wonderland’i yanlış anlamış, doğrusu “Underland”miş. Tim Burton’ın kendine has görsel yaratıcılıkla tıka basa dolu dünyasını her daim ilgi ile izleyen bir seyirci olmama rağmen bu film bende hayal kırıklığı yarattı. Bu hayal kırıklığının bir benzerini de “Bewitched” e el atılıp her şeyin tepeden tırnağa değiştirildiği o filmde yaşamıştım.

Alice evlenmek üzereyken tekrar yeraltındaki harikalar diyarının kapısını çalıyor. Sonuç kendisine baktıran bir film var. Ekrana bakıp içi boş bir film izliyorsunuz. İzlerken hayalleriniz bir bir yıkılıyor.

Alice artık ne orada ne burada yaşamıyor, orası da yok zaten.


9 Mart 2010 Salı

Öteki

Lale Hanım Mustafa Bey’i çok seviyordu. Üniversite’de tanışmış ve mezun olur olmaz evlenmişlerdi. Yokluklar içinde geçmişti evliliklerinin ilk yılları. Beraber büyümüşler, yetişkin olmayı birbirlerinden öğrenmişlerdi. Kızları Şebnem o büyük kenteki iyi bir üniversiteden mezun olmuş ve mezun olduğu okulda öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamıştı. Ufak tefek kırgınlıklar olmuştu evliliklerinde ama asla uzun sürmemişti minik küskünlükleri. Kavgaları yan komşulardan asla duyulmazdı.

Mustafa Bey her zaman nazik, alçak sesle konuşan, kendi isteklerinden çok sevdiklerinin isteklerini öncelikli gören bir adamdı. Sevdiklerini mutlu görmekten hoşlanıyordu. Esmer, bıyıklı, yakışıklı adamdan, beyaz saçlı, bıyıksız, yakışıklı adama seneler önce geçmişti. Lale Hanım ise yaşının izlerini yüzünde ve bedeninde fazla taşımamakla birlikte eskiye göre biraz daha fazla alıngan ve kulak misafiri olduğu her şeyin doğrudan kendisi ile ilgili olduğuna hüküm getirir olmuştu. Zarif uzun boynunun üzerinde yükselen ince oval yüzünün etrafındaki omzuna kadar inen kumral saçları, evliliklerinin ilk yazındakine benzeyen bir özgüven ile dalgalanıyordu.

Lale Hanım; eşinin arkadaşları ile zaman zaman çıktığı ziyaretlerden laptopundaki kısa kısa öykülerle geri gelmesinden mutlu oluyordu. Akşam yemeğinden sonra salonda oturdukları vakit, günlük masallar tükendiğinde, adam usulca akan sesiyle, ışıklı ekrana bakarak öykülerini okuyordu. Mustafa Bey öykü gecelerinde yazdıklarını karısına okumayı seviyordu. Bir de kızlarını ziyarete gidip bir kaç hafta kaldıktan sonraki geri dönmelerinde, eşine özlemle sarılmayı seviyordu. Ta ki evliliklerinin yirmi yedinci yıl dönümüne kadar her şey yolundaydı.

Lale Hanım evlilik yıldönümlerinde ilk kez bağırarak suçladı Mustafa Bey’i. Yıldönümünde hediye almayı unutturacak denli bir ilgisizlik nevrini aniden döndürmüştü. Yüksek perdeden ağlayarak, önüne çıkan ilk sehpanın üzerindeki eşyaları yere atmış ancak çıkan gürültü sinirlerini boşaltmasına yetmemişti. Adam defalarca özür dilemiş olmasına rağmen içinden affetmek gelmiyordu. Aslında kavga denilemezdi bu kopan gürültüye, sadece Lale Hanım bağırmıştı. Bağırıp, iki vazoyu kırmış, kendisini kızlarının odasına kilitlemiş roman okuyordu. O iki vazodan yeşil olanını iş yerinden sevmediği bir arkadaşı hediye etmiş, diğeri de alt kattaki komşusunun kızının iki sene önce eli boş gelmesin diye getirdiği şekilsiz bir kül tablası, vazo arası nesneydi. Stratejik davranmış vesile ile iki sevmediği yayıntıdan kurtulmuştu. Baharda sıcak bir gündü, yağmurun bir türlü yağmıyor olmasının getirdiği tuhaf terli bir sıcak boynunu nemlendirmişti. Kumral saçları ensesine yapışıyor, gözlerini satırlarda gezdiriyor ancak okuduklarının bir ek kelimesini bile anlamıyordu.

Mustafa Bey, ardiye gibi kullandıkları alaturka tuvaletten faraş ve süpürgeyi çıkararak holdeki seramik parçalarını sessizce temizledi. Aklı az sonra başlayacak futbol maçındaydı. “Neden bu kadar unutkan oldum ben?” diye kendi kendine sordu. İçine tuhaf bir huzursuzluk geldi, usulca yerleşti. Evdeki fırtına çabuk dindi. Yıldönümü dışarıda bir yemekle kutlandı. Birkaç saat sonra içine yerleşen huzursuzluğu unuttu adam.

Bu ufak dargınlıktan üç gün iki saat sonra Mustafa Bey öldü.

Cenazenin peşi sıra evi işgal eden kalabalık dağıldığında, Lale Hanım eklem yerlerinde derin uykulardan uyanmaya benzeyen bir bitkinlik hissediyordu. Kızlarının ona sanki kendi annesiymiş gibi sahip çıkmasından hoşlanmıştı. “Anne yemek yemelisin”, “anne uyu sabah konuşuruz” demesinden garip bir huzur duymuştu kaybının verdiği mutsuzluğa rağmen. İki gün sonra taziye için gelen doktor arkadaşlarından eşinin hastalığını onlardan gizlediğini öğrendiğinde mutsuzluğu büyüdü kadının. Evlilik yıl dönümünde çıkardığı tatsızlıktan utandı ve büyük üzüntü duydu. Kızına; “Bunca yıldır hiçbir özel günü unutmamıştı, beni bilerek asla kırmamıştı, demek ki aklında kendi derdi varmış, ben bunu niye fark edemedim?” diyerek kendini suçlarcasına konuştu.
Kızı: “Anne nereden bilebilirdin, yetişkin bir insansın hepimiz zaman zaman nedensiz öfkelere kapılabiliriz bunun için kendini suçlaman kendine büyük haksızlık olur” dedi. Lale Hanım kızında yine annesini görür gibi oldu. O hoş güven duygusun yerli yerindeydi.

Ölümden on gün sonra kızı, isterse buraya tayin olabileceğini beraber aynı evi paylaşabileceklerini söylediği zaman anne ve kız rolleri bir daha değişmemek üzere eski yerine döndü. Lale, kızını yolcu ederken üzüntüsünü belli etmediği gibi ufak bir şaka da yapmayı başarmıştı.

Evdeki ilk yalnız gecesinde çalışma odası olarak kullandıkları odaya girdi. Dizüstü bilgisayarı hayat arkadaşının zamansız vedasının verdiği buruklukla biraz sitemkar, dalgın okşadı. Sanki mutfaktaki sandalyeden bir tıkırtı sesi gelir gibi oldu. Bilgisayarı açtı, kurcalarken saatlerin nasıl geçtiğini fark etmedi. Karanlığın yorgun düştüğü saatlere geldiğinde “belgelerim”in altındaki bir klasörün altındaki “Arzu” isimli dosyayı buldu. Bilinmeyen ürkütücü geldi, dizüstü bilgisayarı kapattı. Yatağına uzandı. Lale o gece uyuyamadı, bilgisayara da gidemedi.

8 Mart 2010 Pazartesi

Farkında Olmamak

İnsan hatırlamaya başladı mı, kronolojik bir sıra içinde hatırlamıyor geçmişteki hallerini. Bir çağrışım, bir isim, bir su birikintisi, bir çiçek gölgesi bazen tetikliyor beynin kıvrımları arasında başı boş gezinen anıları. Halbuki bir düğmeye basınca kaldığımız yerden seyredebilsek derli toplu, daha iyi olmaz mıydı diye kafamdan geçiriyorum bazen. Bu intizam tutkusu deli edecek beni bir gün. Ya da yaşarken en büyük kazıkları kendimiz, kendi kendimize atıyoruz. Bir takım yanlış anlamalar, kinayeli laflara kıl kapıp tüy gibi uçuvermekler hayatımızdaki bir çok dönüm noktasının asıl sorumlusu. Farkında olmamayı unutmayalım, yazmazsam yazık olur. Bir takım kumpaslara meze olup fark edememeler hayat çizgimizde ani u dönüşleri yaratıp yeni rotalar çizmiştir aslında çoğumuza. Farkında olduğumuzu sandığımız olayların, fark edebildiğimiz kadarının gerçekten olan biten ile pek bir alakası yok Olmadık birinden duyup da şaşırmak için yıllarca beklemek gerekiyor bazen. Lafı nasıl da dolandırdım; hatırlamak diyordum, hatırlarsanız. Hatırlamanın tuşu olsa sırasıyla hatırlasak, bir de perde arkasında dönen dolapları görebileceğimiz “behind the scenes” tuşu olsa. Onca yılların ardından olan bitenin arkasında aslında, gerçekte neler döndüğünü izleyebilsek. Ne olmuş ne olmamış fark etsek, görsek, anlasak.

“Arkamdan ne işler çevriliyor acaba” diye kendine sorular sormaya başlayan birinin işi çok zor bence. Merak adama tatlı geldiği vakit, o soru başka soruları yankılatır peşi sıra. Böylelikle yankı yankı üstüne, hep bir komplonun içinde yaşadığını düşünmeye başlayan adam ilk başta tatlı kaçık muamelesi görürken sonradan “bırak şu paranoyağı” geçiştirmesine maruz kalabilir. Arkanızdan bir iş çevrildiği kuşkusu varsa ya yüzleşip sonuçlarını kısa vadede kucağa almak, ya da çekip gitmek en güzeli.

Yapanın yanına kar kaldığı bir ülkedeyiz. Utanma arlanma gibi duygular çoktan hasır altına itildi. Suçsuzken suçlu görünümü sergilemeniz çok kolay. Haksızlığa uğramış adamı menfaatlerini ön plana alıp da duymayacak ve bundan da zerre kadar gocunmayacak çok sayıda insan ile aynı havayı soluyoruz.

Kadına karşı şiddet uygulanan bir ülkede yaşıyoruz, daha geçen gün çantasını sevgilisine vermediği için sokak ortasında defalarca bıçaklandı bir kadınımız. Aylar önce erkek arkadaşının kendisini öldüreceğini bilerek randevusuna gitti bir diğeri. Yıllar önce sokak ortasında, yerde kocası tarafında bıçaklanarak öldürüldü bir başkası. Seyircilerinin kim olduğunu çok iyi biliyoruz. Bir kız ölmekten kaçmak için tek çaresi olarak camdan atlamayı gördü, atladı. Yanıldığını ambulans ile hastaneye götürülürken anladı. İzmir’de bir birahaneden polis kılığına girmiş adamlar tarafından saçından sürüklenerek dışarıya alınan kadına saatlerce tecavüz edildi. Birahanedeki diğer müşterilerin olay karşısındaki tepkisi sahte üniformalılarca icra edilen şiddeti izlemek oldu. Bu örnekteki şiddetin ortadan kaldırılması için bir girişim duydunuz mu? TV izleyenlerin sigara görmesine ya da ulu orta öpüp öpüşerek, şapşahane türk aile yapısının maazallah bozulmasına sebep olabilecek her türlü dizi senaryosuna mani olmayı kendine vazife addetmiş olanların kadın ölümleri ile sonuçlanan, tecavüzler ile biten olayları tümden silmek ile ilgili bir girişim yapma konusunda akıllarına bir fikir geliyor mu acaba? Ülkemi düşünen, onun için dahiyaneden daha mütevazi olamayan fikir üretenleri çok seviyorum.

Fuhuşa zorlanan, bundan kurtulmak için önünde hiçbir çıkış kapısı açılmayan kadınlar üzerinden yani kadını cinsel köle yapıp çalıştırarak servet sahibi olan bir çok insan var.

Erkek tarafından dayak atılmış, cinsel şiddete uğramış, hakları elinden alınmış çok kadın var ülkemizde.

Ben en çok akrabası olan kimseye; anne / anneanne / babaanne / kız kardeş / teyze / hala / karısına diğer insanların önünde sözlü şiddet uygulayan erkeklere öfkeleniyorum. Daha reşit olmamış erkek çocuk annesine ağza alınmayacak laflar ile hücum ediyor, ya da kadın akrabalarından bir diğerine geri zekalı muamelesi yapıyor. Diğer akrabalar seyirci.

Bir kocaman ağız, dünya kadınlar günü tatil olsun temennisinde bulunmuş. Çok iyi fikir. Bravo. Tatil olsun. Elem, tasa, dert, kötü şeylerin cümlesi silinsin. Tatil olsun, herkes mutlu olsun. İyi tatiller sevgili ülkeme, iyi tatiller.


Her şeye rağmen; Kadınlar gününüz kutlu olsun.