Du Levande 2007 yılında gösterime girdiğinde bir çok olumlu eleştiri almış bir film. Ancak filmi izlerken kahkahalarla gülenler olduğu kadar, filmdeki melankolik havaya kapılıp mutsuzluğa kapılanlar da var. Bir çok insan sonuna kadar izleyemeyip sıkıntıdan patlayabiliyor. Benim için ilk kareden başlayarak sonuna kadar soluksuz izlediğim bir film oldu.
Film tamamen amatör oyuncularla çekilmiş, yerinden kımıldamayan bir kameranın önünden geçen durumlar, insanın tadabileceği türlü duygular üzerine. Sanki bir odanın kenarına bırakılmış bir kamera gizlice kaydediyor ve önünde insana dair türlü duygu sel halinde akıp gidiyor. Dikkatli bir film izleyicinin bu sele kapılmaması, kendinden bir şeyler bulup bir biçimde filmin içine dahil olmaması çok zor. Kameranın önünde yer alan insanlar o kadar gerçekçi oynuyorlar ki, bunu yakalayabilmek için defalarca prova edilmiş olması, en ince detaya kadar önceden milimi milimine hesaplanması gerektiğini filmi bitirdiğinizde anlıyorsunuz. Filmin tamamına yakını hareketsiz bir kamera ile çekilmiş. Yalnızca iki sahnede kamera hareketleniyor, bir toplantı sahnesi sonunda iki saniye kadar ve çok sayıda bombardıman uçağı şehrin üzerinde gökyüzünde sessizce süzülürken. Bu haliyle film dergi köşelerindeki tüm diyeceğini bir karede anlatmaya çalışan karikatürlerin verdiği duyguyu izleyicisine geçiriyor. Abartılmamış, rafine ve özet.
Roy Andersson isveçli bir yönetmen. 1969 yılında sinema okulundan mezuniyeti sonrasında artık 40 yılı aşan meslek hayatına dört film sığdırmış. İlk filmi “A Swedish Love Story” onsekiz yaşından küçük iki sevgiliyi anlatan bir dram ve İsveç de olduğu kadar çok sayıda ülkede seyirciye ulaşabilmiş. İkinci filmi “Giliap” döküntü bir otelin lokantasında garson olarak işe başlayan bir adamın öyküsüne odaklananıyor, 1975 yılında yayınlanan bu film hem maddi anlamda hem de seyirci nezdinde fiyaskoya dönüşmüş bir çalışma. Bu başarısızlıktan sonra Andersson sinemaya yirmi küsur yıl ara vererek reklamcılığa odaklanıyor.
1996 yılında yeniden bir film projesi üzerinde çalışıyor. Film 2000 yılında “Songs from the Second Floor” adı ile Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapıyor ve festivalin üçüncü prestijli ödülü olan Jüri Özel Ödülünü kazanıyor. Yönetmenin 2007 yılında tamamlanan dördüncü filminin İsveççe adı “Du Levande” ancak çoğunlukla “You, the Living”.ismi ile tanınıyor. “Siz yaşayanlar” anlamına gelen bu ifade filmin başında da yer alan Goethe’nin bir sözünden esinlenilmiş: “Siz yaşayanlar; sıcacık ısıtılmış yatağınızda mutlu yatın, ta ki dışarıya çıkıveren ayağınızı Lehte Nehri’nin buz gibi soğuk dalgası yalayıncaya kadar” (Lehte nehri, unutamamanın, gizleyememenin nehri)
Film finansal problemlerden ötürü üç yılda çekilebilmiş. Amatör oyunculardan istenen performans elde edilinceye kadar defalarca prova yapılmış ve tüm sahneler en az on defa kaydedilmiş.
İnsan duygularını en saf hali ile anlatmaya çalışan filmin en ilginç yanı ise belli başlı bir konusunun olmayışı. Filmde aktarılmak istenen bir olay örgüsü yok. 50 küsur farklı mizansende önümüzde duygusal patlamalar yaşayan insanları izliyoruz. İsveç’in soğuk havasını yansıtacak bir görüntü yaratabilmek amacıyla gri yeşil arası pastel tonlar hakim. İsveç’e bakarken sanki yanı başımızdaki evde yaşanan olayları izliyoruz. Çok az diyalog ancak çokça vücud dili ile anlatılan birbiri ile bazen kesişen olayları izliyor, bir sahnede gördüğümüz kişiyi diğer sahnede kıyıdan köşeden görüp tanıyoruz. Başlangıçta izleyenin “absürd görünümlü, sürreal” diye tanımlayabileceği film giderek daha gerçeklik kazanıp, ardından tekrar uçuşa geçiyor.
Film tamamen amatör oyuncularla çekilmiş, yerinden kımıldamayan bir kameranın önünden geçen durumlar, insanın tadabileceği türlü duygular üzerine. Sanki bir odanın kenarına bırakılmış bir kamera gizlice kaydediyor ve önünde insana dair türlü duygu sel halinde akıp gidiyor. Dikkatli bir film izleyicinin bu sele kapılmaması, kendinden bir şeyler bulup bir biçimde filmin içine dahil olmaması çok zor. Kameranın önünde yer alan insanlar o kadar gerçekçi oynuyorlar ki, bunu yakalayabilmek için defalarca prova edilmiş olması, en ince detaya kadar önceden milimi milimine hesaplanması gerektiğini filmi bitirdiğinizde anlıyorsunuz. Filmin tamamına yakını hareketsiz bir kamera ile çekilmiş. Yalnızca iki sahnede kamera hareketleniyor, bir toplantı sahnesi sonunda iki saniye kadar ve çok sayıda bombardıman uçağı şehrin üzerinde gökyüzünde sessizce süzülürken. Bu haliyle film dergi köşelerindeki tüm diyeceğini bir karede anlatmaya çalışan karikatürlerin verdiği duyguyu izleyicisine geçiriyor. Abartılmamış, rafine ve özet.
Roy Andersson isveçli bir yönetmen. 1969 yılında sinema okulundan mezuniyeti sonrasında artık 40 yılı aşan meslek hayatına dört film sığdırmış. İlk filmi “A Swedish Love Story” onsekiz yaşından küçük iki sevgiliyi anlatan bir dram ve İsveç de olduğu kadar çok sayıda ülkede seyirciye ulaşabilmiş. İkinci filmi “Giliap” döküntü bir otelin lokantasında garson olarak işe başlayan bir adamın öyküsüne odaklananıyor, 1975 yılında yayınlanan bu film hem maddi anlamda hem de seyirci nezdinde fiyaskoya dönüşmüş bir çalışma. Bu başarısızlıktan sonra Andersson sinemaya yirmi küsur yıl ara vererek reklamcılığa odaklanıyor.
1996 yılında yeniden bir film projesi üzerinde çalışıyor. Film 2000 yılında “Songs from the Second Floor” adı ile Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapıyor ve festivalin üçüncü prestijli ödülü olan Jüri Özel Ödülünü kazanıyor. Yönetmenin 2007 yılında tamamlanan dördüncü filminin İsveççe adı “Du Levande” ancak çoğunlukla “You, the Living”.ismi ile tanınıyor. “Siz yaşayanlar” anlamına gelen bu ifade filmin başında da yer alan Goethe’nin bir sözünden esinlenilmiş: “Siz yaşayanlar; sıcacık ısıtılmış yatağınızda mutlu yatın, ta ki dışarıya çıkıveren ayağınızı Lehte Nehri’nin buz gibi soğuk dalgası yalayıncaya kadar” (Lehte nehri, unutamamanın, gizleyememenin nehri)
Film finansal problemlerden ötürü üç yılda çekilebilmiş. Amatör oyunculardan istenen performans elde edilinceye kadar defalarca prova yapılmış ve tüm sahneler en az on defa kaydedilmiş.
İnsan duygularını en saf hali ile anlatmaya çalışan filmin en ilginç yanı ise belli başlı bir konusunun olmayışı. Filmde aktarılmak istenen bir olay örgüsü yok. 50 küsur farklı mizansende önümüzde duygusal patlamalar yaşayan insanları izliyoruz. İsveç’in soğuk havasını yansıtacak bir görüntü yaratabilmek amacıyla gri yeşil arası pastel tonlar hakim. İsveç’e bakarken sanki yanı başımızdaki evde yaşanan olayları izliyoruz. Çok az diyalog ancak çokça vücud dili ile anlatılan birbiri ile bazen kesişen olayları izliyor, bir sahnede gördüğümüz kişiyi diğer sahnede kıyıdan köşeden görüp tanıyoruz. Başlangıçta izleyenin “absürd görünümlü, sürreal” diye tanımlayabileceği film giderek daha gerçeklik kazanıp, ardından tekrar uçuşa geçiyor.
Konusu olmayan bu filmde neler mi anlatılıyor? Her şey neredeyse çıplak diyebileceğimiz bir odada başlıyor. Tüm eşyası bir masa, bir kanepe, bir de Picasso’nun “Don Kişot” resminin siyah beyaz röprodüksiyonundan ibaret. Kanepede şehrin bombalanmasından korkan adam uyuyor. Bir lokantanın mutfak bölümündeki pencereden aşçı başlığı giymiş kafalar uzanıyor, sadece gözleri ve şapkaları görünüyor merakla dışarıdaki sesin nereden geldiğini izliyorlar aniden sıkılıp işlerinin başına dönüyorlar. Sesin kaynağını yavaş yavaş görüyoruz, dört tekerlekli bir örümceğe tutunarak ağır ağır ilerleyen yaşlı bir adam var. Yürümesine yardımcı olan düzeneğe kayışından bağlı bir köpek var. Kayışa dolanan köpek ayağa kalkamıyor, sırt üstü, havlaya havlaya yaşlı, sağır adam tarafından çekiliyor. Az konuşan sevgilisi ile sürekli tartışan, yani hep kendisi konuşan kilolu bir kadın var, bir motosikleti olmasını hayal ediyor, motosikleti olsa binip gidecek “pislik” dediği bu hayatı yaşamaktan kurtulacak. Nefesli çalgı ağırlıklı bir orkestranın elemanları evlerinde kendi bölümlerini prova ediyorlar, provalar çalmalarını geliştiriyor olsa da komşuları ya da eşleri ile ilişkilerine olumlu katkıda bulunmuyorlar. Tuba çalan adamın karısı çığlık atarak kapıyı çarpıp çıkıyor, duvardaki resimler akvaryuma giriyor. Alt kattaki komşu gürültüye sinirlenip süpürge ile tavana saldırıyor, duvardan parçalar kopuyor. Karşı apartmanda ki sigarasını balkonda içebilen adam istifini bozmayan tuba çalan adamı ve sinir krizi geçtiren adamı aynı anda dikizliyor. Halı satıcısı adam halı satarken aniden sinir krizi geçiriyor. İlk okul öğretmeni kadın zil çaldıktan sonra sınıfa girmek için kendisini toparlamaya çalışıyor, halı satıcısı kocası kavga ederken kendisine cadı dendiği için gözyaşlarını zor tutabiliyor. Sınıfa girmesi ile katıla katıla ağlamaya başlayıp sınıfı terk etmesi bir oluyor. Öğretmenlerini yatıştırmak için dışarıya onun peşinden çıkan ortalama yedi yaş grubundaki çocuklar ne diyeceklerini bilmeden şaşırmış onu seyrediyorlar. Kafeteryadaki bir adam gayet sakin yan masada oturan iş adamlarının ceplerini karıştırıp, bulduğu cüzdanı alıp gidiyor, bir terzide ölçü aldırıp kendisine takım elbise diktiriyor. Pembe çizmeli bir kız sevdiği rock yıldızı ile evlenmenin hayallerini kurarken gittiği barda onu görünce cesaretini toplayıp onunla konuşuyor. Barda herkes sakin oturuken çan çalıyor ve herkes son siparişini vermek için bara koşturuyor. Sinirleri bozuk bir berber ırkçılık yapan müşterisinden hırsını alıyor. Önemli bir toplantıya gitmek üzere olan finansal danışmanın alnından girip ensesinden çıkarıyor traş makinesını. Adamın tek kurtuluşu kafasını kazıtmak. Toplantıda kimse adamdaki değişikliği fark etmiyor, sordukları sorulara verdiği sevabı bile dinlemiyorlar, adam adeta görünmez oluyor.
Tramvay Lethe durağında duruyor, yolcular araçtan gayet ağır inip caddenin öbür yanına geçmeye çalışırken tramvayın hareket etme ikazını yapan çanı duyunca koşmaya başlıyorlar. Karamsar bir psikiyatrist eşi ile sevişirken dertlerini sıralıyor. Marangoz aile yemeği için toplanılmışken guru duyacağı bir el marifeti sergilemek isterken 200 yıllık porselen takımını kırıyor, bu zarar sebebi ile elektrikli sandalyeye mahkum edileceğini hayal ediyor. Ölümünü izlemeye gelen aile fertleri patlamış mısır yiyerek vakit geçiriyorlar. Orkestranın elemanları bir araya gelmeye başladığında korkutucu bir yağmur başlıyor. Herkes durup yağmuru izlemeye başlıyor. Pembe çizmeli kız hayalinde rock yıldızı ile evleniyor. İlk gecelerinde adam gitarında son şarkısından sololar geçmeye başlıyor, kadın yatağa oturup solonun bitmesini beklerken ev sıkıntıdan alıp başını gidiyor, ev raylarda ilerliyor, pencereden İsveç’i izliyoruz. Bir durakta durduklarında istasyondakiler rock yıldızını tanıyor ve evliliğini kutluyorlar, adam solo yapmaya devam ederken ev tekrar yürüyüp gidiyor.
Bütün bu hengame devam ederken filme çok dinamik bir melodiyi seslendiren nefesli çalgılar eşlik ediyor. Görüntüler hüzne meylettikçe melodiler neşeleniyor. Biraz Woody Allen, biraz Fellini, biraz Amelie’deki naif havayı andıran muhteşem bir 86 dakika geçiriyorsunuz.