25 Ekim 2013 Cuma

Carrie'nin Derdi

Carrie, Stephen King'in ilk çok satan kitaplarından. 1974 yılında yayımlanmasının ardından Brian De Palma yönetiminde sinemaya uyarlanmış, lise yıllarımızın akla ziyan filmlerinden olmuştu. 2013'te yeniden çevrildi. Başlıca rollerde ilkinde olduğu gibi iki iyi oyuncu var: Julianne Moore ve Chlöe Moretz... 
Lisedeki silik öğrencilerden Carrie, telekinetik güçleri olduğunu farkeder. 
Tanıtım filminden şu cümle geçer "Ya günün birinde herşeyi değiştirebilecek güce sahip olduğunu farkedersen?" 
İşte herşeyi değiştirebilecek güç bu filmin anahtarı. 
Din ile kafayı bozmuş, bağnazlık çıtasını gıdım indirmemekte kararlı annesinin baskılarından ve okulda kendisi ile alay eden tiplerden kafayı sıyırmış debelenen zavallı, ezik Carrie dizginleri kendince eline almaya kalkışınca olan olur. Bir lise dolusu insan ona ettiklerinin bedelini hayatları ile öderler. 
Politik doğruluk ile kafayı sıyırmış amerikalıların eğretilemelerinden biri bu film. 
Ezik, alay konusu, silik öğrencilerin babalarının silahını alıp kendisini kötü hissetmesine sebep olmuş çocuklardan, öğretmenlerden, büyüklerinden intikam alma çabaları son yıllarda ABD'de gündemden inmeyen olaylardan. Her yıl benzeri bir facia yaşanıyor. Hal böyle iken bu film eziklerin hayatlarının gidişatına dur demek için kendi silahlarını kuşanan ve ileride kuşanacak olanlara yapılmış bir güzelleme gibi duruyor. 
Filmi izleyecek olanlar, ekranda olan bitene kendilerini kaptırmadan evvel, lütfen akıllarından Columbine Lisesi'nden başlayarak tüm çocuk katliamlarını geçirsinler. 




Aslanım Benim

178 Numaralı İtirafımdır: 
Bunca yıldur ne zaman birisine "Aslanım benim!" dediysem hep MGM aslanının kastetmişimdir. Sonra da içimden "Nurlar içinde yatsın" diye iyi dileklerde bulunmuşumdur ki, meğer o aslan bir tane değilmiş. O aslan; Leo, Tanner, Jackie'ymiş. Dahası aralarında ismi konulmamış bir aslan bile varmış. 

Bir aslan kendine isim bile koydutmadıysa korkulur o aslandan arkadaş. 

Bundan sonra "Aslanım Benim" dediğimde o isimsiz aslanı kastedeceğim. Haberiniz olsun.  

Fotoğraf: MGM Aslanları


24 Ekim 2013 Perşembe

Hayaller ve Fasulyeler

Reklam dünyasının insanların anı dünyasını harabeye çevirmesini kanıksadık senelerdir. Yine de şarkı sözlerinin çikolata, araba, banka, çorba gibi ürünlerin isimleri ile yinelenmesi iç acıtmaya devam ediyor. İlk Mazhar'ın şarkılarını kırpıp reklam uğruna kuşa döndürmesi ile başladık sanırım bu acıyı tatmaya: TV'yi açmıştım ve en sevdiğim şarkılardan biri çalıyordu. "Bu sabah yağmur var İstanbul'da" diyordu alıştığımız ses ama anne sesi dinler gibi masum değildi artık. Gerisi geldi ve şarkı sözlerinin talanı büyüdü.

"Sweet Dreams" şarkısını ilk çıktığı sıralarda Annie Lennox'un sesine vurulmuştum. Eurythmics'i derhal takibe aldım. Yıllar geçse de şarkı benim için eskimedi. Farklı tarz ve türlerin kapısını benim için açmış şarkı olarak kaldı. O şarkının izinden yürüyerek yeni türleri, yeni grupları buldum. Sweet Dreams benim gibi bir çok kişiyi etkilemiş olmalı ki, yeniden kaydeden çok solist ve grup oldu (Nez dahil). Marilyn Manson'un yaptığı versiyon dışındakileri aklıma takmadım, duymazdan geldim. Ta ki geçtiğimiz günlere kadar. Bir kaç gündür ne zaman TV'yi açsam reklamlara denk geliyorum ve her seferinde sevdiğim bu şarkı sevilmesi mümkün olmayan biçimde kulağıma çarpıyor. "Sweet dreams are made of this" kısmını gençten, peltek bir ses okuyor. Kimin yorumudur bilmiyorum ama "Sweet beans are made of this" diyor yemin ederim size. Kendimi tutamıyorum, hayallerin fasulyelere dönüşmesi ile ilgili kurgular canlandırıyorum beynimde.     

Tablo: Lichtenstein - Sweet Dreams

23 Ekim 2013 Çarşamba

Şerburg Şemsiyeleri

Yağmur zamanı yakındır, şemsiyeleri saklandıkları yerden çıkarmak yararımıza olabilir. Hayatımda bir kez şemsiye kaybettim, şemsiye konusunda takıntılıyım. Döner son kez içeriye bakarım. İşte budur kaybetmeme sırrım. Kimisi de sık unutur, ne diyeyim. Unutulan şemsiye mutlaka birinin işine yarayacaktır. Müsterih olsunlar. 

"Eskiler alırım, şemsiyeler alırım".  

Eskilerden bir şemsiye şarkısı düştü aklıma. 

Catherine Denevue'ü görüntüleme sırası Jacques Démy'de bu sefer... 

Ve sene 1964... 

Ve Şerburg'dayız, 

Aman, şemsiyelere dikkat!...


Meraklısına Şarkılar:

15 Ekim 2013 Salı

İyi Şeyler...

Geleceğe, çocuklara, dağlara, taşlara, çiçeklere, iyi niyetli insanlara iyi şeyler dilerim. Bayramınız kutlu olsun. 





13 Ekim 2013 Pazar

Görünmez Kaza

İnsanların, hayvanların, nesnelerin, grup çalışmalarının sonunu getiren kazalar var. Ancak görünmez kaza diye bir şey yok. Hepsi görünür. Görünmez şeyler; izansızlık, dikkatsizlik, sorumsuzluk, umursamazlık, bakar körlük, edepsizlik, rezillik, ego yüksekliği, ego yüksekliği ile ters orantılı zeka düzeyi - kısaca beyinsizlik, hazımsızlık, ekelik, tekelik, inat, dediğim dedik çaldığım düdükçübaşılık, kepazelik, ahmaklık, zevzeklik, üç ay evvel gördüğünü yeni gördüğğünü sanıp üç ay sonrasına ertlemeyi cevvalik sanmak, tembellik, basiretsizlik vs. Bunları görüp de kazadan evvel söyleyenin kötü kabul edildiği coğrafyada elbette kazalara görünmez kaza denilecek. Tekerlek kırılınca yol gösteren çok olur. (Atasözlerimizin her birinde olduğu gibi buradaki isimler ve fiiller de sadece örnek olsun diye cümlenin içinden geçmektedir, birebir alakası olduğuna yormamak ehven olabilir. İhtimal bu ya) Ondan sonra ayıkla pirincin görünmez kazasını. :) 

Görünmez kazadan ziyade görünen eza diyorum ben bu salaklıklara. Gerçi benim de bu yaygın hastalığın farkına varmam yıllarımı aldı. Uçaktaydım ve kabin görevlisi önümde oturan kadına çay servisi yaparken aksi yönde oturan bir yolcu ile cilveleşirken benim arkamda oturan biri yüksek sesle:

- "Görünen kaza"

demişti ki, çay bardağı yolcunun üzerine olnca haşlaklığı ile...

O gün bugündür görünmez denen kazaları evvelden farkedebilecek biçimde etrafımda dönenleri izliyorum. Çoğunu olmadan görüyorum ve hiçbiri uyarılarımı dinlememiş oluyor. Hödüklüğü düzeltemiyorsun. 






10 Ekim 2013 Perşembe

Odur!

Göz bu. Torba değil ki, büzesin. Bir de algıda seçicilik illeti var insanın başına bela. İç alemlerini alır da dışına dışına vurur adamın. Kayar elbette göz, algılarının "bak" dediği yere. İnsan görmek istemediği yere bakar mı, yoksa gözlerini kapar mı?
Unutmayalım; bir atasözümüz der ki "Dervişin fikrindeki neyse zikrindeki de odur"





2 Ekim 2013 Çarşamba

Datça'nın Nesi Meşhur?

Beşinci Datça Öykü günleri yarın başlıyor,
Dördüncü Nihat Akkaraca Öykü Ödülleri etkinliklerin son gününde verilecek.
Üçüncülük ödülünü almak üzere orada olacağım.
5, 4, ve 3...
Rakamların bu şekilde dizilişi numerolojide bir şeye delalet eder mi bilemiyorum...
İlk kez Datça'ya gidiyorum, ilk kez yazdığım bir öykü ile ödül alacağım.
- "Heyecan var mı? "
- "Hafiften, yani evet."
"Ateş" isimli öyküm, "Fantastik Türk Filmleri Sözlüğü" isimli öykü dosyamdandı.
Hava yağmurlu olmasa keşke diyorum.
Yola koyuluyorum.
Datça'nın nesi meşhur? Bilmiyorum.





1 Ekim 2013 Salı

Babil Kitaplığı'ndan Kum Kitabı'na

Borges “Kum Kitabı” adlı öyküsünde kendisini andıran, Arjantin Ulusal Kütüphanesi’nden emekli bir adamın başına gelenleri anlatır. Kapısını çalan gizemli bir kitap satıcısı ona kum kitabını uzatır.

“Çantasını açıp, kitabı masanın üzerine koydu. Birçok elden geçtiğine kuşku yoktu. İncelerken, alışılmamış ağırlığı beni şaşırttı. Rastgele açtım. Tanımadığım bir el yazısıydı. Sayfalar oldukça yıpranmıştı, İncil'de olduğu gibi iki sütun olarak basılmıştı. Metinler sıkışıktı ve bentler halinde düzenlenmişti. Sayfaların üst köşelerinde Arap sayıları yer alıyordu. Asıl ilgimi çeken, örneğin çift sayfalardan birinin 40514 numarasını, karşısındaki tek sayfanın ise 999 numarasını taşıması oldu. O sayfayı çevirdim; arkasındaki sekiz haneli bir sayıydı. Sözlüklerde olduğu gibi bir resimle süslüydü; bir çocuk elinden çıkmış gibi, mürekkep kalemiyle beceriksizce dizilmiş bir çapa resmi vardı. 
İşte o zaman yabancı bana: 
"İyi bakın, bir daha asla göremeyeceksiniz," dedi. 
Tam o sayfayı işaretleyip kitabı kapattım. Hemen yeniden açtım ve boşuna çapa resmini aradım sayfa sayfa.
Bir sır vermek istermişçesine sesini alçaltıp: 
"Bu cildi," dedi, “ovaların ortasındaki bir kasabada bir avuç rupi ve bir İncil karşılığında satın aldım. Sahibi en alt kasttan biriydi, okuma yazması yoktu. Kitabın adının Kum Kitabı olduğunu söyledi, çünkü bu kitabın da, kumun da, ne başı var ne sonu.” 
Benden ilk sayfayı aramamı istedi. 
Kendimi boş yere zorluyordum: Kapakla başparmağım arasında her zaman birkaç yaprak kalıyordu.
"Şimdi sonuncuyu arayın."
Denemelerim başarısızlığa uğradı. Artık kendi sesim olmayan bir sesle, dilim dolaşarak: 
"Bu olanaksız," diyebildim. 
"Olanaksız, ama gerçek. Bu kitabın sayfalarının sayısı tam olarak sonsuz. Hiçbiri ilk değil, hiçbiri sonuncu değil.

Kitap kendisine kalır ancak aylarca inziva çekilip kitapla baş başa kaldıktan sonra kitaptan kurtulmayı başarır.

Jorge Luis Borges, öyküde adı geçen kitaba daha sonra başka bir kısa öyküsünde, “Babil Kitaplığı”nın bir paragrafında yer verir. Devasa kütüphanelere gerek olmadığını, kitaplardaki tüm bilgileri içeren sonsuz sayıda sayfadan oluşan bir kitaba sahip olmanın hayalini kurar.

İlk okuduğum zaman, yani doksanlı yılların başında bana doğal olarak fantazi gibi gelmiş bulunan bu iki öykü günümüzde artık birden fazla biçimde gerçekliğe kavuştu. Başı sonu okuyana göre değişen kitaplar ya da bir kutudan çıkan oyuncak formlarını uygulayarak bunu deneyenler oldu. Bilginin elektronik ortama aktarılmasının kaçınılmaz sonucu olarak evlerde kitap yığınları biriktirmeksizin okuma keyfi yaşamanın yolları çeşitlendirildi. Bilgisayarların okumalar için pratik hale getirilmesi ile belki de bir ömür boyu uğraşsanız içindekileri okuyup, bitirmeyi başaramayacağınız, parmağınızın bir kaç dokunuşu ile istediğiniz kitaba geçebileceğiniz elektronik kitap kullananların sayısı hızla artar oldu. Yeni bir kitap aldığı zaman sayfaları burnuna yaklaştırıp kokusunu içine çekmeyi seven kitap severler için soğuk ve itici gelse de, daha ilk denemelerinde eski okuma alışkanlıklarını geride bırakanların sayısı hayli fazla.