30 Ocak 2009 Cuma

Beklemek

Blogspota Eylül 2007'den beri giriyorum. Türlü paylaşımlar var, sevdiklerim, ilgimi çekenler, çekmeyenler. Bunların arasında "Sonraki Blog" tuşu marifetiyle, tesadüfen bulduğum bir tanesi var ki, sayfaya ilk düştüğüm anda ziyaret ettiğim bir çok blogdan farklı olduğunu hissettim. Ölmüş bir insanı yaşatmaya devam etmek üzere açılmış bir blog bu.

Emmett Owen Riley 20 yaşında ve henüz yetişmekte olan bir sanatçı idi. Bir sinemada çalışarak hayatını kazanıyordu. 2007 yılında 29 Mayıs gününde izinliydi. Çalıştığı sinemaya Pirates of the Caribbean'ın 3. Bölümünü izlemek üzere bir arkadaşı ile gitti. Sıkıldığını söyleyerek filmin son yirmi dakikasını izlemeden sinema salonundan çıktı. Arkadaşı filmi izlemeye devam etti. Owen'ı son gören kişi sinemadaki arkadaşı idi, o günden sonra kendisinden bir daha haber alınamadı. Ta ki iki ay sonra nehir kenarında cesedinin kalıntıları bulununcaya kadar. Kayıplara karışan oğulları ile ilgili olarak anne ve babası aylarca emniyet görevlilerine gitmiş ancak bir türlü konu ile ilgilenmelerini sağlayamamışlardı.

Anne oğlunun sevdiklerini, sevmediklerini bu blogdan insanlarla paylaşıyor. Blogun ismini "Owen yaşasa bloguna ne isim koyardı?" sorusundan hareketle üretmiş. Blogdaki yazıların bir bölümü "Owen yaşasaydı bu konuda ne düşünürdü?" mantığı ile yazılmış. Ve yüreği yaralı kalmış kadın blogdan yaptığı duyuruda oğluna sinemadan çıktıktan sonra ne olduğunu öğrenmek istiyor. Bir aks,yon filmininden sıkıcı olduğunu söyleyerek çıkmış olan oğlu nereye gitti, kimlerle konuştu, ölüm anına kadar neler yaşandı bilenlerin kendisi ile temasa geçmesini istiyor. Üzerinden bir buçuk yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen anne, oğluna neler olduğunu merak ediyor. Merak perdesini aralayamıyor. Bekliyor, üzülüyor. Beklerken "Owen yaşasaydı neler düşünürdü?" sorusuna sıkı sıkıya tutunuyor.

Owen'ın gözleri annesinin kaleminden, sisler arasından dünyaya aralanıyor.

1994 yılıydı.

Cumhuriyet Senfoni Orkestrasının 23 yaşındaki flüt sanatçısı Erdim Sertoğlu, anne ve babası ile yazlık evlerinin olduğu Cunda adasında tatilini geçiriyordu. Mutluydu Erdim, 23 yaşındaki her genç kadar mutlu, hayat dolu bir insandı. Beyaz Tempra'sına binerek evden ayrıldı bir gün. O günden sonra kendisinden haber alınmadı. Babası Hürriyet gazetesinde yazardı, acı dolu yazılar yazdı kaybettiği evladı hakkında. Oğluna ne olduğunu öğrenmek isteyen acılı bir babaydı. Evinde oturup bekleyemiyordu, birileri birşeyler yapsın oğlundan bir haber alsın istiyordu.

Civardakiler Erdim'in evden ayrıldıktan çok kısa bir süre sonra yol kenarında bekleyen bir erkek ve genç kızı arabasına aldığını görmüşlerdi. Arabaya binmiş olan otostopçu çift, bir kaç gün sonra arayarak, Erdim'i tekrar görmek istiyorlarsa ödemeleri gereken fidye miktarını söyledi. Baba fidye miktarını buldui buluşturdu ve istenen yere istenen biçimde götürdü.

Günler geçti, günler acıları büyüttü, acı çeken baba yazılarında insanlara seslenmeye devam etti.
Tam 58 gün sonra Erdim'in kalıntıları kaçırıldığı yere çok yakın ormanlıkta bulundu. Boğularak öldürülmüş genç adamın cesedi ormandaki hayvanlar tarafından parçalanmıştı. Gazetelerde yayınlanan resimlerinde çürümüş bedeni ve kemiklerinden geri kalanları görülebiliyordu.

Ardında katiller yakalandı. Celal Atalay ve Birsen Öngören isimli iki sevgili çıkarıldıkları mahkemede idam cezası, artı 36 yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Bir takım affa dahi uğrasalar cezalarındaki indirim hapisten çıkmalarına yetmeyecekti.

Seneler geçti, Rahşan affı dediğimiz suçluların affedilmesi gerçekleşti. İki sevgilinin cezalarında indirmler yapıldı. Bir kaç sene sonra 2005 yılında dönemin hükümeti bazı cezalarda düzenleme yaptılar. Bu düzenleme sonrasında katillerin avukatı bir dilekçe verdi, iki sevgili hapisten çıktılar.
Baba katillerin Ayvalık'ta serbest gezdiğini komşularından öğrendi.

Bir süre sonra savcılık hapisten çıkarma kararının yanlış olduğuna hükmederek suçluları geriye çağırdı. Celal Atalay polisler tarafından yakalandı, Birsen Öngören kayıplara karıştı.

Baba Metin Sertoğlu yanlışlığı farkeden savcıya minnettar kalarak şu sözleri söyledi: "Bu tahliye kararından benim haberim yoktu. Rastlantı sonucu öğrendim. Böyle bir kararın nasıl alındığını da aklım almadı. Benim çocuğumu gasp edip öldürenler yaklaşık 10 yıl yatıp salıverilmişti. Celal isimli şahıs daha önce de kahve taramış ve 8.5 yıl ceza almış. Önceki yıllarda Ecevit döneminde çıkarılan bir başka af yasasından yararlanıp tahliye edilmiş. Ne hukuka, ne adalete en ufak bir saygım bile kalmadı. Ancak o mahkemelerin kararına itiraz edip düzeltilmesini sağlayan savcının ismini öğrenemedim, kendisini hiç tanımadım ve teşekkür borcumu yerine getiremedim. Buna üzülüyorum."

Olayın olduğu sene ben de herkes gibi Erdim'in evine geriye dönmesini dilemiştim.

Ne Owen ne de Erdim evlerine dönmedi. Evine dönmeyen herkesi bekleyen birileri var. İnsanların beklemeye, öğrenmeye ihtiyaçları var, yıllarca bekleyebilecek kapasiteleri var. İnsanlar bir çok şeyi bekliyorlar bazısı olmuyor, bazısı olmuyor. Ama adalet, çoğu zaman beklentileri karşılamaya yetmiyor.

29 Ocak 2009 Perşembe

Bir Kaç Önemsiz Ayrıntı

Bugün kafamı yormuş olan bir kaç doğa hadisesini yorumlamak arzusunda ve telaşındayım. Sıcağı sıcağına, unutulmadan şuracığa hemen yazmak istiyorum.


Yağmurlu havada paratonere bakarak yürümek; Yağmurlu havada paratonere bakmamızın nedeni anlaşılabilir. Özellikle şimşek, gökgürültüsü, sağanak yağış üçlüsünün bir arada olduğu bir günse paratonerin çekiciliğine kapılmamız zayıf olmayan bir ihtimaldir. Ancak durumun her tür anlaşılabilirliğine rağmen paratonere bakma eylemini gerçekleştirmekte olan gözlemci kişiliğe sahip kimsenin bu eylem esnasında yürüyor olmasına anlam vermek zordur. Çünkü hem paratonere bakıp bir yıldırımın o paratonere rastlaması beklentisi içinde olan insanın hem de aynı anda yürümesi o kimsenin yere düşmesi, yuvarlanması, üstünün başının çamur içinde kalması gibi bir dizi istenmeyen hadisenin cereyan etmesine sebebiyet verebilir. Paratonere seyretmelerimizde başka işle uğraşmamamız hakikaten de doğru olur kanısındayım.


Ki bir de paratonerin adamın kalbine saplanması olayı vardır ki onu da bir zamanlar Omen isimli filmde görmüştüm. Yine bugünkü gibi yağmurlu bir gündü, peder telaşla kliseden çıkmıştı ki paratonere düşen yıldırım paratoneri kökünden kopartım adamcağızın yüreğine oturtmuştu. Film hilesi diye unutup kafamdan sildiğim bu hadisenin bugün aniden aklıma gelmesi de hayırlara vesile olsun inşallah.


Çıldırasıya mutlu olmak; Çıldırasıya mutlu olmak; mutlulukların en korkuncudur. Herkes çok mutlu olmak ister ama kimse çıldırmak istemez. Hoş bazen istemesek de birbirimizi çıldırtabiliriz ama burda çok istediğimiz bir şey oldu diye çıldırmak çok yersizdir. O zaman bir seçim yapılmalıdır ya çok mutlu bir çıldırmış ya da mutlu olmamış öte yanda hiç de çıldırmamış biri olarak toplum içindeki yerimizi seçmemiz gerekir. Gerçi şu dönemde çıldırmamak mümkün olmadığına göre madem çıldırıyoruz mutlu olmaya bakmamızın tam zamanadır aslında.


Tabureye çıkarak mutfak rafından tencere indirmek; Sandalyeye çıkarak mutfak rafından düdüklü tencere indirmekten çok fazla farkı olmayan bir işlemdir. İnsanın boyu raftaki mutfak eşyasını indiremeyecek kadar kısa ise ya da kişinin boyu normal ölçülerde olmasına rağmen raf olması gerekenden daha yüksekse başvurulabilir bir yöntemdir. Ancak mutfakta bu amaçla kullanılacak olan taburenin doğru seçilmesi çok önemlidir. Tutup kirli bir tabureyi mutfağa getirirseniz hijyen anlamında büyük hata edersiniz. Mutfaklarımıza kirli tabureler sokmak asla biz eğitimli insanlara yakışmaz. Masum ama kirli bir tabure üzerinde gizlenen hain bakteriler yüzünden başımıza olmadık, olmadık işler açabilir mazallah. Bir de temiz bir tabureye çıkıyorsak da mesela sokakta giydiğimiz pabuçlarla üzerine çıkmamalıyız. Unutmamalıyız ki bizim üzerine çıktığımız o taburenin üzerine gün gelir bir başkası tertemiz elbiseleri ile oturabilir. İnsanların kirli yerlere oturmasına sebebiyet vermemiz an meselesi haline gelebilir. Özellikle anneniz ya da eşiniz titiz bir insansa aman diyeyim çıktığınız tabure seçimine, tabureye çıkma stilinize dikkat ediniz. Bir anda o gününüz berbat olabilir.
Bir de acılara tutunmak konusu var yazmayı istediğim, ama onun için hayal gücümü az biraz bilemem gerekiyor.

İthal Şefkat

Bayık radyo programlarındaki kopyala - boz - yapıştır dijeyler kıvamında romantik bir ses tonu ile, hafif ağlamaklı tv spikeri gibi, sanki 32. gün takımından yetişmişçesine olmadık yerlerde sesimi yükseltip olduk yerlerde oldukça manasız biçimde konuşurcasına takılasım var bugün.

Bu yazının konusu nereden esti aklıma biliyorum elbette. Dün sabah işe giderken İzmir fena halde yağışlıydı, araba batmasın diye tas tas suyu camlardan ara ata Kordon'a gelmek isterken döndük baktık arkamıza, dere tepe düz gittik sanırken henüz bir arpa boyu yol yüzmemişiz. Yalanım varsa ne olayım. Hep hüzün, hep hüzün olacağı buydu sonunda, gök kubbe dayanamadı koyuverdi inci dizilerini gitsin. O sırada radyoda çalan şarkıdan esti aklıma. Radyoda çalan şarkı bir Aşkın Nur Yengi şarkısı olsun isterdim elbette ama değildi işte. Ah be Aşkın yapmayacaktım sana bunu, sen ki kasım kasım kasılır, göğüs profilini dimdik gerersin ekrana çıktıkça, havaalanlarında el bagajını sürerken önündeki vatandaşa bodoslamadan geçirir sonra bir şey olmamış gibi, hükümet gibi kadın gibi yürür geçersin. Acımadı ki dersin içinden ama bilirsin ki acımıştır en incesinden. Bir özür bile dilemezsin Aşkın, ama yine de ben sana bunu yapmayacaktım senin şarkılarından başkasını çalmayacaktım biliyorum, ama biliyorum ki beni bir sen anlarsın. Bugünkü şarkım senden değil Aşkın Nur Yengi, bugünkü şarkım gönüllerin paşası, paşaların paşası, ruhu bedenini terketse dahi gönlümüzdeki yerini asla terketmeyecek olan sanat müziğimizin güneşi Zekî Mûren'den. Radyoda duyduğumdan beri sözleri ve diksiyonu kendine melodisi Selami Şahin'e ait şu şarkı dolandı dilime, atamıyorum bir türlü, silemiyorum beynimden Aşkın. Kandil şarkısını bilirsiniz. Çalan Kordon FM'di, suçlusu o. Suçlusunu biliyorum en azından. Ama ben de suç ortağıyım. İşte Kandil, tüm sevenler için, tüm sevip de sevgisi karşılıksız kalanlar için, karşılıksız aşka düştüğünü bile bile karşılık bulma ihtimalini hep var sananlara ve bu sanrı ile tam gaz kendini salak pozisyonuna düşürmekten vazgeçmeyenler için çalıyorum. Lütfen çalıcılarınızın ayarlarını kurcalamayınız.

gün ışığında yola koyuldum
elimde kandil gözümde mendil

vefa arıyorum, dost arıyorum
şefkat arıyorum, aşk arıyorum

vefa, uzaklarda kalan bir his
dost, eski şarkılardan bir iz
şefkatse bardaki sarışın kız

dizlerimde derman
kandilimde yağ bitti
bulamadım gitti

vefa arıyorum, dost arıyorum
şefkat arıyorum, aşk arıyorum

Ayar kelimesi de yeni girdi hayatıma, anlamını çözemiyorum yeri gelsin gelmesin oturtuyorum en güzel cümlelerin en mutena yerlerine. Bir gün denk gelecek biliyorum. Ah be Paşam ne güzel demişsin:

"şefkatse bardaki sarışın kız"

Parayı veren şefkati kolundan çekiyor çekebildiği yöne adeta. Neyse o onun kaderi bizi enterese etmez. Kırk yıl düşünsem şefkate de çare bulacaklarını aklımın ucundan getirmezdim. Şu japonlar çok şanslı. Buda çarpsın şerefsizim çok şanslılar.

Diyelim ki japonsunuz, çok yalnızsınız, yapayalnızsınız. Yani diyelim ki yalnız bir japonsunuz ve şehla bakan, su yeşili, melankolik, fena halde çekik gözleriniz ve aralarına mavi , yeşil, turuncu renkler attırılmış afili saçlarınız var. Ama yalnızsınız ne yapsanız olmuyor, herkes bakışlarınızla eriyor bitiyor, bir türlü bakışlarınızın engin denizlerinde yüzdürmüyorsunuz onları. Ne olur ne olmaz diye hani. Gün geliyor fena halde şefkate ihtiyacınız oluyor, eve gelince biri sırtınızı sıvazlasın, yatağa yatınca biri size sarılsın, kucaklasın öyle kucağında uyuyasınız istiyorsunuz. Ve kolayı var ister Shopping TV den ister dükkandan YENleri basar - tam şu anda onda japon türküsü "bas bas yenleri natsu kirino'ya "çalar -şefkat yastığını satın alırsınız. Sarılır yatarsınız yastığınıza o da sizi usulca, şefkatle sarmalar. Japon uykulara dalar, rüyasında kiraz bahçelerinden geçer, ay tapınağındaki çay seromonisine katılır sanıyorsunuz ama değil. Ne içi iğnelidir o japonlar, ne muhtelif pozisyonlar geçer o şehla gözlerinden bilemezsiniz. Rüyada mı geçmiycek hah-ha gülerim buna.

Neyse gene dağıttım. Elin japon'u yaptımı yapıyor anasını satiym. Artık şefkate bile para vericez abi ya!!! Ben gidip şu Japon Yen'inin tanesi kaç para onu hesap edeyim bari.

28 Ocak 2009 Çarşamba

Cinayet Mahalli

Bir adam öldürmüş olan kimsenin, cinayetten bir süre sonra cinayet mahalline geri dönmek için karşı koyulması mümkün olmayan bir hisse kapıldığı söylenir. Katil cinayeti işlediği yere döner etrafı izler, yaralı bir hayvan amaçsızca dolaşarak oradaki havayı solurmuş.

İnsan doğduğu andan itibaren ölümüne biraz daha yaklaşıyor. Bebelik ve çocukluk döneminde dizginleri başkalarının ellerindedir, ufak tefek itirazları minik şirinlikler olarak algılanır sadece, büyümüş de küçülmüş bu derler, küçümseyip geçerler. Yetişkin olan kimse kendi hayatının dizginlerini kendi eline alamadığı vakit cinayetlerin en büyüğünü işliyor. Nedir dizginleri ele almak? Hayatta ne istediğini bilmek, hedefleri olmak, belirlediği hedeflerine ulaşmak için çaba sarfetmek. Hedeflerinin olması hayallerinin olmasını gerektiriyor, bir insanın hayalleri olmalı. Hayali yoksa mesele yok baştan kaybetmiş bu arkadaş dizginleri başkalarının eline vermiştir bile bu insan. Hayatının rotasının başkalarının arzu, istek ve içgüdülerine göre körü körüne belirlemesine gözlerini yummuştur. Kendisinin olan en önemli şeyin, hayatının kontrolü başkalarının ellerindedir artık.

Ama insan hayallerinin peşinden gidebilmeli, hayallerinin peşinden gitmeyi istemeli, en azından bir kez deneyebilmeli. Başarısızlığı ya da başarılı olmayı yakalayabilmeli.

Hayallerinin peşinden gitmektense, hayallerini terk etmeyi seçiyor insanların çoğu. Unutuyorlar istediklerini, hedef koymayı erteleyip zamanın akıp gitmesine müsaade ediyorlar. Zamanın tozları hayallerin üstünü katman katman örtüyor. Bazen bir hatıra bir tozun kenarından üflediğinde hatırlar gibi oluyor bir insan, gerisinde bıraktığı erişilmesi için artık belki de çok geç kalınmış o hayali. Ama hatırlamak istemiyor yine de.

Bu aralar cinayet mahalline dönüyorum sık sık, öldürdüğüm hayallerimin yanına gidiyorum. Terkedilmiş sokaklardan geçip eski evlere giriyorum, boyası eskimiş duvarlara bakıyor, tozlarını silkeleyip ayağa kaldırmaya çalışıyorum.

27 Ocak 2009 Salı

Aynadan Göremediklerimiz

Bu aralar çok revaçta olan bir televizyon programı var: Yemekteyiz. TV kanalı maliyetin en asgarisi ile bir program hazırlayıp günün/gecenin/geceyarısının/sabaha karşının neredeyse tamamında sırtını bu programa yaslıyor hafta içinde.


Kıyma hayatta hiç yemedim, o yüzde nefret ediyorum kıymadan, sadece köfte yerim o bir kıyma sayılmaz, köfte bambaşka bir şey.


TV kanalının hali içler acısı demek ki yerinde bir tatlı su kurnazlığı yaparak dizilere para kaptırmaktansa reklamlardan para basmayı seçme yönünde gayet hızlı bir hamle yaparak ticari anlamda rotayı doğrultmuş, reklamlara yelken açmış. İlk izlediğimde yemekten kıl çıkarma yarışması sanmıştım kılı bulan kazanıyor izlenimi yarattı bende kıl bulmuş yarışmacının yüzünde yer alan zafer kazanmış ifadede en ufak iğrenme izi bile yoktu.


- Ay kıl çıktı!!!
- Kıllara kıl çıkar.


İlk başladığında bir avuç egzantrik insanın bir araya toplandığı marifet sergileme yarışması gibi görünmüştü, ancak üzerinden zaman geçtikçe bu tsepitin hayli yüzeysel olduğunu görüyorum. Programa yarışmacı olarak seçilen insanlar arıza tipler sıfat tamlaması altında kategorize edilecek vatandaşlar değiller. Gayet doğal normal tipler. Tipik türk vatandaşları onlar. Hepsi içimizden çıkmış hepsi normal. Fırsatı bulunca kuşaktan kuşağa ulaşmış ananeleri bir kenara bırakıp, misafirliğe gittikleri evde terbiye sınırlarını zorlayan kelamlar etmekten kaçınmayan, eleştirirken vicdan, mantık, gözün gördüğü, dilin tattığını bir kenara bırakan tiplere dönüşüyor hepsi. Eleştir demişler bunlara, eleştiriyorlar, daha önce hiçbir konuda düşünmek zorunda bırakılmadıkları için, "eleştir" denildiğinde öğretilmiş terbiye kodlarını, toplum içinde insanca paylaşma kodlarını bir yana bırakıveriyorlar. Yasaklarla yoğrulmuş çocuklar gibi, yasak perdesi kenara bırakılınca mantık da, vicdan da kenara kalkıyor vuruyorlar bel altından.


Domates ağzıma sürmem, italyan mutfağı nedir bilmem, meksika salatası bizi bozar.
Her şey bir tarafa
Damak zevkime uymaz!!!


Ben Yemekteyiz isimli bu TV programını topluma tutulmuş bir ayna olarak görüyorum. Kesinlikle yemekteki o insanlar gibiyiz hepimiz. Herbirimiz öyleyiz, hızlı bir şekilde hepimiz o programa çıkanlara benzeyen kimselere dönüşmekteyiz. Hoşgörüsüz, sırf kendini beğenmiş, başkalarına burun kıvıran, emeğe saygı göstermeyen, tıkırtı duysa göbek atan, içten pazarlıklı, yüzüne iyi dediği konuyu arkasından konuştuğu vakit olumsuza çevirmekten kaçınmayan, kaba, hırçın, kıskanç ve kırıcı olma hallerinden bir kaç tanesini bünyesinde barındıran insanlar çıkıyor bu programa.


Afiyet olsun.

26 Ocak 2009 Pazartesi

Et Yemez

Çocukluğumun ilk yılarının kısa bir bölümü, Gelibolu'da bir tavuk çiftliğinde geçti. Göz alabildiğine uzanıp giden kafeslerin içinde binlerce civciv vardı. Kafeslerin olduğu bölüme geçerkenki tuhaf koku hala aklıma gelir. Bazen gözlerimi kapattığımda yüzlerce civcivin suni güneş ışığı altında çıkardıkları sesleri duyar gibi oluyorum. Civcivleri sevmeye kafeslerin oraya giderdik. Çocukların hayalidir sanırım; yüzlerce, binlerce sapsarı civcivlerin elini uzattığında yakalayacağı mesafede durması.

Sonra bir gece bütün civcivler ölmüştü. Binlerce ölü civcivin varlığı sanki elle tutulur somut bir varlığa dönmüştü, kış gelmek üzereydi, puslu, kasvetli, gri bir sema kucaklıyordu çiftliği. Günlerce tuhaf bir yanık et kokusu duyuldu.

Bir arkadaşım var; vajeteryan. Sadece balık eti yiyebiliyor. Beraber yemeğe çıktığımızda arkadaş grubumuzdakilerin etyememeyi seçmiş olması ile ilgili esprileri dinlemekten bıkmış. Konu tekrar açıldığında yüzüne anlamsız bir gülümseme yerleştirir genelde. Rus salatalı sandviçinden bir ısırık almak üzereyken ona bir öğlen vakti sordum:

- Neden et yemiyorsun?
- Et yemiyorum çünkü bir kez mezbahada bir ineği öldürmelerini izledim, çok acı çekiyordu, çok fazla kan vardı. Katliam gibiydi. O günden sonra ne koyun, ne inek, ne de tavuk eti yiyebildim.

Sonra bir süre sustuk ikimiz de. Tekrar konuşmaya başladığımızda başka şeylerden bahsettik.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Gülen Yüzler

Bu aralar burayı pek bir ihmal ettim farkındayım. Sağlığım yerinde, domuz gibiyim maşallah. Sağlık yerinde ama gelin görün ki göz var izan var, her ikisi de bende şu sıra mafiş. Bir yoğunum bir yoğunum ne yapacağımı bilemiyorum hiç bir şeye zaman ayıramıyorum. Bu lafı da kullandım ya sonunda yapmacıklıkta sınırları kaldırdım demektir. Sonuna kadar vıccık vıccık yapmacıklık artık. Yoğunmuşum peh!!! Yoğun olma lafına ezelden beri gıcığım, sahte yoğunlukları da, duygusal yoğunlukları da ne anlayabilmiş ne de katlanabilmiş değilim. Bu yüzden bütün manasız bakışlarım, bu yüzden kalabalığın içinde dalıp dalıp gidişlerim, sonra geri dönüşlerim. Benim gibi kalın kafalı olunca adamın idrak yolları tahlil yapma hususunda duyarsız oluyor, düpedüz yetersiz kalıyor. Yoğun da değilsem ne yapıyorum madem? Sıkı durayım açıklıyorum: Kendimi yazmalara kaptırdım. Epeydir üzerinde çalıştığım bir metne çeki düzen verme telaşı içindeyim. İstediğim gibi birşeye benziyor en sonunda. Hatta benzedi benzeyecek. Ama bitince bitmiş bir metine ne yapılınır bilemiyorum. Öylece kalakalırım hatta sıkılır bir kenara bırakırım orada durur, eve misafir geldiğinde gösteririm herhalde. Adaaam sende.

Efendim en kısa zamanda - ki bir iki güne tekabül edeceğini ümit ediyorum - buradayım . Tüm dostlara sevgilerimle.

İşte yazarken bloga vakit bulamasamda ayak parmaklarıma resim çizmeye vakit bulabildiğimin resmidir resmen. Gördüğünüz gibi "yüzlerim" gülüyor hep. Herkese gülücükler ve sevgiler.