Cuma grip aşısı oldum nihayet. Aşının tesiri ile kendimden geçmişim. Yarı hasta, yarı değil, TV karşısında geçti Cuma gecem ve Cumartesi'm. Neler izledim neler.
Öncelikle aylardır bir kenarda bekleyen "Lesbian Vampire Killers" umduğum gibi çıkmadı, iyi başladı ama vasat bir korku komedi filmi olmuş. Görüntü ile eşleştirilmiş ses efektlerinde abartıya kaçmışlar. Üzerlerindeki lanet sebebi ile 18 yaşına girdiği gün aynı anda hem lezbiyen hem de vampire dönüşen köyün genç kızları yeterince korkutmuyor/güldürmüyor. Baş karakterler de fazla hödük, empati kuramadım, sempati duyamadım, ölsünler diye bir lanet de ben okudum.
"The Heart is a Lonely Hunter" ise mevsimlerdir bir kenarda bekliyordu. Carson McCullers'ın bize "Yalnız Bir Avcıdır Yürek" ismi ile kazandırılan kitabından 1968'de uyarlanmış bir film. Oyunculuk, senaryo mükemmele yakın. Şimdiye kadar izlediğim en iyi roman uyarlaması, hatta bir kitaptan uyarlanıp da kitaptan iyi olmayı başarmış yegane film diyebilirim. Daha önce seyretmediğime hayıflandım.
Hayıflanmak??? Hayıflandım, hayıflandın, hayıflandı, hayıflandık, hayıflandınız, hayıflandılar. Neyse hayıflanmayı burada keselim. Orphan'ı izlemeyen kaldı mı bilmem, ben de izlediğime göre kalmamıştır. Bir iki minik detay dışında ikna olunmayacak bir öyküsü yok. İyi kotarılmış bir gerilim "kordela"sı. Sıradan bir şeytan ruhlu minik çocuk hikayesi olmadığını finalde seyircisinin kafasına kafasına vuruyor. Tipik bir son dakka da her şeyi bir açıklarım pir açıklarım filmi olmasa da finaline 20 dakika kala sırrını açıklayıveriyor seyircisine. Böylelikle finaline finale, her şeyi bilen bir seyirci edası bakıyoruz.
"The Cable Guy" seneler önce izlediğim ve aklımda "eh işte" biçiminde yer tutmuş bir filmdi. Jim Carrey'ın abartılı hallerinden saırım vasat muamelesi çekmişim bu filme. Ben Stiller'in yönetmenliğini yaptığı bu filme seneler sonra Digiturk kanallarından birinde denk gelmesem aynı haliyle hatırlamaya devam edecektim. Film, her şey bir tarafa çok şahane bir komedi ve çok şahane bir gerilim filmi. İki farklı türü başarılı biçimde harmanlamayı başarmış, bunu yaparken de popüler kültürün her alanından beslenmiş. 1996 yapımı bu filmi kahkahalar ile izledim.
Filmin finaline doğru Jim Carrey'ın bir tiradı var, kısa bir süre içinde telefon, televizyon ve bilgisayarın bir araya getirileceği kehanetinde bulunuyor. O zamanlar cep telefonu ortalıkta yok henüz. 1997 yılından sonra tek tük beliren cep telefonlarına ülkemizde ayıplayan gözler ile bakılıyor, taşıyanların arkısından ne görgüsüz olduklarına dair yorumlarda bulunuluyor. Vay be nereden nereye, film haklı çıkmış. Bu arada filmde Mathew Broderick'in oynadığını anımsayan çok az kişi vardır, J. Carrey filmin her yanını ele geçirmiş. Rol çalmanın en görülmediği bu filmde.
Filmi izledikten sonra, pazar günü arkadaşlarla buluştuk Alsancak'ta. Kordon'da otururken falcı, boncukçu tacizinden hiç etkilenmem, sanki bana seslenmiyorlarmış gibi davranırım. İlgisizliğime hiç gelemezler, hemen ikilerler. Öyle huşu içinde biramı yudumlarken, bu defa ilgisiz kalamayacağım bir soru ile karşılaştım; "Şuraya, oradan nasıl gidebilirim?". Başımı çevirdim, 20'li yaşlarının başında bir kız ile erkek duruyordu. Soru banaydı. Cevabını bana gösterdikleri yerin tam aksi istikameti işaret ederek hemen verdim "Şöyle gidin, otobüs durakları var, ya da böyle giderseniz taksi" Dediğimi yönde gittiler. Ama soruları yakamı burakmadı. Şimdi ne demek "Şuraya oradan gitmek". Şuraya gidecekseniz, gidersiniz olur biter. Şuraya giderken, oraya uğramak da neyin nesi? Hem şuraya oradan gitme tutkusu nedir? Oraya gidecekseniz oraya sorun? Oraya vardıktan sonra da şuraya şunun şurasında ne var? Zaten çok yakın.
Aşı ve adres dışında haftasonun güzel geçmiş diyorum. Aşı vurulduğuna göre umarım grip olmasın.
YanıtlaSil