18 Mayıs 2013 Cumartesi

Fotoğrafların Dili Olsa...

Duvarların dili olsa derler, neler neler anlatırdı. Konuşan duvar görmedim ama duvarlara konuşanları çok gördüm. Benim de duvar mı insan mı bilinmezlere konuşmuşluğum oldu zira. Duvarları geçelim de fotoğraflara gelelim. 

Fotoğrafların dili olsaydı...

Mesela şu aşağıdaki....

Ne anlatırdı?



Yolcu (The Passenger) filminin setindeyiz. 

Maria Schneider karşıya bakıyor. Jack Nicholson'ın başı önde belli ki biraz sonra söyleyecelerini içinden tekrar ediyor. Dikkatini toparlamak için  "piyano için beş kolay parça"dan bir tanesini mırıldanıyor olması ihtimal dahilinde. Hal böyle olunca Michalengolo Angelo'dan gelen çekime geçilmeden evvel gelen son direktifi kaçırıyor. 

Jack Maria'ya soruyor:
- Ne dedi?
Yanıt hemen geliyor:
- Bas gaza Jack..



Bu sözlerin üzerine daha fazla ne denir?

Meraklısına filmler diyor ve susuyorum.

Meraklısına filmler:

17 Mayıs 2013 Cuma

Süs

İnsanlar bazen olduklarından farklı görünüyor, bazı insanlar ise daima olduğundan farklı davranıyor. Kendi seçimleri... Beni bağlamaz. Sahte insan tutmam etrafımda.

Bazı insanlar da olduklarından farklı görünmeyi eğlenceli biçimde başarabiliyor. Onlara sözüm yok. Mesela aiağıdaki resime dikkatle baktığınızda, büyük ressam Pablo Picasso'yu göreceksiniz. Kendine Temel Reis süsü vermiş.


16 Mayıs 2013 Perşembe

Karanlık - III

"Kim ki canavarlarla dövüşmeyi göze alır, sonunda bir canavara dönüşmeyi de göze almalıdır. Değil mi ki, derin karanlığa uzun süre bakanın karanlık da bakar ruhuna.

F. Nietzche



Karanlık - II

Karanlığı nasıl tarif edersiniz?

Çok uğraşmaya gerek yok çünkü karanlığın en başarılı tariflerini geçtiğimiz günlerde elle çizilmiş bir karikatür ile dijital biçimde manipüle edilmiş bir fotoğraf karesi yaptı zaten. İlkinde; yani karikatürde, gözleri bağlanmış bir adam yüzü televizyona dönük oturmuş, ekranda ise ağzı bağlanmış bir adam vardı. Konuşması engellenmiş anlatıyor, görmesi engellenmiş bakıyordu. İkincisi ise bir fotoğraftı. Televizyonun karşısına geçmiş bir adam, ekrandan görünen güllük gülistanlık bir Reyhanlı resmine bakıyordu. Resmin arkasında ise patlama sonrası kan gölüne dönmüş, dumanı tüten bir kent enkazı vardı.  

Karanlığı bu iki görüntüden daha iyi ne anlatabilirdi?

Kendi ülkemiz sınırları içindeki Reyhanlı'ya dair bilgileri yabancı basından izleyerek karanlığın içinde bir iki ışık huzmesine yol açabiliyoruz ancak. Birileri elli diyor, elli bir diyor; diğerleri yüz yetmiş. Bunlar ölü sayısı. Kaç adet olduğu çok önemli mi? Bir kayıp bile korkunç. Niye böyle büyük bir risk yüklendi bu halkın sırtına? 

Karanlığa değen ışık, aydınlığa yol açıyor.

Karanlık başka yerlerden de deliniyor o zaman. 

Amerika Birleşik Devletleri'nin Suriye'deki Direnişçi Gruplara 250 milyon Amerikan Doları yardımda bulunduğu söyleniyor.

Nisan ayından beri Time Dergisi'nin doğruluğunu teyid ettirmek için uğraştığı bir video var. 27 saniyelik bir vahşet.

Vahşi videoları izlemek istemiyorum.

Bir kaç sene önce bir tanıdık telefonuna gelen bir mesajı izletmek istemişti. Irak'da milis kuvvetlerince esir alınmış amerikalı bir askeri gösteriyordu. 20'li yaşların başındaki bu amerikalı genç asker dizleri üzerine oturtulmuştu ve tir tir titriyordu. Kendi yaşlarındaki bir şalvarlı genç bıçağı boynuna dayadı ve kafasını kopardı. Bu video kimlerin telefonundan kimlerinkine gidiyordu. İzleyenler niçin mutluluk kahkahaları atıyordu. Bana videoyu gösteren kişinin orta okula giden bir oğlu vardı. Vahşete bakmak, vahşete tapmak bu olsa gerekti.

Vahşet görüntülerini izlemediğimi söylemiştim. Suriye'dekini de izlemedim. Ama içeriğini yabancı haber kanallarından öğrenmiştim zaten:  Suriyeli rejim karşıtı grup komutanlarından Ebu -Sakkar ismi ile de bilinen Halit el Hamid Esad ordusu mensuplarından birinin ölü geçen bedeninin yanına gidiyor. Bıçak bıçak darbesi ile göğsünü deşip, iyi ce kesip kalbini söküp alıyor. Kendisine tezahürat yapan yandaşlarının Allah ü Ekber çığlıkları arasında kalpten kocaman bir ısırık alıp çiğniyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nin yardım paralarının böyle insanlara gitmiş olması o ülkenin vatandaşlarını huzursuz ediyor.

Şimdi nasıl bir taraf olma hali içindeyiz biz?

Bebek ölülerine üzülebiliyoruz da, daha düne kadar kardeşi, komşusu, din kardeşi, dostu olan insanlara aç yamyamlara kızamıyor muyuz?

Başka ülke vatandaşları neden önceliklerimiz arasına alındı?

Öncelikler arasında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ve onların güvenlikleri kaçıncı sırada?

Biliyor muyuz?

Bilen var mı?

Duygusal mı ülkemizin reaksiyonları, bekleyişleri?

Bu mudur?

Karanlık mıdır? 

Meraklısına Linkler:

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Karanlık

Suçlusunuz. 

Cezanız belli oldu. 

Belirsiz bir süre daha karanlığa bakacak, karanlığı konuşacaksınız. 


12 Mayıs 2013 Pazar

Hepsi Sadece Bir "Ses"

Her meslek kendisine yıllarını vermiş çalışanlara bir, ya da bir kaç armağan olur. Bir şekilde iz burakır yaşamlarda. Yolun başındaki genç insan fark etmez kendipayınadüşecek armağanı. Birisi uyarsa bile dikkate almaz.. 

Cevaben der ki:

"Bana bir şey olmaz.!"

Olur, mesleği herkeste bir iz bırakır. Bendeki iz mesela telefonları umursamamak oldu. Bangır bangırçalan onlarca telefonun ortasında beni bıraksanız hiç tepki vermem telefon seslerine karşı şerbetlendim. Duymuyorum. Bakmıyorum. Eskiden telefon var mıydı avasında geçiyor günlerim. En azından kötü haber almıyorum. 

Yıllarca telefona yapışık işhayatı olunca böyle oluyormuş sonu kimisinin demek ki. Üniversiteden yeni çıkmış bir yaze mezunken bana gelecekten haber olarak biri bu durumumu anlatsaydı asla, kesinkes inanmaz ona şöyle derdim:

"Bana bir şey olmaz!"

Cep telefonuma iltimaz geçiyorum ona arada cevap veriyorum. O da cebimdeyken çalsa duymam, sadece telefon elimdeyken çalacak olursa cevaplıyorum. Nadir telefon cevaplayan biri iken ben bile call cnter zulmünden payıma düşeni alıyorum. Artık 850 ile başlayan numaraları belleyip asla cevaplanmaması gereken numaralar olarak zihnime kazımışken ne olduysa üç dört hafta kadar önce kendi rızam ile yanıtladım 850 ile başlayan numarayı.

Arayan banka idi.

Kalitelerinden gıdım tavizvermez ya bunlar,telefonun öbür ucundaki ses özgüven ile ilgisizlik karışımında bir tondan adını vererek, konuşmamızın kaydedileceğini söylediği anda şimşek çaktı beynimde. 

"Hayır kaydetmeyin" dedim. 

Mesleğimin bana verdiği ikinci armağan bu: istersem nsanları şaşırtabilirim.

"Neden?" diye sordu ses.

"Ben" dedim "çağrı merkezinde çalışanlar ile ilgili biröykü yazıyorum, size bir kaç soru sormak istiyorum.""

Kısa bir sessizlikten sonra, ses konuştu. Karasızdı, kimse onu telefonda kendisine yöneltilelecek garip sorulara karşı uyarmamışolmalıydı.Kesin oryantasyon kursunda okıdığu kurallar listesini anımsamay çalışıyordu. Fala düşünüp hayır demeden evvelbir şey söylemeliydim.

"Bakın dedim pis bir şaka yapmıyorum. Sizleri anlatacağım. Ne kadar gerçekçi olursa o kadar iyi değil mi? kaydetmeyin işte. Farzedin beş dakika mola verdiniz. Konuşmamızı kaydetmeyin size brikaçsoru soracağım."

Tereddüdünden vazgeçip derin birnefes aldı. aklıma gelen soruları birbiri ardına sıraladım. Yanıtlarında içten olduğu  sıcak ses tonundan belliyidi. Soracaklarım bitince teşekkür ettim. Sesimizi kaydetmeye başladı. Görecvini iyi yapıyordu, ancak yeni bir kredi kartına ihtiyacaım yoktu.

Ondan sonraki günlerde telefon elimde bekledim. Soracağım soruları hazırladım. Çoğalttım. Benimle konuşmaya ikna olan tüm çağrı merkezi çalışanlarının yanıtlarını soruların altına konuşma anında elimle yazdım.İu ana kadar on iki kişiden yanıt alabildim. Soruların yanıtları biri hariç birbriine çok benzemiyor ancak bir soru var ki yanıtı hep aynı.

"Müşteriler hakkındaki düşünceniz nedir?"

Onlar birer ses. Kibar insanlarla konulurken bazen ağlayacak gibi oluyorum. Edepsiz, aşağılayıcı, küfürbaz "insanları ve bir dekibar insanlar biraz iz bırakıyor bende. Onun dışndaki herkes, hepsi sadece bir ses."



11 Mayıs 2013 Cumartesi

Alçakgönüllüleri Bekleyen Tehlikeler

Alçak gönüllülük hoş bir şeydir. Ancak alçak nüfusunun yoğun olduğu coğrafyalarda edinenlerin hali yamandır. Behçet Necatigil'in şiirinde dediği gibi "Çekingen, tutuk saygılı, bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı" O yüzden alçak gönüllü olanların kendilerini bekleyen tehlikeleri asla akıllarından çıkarmamaları, gerekirse mütevazı tutumlarından ortan gerekli kılmadan az evvel sıyrılarak arada bir dellenmeleri hayli yararlarınadır. 

Alçak gönüllüleri bekleyen en büyük tehlikeler:

1 -  Diyelim ki büyüklerinize, iş yerinizdeki amirlerinize karşı saygılısınız, her kese karşı alçak gönüllüsünüz. Başarılarınızla, yeteneğinizle övünmeyi ayıp sayıyor, kendinizi pazarlama yönünde suskun kalıyorsunuz. Bu durumda sessizliğiniz saygınız sizi kendi gözüne kestirmiş rakipleriniz tarafından aleyhinize kullanılacak sizleri her fırsatta amirlerinize fiştekleyip pısırık olmakla suçlayacaklardır. Ayrıca sürekli kendini methedip, yapmadığı işleri kendilerinin gibi gösteren insanlar ikide bir de amirlerinizin yanına gidip ne kadara başarılı olduklarını anlatacak, araya önemli, isimleri sokmaya asla çekinmeyecek, kendileri en kısa zamanda yükselmezler ise amirleri pişman edebileceklerine dair bir şirretlik tehdidi yayacaklardır ortama. Budurumda terfi günü geldiğinde alçak gönüllü, yani etrafı tarafından pısırık addedilen vur ensesini al lokmasınnın hakkı yenilecek, gerisinden gelenler Üsküdar'ı bir hamlede geçeceklerdir. 

2 - Alçak gönüllülüğünüz en belirgin özelliklerinizden mi? Etrafınızdakiler sizi burnu havada, kibirli zannedeceklerdir. Suskun ve saygılı tutumlarınız kendinizi etrafınızdakilerden üstün gördüğünüze ve onları beğenmediğinize yorulacaktır. Bu halinizle etrafınızdakiler arkanızdan aklınıza hayalinize gelmeyecek laf çemberleri çevirecekler ve sonunda bir gün gelecek bu çemberler sizin ayağınıza takılacaktır. 

3 - İnsanların işlerine karışmıyor, arkalarından konuşmuyor;sadece işinize bakıyor, etrafınızdakiler ile  ilişkilerinizde sakin, gürültsüz ve uyumlu musunuz? Her fırsatta hakkınız yenecektir. Alçak gönüllü sessizliğiniz enayiliğinize ve haksızlıklar karşısında suskun kalacağınıza yorulacaktır. Günü geldi kendiniz ezdirmediniz mi? Bir anda haklı iken haksız konumuna düştüğünüz göreceksiniz. 

4 - Ortamı ne olursa olsun sizden yaşça büyük olanlara ve iş yerindeki büyüklerinize karşı saygılı ve alçak gönüllü müsünüz? Bu kendinizi onlardan büyük gördüğünüze yorulacak ve sizinle çaktırmadan uğraşmayı marifet sayacaklardır. 

5 - Başarılı biri misiniz? İşleriniz hızlı ve hatasız mı üretiyorsunuz? Ortaya çıkardığınız ürünler hersinkinden daha özenli, hatasız ve güzel görünümlü mü? Alçak gönüllü olmak yapacağınız en büyük hatadır. Arada çıkıp en iyisini kendinizin yaptığını haykırmadıkça içinde yer aldığınız embesil sürüsü size için için düş bileyecektir. Arada başarılarınız kafalarına vurmaz iseniz hakkınız hep yenecektir.

Hakkınızın yenmesini, ayağınıza sürekli taş koyulmasını istiyorsanız alçak gönüllü olmaya ara ara ara verin, şirret olun, edepsiz olun, görgüsüz olun. Kazanan siz olacaksınız. 


Meraklısına Linkler:  

10 Mayıs 2013 Cuma

Ne Demek Bunlar?

Canımdan çok sevdiğim değerli ve biricik Zambiya'lılar!

Resmi iyice inceleyiniz ve biriniz bana açıklayınız lütfen.

Ne demek Sevgi Peteği?
Ne demek Hıçkıran Gitarlar?
Peki ya Sedef Prens, Pembe Meltem?
Dahası Akdeniz Rüyası nedir?
Hatta ve hatta ne anlama gelir "Ehven ve Rahat Fiyatlar"?
Fotoğraftaki bilimum isim ve sıfat tamlaması, hatta ilk mısrada rakiplerine ayar çeken "Gerçek Sanatçı" lafı ne ola ki?





9 Mayıs 2013 Perşembe

The Andromeda Strain

Seneler önce evimizdeki kitaplıkta bulmuştum The Andromeda Strain'i. O zamanlar ortaokul öğrencisiydim. Bir solukta okumuştum yakın gelecekte olabilirliği hayli yüksek olan romanın içeriğini. Michael Crichton isimli yazarı böylelikle tanımıştım.

The Andromeda Strain Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ufak, tatnınmamış hayli sıradan bir kasabaya düşen bir uyduyu anlatıyor. Uydu beraberinde Dünya üzerinde bilinmeyen bir mikroskobik canlıyı da beraberinde getirmiştir. Bir saat içinde iki kişi hariç kasabanın nüfusu ölür. Sağ kalanlar bir bebek bir de yaşlı bir alkoliktir. Yerleşim alanı derhal karantinaya alınır ve yer altındaki bir labaratuvarda dış dünyadan yüzdeyüz izole edilecek bir bilim ekibi ölümlerin sebebini ve hatta mümkünse bu tehdidin aşısını bulmak üzere görevlendirirlir. Dış dünya ile bağlantı sıfırdır sadece sebebi ve aşıyı bulacaklardır. Dışarıya çıkıncaya kadar bağlantıları yoktur. Virüs, mikrop, bakteri, her neyse labaratuvar ortamında serbest kalacak olursa tüm tesis atom bombasına dönüşerek bir kaç dakika içinde kendisini imha edecektir.

Konu bu olunca kitabı bir solukta bitirmeme şaşırmamalı. 



Çok beğendiğim bu kitabın filmini bir kaç sene evvel izledim. Yönetmeni Robert Wise 1942'den itibaren önemli filmler içinde yer almış. Farklı türlerde üretmiş çalışkan bir yönetmen en tanınmış filmleri şunlar: Rooftops, Star Trek: The Motion Picture, The Sound of Music, West Side Story, The Day the Earth Stood Still.

1971 yapımı The Andromeda Strain'dealışılmadık işler yapıyor Bay Wise. Şimdiki Holywood filmlerinde göremeyeceğiniz cehennemi andıran bir sahne ile açılıyor film. Ardından Özel kıyafetleri içindeki araştırma ekibi giriyor kasabaya. Terkkedilmiş görünümlü bu yerde, ölmüş insan bedenlerini gözler usul usul farkediyor. Sokaklardaki ölü insanlar, benzinlikte bisikleti üzerindeki çocuk bedenine kadar her şey sıradan. Filmi inandırıcı kılan, dehşeti elle dokunulacak denli sahici kılan da i şte kasabadaki ölülerin yaşlarına bakılmaksızın her yerde karşımıza çıkması. Sanki bir patamda lavın altında kalmış Pompei gibi insanlar gündelik yaşamın içinde iken aniden, yoklar. 





Film uyarlandığı öyküye sadık. Ancak görsellik kitabı okuyan bir kişinin hayal edebileceğinden daha fazla üzerimde çalışılmış. Bu hali ile kitabı bir adım daha ileriye taşıyor. 

2008 yılında TV için yapılan uyarlam aise tamamen hayal kırıklığı. 1971 yapımı bu film kesinlikle iyi bir bilm kurgu filmi.


 
The Andromeda Strain - 1971 - ABD
Yönetmen: Robert Wise
Senaryo: Michale Cgricton'un romanından Nelson Gidding

Oyuncular:
Arthur Hill
David Wayne
James Olson
Kate Reid
Paula Kelly

Meraklısına Linkler:

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Yalnızlık Çoğaldığında...

Kimi insanların kedilere düşkünlüğü çok fazla. Birden fazla kediye yer var yaşamlarında. Öyle iki, üç filan da değil. Çok sayıda kedi. Evime giden yolda bir kadın mevsimmler değişse de her akşam aynı satte elinde bir tencere ile iniyor sokağa. Ağacın dibinde onlarca kedi bekliyor onu. Kadının saati hiç şaşmıyor. Kediler biliyor: saat tam sekizde ciğerci kadın gelecek.

Amerika'da polis 84 yaşındaki bir kadının evine komşularından gelen şikayet üzerine giriyor. Kış olmasına rağömen berbat bir koku sarmış her yanı. İçeride 50 kedi, 20 ördek ve farklı cinslerden bir çok hayvan var; mesela hindi, mesela köpek. Kadına soruyorlar neden bu kadar çok hayvan diye.

Kadın yanıt veriyor: "Bir tek kedilerim üzerime yattıklarında soğuğu hissetmiyorum."

Evin içi hayvan sidiği kokuyor. Derin dondurucuda iki ölü kedi bedeni var.

Doğru soru hangisi?
Bu ne dinmeyen soğuk?
Bu ne çok yalnızlık?



7 Mayıs 2013 Salı

Zalim Bulut

Üzerimizde zalim bir bulut var ve biz çorak bir diyarda yaşıyoruz. Her gün dualar ediyoruz yağmur yağsın diye. Bulut bir görünüyor, göğümüzü kaplıyor. Sonra bir rüzgar çıkıyor, bulut bizi bırakıyor. Çorak bir yer burası. Aylardır bir damla yağmur yağmadı. Tepemizdeki bulut tıpkı bir balığa benziyor.






6 Mayıs 2013 Pazartesi

Sekizinci

Kaçmamışken yapraklara
İşin öncesinde pazarlama okulunda
Bahtsız, talihsiz, riskliydi bedevi
biteviyeydi hançer izi
kalp kapısı örümcek
Suskun imge... kraliçe

Sana nohut verdim
Okyanus oldu kitap
Öğüt nedir sor
Yapmak
defalarca vefa borcu
Unutmak
Simge hande ve püskül
Sen
Kötücül beton
Hani bitti mi bilgelik?

Çok çocuktu
Sustu



Dadaist üretimlerde bulunmak bazen hoşuma gidiyor. Ortada o kadar çok şiir ürettiğini sanan ancak tumturaklı ifadeleri ard arda dizen dolu ki... Üstelik bunların bir bölümü şair olarak itibar görmüş kimseler. Her hangi bir insanın sözlük ruleti oynayarak şiir üretebileceğine inanıyorum. Üstteki tutmturaklı "şeyi" yazarken izlediğim yöntem şu oldu. Kendi blogumdaki son gönderiden başladım. "Sonraki Blog" tuşuna basarak karşıma çıkan bloglardaki son gönderinin en başından sayıp sekizinci kelimeyi aldım. Kelimelere hiç dokunmadım bulundukları sayfalardaki hallerini aynen korudum. O arada facebooktan bir arkadaşımla konuşuyordum, o da pazarlama ve yapmak kelimelerini vererek katkıda bulunda. Alın size şiir. Kasmaya, kasıntılı olmaya, ağza pipo, çeneye keçi sakal, tepeye kasket takmaya, fular kuşanmaya gerek kalmadan da uydurup uydurup söylenebilir.

5 Mayıs 2013 Pazar

Hıdrellez Gelmiş


Seneler evvel henüz Kordon Boyu'nda deniz uzaklara kaçmamışken ve bu satırların yazarı daha üniversitede bir öğrenci iken; içine merak olur düşer, hıdrellez akşamının ertesinde kordondaki dilek kağıtlarında neler yazılı olduğu. Alır yanına bir kaç arkadaşını. Saat henüz sabahın körüdür, deniz minik çırpıntıları ile akşamdan suyun üzerine salınmış dilek kağıtlarını kenara kenara ittirmektedir. Uzanır eli denize. Bir avuca ne kadar sığarsa o kadar dilek kağıdını çeker alır denizden. Pasaport'ta çay içerken okurlar dilekleri; hüzünlü dilekler, naif dilekler. Açar, okur denize atarlar, gerisin geriye. Ama son bir dilek vardır ki o takılı kalır onun ve arkadaşlarının zihinlerine, hem de yıllarca. Şuna benzer bir şeyler yazmaktadır tuzlu ve ıslanmış kağıtta: "Sevgili Hızır; Mutluluk, bol para, sağlık, ev, araba, iki tane de sağlıklı çocuk ver bana. Her şeyim olsun. Görümceme hiçbir şey verme o beni hep kıskansın, çatlasın." Naif mi naif ama bir o kadar da haset gizli bu dileği kim unutabilir. Umarım Hızır görmeden evvel bizler görmüşüzdür de bir başkasının mutsuzluğuna bir kıyısından mani olabilmişizdir. 


Hıdrelez’iniz kutlu olsun, salıncakta sallanmayı, ateşlerden atlamayı ve bu akşam gün batarken gül ağaçlarını ziyaret etmeyi sakın unutmayın.




Resim: Yiqi Li - Wishing Tree 8

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Editörün Geyiği

Kentimizin noksanlıkları birer birer gideriliyor. 

Artık editörlük seminerimiz de var.

Arkadaşlarımızdan bir tanesi böyle bir seminerde hangi konuların aktarılabileceği hususuna kafayı takıp, seminere katılmayı aklına koyunca geyiğin ortasına düştü. Aslında bir seminere katılıp da editör olmaya yetecek alt yapıya konacağını sanmak sanırım saflık olmalı. Bir yerde saf varsa orada açık göz de olur. Açık gözün niyetini çözmeye çalışmak en doğrusu olur kanısındayım. Editörlük yoğun çalışmayı gerektiren meşakkatli bir iş, ayrıca okumayı sevmek ve bilinçli okumayı bilmek de gerekir diye düşünüyorum. Ayrıca kişilik sahibi olup, yazılardaki kişilikleri de okumayı becermek lazım. Bunların hiç birisi kursun verebileceği şeylerden değil. 

Biz dönelim geyiğimize.

Artık editör oldun bizi beğenmezsin...
Bizimle gezmez, bizimle tozmasın, bizimle selamı da kesersin sen.
Editörlerin en sevdiği renk, şarkı, şiir, yazar, çizer, bozar, dahası araba modeli nedir?
Editörün tuttuğu futbol takımı hangisisidir?
E peki siz editörler nasıl diyorsunuz?...
Editörlerin yazar aday adaylarıyla birlikte görülmesi caiz midir?
Yumurtadan çıkmış, editör olmuş, kabuğunu beğenmemiş. 

Sanırım bu en sonuncuyu dememeliydik. Bu kadar çabuk pes edeceğini hesaba katmamış olmalıyız ki, arkadaş seminere katılmaktan vaz geçti. Ama emin olun, niyetimiz onu caydırmak değildi. Biz azıcık makara yapalım dediydik. 




3 Mayıs 2013 Cuma

Bu Filmin Kötü Adamı Vatanseverlik

Bazen günümüzde olan biteni seneler önce çekilmiş bir filmi ya da tiyatro eserini izlediğimizde daha iyi anlayabiliriz. Kısa bir süreliğine dahi olsa olağan kabul ettiklerimizden gözlerimizi ayırıp farklı bir atmosferi solumamız etrafımızı çeviren kabuğu ve onun dışında cereyan edenleri daha net biçimde görmemize yardımcı olur. Nüremberg Duruşması isimli filmi izlerken bunu bir kez daha anladım. 

Nüremberg Duruşması, Stanley Kramer tarafından yönetilmiş 1961 yapımı bir film. Kramer çalışma hayatı boyunca "günümüzde ve yakın geçmişte olanları gelecek nesillere tarafsız biçimde aktarmalıyız" mantığı ile filmler üretmiş bir prodüktör ve yönetmen. Hal böyle olunca elini attığı film ülkesinde ses getirmiş. Bir çok Holywood stüdyosunun yapmaya çekindiği senaryo onun elinde beyaz perdeye yansımış. Seçtiği konular; nükleer tehlike, ırkçılık, faşizmin sonuçları ve etkileri, hırs, evrim teorisi, yaratıcılık etrafında şekillenmekte.  

Nüremberg Duruşması bol yıldızlı bir film ancak yıldızlı filmlerin düştüğü tuzaklara sağlam senaryosu nedeni ile düşmüyor, filmde boşa harcanmış bir tek an yok. Dış çekimler Nuremberg'de iç çekimler Holywood'da gerçekleştirilmiş. 1948 yılında savaş suçluları yargılanmaktadır. Nazi yönetiminin üst kademesindekiler yargılanmış, sıra bir alt kademeye gelmiştir. Film 1935 - 1945 yılları arasında hakimlik görevinde bulunmuş kişilerin yargılanma sürecini anlatmaktadır. Kanunları uygulamış bu kişilerin geçmişleri ortaya serilir. Amerika Birleşik Devletleri tarafından göreve getirilen Baş Hakim Dan Haywood (Spencer Tracy) kendi ülkesinde nüfuzunu kaybetmiş, emekliye ayrılmıştır. Bir yandan ülkenin savaş zamanındaki dinamiklerini anlamaya çalışmakta diğer yandan vereceği kararın adil olabilmesi için  o güne kadar inandığı değerleri günün koşulları ile kıyaslamaktadır. Almanya'da halk artık amerikalıları istememekte, mahkeme salonuna tanıklık yapmak üzere çıkanların evleri geceleri taşlanmakta, duruşmanın seyrine önemli katkıları bulunacak insanlar şahitlik etmeye çekinmektedir. Öte yandan Rusya'nın Çekoslovakya'yı işgali Amerikalıların Almanya'nın yakın geçmişi ile yüzleşmesi konusundaki sıkı tutumunun gevşemesine neden olur. Artık rüzgar farklı yünden esmekte ve aylar süren duruşmanın sonucunda hafif cezalar çıkması beklenmektedir. Kirli geçmişte olanlar Nazi döneminin kanunlarına göre olmuş bitmiştir kurcalamanın alemi yoktur. 


Nazi Almanya'sında masum insanları suçlar icad ederek ard arda yargılayan bu adamların yargıladıkları insanları bekleyen akıbetten haberi yok mudur? Milyonlarca insanın mahkemelerden geçirilip ölüm kamplarına gönderildiğinde haberleri nasıl olmaz? Öte yandan Churchill'in 1935 yılında verdiği demeçlerde Almanya'nın yükselişini gıpta ile işaret edişi yargılamaların yapıldığı gün bakıldığı zaman suç değil midir? Şimdi ülkeye çeki düzen vermeye çalışan ancak zamanında Alman iş adamları ile ortaklık kuran Amerikalılar olan bitene seyirci kalmakla suç işlememişler midir? Nazi dönemindeki mahkemeler suçlu yaratmayı hedeflemiş birer sirk ise nazi hakimlerini, yargıçlarını yargılayan Amerikan bayraklı mahkemenin o sirkten ne farkı vardır? Film ilerledikçe suç, suç ortaklığı kavramları birbirine karışır. Öyle bir noktaya gelinir ki filmin kötü kahramanı "vatanseverlik" olur. Körü körüne bir vatan sevgisi ile önüne geleni sınıflandıran, kendinden olmayanı yok eden kitleler yaratmış bir vatan sevgisidir bu.  

Filmin asıl hedefi izleyicinin kendisine sorular sormasıdır.İzleyici sorar ve yanıtlar arar. Film yanıtları vermez. Finalde seyirci kendi yarattığı sorular ile hesaplaşacaktır çünkü. Film bitip yazılar geçmeye başladığında naif, dürüst, adalet diye bir şeyin varlığına inanan her insan ufak bir şok yaşar. Filmin en vurucu anı finalde ekrana düşen minicik bir cümledir. 

Filmin büyük bölümü daracık bir mahkeme salonunda geçiyor. Böylelikle izleyici şahitlerin ve sanıkların yaşadığı ruhsal  sıkıntıyı birebir, yakında gözlemleyebiliyor. Nazi döneminde Adalet Bakanlığı da yapmış Emile Janning karakterini canlandıran Burt Lancaster bulunduğu her sahnede arka planda otururken dahi, diğer oyunculardan rol çalıyor. Canlandırdığı karakter konuşmamayı seçmiş bir kişi, gözleri ile oynuyor: etrafı süzüyor inceliyor, abartısız ve sade oyunculuk filmin üçüncü çeyreğinde yaptığı tek konuşma ile, suskunluğuna kısa süreliğine ara verdiğinde bile bozulmuyor. Susan bir karakterin aniden ve sakin konuşması filmin en önemli anı oluyor. Marlene Dietrich, Bayan Betholt rolünde çok başarılı. Üst düzey bir nazi subayı ile evlenmiş, tipik nazi bir kadın, ilk mahkemelerden birisin eşinin idamına karar vermiş, yeni yönetim kadının elinden ailesinden uzun seneler önce kalmış mülklerine kadar herşeyini elinden almış. Böyle bir insanın duygularını bir kaç sade mimikle verebilmek usta oyunculuk olsa gerek. Özellikle kahve ikram ettiği sahnede oyunculuk dersi verir gibi. "Senden ve senin temsil ettiğin herşeyden nefret ediyorum" bakışları ile son derece kibar biçimde "Bir kahve daha alır mıydınız?" diye soruşu inanılmaz. Maximillian Schell mahkeme salonundaki tansiyonu belirleyen karakter. Duruşmanın başındaki atak ve heyecan dolu genç avukat, filmin finaline doğru inandığı değerlerin içlerinde yatanları gördükçe neye inanacağını bilmez bir adama dönüşmüş oluyor. Karakterdeki değişimin adım adım abaratısızca gelimesi çok başarılı. Seneler sonra Marlene Dietrich, inzivaya çekildiği yıllarda bir filmde oynamayı sadece yönetmeni Maximillian Schell olacağı için kabul ediyor. İki oyuncu bir kez daha aynı filmde buluşuyor. Ancak Dietrich söz konusu filmde saçının tlini bile göstermiyor, sadece sesi ile var.   


Judgement at Nuremberg - 1961 - ABD
Senaryo: Abby Mann ile 
ismi filmin künyesinde yer almamakla birlikte Montgomery Clift
Yönetmen: Stanley Kramer

Oyuncular:
Spencer Tracy
Burt Lancaster
Maximillian Schell
Richard Widmark
Werner Klemperer
Marlene Dietrich
Judy Garland
Montgomery Clift
William Shatner

Meraklısına Linkler: 

2 Mayıs 2013 Perşembe

Yine Fuar Mevzuu

Kitap fuarlarının güzel yanları yazarları okurları ile buluşturması, okurlara daha ucuza kitap satın alma imkanı sağlaması ve bir de maraton halinde süregiden söyleşileri, panelleri. 

Keyifle dinlediğim söyleşiler de oldu, sıkıcı olanları da. 

En eğlendiğim anları ise özgürlük ve edebiyata dair bir söyleşide yaşadım. Aykırı bir duruşa sahip olduğunu ve genç bir düşünce yapısına sahip olduğunu habire dikte eden, Paris'te yaşayan bir beyefendi konuşmacı, söyleşisinin en başında kızının ve oğlunun konuk oldukları ülkede yaptıkları sevimli yardımseverlik örneklerini ardıardına sıraladı. Konuşmasına başladığı sırada içeriye girmiş olan bir grubun on dakika kadar sonra salonu terkediyor olmalarına gözü takıldı ve onları öfke ile süzdü. Konuşmasının sonuna doğru salonu terkedenleri saygısız olmak ile suçladı. Adamlar salondan çıkıp gitmiş oldukları için bu sözü duymadılar. Hemen akabinde söz isteyen bir hanımefendi, kendisini aykırı bir sanatçı değil de tuzukuru varsıl bir insan olarak nitelendirebileceğini çünkü şu anda ülkemizde yaşayan bir çok aydının kendisi ile benzer imkanlara sahip olmadıklarını ha deyince Paris'e yatay geçişte bulunmayacaklarını,  böyle olunca da özgürlüklerini tehlikeye sokmamamak için sözcüklerine oto sansür uygulamalarının hayli anlaşılır olduğunu söyledi. Adamcağız bu sözlere o denli sinirlendi ki, özgürkük ve edebiyat konusunda söyleşmekte olduğunu aklından çıkararak kendisi ile aynı yaşlarda en arkada oturan hanımefendiye haddini bildirmeye kalkıştı. Kadın kendisine söylenen hiçbir lafın altında kalmayınca söyleşi sayın yazar ile sayın izleyen arasındaki atışmaya dönüştü. Durum uzayınca moderatör o anda orada olma nedenini anımsadı ve saçma sapan hal almış gidişata noktayı koydu. İşte tam o sırada ön sırada oturan bir yazar söz istedi ve az evvel dışarı çıkan gurubun sivil toplum örgütlerinin standında görevli kişiler olduklarını ve en az yazarın Paris'teki evlatları kadar sevimli hayır işlerine imza attıklarını ve on beş dakika çay molası verdiklerinde bir ucundan da olsa söyleşileri dinleyip sonra görevlerinin başına döndüklerini; öte yandan özgürlük ve edebiyat başlıklı bir söyleşi için oldukça hafif bir içerikte konuşmanın yapıldığı da dikkate alınırsa insanları saygısızlıkla itham etmeden evvel onların beğenmedikleri söyleşilerden çıkma özgürlüklerinin olduğunun da akılda tutulmasının yerinde olabileceğini bir çırpıda söyledi. Ardından uzun uzadıya konu üzerine kendisinin yazmış olduğu iki metninde paragraflar saçtı her tarafa. Bunun üzerine yazar bey çok surat astı.  Bazı seyirciler eğlendi, bazıları çok sıkıldı. 


Kitap fuarından önce her ne kadar kendime yasaklar koysam, sadece bir iki kitap alacağım desem kendime mani olamadım. Okunacak kitaplara aşağıdakiler de ilave oldu. 



Türk Dil Kurumu'ndan;
Atasözleri ve Deyimler sözlüğü I-II
Gezi yazıları
Ropörtajlar
Denemeler

Baba Oğul ve Kutsal Roman - Murat Gülsoy
Alemlerin Sürekliliği - Murat Gülsoy
Ağula - Sİbel K. Türker
Okumanın Tarihi - Alberto Manguel
Mostari - Gündüz Vassaf
Tokyo Sene Sıfır - David Peace
Kayıp Kentin Radyosu - Daniel Alarcon
Mekan Hikayeleri - Emel Kayın
Sessiz Saatler -Gaelle Josse
Rüştü Onur - Salah Birsel
Modern İstanbul'un Doğuşu - Murat Gül
Sıradan Kadınla Düşü - Samuel Beckett