28 Şubat 2012 Salı

Nico'yu Anlatan Şarkı

Nico 1938^de doğdu, 1988'de öldü. Almandı, şarkıcı, besteci, söz yazarı, foto model ve filmlerde oynamış akristti. Andy Warhol'un bir dönemler gözbebeğiydi. Onun el attığı projelere bir kenarından mutlaka dahil edilirdi. Velvet Underground'un efsanevi ilk albümündeki I'll be Ypur Mürror, Femme Fatale, All Tomorrow's parties şarkılarını söyledi ve SUnday Morning şarkısında geri vokaldeydi. Chelsea Girls, Cleopatra, Imıtation od Christ, La Dolce Vita gibi ve daha bir çok filmde irili ufaklı roller aldı. Oğlu ile Ibiza'da tatildeyken, bisiklet sürdüğü sırada kalp krizi yakaladı onu. 

Marianne Faithfull 2002 yılında yayınlanan "Kissin' Time" isimli albümünde sözü kendisine müziği Alan David Stewart'a ait olan şarkıda Nico'yu anlattı. Kısacık bi rhayatın garip bir biçimde kısacık bir şarkıya sığdırmayı başarmıştı. 

Song for Nico;

Born in 1938
A good year for the Reich.
She could not participate
She didn't have the right.
For she was fatherless in the Fatherland.

Now it's 1966
Andrew's up to all his tricks.
And when Brian Jones is near
Nico doesn't feel so queer;
She's in the shit, though she's innocent -

Yesterday is gone,
There's just today - No tomorrow.
Yesterday is gone,
There's just today - No more...

Now it's Andy Warhol's time
Mystic 60's on a dime.
Though she kinda likes Lou Reed -
She doesn't really have the need.
Already in the shit, though she's innocent.

And now she doesn't know
What it is she wants
And where she wants to go
And will Delon be still a cunt.
Yes, she's in the shit, though she is innocent.



Nico ve Andy Warhol

Meraklısına Linkler; 
ve 

27 Şubat 2012 Pazartesi

Bağ

Yüzündeki her bir öykü
Ellerinde onca dövme
Her birinin ayrı hatırası
Kulağında türküler
ve zaman, 
en sevdiği şarkı.

Şehirde herkes berduş
O hâlâ 
bağları kadar mütevazı


Gazeteden Şiir Karalamaca; 
19 Kasım 2010, 
Hürriyet Pazar, 
Sf.5'ten


Not: Bu bir oyundur. Gazetedeki kısa bir sütundan gözüme kestirdiğim kelimeleri bırakıp geriye kalanları karaladıktan sonra, bu kelimeleri alt alta dizip şiire benzer bir şeyler elde etmeye çalışıyorum. 

26 Şubat 2012 Pazar

Ak Bıyık, Kara Bıyık

Bir kaç saat sonra dünyanın öbür ucunda bir yerlerde en çok kazandıran filmlerin içinden en çok beğenilen "şeyler" kategorize edilecek. Sanki bizlere de ne oluyorsa kimizin içlerini bir tuhaf heyecan bürüyor. Ben de ahdettim sonuçlar belli oluncaya kadar aday olan gfilmlerdeen seyretmediğim kalmasın diye kendimi paralıyorum. Kendimi abesle iştigale adadım. Bu güzel havad açık dolan değil mi? Yok oturdum film üzerine film izliyorum. The Descendants kaldı bir tek. Onu da az sonra izleyeceğim. 

Akademi'nin göz ardı etmek istemediği filmler kendi aralarında kıyasıya çekişecekler, al takke ve külah yaşamnacak bir kaç nebze olsun. En iyi kulisi yapan kazanacak. 

Epeydir haftanın bıyığına yazmıyordum, bir vesile bulamıyordum. ama az evvel buldum. George Bey Altın Dünya'yı kazandı ya ona yedirmezler sanıyorum en iyi erkek oyuncu ödülünü, bıyık kazanır bıyık. 



25 Şubat 2012 Cumartesi

Geceyarısı Sineması

Karel Zeman 1910 - 1989 yılları arasında yaşamış bir film yönetmenidir. Filmlerindeki yaratıcı özel efektler ve sıklıkla kullandığı animasyon öğeleri sebebiyle Çeklerin Meliés'i olarak anılmıştır. 1945 ve 1980 yılları arasında çektiği filmlerde o devrin sinemanın teknik imkanlarının sınırlarına rağmen, Jules Verme, 1001 gece masalları gibi ffarklı kaynaklardan beslenmiş olan hayal gücünün izlerini peliküle; izleyenleri hayran bırakacak biçimde aktarmayı başarmıştır. 

Aşağıdaki her iki video da sanatçının Baron Munchausen filminden alıntılanmış. Gece izlemenizi ve beğenirseniz youtube ya da benzeri kaynaklarda paylaşılan eserlerinden denk geldiklerinize bir göz gezdirmenizi tavsiye ederim. 





Meraklısına linkler;



24 Şubat 2012 Cuma

Biraz da Magazin

Türk pop müziğinin suyunu çıkartan, zevksizlik çıtasını yükseltirken, "halk böyle istiyor martavalı" ile zevk çıtasını indirengiler familyasına mensup, slogan şarkıcısı hanımefemdinin biri; "Canım sıkıldı sinemaya gideyim hem boyumu göstereyim hem de film izliyeyim" der ve yola koyulur. Janjanı bol alış veriş merkezlerinden bir tanesinin sinema salonundan içeriye dalar. Koltuğuna yayılır. Kadının izlemek üzere seçtiği film, "The artist"tir. Film başlar. Filmin beşinci dakikasındaki sürprizin ne olduğunu duymayan bir tek sağır sultan bir de bu densizliği ile meşhur şarkıcı kadın kaldığı için filmin sürprizlerine hazırlıklı değildir. Öylesi bir sürprize tahammül sınırı on dakika ile sınırlı olduğu için kendisini derhal hafakanlar basar, kalkar sinema salonunu olanca ihtişamı ve şıngırtılı aksesuarları ile birlikte terkeder. Onun gidişi ile salon iyice sessizliğe bürünür. 

Normal insan izleyeceği film ile ilgili bilgi edinir de film izlemeye giderken, beğenmediği filmden de kös kös çıkar doğalolarak. Ama şarkıcı kısmısı normal insanlardan kat be kat yukarlarda bir yerlerde gezindiği için sinemadan çıkmak kadının hızını kesmez elbette. Hemen gişeye koşar, görevliyi azarlar.

- Ne biçim film bu? Hem siyah, hem beyaz, hem de sessiz. Çabuk paralarımı geriye verin.(bilet alırken kullandığı 15 lirasından bahsetmektedir)
- Ama hanımefendi.
- Aması yok, paramı geriye İS-Ti-YO-RUM!!!

Şarkıcının oktavı sınırlı sesi ilkokul çağındaki erkek çocuklarının kovboyculuk oynadığı dönemlerde kullandıkları silah sesi gibi çıkmaktadı. 
-Dışinya, dışinya, dışinya!

Gişedeki görevli yerinde siperlenir ve siner, siner, siner. Ama sinse de parayı iade edemez. Karşsıındakinin sinmişliğini içine sindiremeyen alı al gülü gül şarkıcı hiç de kibar değildir ve bağırmaktadır. Sİnema yönetimi kadının bağırmalarına son verebilmek maksadı ile şöyle bir çözüm önerisi koyarlar orta yere. 

- Hanımefendi, size hediye bileti verelim, canınızın istediği başka bir filmi ücretsiz izleyin.

Şarkıcı gönülsüz de olsa kabul eder gibi yapar. Ve gider.

Henüz çok uzağa gitmemiştir ki o AVM'de konuşlanmış olağan şöhret yakalama pusususuna yatmış alık sürüsü onu sobeler. Mikrofonu ağzına dayarlar ve sorarlar. 

- Can Bomnomo'nun Örövizyonda ülkemizi temsil edeceği şarkıyı beğendiniz mi? 

Kadın zaten daralmıştır, sessiz bir filmden çıkmıştır, parasını geri alamamıştır falan. Nevri dönüktür yani. Derhal kendisine doğru uzatılan folluğa çift sarılı bir yumurta bırakır:

- Ben bu işten anlıyorsam o şarkıyla ilk dörde giremeyiz. der ve yürür gider. Bu sorulara hazırlıklı değildir, o aşk sorularına, meşk sorularına provalıdır çünkü.

Bu habere de çok güldüm. Bir kere haber haber içinde ve üstelik magazin denen şey de bir alay geri zekalıyı AVM'lerde, bar ve lokanta çıkışlarında takip eden bir alay beyinsiz ordusundan beslenen bir komedi türüdür.  

Kadına bak, beğenmediği film on dalda Oscar ödülüne aday gösteriliyor ve siyah beyaz film dönemi sona erdikten sonra çekilmiş en iyi siyah beyaz film olduğu söyleniyor. Oyunculuklar, senaryo harika, kalkıyor beğenmiyor. Şarkı diye çığırdığı şeylerin tahammül edilir kenarı yok. Kalkmış Bonomo'nun bestesine pislik atıyor. Beğenmediği film göklere çıkartıldığına göre, beğenmediği şarkının akıbeti hakkında olumlu beklentilerim oluştu desem uydurmuş  olmam sanırım.

Yok yok hanımefendiler beyefendiler siz zevk çıtasını kendi alanlarınızda en aşağıya çekmeyi başardınız ama başkasının yaptığı işlerden uzak durun onları anlamaya sizin zevkiniz yetmez. 


23 Şubat 2012 Perşembe

2666'yı Okurken

Roberto Bolaño Latin Amerikalı bir yazar. Şiir, öykü ve roman türlerinde eserleri var. Çok iyi bi hikaye anlatıcısı. Eserlerinde kendi yaşamından izler olduğu düşünülüyor. Romanlarında hayatının izlerini sürmek, romanlarında yarattığı karakterlerin öykülerinin ipuçlarını diğer eserlerinde de bulmak mümkün. Bir Bolaño karakteri herhangi bir romana gelişigüzel girip hikayesi ile  okurları peşine takar. Kimi karakteri bir daha hiç görmezken, bazı karakterlerini diğer romanlarında ve öykülerinde yeniden bulabiliriz.
Bolaño 1953 yılında Şili’de dünyaya gelmiş.  On beş yaşına geldiğinde Ailesi ile birlikte Meksika’ya göç  etmişler.  Kitap okumayı seven ancak derslerine ilgi göstermeyen bir öğrencilik dönemi yaşadıktan sonra okulu bırakıp şiirker yazmaya başlamış. Salvador Allende’nin seçilmesinden sonra Şili’ye dönmüş. Sokağa çıkma yasağına uymadığı için hapse düşmüş, polislerin arasındaki bir tanıdık sayesinde kısa sürede hapisten kurtulmuş ve Meksika’ya geri gelmiş. İçinde olduğu şair çetesi ile sürrealist bir şiir akımı başlatmışlar, hoşlanmadıkları şairlerin okuma günlerini basarak protesto edip, kendi şiirlerini okurlarmış. Bu dönemin izlerini Vahşi Hafiyeler’de görebiliriz.  Bu dönemin arkasından yazar dünyayı gezmeye başlamış, seksenli yıllarda, para kazanabilmek için bir çok farklı işe girip çıkmış. Eroin bağımlısı olmuş, sonradan bıraksa da bağımşı olmak karaciğerine büyük zarar vermiş. İspanya’ya yerleşerek bir yuva kurmuş. Şiiri bırakarak, yazdığı kısa öykülerden para kazanmaya başlamış.  Düzyazıya ısınınca romanlar yazmaya başlamış. 2003 yılında, beş yıldır üzerinde çalıştığı son romanı 2666’nın son taslaklarını tamamladıktan sonra karaciğer nakli yapılamadan ölmüş. Ölümünden sonra İspanyolca konuşmayan ülkelerde de tanınmaya başlamış.
Ülkemizde “Katil Orospular”, “Uzak Yıldız” ve “Vahşi Hafiyeler” isimli kitapları Metis Yayınevince okura sunuldu. Som kitab0 2666 da nihayet Şubat 2012 itibariyle okurla buluştu. Pegasus Yayınları’ndan çıkan kitabım İspanyolca’dan yapılan çevirisi çok başarılı. Kitabın temiz, çeviri kokmayan bir dili var. Böyle olunca da geçen hafta edindiğim kitabı bitirmeden elimden bırakamadım. Bu da bütün Bolaño kitapları kadar sürükleyici. Yazarın vasiyetine göre aslında beş ayrı roman olarak basılması gerekirken yayıncısı ve varisleri tek kitap olarak yayınlanmasını uygun görmüşler.
Kitap beş ayrı bölümden oluşuyor, bu bölümler birbirinden bağımısz, sıralı ya da sırasız biçimde okunabilir. Her bir bölümü birbirine bağlayan minik detaylar mevcut ve her biri ayrı tarz şle kaleme alınmış. Ayrıca Bolaño’nun daha önceki eserlerinden kahramanlar da bir görünüp kayboluyorlar. Önceki yazdıklarını okumamış olmak bu kitaptan alınacak keyfi azaltmıyor. Kitapta hayal ürünü yazarlar ve eserlerine ilişkin çok sayıda detay var, bu okumayı çok heyecanlı ve inanılır kılıyor. İçinde yüzlerce karakerin olduğu romanın  konusunu anlatmak çok zor. Okuyacak olanların da keyfini kaçırmaksızın her bir kitabın sadece ana temasını özetlemeye çalışacağım. Her birinde onlarca roman kahramanının yaşamından kesitlerin de yer aldığını belirtmeliyim. 
Birinci Kitap Benno von Archimboldi ismindeki bir alman yazarın eserlerine tutkulu biçimde bağlanmış akademisyen ve eleştirmenler hakkında. Avrupa’nın dört farklı yerinden gelen dört eleştirmen, üçü erkek ve biri kadın, bu yazarın kim olduğunu ve ona ne olduğunu bulmaya çalışıyorlar. Bu dört kişinin derin ilgisi söz konusu yazarın dünyaca tanınan bir yazar haline gelmesine sebep oluyor. Bu dörtlünün arasında çok değişik ilişkiler yaşanıyor. Yazar hakkında tek bilinen çok uzun boylu, beyaz tenli birisi olduğu. Onun nerede olduğunu bulma yönünde saplantılı biçimde sürülen izler nihayet yazarın en son görüldüğü yer olarak Meksika Sınırındaki Santa Teresa isimli kasabayı gösteriyor.
İkinci kitap Santa Teresa’da geçse de eleştirmenlerin izine artık rastlamıyoruz. Bu sefer karşımızda karısını kaybettikten sonra çok mutsuz olmuş ve kasabaya yerleşmiş, ilk kitapta kısa bir süre diğer akademisyenlere yol göstermiş olan Şili’li Edebiyat Profesörü Amalfitano var. Bu kasabada yıllardır korkunç cinayetler işlenmekte. Kurbanların hepsi kadın ve katil bulunamıyor. Romanda anlatılan bu kasabanın gerçek hayattaki karşılığının Ciıdad Juarez isimli bir şehir olduğu ve burayı çevreleyen çölde hemen her hafta bir ceset bulunduğu biliniyor. Amalfitano bir türlü çözülemeyen cinayetler sebebi ile kızı için endişeleniyor ve aklını oynatacak raddeye geliyor. Bu kitapta Amalfitano’nun karısının öyküsünü öğreniyoruz.
Üçüncü kitap, Amerikalı gazeteci Oscar Fate hakkında. Gazeteci bir arkadaşının yerine Santa Teresa’da yapılacak bir boks maçını izlemeye ve o maç hakkında yazı yazmaya geliyor. Ancak şehirde süregelen cinayet dalgasını öğreniyor bunun üzerine, öldürülen bir Amerikalı kadın ve seri cinayetler hakkında yazabilmek üzere editörünü ikna etmeye çalışıyor. Maçı beklerken şehrin karanlık yüzünün çekimine kapılıyor, Amalfitano’nun kızı ile tanışıyor. Santa Teresa’nın ne kadar korkunç bir yer olduğunu hissetmeye başlıyoruz. Bu bölüm sanki dördüncü kitaba bir hazırlık olarak tasarlanmış. Sonraki kitap uzun bir karabasana benziyor.  
Dördüncü kitap, Santa Teresa’daki cinayetler üzerine, her bir kurban ve ölmeden önce son yaşadıklarının neler olabileceği, geride bırakılmış izler üzerinden  sanki polis raporlarından alınmış gibi detaylı biçimde tasvir ediliyor, her bir tanıtımın sonunda ise kişiyi gerçek hayata bağlayacak cümleler var. Ölen kişnin hayattayken yaptıkları kendisi ya da yakınları tarafından anlatılıyor. Kurbanların hikayeleri, polislerin anlattıkları, tanık ifadeleri birbirine geçiyor. İşte bu noktadan itibaren kitap sanki 300 sayfalık bir cehenneme dönüşüyor. Cinayeti örtbas etmek isteyenler ve bu cünayeti çözmek isteyenler birbirine geçiyor. Kurbanlar aniden beliren siyah ciplere biniyor, telefonlarda esrarengiz sesler duyuluyor, aynalarda sahipsiz yüzler beliriyor, çölde koşan atlı imgeleri beliriyor, bir bakışı ile insanların kanını donduran beyaz tenli uzun boylu adama dair rahatsız edici şüphelerden bahsediliyor, televizyon ekranlarındaki medyumun onuşmları uğursuzluk taşıyor.  Bu bölümü okurken 2666 acaba cehennemi anlatan bir kiatp mı diye düşünmeye başladığımı ifade etmeliyim.
Beşinci kitap okuru başladığı yere götürüyor yani Achimboldi’ye.  Tamamen farklı bir romanı okumaya başlıyoruz Archimboldi’nin çocukluk günlerini okuyoruz. Ardından İkinci  Dünya savaşı yılları ve Naziler anlatılıyor fonda ise gizli geçitler, kaybolan defterler, delirmek üzere olan bir kadınla yaşanan bir aşk, kışkırtıcı bir barones var. Archimboldi yazmaya tutkuyla bağlanıyor, çıktığı yolculuk onu Santa Teresa’ya kadar getiriyor hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlıyoruz.  
Romanda katilin kim veya kimler olduğu önemli değil ve bu garip özette anlattıklarım sonuca dair herhangi bir ipucu içermiyor, o yüzden okuma keyfinize bir zarar vermeyeceğimi umuyorum.
İlgilenenler leyifli bir okuma deneyimi yaşayacaklardır diye düşünüyorum.


Aynı anda iki bazen üç kitabı okuma alışkanlığıma rağmen 
2666'ya  iltimas yaptığımın resmidir.


2666 - Roberto Bolañ
Pegasus Yayınları, Şubat 2012
Çeviren: Zeynep Neyzen Ateş


Meraklısına Linkler;



22 Şubat 2012 Çarşamba

2666 Nedir?

2666 bir sayı. Tarifi çok güç bir sayı.

Bana kalırsa baştaki iki rakamı ikibinli yılları sembolize ediyor, 666 sayısı ise saf ve nedensiz kötülüğe işaret ediyor. Yani 2666, kötülüğün 2000'lli yıllarda insanların arasından ya da onları önüne katarak ilerleyişini anlatıyor. Bu sayı kötülüğün son yolculuğunun izlerini sürmeye kendilerini adamış insanların, izlerin vardığı son durakta kayboluşlarını ve kötülüğün doğasında yer alan nedensizliği, ilişkisizliği onun sırrına varmak isteyen herkesin, her şeyin birbirlerine ufak temaslarla ilişkilendirildiği uzun bir öykü aslında.

Şilili yazar Roberto Bolaño'nun son romanıdır 2666, hal böyle olunca da bu sayının açıklaması bana kalmıyor elbette. Böyle olunca da bu sayının anlamının açıklanması çok gerekli değil, hoş yine de yazar rakamın anlamını açıklamasa da başka bir kiyabında izlerini vermiştir zaten. Bir kadının ağzından Latin Amerikanın hüzünlü ve vahşi tarihini anlattığı "Amulet" isimli romanının kahramanı ve "Vahşi Şeyler'den şöyle bir geçiveren Meksika Şiiri'nin Anası sayılan Auxilio Lacouture,2666'yı bir konuşmasında kullanır. Lacouture 1968 yılında ordunun üniversiteyi işgali sırasında yaşanan Tlatelolco katlimaından kurtulabilen tek kişidir. 12 gün kadınlar tuvaletinde kendi kendine şiirler okuyup, saklanarak bunu başarmıştır.

Amulet isimli romanda, Mexiko City'deki Guerrero Caddesi'nde yine Vahşi Şeyler'deki karakterlerden Arturo Belano ve Ernesto San Epifanio'nun peşinden giderken şunları anlatır;"...Guerrero Caddesi'nden aşağıya doğru ilerledik, adımları az evvelki kadar hızlı değildi ve ben de onların peşinden gitmeye deminki kadar istekli değildim. Guerrero gecenin o saatinde sokaktan çok bir mezarlığa benzer; 1974'teki, 1968'deki ya da 1975'teki bir mezarlığa değil ama, 2666 yılındaki bir mezarlığa, ölmüş ya da daha doğmamış birinin gözkapaklarının altındaki, birşeyi unutmak isterken herşeyi unutuvermiş bir gözün, hislerden arınmış sıvılarına ev sahipliği yağan bir mezarlığa benzer"  

2666'yı okumayı Vahşi Dedektifler'i okuduğumdan beri istiyordum. Robinson Crusoe'daki İngilizce nüshasını defalarca elime alıp ağzımın suyu akarak incelemiştim, ama Türkçeye çevrilmekte olduğunu bildiğimden yayınlanmasını beklemekteydim. Kitap yayınlanınca türkçesini inceleyecek ve İspanyolca'dan tapılmış düzgün bir çeviri olduğuna ikna olursam satın alacak, kötü bir çeviri ise İngilizcesini okuyacaktım. Niyetim buydu. 

Kitap geçtiğimiz hafta yayınlandı. 


Meraklısına Linkler;



21 Şubat 2012 Salı

En, En, En Çoklar...

Sevgili Deeptone mimledi, çok neşeli bir yazı yazmış kendisi de bu mimi cevaplarken. Bu seferki mimimi fazla ihmal etmeden, anında yani yazdığım gibi yayınlıyorum. Konumuz en sevdiğimiz "şeyler", bir sür şey var da ben en önce en sevdiğim şeylerden başlıyayım.

1 - En sevdiğim şeyler;

Sükunet, sessizlik
Gürültü, patırtı,
Müzik dinlemek, bilgisayarda müzik yapmak, sevdiğim şarkıları kesip, biçip onlara kendimce eklentiler yapmak, sevdiğim şarkıları rahat bırakamayıp illaki onları rahatsız etmek, 
Gezmek
Evde oturmak
Gördüğünüz gibi birbirne zıt şeyleri, hal geçmesin diye aynı ölçüde ve aynı derecede seviyorum.
Sinemada ya da evde film izlemek,
Huzur, ama huzurum bir kaçınca da huzurumu kaçıranların huzurunu kaçırmak. 
Arkadaşlarım,
Kalabalıklar, sokaklar ve yağmur.
Yazı yazmak, sakin bir köşede yazı yazmak ya da çok gürültülü bir yerde yazmak. 
Yazdıklarımı değerlendirmeme yardımcı olacak birilerini aramak.
Kediler,
Sokak kedileri, sokak köpekleri,
Trenler, tren yolculukları,
Havaalanları, 
Pencereler,
Pencerelerden dışarı bakmak, 
Yolda giderken pencerelere bakıp onlara öyküler uydurmak
Eller,
İnsanların ellerini zilemek, O ellerin sahiplerine hikayeler uydurmak
Resim yapmak,
Kaşını gözünü yara yara sadece kağıt kullanarak, noyasız resim yapmayı öğrenmek.

İlk aklıma gelen sevdiklerim bunlar. 

2 - Bilgisayarda vaktini neler yaparak geöirirsin,

Bilgisayar feci vakit alıyor birkere o yüzden ondan yazı dışında kendimi sıyırmaya çalışıyorum. Çok istesem de bazen okuduğum bloglara yorum bile yazamıyorum. Çok sayıda blog takip ediyorum, hepsine yorum yazsam saatler yetmiyor arada bir yorum bırakabiliyorum bu yüzden, PCyi sıklıkla yazı yazmak ve müzik hacamat etmek için kullanıyorum. Bir de kendi yaptığım karakalem resimlerin renkleri ile oynamak için resim programlarını bolca kurcalarım. Twitter a arada giriyorum. Vakit emen şeylerden uzak durmaya çalışıyorum gün yetmiyor sonra. Eskiden bir ara bolca briç oynadığım geldi şu anda aklıma. Vay be ne günlerdi Saatler ne kadar çabul uçar da giderdi.

3 - En sevdiğin filmler nelerdir, izlediğin ve aklında kalan ya da kesinlikle izleyin dediğin filmler nelerdir.

Çok film izlediğim için buna verebileceğim örnekler de fazla. Ama dönem dönem farklı filmleri farklı sebeplerden örnek verebilirim.

Bugün vereceğim en sevdiğim ve önerdiğim film örneklerim şunlar (uarın başka birliste çıkartabilirim);
Barry Lyndon,  Tom Jones isimli romanı okumuş ve kullanılan mizahi uslubu çok beğenmiştim. Hemen ardından Stanley Kubrick'in Barry Lyndo filmini çekebilmek için özel bir kamera geliştirdiği ve böylelikle çekimlerde yapay ışık kullanmadan, mum ışığındaki sahneleri bile çekebildiğini bir sinema kitabında okuyunca bu filmi çok merak etmiştim. Filmi bulup izledim ve aynı dönemi anlatan Tom Jones romanındaki esprili, neşeli anlatım tarzını yakalayarak çok mutlu olmuştum. Çok hoş nükteler, acaip alaycı bir oyunculuk var duyguların zıt duygular ile aktarılması çok zekice. Ryan O'Neal'in ilk defa rol yaptığını da bu film ile gözlemlemiş oldum. Bence Kubrick'in en iyi filmi. Kesinlikle öneririm. 

Ayrıca Le Sirene du Mississippi Framçois Truffaut'un çok başarılı bir filmi olmamakla birlikte, çok hoş mizansenlerden oluşur, jean Paul Belmondo ile Catherine Denevue'ün oyunculukları eşsizdir. Hikayedki ufak yefek gediklere sırf finaldeki, karlar içindeki klüubede geçen sahneler için bile katlanılabilir. Beüenirim bu filmi. 

Yine Truffaut'un ülkemizde "Penceredeki Kadın" ismi ile göstrilmiş filmi mükemmel bir öyküdür, oyunculuklar süper başarılıdır, filmin fianli ise her izleyişte aynı korkunç etkiyi yapar.

Possession, Andrzej Zulawski'nin unutlmaz gerilim filmi ülkemizde bir çok "yaratıcı" çizere de etki etmiş olmalı ki aynı hikayeyi, sanki filmin story boardunu çizer gibi utanmadan araklamışlar, hem de defalarca. ama ne yazık ki hiçbiri filmin yarattığı etkiyi verememektedir.

Para babaları tarafından dehdehlenen geri zekalı sinema eleştirmenlerince malum sebeplerle görmezden gelinen ancak hali hazırda yönetmeni Roman Polanski'nin başyapıtı olan The Ghost Writer başta olmak üzere Ninth Gate, Tess ve Repulsion isimli Polanski filmleri.

Brian de Palma filmlerinin The Sisters hariç olmak üzere tümünü. Aralarından illa birini seçmem gerekirse Femme Fatale filmini. Kanımca rüyaları anlatan en başarılı filmdir

Elia Kazan'ın .sansüre rağmen insanı allak bullak eden A Streetcar Named Desire filmini. 

Aynı dönemlerden unutulmaz film klasiği Sunset Boulevard filmini.  

True Romance, Romeo Bleeding, Double Indemnity, Music Box, Double Life of Veronique, Bound, Reebecca, zaman zaman izlediğim filmlerdendir. 

4 - Şu sıralar satın almak istediğiniz şeylerin listesi;

O kadar çok ki. 

En başta yeni bir bilgisayar, bir sürü kitap, cd, dvd yani bilimum ıvır zıvır diyebilirim.

5 - Şu sıralar en çok dinlediğini zşarkılar (3tane)
Gotye ve Kimbra düeti Somebody That I Used to Know
Adele'in meşhur şarkısı Rolling in the Deep'in Linkin Park versiyonu.süper olmuş. 
Patricia Kaas'ın güzel şarkısı Un Fille de L'est şarkısını bu versiyonunu yeni duydum, çok harika olmuş.  

İşte mimimiz bu kadar, Yoruldum yazarken gidip bir dolanacağım şimdi. Mimi kimseye göndermiyorum ama isteyen buradan aslın cevaplasın, yeni filmler şarkılar ööğrenmek güzel olur. 







Dikkat Teşhirci!!

Sapık sapıktır. Hatta çoğu zaman sapık, sapık olduğunu bilmeksizin sapıtabilir. Ama bizi sapıklardan kim koruyacal değil mi? En azından ufak bir işaret olsaydı, tedbirimizi alsaydık değil mi? 

20 Şubat 2012 Pazartesi

Karikatür ve Neşe

İzmir Neşe ve Karikatür Müzeis 2012 yılı Ocak ayı sonunda açıldı. Kısacası neşeli müze de denilen dışı eskiye uygun, dışı hayli modern biçimde restore edilmiş iki katlı eski binada, şu anda Akdeniz Neşesi isimli sergi yer almakta. Akdeniz'e kıyısı olan ülkelerin tanınmış karikatüristlerinin kaleminden akdenizli olmaya dair güldüren, dahası düşündüren karikatürler sergilenmekte.

Karikatürlere diyecek laf yok ancak mekan da güzel. Tam olarak faaliyete geçmemiş olmakla birlikte, yaz aylarında arka tarafındaki minik avluda yer alan kafeteryasının ve yüzlerce mizah kitabından oluşan kütüphanesinin de hizmete girecek olması sevindirici. Sanırım bu yerin varlığından henüz pek kimsenin haberi yok ki; ben ziyaret ettiğim sırada dışarısı cıvıl cıvıl iken, müzenin içinde görevliler ve benden başka kimse yoktu. Böyle yerler ihmale gelmez sevgili İzmirliler. kapatıverirler sonra. 

Pazartesi hariç haftanın altı günü açık bu mekana bir göz atın derim. 


Fotoğraf; Neşe ve Karikatür Müzesi'nden Kareler - D.M.

Müzenin Adresleri;

Sanal adresi; /

Gerçek Adresi; 
Yüzbaşı Şerafettin Bey Sokak No: 9
Alsancak /İzmir




17 Şubat 2012 Cuma

Origami: Yarasa

Yarasaları hiç sevmem yakından görmüşlüğüm de allah razı olsun şu ana kadar olmadı hiç. Soğuk nevale sinsi bir hayvandır gözümde. ne yapsa bana yaranamaz. 

Elin origam ustası almış doları katlamış bükmüş yapmış bir yarasa. Ülkemizde paramızı koruyan kanunlar var da bizim paralar derli toplu duruyor, yarasa suretine bürünüp kepaze olmuyor en azından. Kıskanmıyoru origami yapanları, hiç kıskanmıyorum hem de.

Bugün Dünya Kedi Günlerinden Yalnızca Bir Tanesi

Geçtiğimiz Pazartesi günü katıldığım toplantıda yazar, 17 Şubat tarihinin Dünya Kedi Günü olduğunu söylemişti. Daha önce duymamıştım ama google da araştırdım kesin tarihi öğrenebilmek için. Öncelikle 17 Şubat günü bazı ülkelerce kabul görmüş, ancak kedi severler belirli bir günde sözbirliğine varamamış olmalılar ki, dünyanın başka yerlerinde başka başka tarihler Dünya Kedi Günü olarak hatırlanıyor. Ülkemiz onyedi şubatçılardan. 

Havalar soğuk gidiyor, soğukların artması en çok da sokak hayvanlarını etkiliyor. Yine de güneş yüzünü biraz göstermesin, hepsi soğukları anında unutup, güneşin altında bir güzel gerinmeye, temizlenmeye, oyunlar oynamaya ve ardından da mışıl mışıl uyjuya dalıyorlar. Resimdeki sokak kedisi de bugünün dünya kedi günü olduğunun farkındaki hayvanseverlerden gördüğü ilgi, sevgi ve kuru mamalar sayesinde iyice mayımış, güneşin tadını çıkarıyordu. 



Fotoğraf: Kış Güneşinde Sokak Kedisi - D.M.

16 Şubat 2012 Perşembe

Tek Kişilik Düet


Geceyarısı. Karanlık. Havada bulut sıcağı var. Ay ve yıldızlar görünmüyor. Yüksek binaların arasından karşılıklı evlerin penecereleri arasında zigzaglar çizerek ilerleyoruz.. Evlerden birisinin ışığı yanıyor. Yaklaşıyoruz. Işıkların geldiği pencerenin camı açık, perdeler oynuyor. Yakınına geldiğimizde, bir kadının konuşmakta olduğunu duyuyoruz. Yandaki pencerede meraklı bir kadın karaltısı varç Komşu pencerede bir kadın konuşulanları dinliyor besbelli. Perde rüzgarla aralandığında çift kişilik bir yatak görüyoruz. Kadın cam kenarında kendi yastığına sırtını vermiş, yatağın içinde oturuyor. Işık kadının tarafındaki abajurdan geliyor. Adam sırtını kadına dönerek yatmış. Pencereden içerisini görmemizle bir kadının söylediklerini net olarak işitiyoruz.

Kamera pencereden yatağa ilerliyor, kadının ayaklarından yüzüne yükseliyor konuşmanın “çiçek” ile ilgili bölümüne geldiğimizde, kamera kadından adama dönüyor. Önce uyumakta olan adamın vücudunda üstünkörü  geziyor, ardından adamın yüzüne yaklaşıyor.  


-          Hep  yanındayım.
-          …..
-          Hep ama hep yanındaydım, her zaman sana destek oldum.
-          …..
-          Benim de bir şeyler isteyebileceğim hiç mi aklına gelmez senin?
-          …..
-          Benim de isteklerim var, hayallerim var.
-          …..
-          Benim de bir hayatım var.
-          …..
-          Hiç düşündün mü, bana ne olacak?
-          …..
-          Bana ve benim hayallerime ne olacak? Anlatsana.
-          …..
-          Sadece senin arkadaş grubunla değil de başkalarıyla da ahbaplık etmek istediğim hiç mi aklına gelmez senin?
-          …..
-          Hayallerimi, isteklerimi, her şeyimi aldım ve senin içine gömdüm ben. Onlardan umudu kestim ama senden umudum vardı. Sanki bir tohum eker gibi hepsini sabırla sana ektim herşeyimi, geleceğimi. Büyüsünler diye kendi hayatımla suladım onları. Boy atsın, bir çiçek açsın diye bekledim.
-          ….
-          Büyümedi, açmadı o çiçek.
-          …..
-          Üç yılımı verdim sana. Üç kocaman yıl. O ççek neden büyümedi biliyor musun?
-          …..
-          Susarsın, hep susarsın, yatar uyursun böyle.
-          …..
-          O çiçek açmadı. Çünki o toprakta iş yok. O kadar sert, o kadar kendi içine kapalı ki o toprakta asla yeni bir çiçek büyümez.
-          …..
-          Bunu anlayıncaya kadar her şeyimi sana verdim.
-          …..
-          Sıkı sıkıya tutundum  sana, o hiç açmayacak çiçeğe,  Neden biliyor musun?
-          ….
-          Çünkü seni seviyordum.
-          ….
-          Ama artık bitti. Senden artık bir şey beklemiyorum. Ben yokum. Bitti.
-          …..


Adamın gözleri açık uyumuyor. Dizleri karnına çekilmiş iki eli yastığının altında kıpırdamaksızın yatıyor. Konuşmuyor. Dinliyor. Susuyor. 




15 Şubat 2012 Çarşamba

Şeffaf Ekmek Kızartma Makinesi

İnsanoğlunun isteklerinin sonu yok. Her şeye de sahip olsa, sahip olduklarından fazlasını istemek doğasında var. Bu şeffaf ekmek kızartma makinesi de her şeye sahip olanlar için yapılmış icatlardan. Ancak ekmek kızartıcısını çalışır vaziyette unutup başka işe dalarak ekmeğini hep yakmayı başaranlar ya da cihazın başında beklese de her seferinde marsık gibi kara kuru bir ekmek dilimini tabağına koymayı alışkanlık haline getirmiş olanlar için de pekala yararlı bir mutfak eşyası. 

Kullanması ise çok kolay, eköek dilimini içine bırakıp karşıdan bakıyorsunuz. Dilim istediğiniz renk tonuna döndüğünde çıkarmaktan başka telaşınız olmuyor. Şeffaf ve ısıyı geçiren cam kullanılarak dizayn edilmiş. 


14 Şubat 2012 Salı

Öykü Günü

Dün akşam bir söyleşiyi dinlemeye gittim. Aynı zamanda bir akademisyen de olan ünlü bir yazar, çok keyifli bir buçuk saat armağan etti bizlere. Konuşmasının arasında "Sevgililer Günü" ve "Dünya Kedi Gününden" bahsetti. Kendi ilgi alanına girmeyen bir önemli günün yanından ise kendi deyimi ile "vınnmm diye" geçti. Öykü çoğu yazar ve okur için üvey evlat muamelesi görmüştür, bu ne yazık ki doğrudur. Zahmetli bir yazın türüdür öykü, kısa öykü. Kısacık bir alanda bir anın, bir kişinin, bir olayın, kısacası hayatın minik bir anını paylaşmak kolay değildir elbette. 


1997 yılında Ankara'da başladı öykü günleri, 2012'ye kadar aktı zaman. Bugün dünya öykü günü. Öykü gününüz kutlu olsun. 

Bugün bir öykü okuyun lütfen. Eğer bir amatörden bir öykü okumak isterseniz, aşağıda üç sene kadar önce yazmış olduğum ilk taslağına da bu blogda uer vermiş olduğum "Gece ve Kadın" isimli bir öyküm var. Sonu belirsiz bir öykü bu. Öyküyü okuyun ve döykü gününün hatırına, öyküdeki kadına dilediğiniz sonu armağan edin lütfen.
Resim: Ironing Lady - J. Coccarelli

Gece ve Kadın

Geceyi seviyordu kadın. Günün en sevdiği kısmı; karanlığın gölgesinin usulca inmeye başladığı andan, gün ağarıncaya kadar geçen zaman dilimi başlamak üzereydi.  Karanlığın gücü arttıkça evlerin, sokakların ışıkları bir bir yanarak aydınlatmaya çalışıyordu geceyi. Bu da  diğer günler gibi yavaş geçen bir gün olmuştu, artık gecenin inmesine fazla vakit kalmamıştı. Özlemi kısa bir süre sonra sona erecekti.
Salondaki geniş pencereden evlerin üzerinden, kendini uzaklardan gösteren denizin maviliğine baktı. Dudaklarından tatlı bir ses döküldü;
"Geceye az kaldı"
Melodik bir sesi vardı kadının. Müziği çok seviyordu. Hep şarkıcı olmak istemişti ama bunun hiç olmayacağını geçmişinde bıraktığı uğursuz bir ses kulağına fısıldamıştı. Ayna karşısında, bir eline aldığı saç fırçasını sıkı sıkıya mikrofon gibi kavrayıp hayalindeki seyirci kalabalığını selamlıyordu bazen. "Utanmıyor musun koskoca kadın, böyle ayna karşılarında?" diye kendi kendini azarlıyordu hemen ardından. Mutfağa geçip akşam için pişmekte olan yemeğe baharat ilave ediyordu. Salona geçiyordu, oradan banyoya, oradan yatak odasına. Evin içinde dört dönüyordu. Kafese konulmuş bir hayvan gibi ruhu daralıyordu çoğu zaman.
Salondan mutfağa geçti, yemek hazırdı, tencerinin kapağını kaldırıp tahta bir kaşığı daldırdı. Çıkarıp ağzına götürüp tuzuna baktı. Ocağı kapattı. Hemen arkasından banyoya geçip aynaya baktı, kısacık saçları vardı eskiden. Oğlan çocuğu gibi kestirmiş ve sarıya boyatmıştı. Çok yakışmıştı o saçlar. Mutlu olduğu zaman nasıl güldüğünü hatırlayarak aynaya döndü, "Civciv gibiydi" dedi. Yatak odasına geçti, kızının odasına baktı. Arka odaya geçti. Koltuğun üzerinde rengarenk giysiler bırakılmıştı. Ait oldukları yerlere dağıtılmadan once ütülenmeleri gerekiyordu. Farklı renklerin bir arada olmasını seviyordu. Elini giysi yığınına uzatıp içlerinden bir tanesini aldı. Çimen yeşili renkte bir bluzdu Yanağını kumaşa sürdü. Yumuşacıktı.
Bu bluzu giydiği ilk günü anımsıyordu. Arkadaşları ile Kilyos'a pikniğe gitmişlerdi. Kısacık sapsarı civciv gibi saçları vardı, Kemal gitar çalıyor o söylüyordu:
"Dokunur bahara içimdeki güz,
Suretim yalancı sıcak
Üşür içimdeki ağlayan yüz

İkisi de seviyordu bu şarkıyı. Sözlere gireceği anda gözleri ışıl ışıl buluşuyordu. Kemal o akşamüstü evlenme teklif etmişti. Arkadaşları sevinç dolu tezahüratlarla karşılamıştı kararlarını. Evlilik teklifinin üzerine sertçe bastı ütüyü, katladı, kollarının birleşme yerlerine bir tane daha ve daha sert bir tane daha. Buharlar yükseldi çimen yeşili kumaştan, gözlerinin hizasına kadar. Elbise dolabını açıp oraya kaldırdı evlilik teklifini.
Yavru ağzı renkli gömleği evlendikten kısa bir sure sonra almıştı Kemal'e. Bir sigorta şirketinde çalışmak, sabah işe, akşam eve koşturmak, evlendiği adama yemekler yapmak, giysilerini ütülemek, birlikte hiç gidilemeyecek yaz tatilleri planlamak hayallerinin arasında asla olmamıştı. O yüzden mi kolay razı gelmişti çalışmamaya, ev hanımı olmaya, hayalini kurmadığı bir işte çalışmamak için mi? “Madem ev hanımı olacaktım niye o kadar okullar kazandım, okudum, nerede şimdi o sınavlar, diplomalar?” sorusu içini kemiriyordu zaman zaman. Koridorda saçlarını geriye savurup havalı durarak mutfağa sesleniyordu;
“Memnun oldum hanımefendi, mesleğiniz ne peki?”
Hemen mutfağa geçerek omuzlarını indiriyor saçlarını önüne dökerek fısıldar gibi cevaplıyordu;
“Müebbet ev hanımı”
Tuzağa düşmüş bir av hayvanı gibi hissediyordu kendini. Onlar isimlerinin av hayvanı olduğunu bilmezlerdi değil mi? Bilselerdi kaderleri belki başka türlü olabilirdi diye düşünürdü. O da bilmiyordu kaderini. Erkekler için alışılmadık renkte olan gömleği severek giymiş olsa da zamanla varlığını unutmuştu Kemal. Nereden aklına geldiyse geçen hafta işe giderken tekrar giymişti. Aynı gece dışarıya çıkmışlardı, o gömlek üzerindeydi. Çocuk fikri için neden acele etmişti Kemal? Onu, kaderi olan kapana daha sıkı ve çözülmesi imkansız zincirlerle bağlamak için mi? Yavru ağzı gömlekten buharlar yükselirken gözleri ıslandı. Çocuk, kısa vadeli planlarında yoktu kadının. Yine de henüz iki yıllık evliyken kucağında çocuk ile başka bir evin başka odaları arasında koşturur bulmuştu kendisini. Gömleği askıya astı, askıyı da doğru dolaba.



Arkası tamamen kırmızı önü küçük küçük farklı renklerdeki kare ve üçgen desenlerden oluşan bluzü vardı şimdi elinde. Canan’ın hediyesiydi, ilk başlarda severek giymmişti, ama artık her giydiğinde Kemal ile ilk büyük kavgaları geliyordu aklına. Akşam dışarı çıkmışlardı, sesinin güzelliği ile gittikleri yerde dikkat çekmiş, arkadaşları da ısrar edince kendini gittikleri barın sahnesinde bulmuştu.



"Su gibi geöti yıllar,
"Deryada bir damla kadar”



Şarkıyı söylerken Kemal'in sinirlendiğini sezmişti. Yine de ardından bir şarkı, sonra bir tane daha, tıpkı eski günlerdeki gibi diyecekken eşi ile gözgöze geliyor bu derece sinirlenmiş olması inadını kamçılıyor, şarkı söylemeyi bırakamıyordu. Eve geldiklerinde; "Sen kendini ne sanıyorsun" dediğini duymuştu sonra sol kulağının üzerine bir şes patlamıştı. Banyo kapısının önünde duruyordu. Hazırsızlıksız yakalanmıştı. Bir an bembeyaz bir ışık görmüş, başının arkasında bir uyuşma belirirken her taraf griye dönmüştü. Yediği yumrukla sendeleyip geri geri giderek yere düşmüş, başının arkasını banyo küvetinin kenarına çarpmıştı. “Paspastaki kırmızı lekeler de ne böyle?” diye düşünmüştü kendine gelirken. Giysisinin ön kısmındaki desenler de kırmızıya dönmüştü, Blüzün kırmızılarına dikkatli biçimde baktığında kan lekeleri beliriyormuş gibi geliyordu kadına. Çok utanıyordu, hayatını paylaşma sözü verdiği erkekten düpedüz dayak yemiş olmayı kendisine yediremiyordu. Yüzündeki izleri soran arkadaşlarına ne akıl almaz bahaneler uydurur olmuştu sonraki yıllarda. “Kocasından dayak yiyor” diyerek arkasından konuşuyorlar mıydı acaba. Ütüyü bastırdı buharlar yükseldi. Kan lekelerini askıya asıp dolaba kaldırdı. Ütü yaparken içini üzüntü veren bir sıkıntı kaplıyordu. Evdeki hemen hemen her giysinin artık unutmak istediği bir hatırası vardı. Unutamıyor, unutmasına izin verecek bir tek umut bulamıyordu.



Kemal'in diğer gömleklerine geçti, koltuğun üzerindeki yığın azalacağa benzemiyordu. Bir gömlek, bir fanila, bir iç çamaşırı, bir gömlek daha. Eve arkadaşlarını davet ettikleri, ikisinin arasındaki şiddetli bir kavga ile sona eren başka bir geceyi katlayıp çamaşır çekmecesine kaldırdı. Yaz tatiline gidip ilk gününde geri döndükleri bir iç sıkıntısını katlayıp erkeğin giysilerinin arasına kaldırdı. Kalabalık bir sokağın ortasında, hem de herkes onlara bakarken bağırarak küfürler eden bir gömleği diğer gömleklerin arasına astı. Çok eski zamanlarda kalmış kendi halinin bir kopyası olan kızının blüzunu ütülerken ütünün derecesini usulca azalttı, Sevgi ile bastırdı metali kumaşa. Asmadan önce belli belirsiz dudaklarına götürdü kumaş parçasını. Bugün kendi annesi okuldan alacaktı ve geceyi anneannede geçirecekti biricik Aslı’sı. Geriye son bir parça kalmıştı, beli ağrıyordu, yüzü ter içindeydi. Son parça kızının minik bedeni kadar minik penbe renkli, Barbie resimli tişörttü. Doğum gününde almıştı onu. Ütüyü tişörtün üzerinde okşar gibi belli belirsiz gezdirmesi yeterliydi.



Fişi prizden çekti. Avucundaki pembe tişörtü sımsıkı tutarak hole yürüdü. Yatak odasındaki seyahat çantasının içine koydu, fermuarını çekti. Çantayı da alarak hole çıktı, elindekini portmantonun üzerine bıraktı. Hava kararıyordu. Balkona son kez çıktı, yüzünü soğuk bir esinti tokatladı. Işıkları yanmaya başlamıştı evlerin. Gece iniyordu. Yüzünü bir zamanlar güzel olduğunu anımsatan bir gülümseme kapladı. Kadın, kendini geceye bıraktı.



13 Şubat 2012 Pazartesi

Digitürk Aboneliğimi İptal Ettirtme Ve "Bir Daha Asla" Deme Nedenlerim

Telefonum artık günün, olur olmaz diye adlandırılabilecek muhtelif saatlerinde en münasebetsiz yerlerde ve gereksiz durumlarda aniden çalmıyor. Telefonumu epey bir zamandır sessizde tutuyordum, Ama o titreşim vardır ya, benim için sanki ciğerimin derinlerinden gelen bir depreşim olmuştu. Artık arayan o malum numarayı gördüğüm zaman telefonumu atkıma sarıp, titreşim sesini kaşkolumun kıvrımlarında boğmama, telefonumu iyiden sessizleştirmeme gerek kalmadı. Zil sesini ben de diğer normal insanlar gibi açabiliyorum. Ama kim derdi ki gün gelir telefon sapığımı da özlersin. Ben özlüyorum bakın. Bir iki gündür telefon sapığım aramıyor beni. Arayıp da o malum soruyu sormuyor. Oturup uzun uzadıya sohbetler etmiyoruz kendisi ile. Hani çoğu zaman açmasam bile haftada bir iki yine bir cevap verirdim, konuşurduk, pohpohlardı beni, bana sorular sorar, cevaplarımı dinlermiş gibi yapar, hatta cevaplarımı not ettiğine dair bir izlenim yaratırdı üzerimde. Ben de dediklerim not alınıyor diye sevinirdim. Kendini önemli hissetmek böyle bir şey olmalı. Ama yalanmış, hiç bir dediğimin not edilmediğini beni yedinci arayışlarında filan tam olarak anladım, ondan sonra telefonumu sessisize aldım, ardından nazlı aşık süsü verdim kendime ki fazla nazdan usansıunlar. Yok usanmadılar. Benim telefon sapığım bir kişi değildi yüzlerce kişiydi, her defasında bir başkası ile konuştuğuma göre, o kadar çoktular ki. Digiturk'ün call centerıydı beni taciz eden.

Geçen sene mart ayında dokuz yıllık Digiturk aboneliğimi iptal ettirmeye karar verdim.O zaman için - anımsadığım kadarı ile -  iptal ettirme sebeplerim şunlardı;
1 - Digiturk'ün yayın hakkını elinde bulundurduğu maçlara dair telif haklarını bahane ederek, Blogspot'da yayınladıkları maçların görüntülerine "link" veren, üstüne basa basa söyleyeyim, "bağlantı veren"  bir kaç blog yüzünden tüm ülkedeki yüzbinlerce blogger'ın ve onların okuyucularının bloglarına erişimlerini iki kez durdurmuş olması beni çok sıkmıştı. Bu gereksiz uygulamayı ilk yaptıklarında insanlar biraz tepkisiz kaldığı için ikinci kez yapmakta beis görmediler. Ancak ikinci kez aynı hatayı işlediklerinde inanılmaz tepkiler ile karşılaşmış olmalılar ki, çabuk geri adım attılar. Elbette hesaba katmadıkları bir şey vardı bu koskocaman şirketin; eskiden rakipsizdiler, artık bir sürü rakipleri var. Aboneliğini iptal ettirip rakip TV aboneliğine geçenlerin sayısında artış olmuş olmalı. 
2 - Aboneliğini aldığım uluslararası kanallardaki arapça yayın yapan kanal sayılarının gereğinden fazla artmış olması, ingilizce yayın yapan kanalların azalmış olması beni her geçen gün hayal kırıklığına uğratıyordu.
3 - Sinema paketine üyeydim, görmediğim bir filmi göstermez olmaları bir yana, arada bir benimle aynı pakete yeni üye olmuş kimseler ile konuştuğumda onların aynı hizmeti benden çok daha ucuz fiyatlarla satın aldıklarını duymaya başlamıştım. Bu da kendimi aldatılmış hissetmeme neden oldu.
4 - Digiturk dergisi için benden kesilen paraya rağmen o derginin yüzünü gazete bayileri dışında bir yerde görmeye muktedir olmamam da cabasıydı.

Blogumun kapanmasının da kırgınlığı ile abonlelik iptali işlemimi 2011 Mart ayında başlattım. Beni bir kaç kez arayıp vaz geçirmeye çalıştılar. 
"Siz eski üyemizsiniz çok değerlisiniz"
"Ben ha, değerli ha? Neden daha önce belli etmediniz?"
Vazgeçrirmeye çalışırken bana sundukları teklifler, beni çok sinirlendirdi. İlk aramamda abonelik ücretimi indirmeyi teklif ettiler. 
"Nasıl yani? Farkedince fiyat indiriyorsunuz, farketmeseydim daha kaç yıl bana pahalı yayın mı izletecektiniz?" 
"Hık mık. öyle düşünmeyin beyefendi"
Buna sinirleniyor olmamı idrak edemeyen call center kızları ve oğlanlarına diyecek sözüm yok, onlara "ara" diyorlar, arıyor çocuklar, elleri mecbur. Son olarak "Mart ayını ödediniz, bu ay bitsin Nisan'da keseriz" dediler. İyi dedim. Nisan'da aradılar, yayın kesildi. Ama aboneliğimi iptal etmediler. "Sizin aboneliğinizi 6 ay durduruyoruz altı ay sonra sizi arayacağız" dediler. Altı ay dolmadan bir kaç gün önce "yayınımın aralık ayında açılacağı" kısa mesaj olarak telefonuma  geldi, durumuyum derhal aradım. "İptal edin bunu, istemiyorum" dedim. Gayet makul konuşup iptal edileceğini söylediler. Cihazlar ne olacak sorusuna da "endişelenmeyin, teknik servis elemanları sizi arayıp randevu alarak evinizden teslim alacak" dediler.ne kadar iyi değil mi? Uygulansaydı evet. Ama böyle bir hizmet kalitesini ummak delilik olur. Bazı abonelikler var ki, sakız gibi yapışır atamazsınız üzerinizden. Digitğrk de malesef bunlardan. ANlamam için bir kaç gün geçmesi yetti.

Ben aboneliğim iptal olacak sanırken telefonum vurt zırt çalar oldu, ilk bir kaç konuşmamda gayet sakin neden abonelik iptal ettirmek istediğimi anlattım durdum. Bunların yapışkanlığını anladığım içinde abonelik iptal nedenimi anlaması gayet makul bir neden olarak kurguladım. Az ve öz, "İzmir'de oturmuyorum, şehir şehir geziyorum, iki yıl daha gezeceğim, gezerken yanımda decoder gezdiremem" Net değil mi? Yok, değilmiş ben bunlarla gğn aşırı muhatap olmalıymışım. "Beni bir daha aramayın, sıktınız artık, alın şu cihazlarınızı"ya  döndü iş. Onlarca defa arandım. Telefonlara çıkmadım..Digitürke bir daha asla abone olmam, yukarıda yazdığım nedenlerin dışında artık, abonelik iptali sürecinin ne kadar yıldırıcı olduğunu biliyorum. O dört neden olmasa bile sırf aboneliğinden zor çıkılıyor diye bir daha asla üye olmam bunlara. 

Yalnız beni şaşırtan konu, güya böyle büyük bir firmanın bir abonesi ile onlarca defa görüştürme yaptırıp da içlerinden bir tanesinin olsun "beni bir daha aramayın çok uzattınız bu işi, rahatsız ediyorsunuz yeter" ikazlarımı not bile almamış olmaları oldu.Aranmak istemiyor, uzatma u işi, bitir aboneliği değil mi. Yok o kıvama zor geldiler. "İyi madem iptal etmeyin madem abonelik iptal olmuyor, yayınları yollamaya devam edin" dememi bekliyorlardı sahiden? Var mıdır bu denli kabul ediveren bir insan tipi?

En nihayet geçen hafta bir tanesine, "Ellinci aramızndan sonra saymayı bıraktım ama ne sanıyorsunuz bir daha evime tv aboneliği yaptıracak olursam bunca zahmetten sonra sizi bir daha seçecek miyim sanıyorsunuz? Bitirin şu saçmalığı, aramayın beni" deyince telefonun ucundaki kız ekşitti hafif. "İyi o zaman iptal ediyoruz" dedi. Bir kaç gün sonra telefonuma mesaj geldi, decoderları ivedilikle bir teknik servise teslim etemezsem decoder ücretinin benden tahsil edileceğini yazmışlardı. Yani evden teknik servisle aldırtmak da başka bir yalanmış. Aylardır benden almadıkları için ben onlara ihtar çekseymişim daha iyiymiş. Aboneler haklıyken onları haksız pozisyonuna düşürecek kadar hizmet kalitesine önem vermeyen bir şirket olduklarına dair izlenimlerim pekişti. 

2011 yılı baharında başlattığım Digitürk aboneliği iptali işlemlerim 2012 kışının sonuna doğru tamamlandı. 11 aya yakın bir süre. Nasıl, jet gibi değil mi? 

Evet telefonum artık çalmıyor, o fazlası ile 73 lü numarayı artık görmüyorum. Telefon sapığım beni unuttu. ama eminim ki elindeki son kurbanlarına telefon açmakla meşguldürler. 

Bir daha mı Digitürk mü? Asla, asla, Allah korusun.  


12 Şubat 2012 Pazar

Yazarın Kurguları

Morgan Robertson, 30.9.1861 - 15.4.1915 tarihleri arasında yaşamış amerikalı bir yazar, kısa öyküleri ve romanları var. 

En tanına kitabı ise "Futility",  "The Wreck of the Titan" ismi ile de tanınıyor. 1898 yılında yayınlanan bu kitap devasa bir ingiliz yolcu gemisinin sonuncu seferini anlatıyor. Titan ismindeki bu geminin bir mühendislik harikası olduğu ve bu yüzden asla batmayacağı düşünülüyor, bu yüzden çok az sayıda kurtarma sandalına sahip. Ancak gemi Kuzey Atlantik sularında seyrederken bir buzula çarparak yara alıyor ve  imkansızlığı öngörülen gerçekleşiyor. Gemi batıyor. 

Titanic'in ilk ve son seferinden tam ondört yıl önce bu romanın yayınlanmış olması ve hayal ürünü olan geminin ve gerçek geminin isimlerinin ve sonlarını benzerlikleri hayli ürkütücü tesadüfler.



Morgan Robertson'un 1905 yılında yazdığı bir "Submarine Destroyer" isimli romanda da denizlatıların suyun yüzeyindekileri görmesine yarayan bir gözlem aracından söz ediliyor, ki o tarihlerde henüz periskop icad edilmemiş. Yazar daha sonra periskobun prototipini ilk önce kendisinin bulduğunu ileri sürerek patentini almaya kalkışmış olsa da, patent bürosu bu isteği geri çeviriyor.

Titanic'in batmasından iki yıl sonra, 1914'te Futility isimli kitabın yeni bir baskısı yapılıyor. Kitapta romandan sonra bir de "Beyınd the Spectrum" isimli kısa bir öykü yer alıyor. Konusu Japon İmparatorluğunun Amerika Birleşik Devletleri'ne savaş ilan etmemiş olmasına rağmen Filipinler ve Hawaii'deki amerikan donanmasına uçaklar ile saldırmasını, bu saldırılardan sonra San Fransisco'ya bir baskın planlamasını anlatıyor. Japonlar ultraviyole ışınları kullanan bir silahla Amerikan askerlerinin görme gücünü azaltarak saldırılar esnasında onları çaresiz bırakıyor. Her ne kadar o bilim kurgu öyküsünü andırsa da, 1942 yılında Pearl Harbor baskını öyküyü bir anlamda gerçek kılıyor.

Yazdıklarında gelecekte olabilecekleri yakalayabilen yazarlara değişik bir saygı ve ilgi duyuyorum. Elbette bu tür yazarların başında çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda romanlarını büyük keyif alarak okuduğum Jules Verne gelmektedir.