Sahne, ekran gibi teşhir alanlarından izlendiğinde hoştur illüzyon oyunları. Bakanı aldatır, hoş bir hoşluk olarak hafızalarda on beş dakika kadar yer eder.
İllüzyon lafını dilime doladığım anların bazısında, bir defasında hürriyet heykelini yerinden silmeye kalkışmış David Copperfield geliyor aklıma. Ne de olsa başarılı bir silişti, David’in girişimi. Bir roman kahramanından isim tutmuş, mesleğinin doruğundaki adama da yakışırdı, ışık geçirmez bir gecede ses çıkarmadan hareket eden bir platforma oturttuğu seyirci kitlesinin yerini değiştirip, onları heykeli yerinden ettiğine inandırmak.
Sahne illüzyonları iyidir, diyelim, en azından hoşça vakit geçirmemize yardımcı olur.
İlk okul yıllarımdan bir tanesinde, okul okul gezip öğrencilerden para toplayarak marifet sergileyen illüzyonistler de vardı, sihirbaz derdik onlara. Ben nedense o tipleri ürkütücü bulurdum. Sağlıksız görünürlerdi gözlerime, kuşku ile bakardım. Diğer çocuklar sevinç çığlıkları ile kuşların çiçeğe dönüşmesini izlerken ben gözlerimi koskocaman açar, dudaklarımı minicik büzer, işin sırrını gizlice merak ederdim. Sonra bir gün okula lastik adam geldi. Bu diğerleri gibi değildi, zayıf, sağlıksız bir bedeni, sarı rengi vardı. Dudaklarını selam verirken gülmek üzere açtığında benim o yaşımdaki tespitime göre hiç de güven uyandırmayan, sarı ve noksan dişlerini gösteren siyah bir delik açıldı yüzünün ortasında. Korkarak elimle gözlerimi kapattığımı hatırlıyorum. Geri kalanını parmaklarımın arasından izledim. Zayıf bedenini kemiklerini zor gizleyen sarımsı renkte bir deri tabakası kaplıyordu. Vücuduna giydiği atletimsi giysi ile bana o dönemlerdeki resimli roman anti-kahramanı Killink’i çağrıştıran bu adam birkaç zaman kabus olarak bana geri döndü.
İlkokuldan sonra illüzyonistlerin ziyaretinden uzak kaldım. Buna üzülmedim. Gördüğüm illüzyonistlere hep TV ekranında rastladım.
İllüzyonistlerden uzak kalsam da kendilerini bir illüzyona kaptırmış insanlar eksik olmadı hayatımdan. Kendilerini olmayacak bir hayale kaptırıp peşinden gitti hepsi de. Olmayan bir aşkın varolduğuna inananları mı ararsınız, başkasının yaptıkları ile ilgili yanlış bir kanıya kapılanları mı, hayatının bir bölümünü başkası ile ilgili saçma sapan ve gerçek dışı bir kanıyı güçlendirecek kanıt arayanlarını mı. Çoğunlukla gitti bunlar. Hepsinin ortak yanları dramatik bir çıkış ile oldu. Kapıyı çekip gitmek hayatını illüzyonlar üzerine kurmuş olanlara asla kısmet olmadı hepsi kapıyı muazzam şangırtılar ile çarparak gittiler. Çıktıkları kapıyı kırıp da gittiler. Kapılardan onarılamaya fırsat bırakmayacak biçimde çıkıp gittikleri için geriye dönmeye çalıştıklarında kapıdan ziyade kapının yerine örülmüş sağlam bir duvar ile karşılaştılar.
Çıktığı kapıdan geriye dönmek mümkün olmadı hayallerinin seline kapılmış olanlar için. İllüzyon içinde yaşayanlar, giderken çarparak çıktıkları kapıları da kırmış olsalar, arkalarında atom bombasının külünü andıran koskocaman mantar bulutları da bıraksalar, lavların püskürttüğüne benzeyen toz dumanla da gitseler, hatalarından ders alamadı illüzyon severler. Geriye dönmeye çalıştıklarında hep kafalarının içindeki o desteksiz hayale tutunarak adım atmaya çalıştılar. Şarkılara tutundular mesela, kulaktan dolma masalların içinde kayboldular, okuduklarına benzeyen dünyaların içinde kayboldular. Öyle ki, kendi dünyalarının dışındaki hayatların gerçeklerine kulakları tıkandı, gözleri kapandı. Uydurma bir dünyanın içinde yaşayıp kendi uydurduklarına inandılar. Gerçeklerden kaçarak, gerçek zannettikleri yakıştırmalara tutundular. Yüzsüzlük etmenin erdem olduğu sanrısına kapılıp, yaptıklarının yüzsüzlük olduğunu bile anlamadılar, illüzyona kapılmanın bir lanet olduğunu fark edemediler. Şarkıymış, dizeymiş, roman ismiymiş bunların çağrıştırdığı her şey palavra uzun lafın kısası.
İllüzyon lafını dilime doladığım anların bazısında, bir defasında hürriyet heykelini yerinden silmeye kalkışmış David Copperfield geliyor aklıma. Ne de olsa başarılı bir silişti, David’in girişimi. Bir roman kahramanından isim tutmuş, mesleğinin doruğundaki adama da yakışırdı, ışık geçirmez bir gecede ses çıkarmadan hareket eden bir platforma oturttuğu seyirci kitlesinin yerini değiştirip, onları heykeli yerinden ettiğine inandırmak.
Sahne illüzyonları iyidir, diyelim, en azından hoşça vakit geçirmemize yardımcı olur.
İlk okul yıllarımdan bir tanesinde, okul okul gezip öğrencilerden para toplayarak marifet sergileyen illüzyonistler de vardı, sihirbaz derdik onlara. Ben nedense o tipleri ürkütücü bulurdum. Sağlıksız görünürlerdi gözlerime, kuşku ile bakardım. Diğer çocuklar sevinç çığlıkları ile kuşların çiçeğe dönüşmesini izlerken ben gözlerimi koskocaman açar, dudaklarımı minicik büzer, işin sırrını gizlice merak ederdim. Sonra bir gün okula lastik adam geldi. Bu diğerleri gibi değildi, zayıf, sağlıksız bir bedeni, sarı rengi vardı. Dudaklarını selam verirken gülmek üzere açtığında benim o yaşımdaki tespitime göre hiç de güven uyandırmayan, sarı ve noksan dişlerini gösteren siyah bir delik açıldı yüzünün ortasında. Korkarak elimle gözlerimi kapattığımı hatırlıyorum. Geri kalanını parmaklarımın arasından izledim. Zayıf bedenini kemiklerini zor gizleyen sarımsı renkte bir deri tabakası kaplıyordu. Vücuduna giydiği atletimsi giysi ile bana o dönemlerdeki resimli roman anti-kahramanı Killink’i çağrıştıran bu adam birkaç zaman kabus olarak bana geri döndü.
İlkokuldan sonra illüzyonistlerin ziyaretinden uzak kaldım. Buna üzülmedim. Gördüğüm illüzyonistlere hep TV ekranında rastladım.
İllüzyonistlerden uzak kalsam da kendilerini bir illüzyona kaptırmış insanlar eksik olmadı hayatımdan. Kendilerini olmayacak bir hayale kaptırıp peşinden gitti hepsi de. Olmayan bir aşkın varolduğuna inananları mı ararsınız, başkasının yaptıkları ile ilgili yanlış bir kanıya kapılanları mı, hayatının bir bölümünü başkası ile ilgili saçma sapan ve gerçek dışı bir kanıyı güçlendirecek kanıt arayanlarını mı. Çoğunlukla gitti bunlar. Hepsinin ortak yanları dramatik bir çıkış ile oldu. Kapıyı çekip gitmek hayatını illüzyonlar üzerine kurmuş olanlara asla kısmet olmadı hepsi kapıyı muazzam şangırtılar ile çarparak gittiler. Çıktıkları kapıyı kırıp da gittiler. Kapılardan onarılamaya fırsat bırakmayacak biçimde çıkıp gittikleri için geriye dönmeye çalıştıklarında kapıdan ziyade kapının yerine örülmüş sağlam bir duvar ile karşılaştılar.
Çıktığı kapıdan geriye dönmek mümkün olmadı hayallerinin seline kapılmış olanlar için. İllüzyon içinde yaşayanlar, giderken çarparak çıktıkları kapıları da kırmış olsalar, arkalarında atom bombasının külünü andıran koskocaman mantar bulutları da bıraksalar, lavların püskürttüğüne benzeyen toz dumanla da gitseler, hatalarından ders alamadı illüzyon severler. Geriye dönmeye çalıştıklarında hep kafalarının içindeki o desteksiz hayale tutunarak adım atmaya çalıştılar. Şarkılara tutundular mesela, kulaktan dolma masalların içinde kayboldular, okuduklarına benzeyen dünyaların içinde kayboldular. Öyle ki, kendi dünyalarının dışındaki hayatların gerçeklerine kulakları tıkandı, gözleri kapandı. Uydurma bir dünyanın içinde yaşayıp kendi uydurduklarına inandılar. Gerçeklerden kaçarak, gerçek zannettikleri yakıştırmalara tutundular. Yüzsüzlük etmenin erdem olduğu sanrısına kapılıp, yaptıklarının yüzsüzlük olduğunu bile anlamadılar, illüzyona kapılmanın bir lanet olduğunu fark edemediler. Şarkıymış, dizeymiş, roman ismiymiş bunların çağrıştırdığı her şey palavra uzun lafın kısası.
Vladimircim ben bugünlerde hayatı bir illüzyon sahnesi olarak görüyorum. Olanın aslında farklı gözükmesi.
YanıtlaSilBir hikaye var bilir misin :
İki Budist rahip ormanda yürüyorlarmış. Birden arkalarından bir fil sürüsü koşarak kendilerine doğru gelmekte olduğunu görmüşler. Yaşlı rahip hemen büyük bir ağacın arkasına saklanmış, genç rahip hiç istifini bozmadan olduğu yerde durmuş. Filler genç rahibi ezerek geçip gitmişler ve ağır şekilde yaralanmasına yol açmışlar.
Yaşlı rahip, genç rahibin yanına gelmiş.
-Fillerin geldiğini gördüğün halde neden kaçmadın?, diye sormuş.
-o Filler sadece bir illüzyon, demiş genç rahip. yaslı rahip yanıtlamış:
-o Filler sadece bir illüzyonsa, unutma ki sen de ayni illüzyondasın.