21 Şubat 2015 Cumartesi

Soma İçin

Nilüfer, Karşıyaka ve Bornova Belediyeleri "Ölüm Vardiyası"na kucak açtılar. 6 günde 3 salon dolusu insanla kucaklaştık. Soma'dan bize alev alev yanan bir ayna tutulmuştu ve çok iyi anlamıştık unutmaya ne kadar yakın bir toplumun içinde yaşadığımızı. Ölüm Vardiyası kitabımız “Soma için yapılacak her şeyde kayıtsız, şartsız varım” diyen 37 öykücünün emeği ve Tilki Kitap Yayıncılık’ın desteğiyle Soma unutulmasın diye okurla buluştu. Keşke Soma faciası yaşanmasaydı… Keşke ihmalden kaynaklı işçi ölümünün ne olduğunu hiç öğrenmeseydik… Keşke bu öykülerin gerçekle uzaktan yakından alakası olmasaydı, keşke edinenler, fantastik bir eser okuduklarını düşünüp  “Vay be, ne hayal güçleri varmış” deselerdi. 

Aşağıdaki kayıtta kitapta yer alan 37 yazarın öykülerinden birer, ikişer cümle var.  




16 Şubat 2015 Pazartesi

Yolda

Ölüm Vardiyası'nın ikinci yolculuğunu Bursa'dan başlattık. 


Bursa'nın temiz havasına mı, yoksa "kıskanılacak kadar dakik" otobüs sitemine mi, 
Nilüfer Belediyesi Nazım Hikmet Sanatevi'nin olağanüstü atmosferine mi, 
Bizleri ağırlayan Belediye ve Buyaz görevlilerinin 
nezaketlerine ve konukseverliklerine mi, 
izleyicinin duayrlılığına mı, 
hangisine daha çok hayran kalacağımızı bilemeden döndük geriye. 


Bu sene karı yollarda gördüm. 
Yağmurla döndüm geriye, 
İzmire'e 


İzmir'deki yolculuğumuz; perşembe günü Karşıyaka, 
cuma günü Bornova Belediyesi'nin katkılarıyla devam edecek. 
Antalya, Kayseri, Elazığ önümüzdeki günlerde. 


Yol ise her zaman gizemli bir karanlık demek. 

11 Şubat 2015 Çarşamba

Allez, Venez, Milord!

Elini titrete titrete önündeki tabağa çatal, kaşık sallamasını izlemeye dayanamıyorum Vedat Milör'ün. Yüzüne kamera dayanmadıkça sudan çıkmış balık hayatı yaşayanları anlayamıyorum. Hırsın hiçbir türlüsünü anlamıyorum o da ayrı konu ya.

Ülkemizde İspanyol yemekleri yapan bir restoran sahibi kadın paprika ile ilgili bir anısını anlatıyor. İspanyada bir aşçıdan öğrendiği hikayeyi tekrar eden kadını burun kıvırarak ve sabırsız dinliyor Milör. 
"Bunu daha evvel duymamıştım" diyor kadın susar susmaz. 
Duysan İspanya'daki her bir ağızdan dökülen hikayeye vakıf sanırsın. Kadın bozuntuya vermiyor. 

İç Anadolu'da bir pideciye düşüyor yolu. Önüne sunulanlara sallıyor çatalını. Bakamıyorum. Hoş görüntü değil. Elimdeki derginin sayfalarını karıştırıyorum bir yandan.  

Derken;
"Ne güzel ambiyansı var buranın?" diyor Milör.
"Beyim kendimiz tuğladan yaptık burayı" diyor pideci.

Ekrana çeviriyorum bakışlarımı: yemin ederim göz bebekleri titriyor Milör'ün. 
Kafamda tuhaf bir Piaf sesi: başlıyor şarkı söylemeye:  

"Allez, venez, Milord!
Vous asseoir à ma table
" (*)

(*) "Haydi cici Beyim,  gel soframa buyur..."

8 Şubat 2015 Pazar

Nasıl Oldu Da Danışmanlık Hizmetlerinde Bu Noktaya Geldik?

Elbetteki bu sualin yanıtı nedir bilemem. Ah bir duvarların dili olsa da onlar anlatsa diyorum. Benden daha dertlisinin olduğunu bu vesile ile öğrenmiş oldum. Daha ne isterim?


7 Şubat 2015 Cumartesi

4 Şubat 2015 Çarşamba

Bırakınız Üfürsünler

İnsanın işi gücü; kendini ilk kez duyduğu konularda bile otorite zannetmekten ibaret ise, ğstelik böyle biri civarınızda ise, yandığınızın resmidir. Ancak edebiyat konusuda; cahili olduğu alanlarda bile her duyduğuna atlayıp bir de ahkam kesenler varsa etrafınızda, dünyanın en güzel eğlenceleirnden birinin içerisine düşmüşsünüz demektir. Gıkınızı bile çıkarmadan dinleyin, itiraz edip ürkütmeyein sakın. Daha sonra gülersiniz..


Olay geçtiğimiz hafta İzmir'de yaşandı. Ayda bir toplanan kitap klübümüzde, ülkemizde ilk kez bir kitabı ocak 2015'de yayımlanmış vietnam asıllı amerikalı bir yazarın on yıl kadar önce yazdığı romanını tartışacaktık. Kitabı erkenden seçmemizin nedeni çevirmeninin grubumzdaki arkadaşlarımızdan biri olmasıydı. Yazarı hayli alçakgönülü, romanı ile ilgili e mail üzerinden sorduğum sorulara verdiği yanıtlar ile kalbimi kolayca kazandı. Toplanacağımız yere varırken bir edebiyat bilirkişisi ile karşılaştım. Ayak üstü konuştuk. "Hemen kalkmam lazım, kitap klübüne yetişeceğim" demem üzerine:

Bilirkişi: Kimi okuyorsunuz bu ay?
Bendeniz: Falanca Filanca-Kong
Bilirkişi: Hangi kitabını okuyorsunuz?.
Bendeniz: "Feşmekan  Kitabı"
Bilirkişi: Çok iyi bilirim o eseri, Uzun yıllar etkisinden kurtulamadım.
Etki? Uzun yıllar?

"Oha! Kitap çıkalı 15 gün oldu" demedim elbette, "Bırak üfürsün köşeyi dönünce gülersin" dedim içimden.

İyi ki herşeyi bilmek zorunda olanlar var. İki gülüyoruz, fena mı?

Kitap oyma: Jennifer Khoshbin

  

Çiçek

Yine mi çiçek?

Fotoğraf: Can Yücel Sokak'ta bir çiçek - D.M.

3 Şubat 2015 Salı

Paul Auster'ın En İyilerinden Biri Nihayet Türkçe'de

ABD'de milyonlarca takipçisi olan, yıllarca devam eden programlar yayınlayan NPR (National Public Radio) 1999 yılında Paul Auster ile bir projeyi hayata geçirir. İnsanlar hayatlarında iz bırakmış bir anıyı, radyonun internet sayfasından yazara ulaştracaklar, Auster'da kendi dokunuşuyla düzenlediği öykülerden bir kısmını her hafta kendi programında, canlı yayında okuyacaktır. Halkın ilgisi müthiştir, elektronik postaların arkası kesilmez. Proje önceden belirlenen tarihe gelindiğinde biter. Ancak dinleyenlerde iz bırakan bu öyküler kitap haline getirilir. 



"True Tales of American Life" benim elime 2002 yılında geçti. En kısası minik bir paragraf kadar olan, en uzunu üç sayfayı geçmeyen bu hikayeleri anlatanların adları okuyanlarca bir daha hiç duyulmayacak belki ancak bir sırrı dostuna fısıldar edası ile yazılmış, kısa anlatıların her biri ormandaki özgür bir kaplan gücünde. Hâlâi ara sıra raftan indirip sayfalarını karıştırır; belli temalar altında toplanmış yaşayan anı parçacıklarında göz gezdirirm.. 

Bir de trajikomik anım var bu kitap ile ilgili. 2012 yılında bir süre katıldığım bir yaratıcı yazarlık atölyesinin ilk haftasında "palto" konulu bir öykü yazmamız istenmişti. Benim bu başlık altında bir şey üretesim hiç yoktu. Öyküyü götürmem gereken cumartesi sabahı, kalkıp True Tales of American Life'ı açtım ve "The Coat" adlı öyküyü bir çırpıda dilimize çevirdim. Amerika'nın bir köşesinden gelen anıdan Paul Auster'ın ürettiği kısacık öyküyü atölyede okudum. Kurstakilerin öyküye yaptığı yorumlar hafızamda komik bir anı olarak kaldı. Paul Auster yazdı dendiğinde havalara zıplayacak tipler benim yazdığım öyküye burunlarını kıvırdılar. Edebiyattan anladıkları ortadaydı. Gülüşümü içime attım.

Kitap nihayet 15 sene sonra Can Yayınları tarafından yayımlandı. Adı "Babamın Tanrı Olduğunu Sandım". Sade anlatımlı öyküler seviyorsanız, Paul Auster romanalrındaki minik öykülerin peşine takılarak hayal dünyalaraunda yolculuklara çıkmaya alışkınsanız bu kitap tam size göre.   


2 Şubat 2015 Pazartesi

American Sniper

Amerikan başkanlarından John F. Kennedy'nin kardeşi, Robert Kennedy başka adayı olarak yaptığı konuşmalarından birinde; keskin nişancıların kahraman sayılamayacaklarını zira hepsinin korkak insanlar olduklarını söyler. Kaderin garip bir cilvesi, bu konuşmasından kısa bir süre o da abisi gibi bir suikaste kurban gider.

American Sniper, Amerikan Ordu'sunda görev almış bir keskin nişancı'nın yaşamında kesitler sunuyor, onu kahraman olarak kabul ettirmeye çalışıyor ve bu filmi neresinden tutsanız elinizde kalıyor; sinemasal anlamda da, etik anlamda da büyük gediklere sahip; ahlaki ve sanatsal tutarlılığı yok denecek kadar az.

Filme dair notlara geçmeden önce bazı hususları belirtmek isterim. Öncelikle, Amerikan kanunlarından birine göre katiller kendi işledikleri cinayetler ile ilgili kitap yazamıyorlar. Cinayet suçunu işlemiş kişilerin bu eylemlerini paraya tahvil etmeleri geçtiğimiz yüz yıl içinde yasaklanmış.



Film keskin nişancı Chris Kyle'ın anılarından Scott McEwen ile Jim DeFelice'nin yazdığı "American Sniper: The Autobiography of the Most Lethal Sniper in U.S. Military History" (Amerikalı nişancı: Birleşik Devletler Askerlik Tarihi'nin en ölümcül keskin nişancısının otobiyagrafisi) adlı kitaptan uyarlanmış. Teksas'lı Chris Kyle'ın sivil geçmişi işlemediği ancak övünmeyi sevdiği hayali cinayetler ile dolu. Bunlardan en konuşulanı iki otomobil hırsızını yakalayıp oracıkta infaz ettiğine dair olanı. Ne cesetler, ne isimler var ortada. Kyle kitabının gelirini savaş gazilerine yardım eden kuruluşlara bağışlayacağını duyurmuş olmasına ve kitabı ile 3 milyon dolardan fazla kazanç sağlamış olmasına rağmen toplam 52.000._ USD bağış yaptığı konusunda ölünceye dek suskun kaldı. Kitap içerdiği yalanlar dolayısıyla bir çok davaya konu oldu. Bunlardan en bilineni Minnesota Valisi Jesse Ventura'nın açmış olduğu dava. Kitaba göre Kyle Vali'ye yerel bir barda yumrukları haddini ile bildirmiş. Mahkeme bunun yalan olduğunu karara bağlayarak Amerikan Tarihinin en ölümcül nişancısını eski valiye 1,8 milyon USD ödemeye mahkum etmiş. Katilseniz kitap yazamıyorsunuz ama başka ülke sınırları içinde işlediğiniz cinayetlerden kahramanlık otobiyografileri çıkarabiliyorsunuz o ülkenin kanunlarına göre.

Gelelim filme, Clint Eastwood baş rol oyuncusu Bradley Cooper ile prodüktörlüğünü yaptığı filmin aynı zamanda yönetmeni. Senaryo savaş üzerine bugüne kadar çekilmiş filmlerde kullanılan bütün klişeleri, bir tekini bile atlamaksızın kullanıyor. Kyle karakterini insan kılmak, dahası kahramana dönüştürebilmek için sinemanın bütün olanaklarını kullanılırken, etik değerlerin tümü ayaklar altına alınmış.



Film Kyle'ın Irak'taki günlerinden biri ile açılıyor. Önemli bir karar anı bu, gizlediği çatıdan gözlediği yoldaki kadın ve erkek çocuk suikastçı mı değil mi, ona karar vermesi gerekiyor. Yani tetiği çekmek mi çekmemek mi meselesi. Filmin bundan sonrası, zamanda bir ileri bir geri giden ve Kyle'ın ne kadar harika bir insan olduğu, kahramanlığının ne denli göz yaşartıcı olduğunu ispat etmeye çalışan parçacıklardan oluşuyor. Keskin nişancımız aynı zamanda, kapıları kırıp içeri giriyor yalancı ıraklıları şıp diye gözünden tanıyor hepsine birer ikişer hadlerini bildiriyor. Vahşeti dengelemek için onun da aslında ölüm makinesi olmadığını ispat için sıklıkla; evde bekleyen hamile eş, minik sevimli bebek, karşısına çıkan savaş gazileri ve sallantıdaki evlilik manipülasyonlarına baş vuruluyor.



Kyle'in karısı (Sienna Miller) ilk göründüğü sahnede savaş karşıtı bir kadınken, eşi Irak'a gönderildikten sonraki telefon görüşmelerinde vicdanında kuşku uyandıracak konuları asla açmıyor. İlk başta Clint Eastwood acaba bu karakter ile izleyiciye meselenin farklı boyutlarını da vererek, sorgulayan bir gözle mi anlatacak filmin geri kalanını diye kısacık bir an umut uyandırsa da böyle bir niyetin olmadığı takip eden sahnelerde netlikle ortaya çıkıyor.

Kyle ve arkadaşları işledikleri cinayetlerden sonra asla öldürmek kelimesini kullanmıyorlar, bunun yerine İngilizce'de ölüm anlamına gelecek farklı ifadeleri kullanıyorlar. Amerikalılar adam öldürmezlerken, kendi askerlerini vahşice "öldürülüyor". Amerikan askerleri ne zaman kendi kutsal değerlerinden, uzaklardaki ailelerinden, eş ve sevgililerinden söz ediliyorlar hemen akabinde hain kurşunlara hedef olup ölüyorlar. Araplar çok kötü insanlar ve yakaladıkları kadın, erkek ve çocukların uzuvlarını kesip raflarda biriktirdikleri, kafataslarını matkapla deldikleri yetmezmiş gibi Amerikan askerleri gecenin bir vaktinde evlerine dalıp alt üst ettiklerinde utanmadan yalanlar söyleyip, silahlarını gizleyecek kadar sinsi ve güvenilmez insanlar. Film Amerikan Ordusu'nun Bush ve Cheney'in bir savaş uydurmak suretiyle ülkeyi alt üst ettikleri gerçeğinin kenarından bile geçmiyor ve ıraklıların ülkelerini korumak güdüsü ile eylemde bulundukları gerçeğinin üzerini kendince karalıyor. Kyle bütün gaddarlığına, 150 den fazla sayıda saldırganı öldürmekle övüne dursun film onu masum çocuk, vahşi baba masalı ile çocukluk günlerine döndürerek temize çıkarmaya uğraşıyor.

Eastwood daha önce Iwo Jima ile ilgili çektiği iki filmde savaşın iki boyutunu da vermeyi başarmıştı, ancak bu kez tek taraflı bile diyemeyeceğimiz biçimde savaşı ve silahları öven bir filme imza atmış. Başından sonuna dek Amerikan Ordusu'nun propaganda filmi olamya ümitsiz biçimde çabalasa da, Kennedy'nin sözlerinde ne kadar haklı olduğunu ispat etmekten başka bir işe yaramıyor.

Yüzünün üçte ikisini kaplayan şapka ve sakalı ve geri kalan bölümün yarısını örten silahı ile yani filmin çok önemli bölümünde yüzünün 6/5'i örtülü, vücudu siper almış vaziyette gizli Bradley Cooper'ın bu rolü ile en iyi erkek oyuncu dalında Akademi Ödülü'ne aday gösterilmesi anlaşılır gibi değil. Bar sahnesindeki telefon konuşması, bacağını kaybeden eski askerle karşılaşma sahnesi dışında rol yaptığı kameraya yansımıyor. Ancak yine de Akademinin prodüktör oyunculara ödül dağıtmayı sevdiğini biliniyor ve bu sene Reese Witherspoon en iyi kadın oyuncu ödülünü alırsa daha önce iki dalda aday gösterilmiş Bradley Cooper'ın bu sene en iyi erkek oyuncu dalında ödül alması kehanet gibi görülmemeli.


Kötü bir film izlemek istemiyorsanız uzak durun.  



American Sniper - 2014

Yönetmen: Clint Eastwood

Senaryo: Jason Hall

Oyuncular:
Bradley Cooper
Sienna Miller

Görüntü Yönetmeni:
Tom Stern

Kurgu:
Joel Cox
Gary Roach

Müzik:
Joseph S. DeBeasi
Clint Eastwood (Taya'nın şarkısı)

Meraklısına Linkler:

1 Şubat 2015 Pazar

İzmir Tamam da, Altınyol Nerede?


Bindim taksiye. Altınyola kadar iyi. Altınyol'a çıkmamızla ilerlemenin mümkün olmadığı ortaya çıktı. Zira her yağmur çiselediğinde olan şey olmuştu büyük ihtimalle. Yani Anadolu Caddesi'nin Altınyol ile birleşmesine az kala; Turan'daki İzban ve otobüs duraklarının biraz ilerisinde. yolun sağ tarafında yamur suyu birikince;  otobanda göllenme olmuş: sadece en sol, son şerit çalışır vaziyette kaldığı için trafik sıkışmıştı.




Yolda, evde, şurada burada göllenme olunca; 
- who do we call?
- Ghostbusters 
değil elbette! İzsu^yu arıyoruz. Yani Alo 185 diyoruz. 



Zira İzsu göllenmelerden, yağmur suyunda kanalların tıkanması halinden mesul en üst mercimiz bizim, İzmir denen koskocaman köyde. Bir de siteleri var, aynen şunlar yazılı:



Ben nasılsa yetişmekten ümidi kesmişim, bari günün geri kalan bölümünde yol açılıdursun diye aradım 185'i. Benimkisi de saflık işte, Halen bir telefonun ucunda sorunlara sorumluluk hissi ile yaklaşabilen bir izmirli vardır sayma gafletinde bulunmuşum. 

Telefon uzun uzadıya çaldı, Böyle havada meşgul olmamasına şaşmış ve cevap verilmeisnden ümit kesmişken açıldı. Sanki evinin telefonunca cevap verir gibi biri telefona isteksizce meeeeledi:  
"Alo"

Sonra aramızda ana başlıkları şöyle olan bir konuşma geçtii ben özetliyorum:

- Orası İzsu mu?
- Evet
- İzmir değil mi?
- Evet ne vardı?
- Arıza bildirecektim
- Ne arızası?
- Su arızası.
- Su mu kesik? Ona biz...
- Kanal arızası
- Nerede bu kanal
- Cadde de
- Hangi cadde de?
- Anadolu Caddesi
- Kapı numarası kaç?
- Kapı yok burada, Yol burası, Bir yanımız dağ, bayır; öbür yanımız deniz. Kanal tıkanmış yolu su tıkamış arabalar geçemiyor,
- Hangi mahalle.
- Altınyol ile Anadolu Caddesi'nin birleştiği nokta
- Altınyol mu? Hiç duymadım. Hangi mahallede?
- Turan'daki İzban durağını geçince, otobüs duraklarından az ileride. Su basmış. Arabalar geçemiyor
- Açık adresi nasıl?
- Altınyol'un başlangıcında köprü yok mu?
- Altınyol nerede?

İzmir'in en sık kullanılan yolu, Altınyol. Denizin ayırdığı kenti birbirine bağlayan önemli bir geçit. Bilinmeme şansı sıfır. Sanırım onun nerede olduğunu bilmemek de İZSU çağrı servisinde işe alınma nedeni olmalı. Evinizi su basarsa yandınız. İZSU'ya yardım için başvurayın alın elinzie kovai kürek, su pompası kendiniz boşaltın daha iyi. Adres verinceye kadar deli çıkarsınız.

- Çağrı Merkeziniz var mı?
- Varrrr
- Çağrı merkezinizin wen sitesie va rmı?
- O da varrrrr?
- Peki çağrı merkezinizde telefon va rmı?
- O da varrrr. 
Hepsi iyi güzel düşünülmiş de, o telefonun ucunda ki var ya, o davarsa işte o zaman yandı gülüm keten helva. 

Her yağmur çiselediğinde yukarıda daire içine aldığım yerde göllenme, gölü görende; natürelman bir çekinme; şeritlerde bir azalma; trafikte bri tıkanma vasıl olmakta. İzsu'yu arayanların yüreklerinde bir daralma, nevirlerinde bir dönme, nefeslerinde bri kesilme, ardından bri ba dönemsi.. Adresi vermeyi deneyen deneyene ama soru hazır: 
"Altınyol nerede?"