Sabahları erkenden uyanıyorum. Henüz karanlıkta yola koyuluyorum. Kahvaltı namına bir şey yemeden-içmeden kötü kokan belediye otobüslerine binip şehrin bir ucundan öbür ucuna yola koyuluyorum. Otobüste, şanslıysam, yer bulduysam eğer, bindikten bir durak sonra hemen uyuyorum. Rüyamda, çocukken uyandığım apaydınlık sabahları görüyorum. Annem üzerime eğilip yanaklarımdan öperek beni uyandırıyor.
Eğer şanssızsam ayakta gidiyorum. Onca yolu bir alay hayata küskün insan itişip kakışara, hayatın bize gösterdiği acımazsızlığın tüm hıncını birbirimizden alarak gidiyoruz.
Eğer çok daha şanssızsam otobüste yer bulmuş ve uyuyakalmış ve uyandığımda ineceğim durağı kaçırmış oluyorum. Dışarının kalabalığında, omuz darbeleri ile yolumu aça aça işyerine koşuyorum. Binalar ve insanlar üzerime üzerime geliyorlar. İşe zor yetişiyorum.
Eğer çok daha şanssızsam otobüste yer bulmuş ve uyuyakalmış ve uyandığımda ineceğim durağı kaçırmış oluyorum. Dışarının kalabalığında, omuz darbeleri ile yolumu aça aça işyerine koşuyorum. Binalar ve insanlar üzerime üzerime geliyorlar. İşe zor yetişiyorum.
Eğer daha şanssızsam, geç kalıyorum.
Eğer daha da şanssız günümdeysem, şefimiz Nevin Hanımın yılan gibi bakışları, öldürür gibi "tısss"lamasıyla beni karşılıyor; "gene geç kaldınız" diyor. Kaşlarının biri kalkıyor, öbürü iniyor, göğsü astımlı astımlı çırpınıyor, hiç kimseyi beğenmiyor, çöreklendiği köşeden sokuyor lafı.
Öğlen arası tiz kahkahaları merdiven aralarından dökülüp üzerime üzerime düşüyor. "ben bu cezayı hakedecek ne yaptım" diye düşünüyorum.
Öğlen arası tiz kahkahaları merdiven aralarından dökülüp üzerime üzerime düşüyor. "ben bu cezayı hakedecek ne yaptım" diye düşünüyorum.
Akşam karanlığında işten çıkıyorum, karanlık otobüslerde, karanlık yüzlü insan yüzleri arasında, otobüslerin üstüne üstüne eğilen beton yığınlarının arasından geçe geçe eve gidiyorum. Herşey tıpkı bir kabus gibi. Herşey gerçek, bu kabustan uyanmak mümkün değil. Sadece uyurken mutlu oluyorum, annem sabahları önce beni uyandıyor, sonra kardeşimi. Kahvaltı etmeden önce, ayakkabı kutusunda, dut yaprakları üzerinde yetiştirdiğimiz ipek böceklerini seyrediyoruz. Bu rüyalardan uyanıp kabusumda geziyorum.
Bu sabah en şanssız günümdü. Otobüste uyuyakalmışım, son durakta indiğimde, otobüs şoförü uyduğum için bana kızgındı. Hemen indim. Başımı kaldırdım. Farklı beton binalar vardı. Şehrin farklı bir yerindeydim. Köşede beton binaların arasında tek başına derme çatma eski bir ev bahçesinde masum bir dut ağacı vardı sadece. Yok ama bu evi tanıyordum ben, yok bu dut ağacını da tanıyordum ben. Burada o kadar çok dut vardı ki eskiden, kardeşimle ben ipek böceği yetiştirirdik, babam kızardı, annem bizi dut ağaçlarının yanına getirir kendi elleri ile bize taze, körpe dut yaprakları toplardı Biz de onları bembeyaz kıpırtılı beyaz tırtıllarımıza yedirirdik.
Kabusum aralandı birden, içimi rüyalarımdakine benzeyen bir aydınlık araladı, kalbim sıcak sıcak atmaya başladı. Aniden hatırladım, buraları eskiden dutluktu.
Bu lafa da kıl olurum ne demek ya “buraları eskiden dutluktu” demek?
Aslında anlıyorum dutlukları anarak geçmişe özlemi kestirmeden anlatmaya yarayan bir kelime öbeği bu, geçmişe özlemin yanına şimdileri beğenmemeyi de iliştiriyor ucundan. "buraları eskiden dutluktu" derken “eski çamlar bardak oldu “ da diyoruz aynı zamanda biz doğayı seven insanlar. Bu türden, doğa insanlarına Güzin ve Baha'dan nostaljinin suyunu çıkartmaya müsait yanları olan şarkıyı yolluyorum efendim, en kaşar, en dutlukları yakmış üstüne beton yığınları dikmiş, betonu da azmiyle ortadan delmiş dj edası ile yan durup, göz kırparaktan.
Neden, nasıl, niçin bilmem
Bana eden bulsun demem
Rüzgar gibi geldi geçti
Buna neden belki hiçti
Sana sevgim artık soldu
Eski çamlar bardak oldu
Bana yalnız acı verdin
Sana sevgim bitmez derdin
Yalan olmaz aşktan yana
Yeni bir aşk gerek bana
Sana sevgim artık soldu
Eski çamlar bardak oldu
Aslında eski dutluklarımızın ve eski çamlarımızın ve hatta onların içinde yer bulduğu, serpilip dallanıp budaklandığı eski çamlıklarımızın akıbeti, yaşadığınız şehrin coğrafi özelliklerine göre değişik bitki, hayvan ve nesneler ile örtüştürülebilecek cümlelere ufacık bir deneme ile kolayca dönüştürülebilir:
"eskiden burada develer at koştururdu"
"eskiden buraları papatyalıktı"
"eskiden buraları söğütlüktü"
"eskiden burası ceylanların pınarı, şu köşe yaz köşesi bu köşe de kış köşesiydi" denilebilir pekala.
Dut ağaçları asil görüntüleri ile her gün bir gün daha yaşlanarak ömürlerine ömür katıyorlar ama öbür taraftan da bir çok talihsiz dut ağacı da maalesef kötü kalpli insanların pençelerinde hayatlarını kaybediyor. Bu sebeple artık eskisi gibi dutluk göremediğimiz gibi dut ağacına bile hasret kalıyoruz. Kim bilir kaç kişi farkındadır dutlukların sapır sapır hayatımızdan çıktığının, kim bilir kaç kişi farkındadır ipek böceklerinin dut yaprakları yerine mağrul yaprakları ile beslene beslene ürettikleri ipeğin kalitesinin düştüğünün. "Nerde o eski şallar, o ispanyol ipekleri, çin işleri, japon işleri ve o kırlentler, hani kuşlar ağaçlar.... " diyesi geliyor bir neslin.
Bu hayra alamet olmayan gidişle gün gelir ipek böceklerine "mağrul böceği" dersek ve hatta ipek böceklerinin üretiminden de artık ipek değil havlu üretirsek - hadi fazla kötümser olmayayım gene - bornoz üretirsek bunun hesabını kim verir bilmiyorum. Hatta gün gelir ipek böcekleri bize hesap sorarsa kimi muhatap alacak düşünmesi bile korkunç kabuslara gark ediyor insanı ağır geçmiş soğanlı, kıymalı börekli sabah kahvaltısı sonrası.
Benden ikaz etmesi yine de..
Laftan lafa atlıyorum işte böyle, kendimi Halet Rezaki gibi hissettiğim anlar oluyor. Geçen günlerden birinde manavın önünden geçerken gözlerim tezgahtaki dutlara takıldı. Beyaz duttular. Dutlara bakıp bakıp ağladım. Artık ne zaman bir manav görsem yolumu değiştiriyorum. İstediğim yerlere biraz geç varıyorum. Ama olsun...
Neyse efendim kafası karışık bir öykü kahramanı olduğum belli oldu sanırım, buralar bana dar gayrı, Nevin Hanım’ın sinirlerini daha fazla hoplatmayayım.
Bu yazıda belirtilmese de öykünün kahramanı Timurcan karakterini yaratmamda ilham veren “yukarı kayanın altında çöreklenenler” kabilesine teşekkürü bir borç bilirim.
Kabusum aralandı birden, içimi rüyalarımdakine benzeyen bir aydınlık araladı, kalbim sıcak sıcak atmaya başladı. Aniden hatırladım, buraları eskiden dutluktu.
Bu lafa da kıl olurum ne demek ya “buraları eskiden dutluktu” demek?
Aslında anlıyorum dutlukları anarak geçmişe özlemi kestirmeden anlatmaya yarayan bir kelime öbeği bu, geçmişe özlemin yanına şimdileri beğenmemeyi de iliştiriyor ucundan. "buraları eskiden dutluktu" derken “eski çamlar bardak oldu “ da diyoruz aynı zamanda biz doğayı seven insanlar. Bu türden, doğa insanlarına Güzin ve Baha'dan nostaljinin suyunu çıkartmaya müsait yanları olan şarkıyı yolluyorum efendim, en kaşar, en dutlukları yakmış üstüne beton yığınları dikmiş, betonu da azmiyle ortadan delmiş dj edası ile yan durup, göz kırparaktan.
Neden, nasıl, niçin bilmem
Bana eden bulsun demem
Rüzgar gibi geldi geçti
Buna neden belki hiçti
Sana sevgim artık soldu
Eski çamlar bardak oldu
Bana yalnız acı verdin
Sana sevgim bitmez derdin
Yalan olmaz aşktan yana
Yeni bir aşk gerek bana
Sana sevgim artık soldu
Eski çamlar bardak oldu
Aslında eski dutluklarımızın ve eski çamlarımızın ve hatta onların içinde yer bulduğu, serpilip dallanıp budaklandığı eski çamlıklarımızın akıbeti, yaşadığınız şehrin coğrafi özelliklerine göre değişik bitki, hayvan ve nesneler ile örtüştürülebilecek cümlelere ufacık bir deneme ile kolayca dönüştürülebilir:
"eskiden burada develer at koştururdu"
"eskiden buraları papatyalıktı"
"eskiden buraları söğütlüktü"
"eskiden burası ceylanların pınarı, şu köşe yaz köşesi bu köşe de kış köşesiydi" denilebilir pekala.
Dut ağaçları asil görüntüleri ile her gün bir gün daha yaşlanarak ömürlerine ömür katıyorlar ama öbür taraftan da bir çok talihsiz dut ağacı da maalesef kötü kalpli insanların pençelerinde hayatlarını kaybediyor. Bu sebeple artık eskisi gibi dutluk göremediğimiz gibi dut ağacına bile hasret kalıyoruz. Kim bilir kaç kişi farkındadır dutlukların sapır sapır hayatımızdan çıktığının, kim bilir kaç kişi farkındadır ipek böceklerinin dut yaprakları yerine mağrul yaprakları ile beslene beslene ürettikleri ipeğin kalitesinin düştüğünün. "Nerde o eski şallar, o ispanyol ipekleri, çin işleri, japon işleri ve o kırlentler, hani kuşlar ağaçlar.... " diyesi geliyor bir neslin.
Bu hayra alamet olmayan gidişle gün gelir ipek böceklerine "mağrul böceği" dersek ve hatta ipek böceklerinin üretiminden de artık ipek değil havlu üretirsek - hadi fazla kötümser olmayayım gene - bornoz üretirsek bunun hesabını kim verir bilmiyorum. Hatta gün gelir ipek böcekleri bize hesap sorarsa kimi muhatap alacak düşünmesi bile korkunç kabuslara gark ediyor insanı ağır geçmiş soğanlı, kıymalı börekli sabah kahvaltısı sonrası.
Benden ikaz etmesi yine de..
Laftan lafa atlıyorum işte böyle, kendimi Halet Rezaki gibi hissettiğim anlar oluyor. Geçen günlerden birinde manavın önünden geçerken gözlerim tezgahtaki dutlara takıldı. Beyaz duttular. Dutlara bakıp bakıp ağladım. Artık ne zaman bir manav görsem yolumu değiştiriyorum. İstediğim yerlere biraz geç varıyorum. Ama olsun...
Neyse efendim kafası karışık bir öykü kahramanı olduğum belli oldu sanırım, buralar bana dar gayrı, Nevin Hanım’ın sinirlerini daha fazla hoplatmayayım.
Öncelikle hoşgeldin. Ara açılmıştı.
YanıtlaSilBen de geçende pazara gittiğimde tezgâhta dut görünce duraksadım bir an. Dut satın aldığımızı hiç hatırlamam. Hep böyle ağaçtan silkerdik altına sofra bezi gerip. Ben tam bunları düşünürken tezgâhın yanından geçen hamile bir bayanın bakışlarına tanık oldum, içim daha da burkuldu. :(
Hoşbulduk.. Ya o ağaçtan dut yemeleri ben de özledim. Geçen sene yine bir fırsat dulup dut ağacından yemiştik, nasıl sevinmiştim. Şİmdi ancak pazardan ediniliyor.
YanıtlaSil:) Aklıma babanemin tahta evinde, kocaman bir tepsiye dizili dut yapraklarının arasındaki ipek böcekleri geldi. Üzerleri pamuk gibi yumuşacık olurdu, parmağımla dokunur severdim. Ama ayakları hep korkutucu gelirdi bana, elime hiç almamışımdır o yüzden. Babanemin tahta evi hala duruyor, evin önündeki dut ağacı da, ama artık yok ipek böcekleri. Neden bilmem...
YanıtlaSilBend e ipek böceği beslemiştim ilk okul yılalrımda, sonunda kozadan rengarenk bir kelebek çıkacağına tombul ve renksiz bir kelebek çıkınca biraz şaşırmıştım. O günleri andım. biz şanslıyız birkaç tane oğlumun anaokulu bahçesinde, epeycede işyerimin arka sokaklarında dutluklar var. Fakat öyle kirli ki dutlar, eksoz dumanı ve is içinde kalmış olduklarından toz mu yiyoruz dut mu anlaşılmıyor hatta iki yazdır hiç yemiyorum. Ama okulda altına naylon örtü veya çarşaf serip toplanıyor ve ikindi kahvaltısında çocuklara yediriliyor. Birde okul bahçesinde mandalin ve portakal ağaçlarımız var ki onlar da kış meyvesi oluyor. Gerçi oğlum çeşitli büyüklükte yeşil mandalin ve portakaları ceplerinde biriktirmeyi seviyor ama bu bile nimet bizim için gün geçtikçe, teknoloji geliştikçe...
YanıtlaSilİlk ipek böceklerimi hatırlıyorum eve dayım getirmişti bir ayakkabı kutusu içinde bir kaç dut yaprağı üstünde incecik ufacık beyalı siyahlı kıpırtılarına çekinerek yaklaşmıştım. Sonra alıştım büyümelerini saatlerce izlerdim. Rahatlatıcı bir etkisi vardı. Kozaya girdiklerinde de çıktıklarında da bir hayal kırıklığı yaşadığımı anımsıyorum.
YanıtlaSilŞİmdi nerde bulacağız ipek böceğini ve dut ağacını. Hadi bulduk diyelim her gün ağaç tepelerinde yaprak peşinde :)))
ben hala ağaçtan yiyen şanslı azınlıktanım sanırım. karşı komşumuzun dut ağacı ben kendimi bildiğimden beri var..
YanıtlaSilsabahları işe giderken sokağın belli bir bölümü dutla kaplı olup onlara basmamak için atlaya zıplaya yürürken, aç karnına bikaç dutu da mideye götürüyorum bugünlerde..
akşam da komşu bi tabak toplayıp yolluyor öyküye iyi oluyor..
yemek isteyen olursa, mevsiminde bekleriz buralara :)
dut hadisesi dışında, senin yazın.. epey bi hoş ve kafası karışık, sıkılmış bir adamdan :)
Ne şanslısın dut sefası sürebiliyorsun :))
YanıtlaSilAslında bir de kuru dut olayı vardır.. artık ona da pek rastlamıyoruz.
YanıtlaSilAslında bir de kuru dut olayı vardır.. artık ona da pek rastlamıyoruz.
YanıtlaSilVladimir, en azından öykü kahramanının dut yemiş bülbüle dönme riski yok:))
YanıtlaSilhaklısın Sem, konu sıkıntısı çekiyor belki ama laf sıkıntısı çekmediği aşikar. Dİl pabuç kadar maşallah :))
YanıtlaSil