31 Aralık 2011 Cumartesi
Nasıl Geçti Yılınız?
Akşam Olur mu? Olur elbette. Ne kaldı şunun şurasında. Akşam da olur, sabah da olur, yarın da. Gün geçer, hafta biter. Ay da döner, sene de. Ömürler bitiyor, dile kolay. Geçelim bunları da, söyleyin bakalım; kaç kez mektup aldınız bu yıl? Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç? Kimseyle barıştınız mı bu yıl? Siz bunlardan haber verin.
Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen akıllı insanlardan mı oldunuz? Kalbinin sesine kulak vermiş vicdan sahibi kişilerden mi? Yolun neresindeydiniz bu yıl? Başında? Sonunda? Ortasında? Yoksa seçtiğiniz bir yolunuz yok muydu henüz? Gidiyor muydunuz yani öylesine? Pusuda mıydınız, beklemek mi kolay gelmişti size de? Susamış mıydınız? Su içmiş miydiniz? Susuzluğunuz dinmiş miydi peki?
Rüya gördünüz mü bu yıl? Hatırladınız mı sonra o rüyaları? Peki hatırlayamadığınız rüyalar gördünüz mü benim gibi siz de? Bir rüyanız var mı geleceğinize dair?
Yazmaya değer, anlatmaya değer bir şey yaşadınız mı bu yıl? Sıradan bir yıl mıydı, sırasız, sıradışı, muhteşem, ılıman, orta şekerli, ya da nasıl demeli... Nasıl geçti yılınız? Geçen zamanın anları resim olup çizildi mi yüreğinize?
Özlediniz mi birilerini bu sene? Özlediklerinize gittiniz mi peki? Sesini duymak için bir "alo" demeyi çok görmemişsinizdir belki. Umarım eliniz telefona çekinerek uzanıp, ürkerek vaz geçmemiştir.
Aralık yılın sonu, soğuktur eni konu. Aralığın en son günü ise sıcaktır değil mi? Yarıda kalmış şeylerin telaşı, sona kalanların hepsini bir hamlede bir araya tıkıştırmanın aceleciliğinin verdiği sıcacık telaş vardır belki. Telaş ısıtır kimisinin içini. Bu arada pekala da son dakikaya bıranların arasından, pes edip vaz geçenler de olabilir elbette.
Bu yıl bitti arkadaşlar. Telaşlanacak bir şey yok. hep oluyor zaten
Yeni yılda sevdiklerinize, hayallerinize sahip çıkın lütfen. Mutlu, sağlıklı, güzel bir yıl bekliyor hepimizi. Belki yarın, her şey daha da güzel olur, değil mi?
Yeni yılınız kutlu olsun.
30 Aralık 2011 Cuma
Çocuk ve Dev
Bir zamanlar, koca bir dev
ve minik bir çocuk vardı.
Korkusuzca gezerlerdi
Yeşil güzel bir bahçede
Kocaman dev bir bahçıvan
Minik çocuk bir çiçekti
Sımsıcacık yürekleri
Hep elele gezerlerdi
Kocaman devin elleri
Minik çocuğun yüzünden
Korkuları hep silerdi.
Ama
Akıllı insanlar
İnanmadılar bu masala...
Şarkı: Çocuk ve Dev
Söz: Deniz Türkali
Müzik: Sezen Aksu
Sinir Krizine İflas Diyen "Chicken Translate" Evirmenleri
Bu yılın en iyi dizi filmlerinden birisi olan Enlightened ile ilgili olarak hangi internet sitesine girerseniz konusunun aşağı yukarıı aynı olduğunu okursunuz. Yani Amy isimli bir kadın çalıştığı şirkette sinir krizi geçirir ve üç ay Hawaii'de bir merkezde tedavi görür. Döndüğünde aydınlamıştır, hayatın iyi yanlarını daha kolaylıkla görebilmektedir.
Amy'nin geçirdiği bu sinir krizini internetteki sitelerin hemen hemen hepsi "public place meltdown", "breakdown" ve "down fall" gibi kelimelerle ifade ederken, diziyi göstercek olan digiturk kendi sayfasında dizinin konusunun şöyle olmasını uygun görmüş (Aynen alıntılıyorum, copy paste yani); "Güzellik ve sağlık uzmanı olan ve annesiyel birlikte yaşayan Amy'nin çalıştığı işyeri iflas edince, Hawai'deki bir tedavi merkezine gider." Cümle tamamen palavra. Kadının güzellik ve sağlık uzmanı olduğunu nereden uydurduklarını bilemiyorum, sanırım iç güdüsel olmalı. Ben dizinin on bölümünde buna dair bir belirti belirlemedim. Geçelim o kısmı da çalıştığı işyerinin iflas ettiğini iddia etmek tamamen saçma, şirketin iflas etmediğini dizi filmin ilk beş dakikasını seyreden de, ilk on bölümünü seyreden de pek ala biliyor. Geçen gün demiştim sözlüğe baktırmayan Allah bakktırmıyor, çeviriyorum diye ortada salınanlar da meydan geniş nasıl olsa, uydurdukça uyduruyorlar, uydurdukça uyduruyorlar. Anlaşılan o ki bu yazıyı yazan dizinin her hangi bölümünde her hangi bir beş dakikasını izlememiş ve iflas kelimesini de sinir krizi kelimelerinin de ingilizce karşılıklarını bilmiyor ayrıca söz konusu isteyi hazırlayanlar işleri ile ilgili özen gösterme konusunda yeterince aydınlanmamışlar.
Haydi çeviren çevirdi, o yazıyı oraya koyan, şu veya bu o şirkette o diziyi izleyen bir tane allahın kulu yokmuydu? Ben bu çevirmenlere evirmen diyorum, kendileri hakediyorlar bunu.
Allah gerçek çevirmenlere sabır, eş-ahbap-dost kontennjanından çevirmenlik kadrosu işgal eden evirmenlere de sözlük edinme hevesi bahşetsin.
Enlightened
Epeydir izleyebilecek doğru düzgün bir dizi filme rastgelmiyordum. Ekim ayında başlayan bir HBO dizisini duyunca bir şansımı deneyeyim dedim. Enlightened, "Aydnlanmış"; 30 dakikalık süresi ile absürd komedi ile dokümanter film arasında duran genel havaya sahip. Dokümanter havası dediysem de titreşen el kamerası görüntüleri yok, dizi film doğru düzgün bir film şirketinin çektiği eli yüzü düzgün bir film havasında. Konuda bir tür devamlılık olsa da her bölümü ayrı bir kısa film gibi izlenebiliyor.
Dizinin yapımcısı ve başrol oyuncusu Laura Dern, annesi Diane Ladd dizide de annesini canlandırıyor. Yazarı ve L. Dern ile birlikte yapımcısı olan Mike White dizide öne çıkan rollerden birisi Tyer'ı oynuyor. Luke Wilson uyuşturucu madde bağımlısı eski eş rolünde. Eğer izleyecek olursanız İnsan Kaynakları Müdürü Judy rolündeki Amy Hill'e lütfen dikkat, müthiş bir komedyen ve bunu son derece ciddi durarak başarıyor.
Dizi bir patlama ile açılıyor, adının Amy Jellico olduğunu öğrendiğimiz kırklı yaşlardaki bir kadın şık bir ofisin asansöre açılan çıkış kapısında etrafa ultimatomlar tehditler yağdırıyor, göz yaşları fışkırırcasına akıyor, rimelleri göz yaşlarına karışıyor. O anda kadının müdürü pozisyonundaki evli adamla bir ilişkisi olduğunu adamın Amy'ye verdiği vaatleri tutmak şöyle dursun çalıştıkları güzellik ürünleri üreten ve pazarlayan firmada ayağının kaydırılması için uğraşmakta olduğunu ve vaad ettiği pozisyona başkasını önerdiğini anlıyoruz. Asansöre geldiklerinde Amy düpedüz sinir krizi geçiriyor. Sonra hoş bir aydınlık çöküyor ve baş karakter aydınlanıyor. Amy'nin üç ay kadar Hawaii'de bir tedavi merkezinde konuk olduğunu anlıyoruz. Buraya kadar anlattıklarım dizinin ilk bir kaç dakikası. Asıl dizi Amy'nin tedavi merkezinden dönmesi ile başlıyor. Kadın annesini evine yerleşip onunla yaşamaya başlıyor. Sinirleri bozzuk her an parlamaya hazır kadının gidip onunla taban tabana zıt, baktığı her şeyde güzellik arayan ve bulan birisinin geldiğini görüyoruz. Asıl Amy arada bir kendisini gösterse de aydınlanmış Amy dizginleri çabucak ele geçiriyor. Amy'nin ilk önce sinir krizi geçirerek ayrıldığı şirkete safça geri dönmeye çabalıyor, sinir krizi geçirmesine sebep olan müdürü, annesi ve eski eşi ile ilişkilerini düzeltmeye çalışıyor.
Dizinin ilerleyen bölümlerinde Amy'nin saldırgan, kavgacı,, kolay parlayan kişiliğinden sıyrılma çabasının onu bir seri utandırıcı olayın içine çekişi konu ediliyor. Annesi onun değişimini kuşku ile karşılıyor ve yaklaşan olayları netlikle görüyor. İzleyici de neyin yaklaşmakta olduğunu ve Amy'nin ona nasıl biçimde tepki vereceğini anlıyor ve düşeceği ddurumu ona acıyarak bekliyor. Bu hem mükemmel oyunculuklarla, oyncular arası uyum ile hem de çok detaylı yazılmış senaryo ile mümkün elbette. 30 dakikalık süre olabilecek en iyi biçimde değerlendirilmiş, her bölümde minik gerilimler var, olaylar o gerilim anına kadar yükseliyor ve doruk noktasında artık aydınlanmış Amy'nin eski Amy ile mücadelesine tanık oluyoruz. Şimdilik on bölümünü izledim ve 2011 yılının en iyi dizisi olduğunu düşünüyorum.
1 Ocak tarihinde Digiturk'un bu diziyi yayınlamaya başlayacağını duyunca iki satır yazmaya karar verdim. Digiturk'ün yaptığı gaf da bir "çeviri hataları" etiketli başka posta kalsın.
29 Aralık 2011 Perşembe
Pusudayım
Belki yolun sonundayım
Belki de işin başında,
Oturup düşünülen zamandayım.
Birileri birşeyler bekliyor
Beklenmek kolay değil.
Gelecek yıllara karardayım.
Bitmemiş bir hesaptayım,
Sabretmek kolay değil.
Bunca yıldır çalmaya doyamadım.
Asıl şimdi başlıyor.
Anlatmak kolay değil.
Yolun ortasında... Pusudayım..
Şarkı: Mazhar, Fuat, Özkan
10 Parmağında 20 Marifet Olduğunu Dikte Edenlerin Parodisi
2011 yılında beni en çok güldüren kayıtlardan birisi "Fulliktidar" tarafından hazırlanmış "Janet" videosu.Orijinalliğin yaratıcılığın kolay kolay prim yapmadığı ama kolaylıkla dışlanıp yok sayılabildiği ülkemizde kötü taklitlerin kendilerini zavallıca orijinal kabul ettirmeye çabalaamalarının taklit sayılamayacak denli hakiki bir iz düşümü. Postu göndermeden önce bir kez daha izlediğim için dilim, kelimlerim böyle kaptırık oldu biraz. Keyifli zilemeler:
Bu Nasıl Personel Böyle?
Hayatımın önemli bölümü bankacılık yapmakla geçti şurda bıraksanız anılarımı anlatmaya kalkışsam kimseler durduramaz, askerlik anısı gibi misali dur durak tanımadan anlatırım. Yediyüz küsür gönderiyi bulmuşum ama bu konuya layıkıyla dalmadığım için kendimi tebrik edebilirim. Oysa bankacılık ile ilgili hayli gün ışığı görmemiş saçmalığı sır saklar gibi atttım içime, eh tabi insanoğlunun hatıra defteri torba değil büzesin yakında bir punudna getiri anlatırım birazını. Bugünkü gönderimin konusu bankacı iken karişılaştığım bir çeviri hatası.
Bankacıların kredi müşterilerinde en çok dikkat ettiği detaylardan biri müşterinin gereksiz gösteriş yapıp yapmadıoğıdır. Aşırı gösteriş hiç de hoş olmayacak bir gidişatı yakalamanın en iyi belirtilerindendir. Haddinden fazla şık döşenmiş büraolar, sık değişen arabalar, yat, at gibi zorunlu olmayan harcamalarda artışlar, futbol klübü yöneticisi olması gibi teferruat asla gözden kaçmaz.
Yeni başladığım bir şubede sanayici bir aile şirketini üretimlerinin de gerçekleştirildiği iş yerlerinde yanıma aldığım kredi görevlisi ile birlikte ziyaret ediyordum..Sabah toplantısında firma ile ilgili detayları gözden geöirmiştik, firma ortaklarından bir tanesinin oğlu kentimizdeki üniversitelerin bir tanesinden mezun olmuş ve Amrika Birleşik Devşletleri'nde yüksek lisansını tamamlayarak şirketlerinde göreve başlamıştı. Elini atara atmaz bir hevesle şirketin her tür levhasını, iaretini bir güzel ingilizceye çevirtmişti. Gçrüşmemiz keyigli geçti. Baba ne kadar rahat, sevecen tavıtlı ve iştigal konusundaki piyasaya hakim ise oğlu o kadar alaksız ancak inanılmaz havalı idi. Konuşmasının arasına sürekli yalan yanlış ingilizce kelimeler serpiştiriyptdu. Görüşmemiz bittikten sonra fabrikalarını gezdik. Fabrika iöindeki bölümlere yazılan tabelaları okuyup da gülmemek olanaksızdı.
Bir çok saçma tabelanın arasında zihnime kazınanı en gülünç olanı idi. Muhtemelen "Yetkili olmayan personel giremez" yazılmak istenen bir tabelanın üzerinde ayne şu ifade koca koca harflerle bağırıyordu adeta. "Authorized Personal Only". Yabancı dil öyle hain bi rşeydir ki, yoğun ilgi, dikkat harcamadan öğrenirseniz ihaneti de büyük olur. Bu firmanın veliahtı çocuk da bir öğrenmiş pir öğrenmişti anlaşılan ve sözşüğe baktırmayan Allah da baktırtmadı mı bakltırtmıyordu Allah için. Gelelim işin komik olan yanına dilimizde personel, eleman, çalışan diye adlandırılan bu insanlar ingilizce dilinde "Personnel" ya da "staff" olarak adlandırılabilir. Anlaşılan o ki küçükbey tabelayı duyduğu gibi yazdırtmış kısaca "personal" dedirtmişti. Personal ise kişiye ait, özel anlamlarına geliyordu. :ocuk kasım kasım kasılıyor tabelalarından pek bir övünç duyuyordu. Diğer bankacılar da bu saçmalığı farketmiş ancak küçük beyin havalı tavıırlarını itici buldukları için düzeltme gereği duymamışlardı.
28 Aralık 2011 Çarşamba
Başladıysanız, Bitirin
Mükemmel biçimde bitirmeyebilirsiniz, ama başladığınız işi bitirebilmek kendi elinizde. Öyleyse yapın, bitirin. Bir işi bitirmek bazen çok keyifli gelmeyebilir, üstelik yapılabilecek bir sürü başka iş varken. Ama siz yine de bir kere başladıysanız yapın.
Bir işi bitiridiğinizde büyük bir ihtimalle sizi eleştirecek birileri çıkacaktır. Malumunuz meyve veten ağaç taşlanır, ortaya çıkan her sonuç eleştirilebilir Siz bırakın onları başladınız madem, zor da olsa, sıkıcı da olsa bir işi bitirmenin hazzını yaşayın. Başladığınız bir işi yarıda bırakmak için yüzlerce mantıklı gerekçe üsretilebiliri inanın ki kolay olan yüzüstü bırakmaktır. Sİz uğraşırken dikkatiniz dağıtacak belki yüzlerce farklı engel de önünüze çıkabilir. Olsun. Bu kez zoru deneyin. Yarıda bırakmamanın hazıını yaşayın.
Yolun yarısında belki şevkiniz kırılabilir, isteğinizin kaybolması ulaşılacak sonuca değmeyeceği düşüncesini aklınıza getirebilir. İşte o anlarda bir kenara çekilin ve biraz dinlenin. Gözlerinizi kapatın, başlarkenki amacınızı anımsayın. Sonra gözlerinizi açın. Derin bir nefes alıp kaldığınız yerden devam edin.
Siz başladığınız işi bitirecek kapasitedesiniz ve sonuç emin olun ki katlandığınız bütün zahmetlere değecektir. Elde ettiğiniz sonuç ne olursa olsun, başkaları tarafından nasıl karşılanırsa karşılansın. Bilin ki sonuçlar mutlaka bir şeyleri değiştirir. Öyeyse bıraqkmak yok. Devam edin, yapın, bitirin. Yeter ki başladığınız işi yarıda bırakmayın. Yarıda bıraktığınız her şey ama her şey bir gün sizi çok mutsuz edebielir. Mutlu olmak için bitirin.
(Baskı Eşarp)
27 Aralık 2011 Salı
I Won My First Imaginary Award. However It’s an Award: Versatile Blog Award !
Bu mim sevgili Mavikalemdekiler'den yani yazılarını keyifle okuduğum N. Narda'dan. Böyle bir ödül verdiği için kendisine çok teşekkür ederim.
Blogları izlemeyi seviyorum, internete girdiğimde mutlaka blog arkadaşlarımı ziyaret ediyor, bugün ne yazmışlar heyecanını her gün yaşıyorum .Yorum yazma ya da bana yapılan yorumlara yanıt vermekte bazen ağır kanlı davrandığım dönemler olsa da onların kendi bloglarına yazdıklarını okumayı ihmal etmemeye çalışıyorum.
Blog tutmaya başladığımda burası iyice her teldendi ancak sanırım son bir yıldır bazı ana başlıklara bağlı kalıp acaba bugün beni kelimlere nereye götürecek demeksizin ben kendi kelimelerimi önceden bildiğim yerlere götürüyorum. Önümüzdeki yıl, ki birkaç gün sonrası işte, bloga alacağım başlıklar ve seriler şimdiden belli. Konu etiketlerini bilerek yazınca yazma anlamında daha üretken olunduğunu farketmiş bulundum sanırım (Amerika'nın yeniden keşfi)
Gelelim hem kendi dilimizde hem de ingilizce yazılması gereken bu mime; yani bu ödülü kabul etmenin ve yanıtlamanın kurallarına;
1 – Size bu ödülü layık gören kişiye teşekkür etmeli ve onun bloguna bağlantı vermelisiniz.
2 - Kendi hakkınızda 7 gerçeği paylaşın.
3 - Kevdiğiniz ve takdir ettiğiniz 10 başka blogçuya aynı ödülü verdiğinizi bildirin.
Rules of accepting and answering this post;
1 – You have to thank the person who gave you the award and link back to their blog.
2 – Share 7 facts about yourself.
3 – Send to 10 other bloggers whose blogs you love appreciate and tell them you've given the award
1 - Öncelikle N.Narda'ya, ki yazının başında linlini vermiştim, bana bu ödülü verdiği için çok teşekkür ederim.
2 – 2007 yılından beri burada bana dair, itiraflar, bu günlerde, anımtırakımsı gibi etiketler altında yazdıklarımdan sonra hakkımda henüz anlatılmamış yedi tane gerçek bulmakta zorlanacak olmama rağmen hakkımdaki yedi gerçek şunlardır. Bu vereceğim bilgileri daha önceki yazdıklarımın özeti gibi kabul edebilirsiniz.
- Malesef adalet delisiyim.
- Çok sabırlı, aynı zamanda aşırı sabırsızım.
- Müziği çok severim, gece yatarken bile müzik dinlerim.
- Bana yalan söyendildiğinde kolay anlarım, ve bu beni çok sinirlendirebilir.
- İnsanlar beni genelde nazik biri olarak tanısalar da bir kişiyi sevmediysem rol yapamam, belli ederim.
- Vazgeçmeyi düşünmediğim tuhaf alışkanlıklarım vardır; mesela gece yatmadan önce su içmek.
- Aynı anda birden çok kitap okuyup okuduklarımı karıştırmam.
1 - First I would like to thank to N. Narda for giving me this award, a link to her blog has been given at the beginning of this post.
2 – Since I had been writing here at this blog under the labels “facts about me”, “confessions”, “recently” and “like a memory”; even though it would be hard to find facts about myself that hadn't been told yet, here are 7 facts about me. You might consider these pieces of information as a summary of my previous posts
- Unfortuately I am a fool for Justice,
- I am very patient as I can be too impatient
- I like music, I listen to music even when I am in bed for sleeping.
- I can easily spot a lie when I am told one, and that might drive me crazy.
- Even though most people might think of me as a kind person, I can not hide my feelings for people I don't like.
- I have some weird habits which I would never think of changing, like drinking water before ı go to bed.
- I can read different books simultaneously, without getting confused.
Aslında bu mim de çok eskidi biliyorum ama, benim bu ödülü verebileceğim, .çok yönlü, her konuda yazabilen arkadaşlarım şunlar.
Görseli N. Narda'dan ödünç aldım :)
Lütfen Düşlerimi Terkediniz
Bu gece,
üç kez
rüyama girip,
ruhumu felç
ettiniz.
İkisini hatırlamıyorum.
Üçüncüde...
Şiir: Kemal İspir
26 Aralık 2011 Pazartesi
25 Aralık 2011 Pazar
Aksiyonun Böylesi
Terminatör serisinin ne ilkinde ne sonuncusunda bu hint filmindeki kadar atmasyon ve aksiyon görülmemiştir. Efektse efekt, robotsa robot, teknoloji ise teknoloji. Hepsi bir arada. Bir göz atmakta yarar var.
Khooni - Dracula; Bir Bollywood Korku Filmi
Korku filmlerini de, saçma filmleri de izlemeye bayılırım, hele saçma sapan korku filmini izlemenin keyfi apayrıdır. Bir de bu film müzikal ise, tadınadan yenmez. İşte karşınızda izledikten sonra “Bu filmi izledim de, sanki ne geçti elime?” diye düşüneceğiniz yegane film: Khhoni – Dracula. Bu bir Bollywood korku filmi. Filmin bütçesi sanırım yok decenek kadar az böyle olunca bu filmin yoktan varedildiğini söylersem hiç de boşa atmış olmam.
Öncelikle bu filmin konusunu anlatabilmek benim gibi sıradan bir film izleyicisinin kolaylıkla üstesinden gelebileceği bir iş değil. Filmin senaryosu o kadar dallanıp budaklanmış ki sinemanın icadından beri ele alınan konulardan el atılmadık hiçbir detay kalmamış diyebiliriz. Ama yine de filmin ana öyküsüne şöyle bir ucundan bulaşmayı deneyeyim. Şimdi şişman ve kötü kalpli bir amca var, bu kötü adam içkiyi biraz fazla kaçırdığı karanlık ve fırtınalı bir gecede hizmetçisine once tecavüz ediyor sonra kızcağızı öldürüyor. Cinayeti örtbas etmek için kızı evin bahçesine gömüyor. Tesadüf bu ya meğer bildğimiz meşhur, yılların Dracula’sı da aynı yerde öp-ölü yatmıyormuymuş beğenirsiniz. Adam bahçede ölmüş valla. Derken hizmetçiden sızan kanlar Drakula’nın ağzına damlıyor ve kan teması ile Drakula canlanıyor. Ama ne canlanmak, bir canlanıyor pir canlanıyor. Hayatınızda gödüğünüz görebileceğiniz en kötü plastik Drakula maskesi ve silindir şapkası ile.
Yazımın burasına şu efekti koymadan edemeyeceğim:
”In ın ın, ın ın ın”
Çünkü buradan sonrası fena halde spoiler içeriyor, filmi izlemek istiyorsanız ve lezzeti kaçmasın diyorsanız bundan sonrasını lütfen okumayınız. Yok okurum derseniz benden günah gitti. Ben de anlatmaya devam ederim o zaman.
Tekrar canlanan Drakula, masallardaki şişeden çıkan cin misali şişman ve hem kötü kalpli hem de katil amcanın kulu kölesi olur. Şişman amca Dracula'nın eline şifreli bir kağıt tutuşturur, sonra da Drakula’yı nereye gönderirse oraya gider, korkutur, saldırır, tecavüz eder, öldürür, Filmin bundan sonrası aslında her tür masraftan kasten ve bilinçli biçimde kaçınılmış müsamere düzeyindeki sahnelerden oluşuyor. Sahnelerin hemen hemen hepsinde bir bahane ile güzellik banyosu alan kadınlar var. Banyodaki kadınlar mayolu ya da biklinili ise bunlar mutlaka ölüyorlar, Ama kadınların üzerinde elbise varsa onlar kurtuluyor. İşte bu yazdığım en önemli spoilerdi. Sanırım bu filmdeki soyunan kadınlar kötü kadınlar ve kötü oldukları için ölüşleri mazur gösterilmeye çalışıyor. Kötüydü zaten, öldü ne yapayım misali.
Konu konu içinde demiştim ya, bir adam var; ailesinin parasını çalıp çırpıyor kazık kadar bir adam. Ailesi açlıktan kıvranırken bu gidip sürekli kumar oynuyor, ama filmin bir yerinde bu adamın kız kardeşi gelip ona öyle acıklı sözler söylüyor ki adam birden tövbe edip yaşadığı kumarbaz hayatından vazgeçiyor Bu bölümün filmin geneli ile hiçbir alakası olmayışı özellikle takdire şayan. Sanki film içinde filmden bağımsız bir kısa film gibi. Dikkat dağıtmak için konulmuş sanki, amaç dikkati o ana kadar dağılmayanların dikkatini dağıtmak olmalı. .
Filmdeki bir başka karakter de kahraman polis memuru, hayatını Dracula’yı bulup yok etmeye adamış Bu polisin en büyük zaafı Dracula’nın ne zaman, nasıl yok edilebileceği hakkında gereğinden fazla ansiklopedik bilgiyi yalamış yutmuş ve bu bilgilerini sürekli şarkılar söyleyerek ifşa eden beyazlar içindeki sevgilisi.
Şişman kötü amcanın yıllardır herkeslerden gizlediği büyük bir sırrı var bu yüzden neredeyse bir düzine çıplak kadın tam da banyo yaparken öldürülüyorlar. Bu ölümlerin sıklığı polisin dikkatini çekiyor. Tabi Hint filmi olduğunu unutmamak lazım bu film de her hint filmi kadar müzikli, Drakula kurbanına doğru sinsice sokulurken başlayan akıllara ziyan bir şarkısı var. Vokalin mart kedisi mırnavlamasından daha irkiltici olduğunu da belirtmeden edemeyeceğim.
Filmin genelindeki oyunculuklar son derece utanç verici, roller her türlü inandırıcılıktan uzak. Bu konuda en şanslı kişi Drakula’yı canlandıran oyuncu çünkü giydiği iğrenç maske yüzünden onun yüzünü göremiyoruz. Böyle olunca da onun rol yapıp yapmadığını bile bilemiyoruz.
Hayatta gördüğüm en ucuz, en aptalca, en saçma korku filminin bu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim ama yine de izlemekten müthiş keyif aldım, müzikal cinayet sahneleri son derece aptalca, insan kahkaha atmadan duramıyor. Daha once Hint yapımı “The Exorcist” filmini izlemiştim o da müzikaldi ve saçmaydı ama bunun kadar komik değildi.
Khooni, Dracula - 1992
Yönetmen: Harisam Singh
Oyuncular:
Amrit Pal
Kiran Pal
Karushal Singh
24 Aralık 2011 Cumartesi
Bana Bir Şey Olmaz
Bu sözü sık kullananlara bir müddet gerçekten de bir şey olmaz. Hafif yollu bir efsunluluk halleri olsa gerek. Ama bir müddet sonra efsunları uçup gidince, "Bana bir şey olmaz" diyenlerin kendilerine de, çevresindekilere de hayırlı sonlar hazırlamadıklarını görürüz. Hemcinslerimin bir kısmını lüzumsuz cürret ve cesaretleri için tebrik ediyorum. Erkek nüfusunun azalmasında görülen hızlanma ivmesinin erkeklik gösterilerine gereğinde fazla önem veriliyor olmasının yol açtığını düşünüyorum. Siz siz olun kazalara davetiye çıkartmayın. Cıs olursunuz sonra.
23 Aralık 2011 Cuma
Ela Gözlüm
Gönlüm harman olmuş, aklımda firar
Tek dostum sigaram verse de zarar
Duman duman zehirler aktı da gönlüme
Dün gece ela gözlüm, özlemin çötü içime.
Şiir: Hakkı Akay
Annelerin Evlatlarına Asla Söylemediği Sözler
Elbette kalabilir yavrucum o pis kokan kirli sokak köpeği. Her gün mamasını vermek, sokağa tuvalet etmeye çıkarmak da benim için keyifli bir ayrıcalık olur. Daha ne isterim? Büyümüş de eve sokak köpekleri getirirmiş, aman da aman.
Aa!! Sırtındaki o ceket de ne? iki esti diye sokağa ceketle mi çıkılırmış evladım. Nane molla olacaksın bu gidişle.
Oğlum ne çok terlemişsin gel sana bir bardak soğuk su vereyim, terli terli iyi gider.
Ay bütün ışıkları açık bırakmışsınız, bütün ev apaydınlık, içim aydınlarndı valla çocuklar. Hep böyle yapalım şıkır şıkır oluyor.
Oğlum televizyon o kadar uzaktan mı seyredilir? azıcık daha yaklaşsana şuna. Ne bu resmiyet anlamadım.
Valla senin yaşındayken ben de hep okuldan kaçardım. çok eğlenirdim. Okul o zaman da çok sıkıcı bir yerdi.
Ya? Demek Oğuz’un annesi babası izin veriyor öyle yapmasına. Daha evvel söyleseydin ya şunu, tabi sen de yapabilirsin. Arkadaşından geri kalmana gönlüm razı gelmez. Durmanı kabahat addederim.
Ver bakiym şu gömleğini kokluycam. Oh, oh. İyi, iyi. Bu daha bir hafta giyilir çocum.
Yavrum ben de kağıt mendil almamışım yanıma, kolunun tersiyle siliver burnunu.
İç çamaşırı öyle sık mı yıkanırmış? Tersinden de giy bir hafta.
Dikiş kutusuna git, makası kap, koşa koşa getir bana. Çabuk.
Senin odan niye böyle derli toplu, ne biçim çocuksun sen? Evimizin formatına aykırı bu intizam merakın.
Şu dinlediğin müziğin sesini az açsana yavrun, kısık sesle tadına varamadım.
Kızım bu ne kılık, gömleğinin düğmelerini az aç, eteğini yukarıya çek. Bırak bacakların görünsün biraz. Çirkin sanıcaklar, açıl şöyle hafif.
Kızım okula niye otobüsle gidip para harcıyorsun, güzelsin, çekicisin otostop yapsana, az aklını çalıştır.
Tabi yavrun yaz olsun, çadırını alıp arkadaşlarınla tatile çıkabilirsin.
Hep ders gep ders başka birşey bimez misin sen evladım?
Ben karışmam. On yaşına geldin, Artık kendi kararlarını verebilecek yaşta sayılırsın. Üstüme fazladan mesuliyet yıkmayın.
Canın yemek istemiyor mu? Hay hay bebişim. Yemek istemiyorsan git çikolata ye, mısır cipsi ye, gazoz iç. Ağzının tadını biliyor. Gırme olucak bu velet, gurme..
22 Aralık 2011 Perşembe
Onu Kurtarmak İçin Çok Uğraştım
Ufacıktı, mini minnacıktı, çok sevimliydi ve başı fena galde dertteydi.
Onu öldürmeden diri diri yemek için peşinde deliler gibi salya soluk koşturan yam yam kılıklı iğrenç mi iğrenç düşmanları vardı. Onun düşmanları benim de düşmanlarımdı.
Düşmanlarının her biri çok ürkütücüydü. Ama yine de yılmadım yıllarca onu korumaki kurtarmak için bütün iyi niyetimle, özverili biçimde uğraştım. Sonra ne olduysa birden bire görmez oldum onu. Unuttum düpedüz. "Tetris" çıktığı sırada pabucu dama atıldı. Sonra "Sokoban" falan. Bir de Dune çıkmasın mı, .Unuttum giti, çok üzgünüm.
Kurtulmuş mudur Pac-Man?
Hala yaşıyor mudur sizce?
Sanırım Laciverdim
Sevgili Eren aylar önce mimledi, sordu renginiz ne diye. Mimleri bazen çok erteliyorum, unutuyorum düpedüz. Ama en unuttuğum mim bile bir yerlerde yapmam gereken bir şey var olup, geri dönüp beni dürtüklüyor rahat bırakmıyor.
Ruhunuz ne renk?
İzlediğiniz blogcular ne renk?
Eren'in ve ona bu mimi gönderen Define Adası'nın renklere dair yazıları çok güzel.
Mimi okur okumaz ne yazmak istediğimi, rengimin.ne olduğunu hemen buldum. Lacivert rengi seviyorum ben. Denizin ortasındaki enginlerin laciverdini seviyorum. Rüzgar yüzüme çarparken, denizin üzerinde bir kayık, vapur, yelkenli, motorda hızla giderken lacivertlerin derinlerine bakmayı seviyorum. O derinler birden yeşil kıpırtılarla dolar ya, onu seviyorum. Laciverdin değişkenliğini, her rengi içine kolayca alabilirliğini, her renge kolayca dönüşebilirliğini seviyorum.
İzlediğim blogların ne renk olduğuna ise içimden geldiği gibi karar verdim, bu renklendirme esnasında herhangi bir mesaj amacı kesinlikle gütmüyorum. Renklere dair belirlenmiş bir takım evrensel kişilik yakıştırmaları varsa eğer onlardan da yararlanmadım. Sağ taraftaki blog listemde yer alan ve okumaktan büyük keyif aldığım arkadaşlarımı ben şu renklerde görüyorum:
Ley-La: Bazen koyu renk gölgeleri olan beyaz ağırlıklı; içinde turkuaz, çingene pembesi ve sarının tonları var.
Uyumayan Ses: Lacivert ile siyah arası bir gece, evlerden dökülen türlü renklerdeki sahici ışıklar.
Erhan Bey: Sarı ile turuncu arası, değişen ışıklı bir renk.
Aydan Atlayan Kedi: Kar yağmış, havada en ufak bir kıpırtı yok. Muazzam bir sessizlik ve göz alabildiğine kristal gibi, kartal gözünün görüdüğü gibi sınırsız bir beyaz manzara, aniden yüzlerce rengi olan bir kuş uzaklardan geliyor ve size doğru uçuyor. Beyazın kör ettiği bir dünyada umulmadık bir renk patlaması.
Kırmızı günlük: İsmine bakınca kırmızıymış sanıp yanılıyor insanla. Yakut renkli bir yüzük, şeffaf, içine dikkatle bakanlar o zaman görüyorlar yakutun içinde gizli lacivert, turuncu, leylak rengi ve yeşil tonlarını. .
Yazı kalır: Siyah ve beyaz bir arada.
Gereksiz Yazılar: Kahverengi, mavi karışımı.
Hayal Kahvem: Lacivert bir gecede elinde sarı femerli birisi geziyor. Işık büyüyor, lacivert azalıyor.
Çevrimdışı: Siyah bir fanus düşünün, içine dikkatle baktığınızda kıpırdadığını görüyorsunuz ve siyah da değil üstelik binlerce minik pırıltı
Yazar ne yazar ne yazamaz: Kahverengi bir yol, koruluğa gidiyor, akşam güneşi vırduğunda her yer bir tuhaf kırmızı penbe turuncu arası ışık ile gölgeleniyor.
Qunegond: Beyaz, koyu yeşil ve mavi. .
Tulkas: Sarı renkli bir jet uçuyor, taklalar atıyor, jetin arkasında yine sapsarı bir iz kalıyor.
Suya Bandım Bandım Doydum: Koyu yeşil,tam ortasında koskocaman siyah bir göz var, yaşamı izliyor.
Voodoo Girl: Kırmızı, bazen sarı tonlarda parlıyor.
Hayata, hayatıma dair ıvır zıvırlar: Kahverengi.
Leylak Dalı: Leylak rengi, mevsimlere göre gölgeleri değişiyor.
Sönmez Mutfak: Açık mavi gölgeleri olan pudra şekeri rengi.
Kara Kitap: Gri gölgeleri olan beyaz.
Öykü: Beyaz. Bazen gri bir bulut geliyor ama beyaz bir rüzgar alıp götürüyor o bulutu da. Bulut geçerken bazen kahve tonlarda gölgesi konuk oluyor yer yüzüne.
Briç Oyunu: Beyaz zemin üzerinde kırmızı kareleri kalpler, siyah çiçekler ve siyah sinekler görüyorum.
Guguk Kuşu: Mavi, masmavi, bir gök, bembeyaz bulutlar, mavi masmavi çimenler ve bulutlardan mor puantiyeli bir yağmur yağıyor.
Hayattan ve Masallardan Biraz: Sarı zemin üzerinde, ince ince eflatun renkli çizgiler geliyor ve birbirlerine çarparak hoş zigzaglar çiziyorlar.
Sokak Kedisi: Kavuniçi, koyu yeşil gölgeleri var.
Mavi Kalemdekiler: (N. Narda) Yeşilin en koyusundan bir ormanda yaşayan turkuaz rengi bir kelebek düşünün, O turkuazın içinde siyaj, kırmızı, sarı minik desenler var. Kelebelk yeşilliklerin içinden uçup gelirken kanatlarını hızla çarpar ya, o renklerin hepsi birbirine karışınca ortaya çıkan renk.
İnsan olmak: Cayır cayır bir şenlik ateşinin alevini düşünün, tam üzerinden atlarken alevden çıkıp ayakkabınızın kenarına doğru sıçrayan turuncu renkte bir kıvılcımın hayal edin. İşte o çıtırdayan, zıplayan kıvılcımın turuncusundan.
Nehir İda: Pamuk şeker pembesi gölgeleri olan beyaz.
Psikopati: Pembe, mavi renklerde çılgın puantiyeleri olan bir açık yeşil.
Gay Kedi: Gökkuşapının her bir rengi, süratli biçimde değişiyor, ayna gibi her rengi yansıtıyor.
Surrealism: Kahverengi gölegelerle bezeli su yeşili.
Bu kadar renk yakıştırmasını görüp de ne içtiysen bize de söyle derseniz, greyfurt ile portakal sıktım ondan içtim. Belki birazdan biraz da soğuk su içerim bilmiyorum.
Süresi çok geçtiği için bu mim burada kalıyor.
Resim: Fanny Diaz - Dark Blue
21 Aralık 2011 Çarşamba
Atom Fiziğine de Profesörlüğüne de Lanet Olsun
Yeşilçam filmlerinden unutulmaz saçmalıklar vardı arada geyiğin duraksadığı noktalarda birinin aklına gelir ve alır o sahnedeki repliği ve suskunlaşmış ortamın içine itekleyiverir.
Bu sahnede kumarbazlığı, itliği, hergeleliği öğrenmeye ahdeden bir atom profesörünün halini canlandıran Kadir İnanır'ı görüyoruz. Beni ne doktorlar, ne mühendisler istedi de varmadım diyenleri isteyen mühendisler de böyleler miydi acaba diye düşünmeden edemediğim oluyor zaman zaman.
Söz konusu filmin afişi.
İyi Düşünün
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Şiir: Ada Görgülü
İletişimde Tezat Sinyalleri
Blog herkesin canının istediğini yazdığı, alenen sergilediği bir yer. El ne karışır yani? Beğenmeyen izlemesin mantığı. Ben okuduğum bloglarda yalnızca iç tutarlılık arıyorum. Kendi kendisi ile çelişmemeyen insanları oldum olası severim, bloglarını da severim. . Ama çelişenlerde zaman zaman gülümsetiyorlar insanı. Beklentileri ve isteklerinin başkalarına veremeyen insanları blog dünyasında da, gerçek yaşamda da garip karşılarım.
Blogun bir tanesinde şirin mi şirin bir ifade var diyor ki; "Günümüzde okurun yazara bu kadar kolaylıkla ulaşması söz konusu değil, o ayrı. 140 karakterlik diyaloglara olanak tanıyan twitter sayılmazsa, kimseler birbirlerine böylesine doğrudan ulaşamıyor artık."
Blogun bir tanesinde şirin mi şirin bir ifade var diyor ki; "Günümüzde okurun yazara bu kadar kolaylıkla ulaşması söz konusu değil, o ayrı. 140 karakterlik diyaloglara olanak tanıyan twitter sayılmazsa, kimseler birbirlerine böylesine doğrudan ulaşamıyor artık."
Okuyanı kahkahalara garketmek için yazmadılarsa bloga bu yazıyı koyanın kendi blogundaki yazılarda yorumalara izin vermediğinden haberi yok olmalı.Bir blogda okuyucu görüşlerini toptan geri çevirip ardından böyle kocaman bir kelam edip, enfes serzenişlerde bulunmaya ne demeli?
Blogger'ın hizmetkerinden "Takip Et" butonunu uzun süre diğer bloglarda gördükten sonra yaklaşık birbuçuk yıldır ben de kullanmaya başladım. Bir kez ziyaret ettiğin blogu ilginç ve izlemeye değer buluyorsan ve blog sahibi bu aparatı görünür bir yere monte etiyse tıklıyorsun, ekliyorsun. Hoş ve faideli bir araç. Burada da şöyle bir enteresanlık oluyor kimi bloglarda; hazretler bu butonu koyuyorlar, ekleyen eklesin hevesi ile. Bakıyorsun, kişiyi izleyen bir miktar insan var, ama profiline girip bakıyorsun bu kimleri izlemiş diye (sinsi bir merak ile) adam/kadın bir tek kimseyi tıklatıp izlemeye almamış. Anladım mühimsemiyor da mühimsenmek istiyor. İzlediğim blogların başka insanları izlemediğini farkettiğim zaman onları kendi listemden çıkartıyorum. Bu da beni iletişimdeki arızalarımdan bir tanesi olsa gerek. Beni izlemesi şart değil ama bir allahın kulu olsa da bir başkasını izlemeyeni ben de izlemem arkadaş.
Blogger'ın hizmetkerinden "Takip Et" butonunu uzun süre diğer bloglarda gördükten sonra yaklaşık birbuçuk yıldır ben de kullanmaya başladım. Bir kez ziyaret ettiğin blogu ilginç ve izlemeye değer buluyorsan ve blog sahibi bu aparatı görünür bir yere monte etiyse tıklıyorsun, ekliyorsun. Hoş ve faideli bir araç. Burada da şöyle bir enteresanlık oluyor kimi bloglarda; hazretler bu butonu koyuyorlar, ekleyen eklesin hevesi ile. Bakıyorsun, kişiyi izleyen bir miktar insan var, ama profiline girip bakıyorsun bu kimleri izlemiş diye (sinsi bir merak ile) adam/kadın bir tek kimseyi tıklatıp izlemeye almamış. Anladım mühimsemiyor da mühimsenmek istiyor. İzlediğim blogların başka insanları izlemediğini farkettiğim zaman onları kendi listemden çıkartıyorum. Bu da beni iletişimdeki arızalarımdan bir tanesi olsa gerek. Beni izlemesi şart değil ama bir allahın kulu olsa da bir başkasını izlemeyeni ben de izlemem arkadaş.
20 Aralık 2011 Salı
Akşam Olur mu?
Olur vallahi
Sabah da olur,
Yarın da,
Gün geçer,
Hafta biter, ay da döner,
Sene de...
Şiir: Yüksel Nimet Apel
Ben Aslında Hiçbir Filmin Aleyhinde Yazmam
Geçen hafta dört gün boyunca filme doyuldu. Yenilenme çalışmaları henüz sona ermemiş Konak Sineması'nın 3 salonunda filmler gösterildi. Salonların dolu olamayışını festivali düzenleyenlerin yeterince duyuru yapmamasına bağlıyorum.
Daha önceki yazımda film festivali egoya karşı demiştim, hakikaten de öyle oldu, bir sürü egolu, legolu adam fuayelerde kasın kasım kasılarak salım salım salınıyor, boş boş atıp tutuyorlardı. İsteyen istediği kadar atsın, el ne karışır tabii. Ama bunlar elde mikrofon film öncesinde konuşmay yapmaya kalktıkları vakite kendilerini komik duruma düşürdüler
Ben bir kaç güzel film izleme şansına eriştim;
Volcano,
The Day He Arrives,
Courage,
Lorna's Silence,
Gelcek Uzun Sürer,
The Prize,
The Breathing,
The Misfits,
Nana,
La Rabbia,
Filmlerin fgösterileceği alana girerken bilet kontrolünün olmaması, içeride inşaatın hala devamm etmesi bariz tuhaflıklardı. Bedava girme şansının yüksek olmasına rağmen seyirci azlığını, duyuruların yetersizliğine bağladım. Bazı filmlerden önce bazı muhterem zatların çıkıp konuşma yapması çok hoştu. Ama konuşma yapmak üzere sahne önünde dinelen bu adamların konuşacakları film ile ilgili olarak bilgilerini tazelemiş olmaları hoş olurdu. Mesela Zeki Demirkubuz Bey'in The Misfits öncesinde çıkıp Clark Gable bu film çekildiğinde 75 yaşındaydı der demez seyircilerin arasından "ismi lazım değil" birisinin çıkıp Clark Gable 1901 doğumlu film 1960'ta çekilmiş, nereden baksanız 59" demesi üzerine yönetmen beyin "Filmde 75 yaiında bir adamı canlandırıyor" diye kıvırması komik oldu. Sonra bozuntuya vermeden deavme tti "Bu film beklemek üzerine, ölümü bekleyen bir grup insanın, beklerken yaptıkları anlatılıyor", "Gable bu filmde bir kadını etkilmek için ne kadar güzel at kullanıyor izlerken bayılmıştım" gibi filmle uzaktan yakından alakası olmayan şeyler söyledi. Fİlm birbiri ile uymusuz insanların bir araya geldiklerinde her birinin ayrı telden çalarken kısa an parçalarında birbirine dokunup geçmelerini, birbilerini daha iyi insanolma yolunda özendirmelerini anlatan, net bir olay akışı bulunmayan bir film, ayrıca gable filmin en sonunda aniden ata binip bir şey yapıyor amacı kimseyi etkilemek değil, zaten derdi de insanların birbirini etkilemesi üzerine adam etkilenmelere karşı bir tip. Her neyse, herkes kendi alanında muhakkak iyi ama unuttuğu konuşarda blöf yapanların foyaları anında ortaya çıkıyor. Diğer filmlerdeki dillerde yetkin değilim elbette ama Misfits'de yapılan çeviri yanlışları da yenilir yutulur gibi değildi. Yazıları görmemek, okumamak için koltuğumda iyice kayarak perdenin o bölümüne bakmamaya uğraştım sa da final sahnesinde bitti artık gidiyoruz derken çevirmen hanımefendinin "God Bless You" cümlesini "Seni affediyorum" diye çevirdiğini gördüm. Yuh artuık ya, yuh! Çevirmeyip öyle bıraksan daha iyiydi
Minik aksaklıklar olabilir, normaldir. İnşallah bu gibi film festivalleri devam eder ve izmirlilere duyurmasını başarabilirler.
The Day He Arrives,
Courage,
Lorna's Silence,
Gelcek Uzun Sürer,
The Prize,
The Breathing,
The Misfits,
Nana,
La Rabbia,
Filmlerin fgösterileceği alana girerken bilet kontrolünün olmaması, içeride inşaatın hala devamm etmesi bariz tuhaflıklardı. Bedava girme şansının yüksek olmasına rağmen seyirci azlığını, duyuruların yetersizliğine bağladım. Bazı filmlerden önce bazı muhterem zatların çıkıp konuşma yapması çok hoştu. Ama konuşma yapmak üzere sahne önünde dinelen bu adamların konuşacakları film ile ilgili olarak bilgilerini tazelemiş olmaları hoş olurdu. Mesela Zeki Demirkubuz Bey'in The Misfits öncesinde çıkıp Clark Gable bu film çekildiğinde 75 yaşındaydı der demez seyircilerin arasından "ismi lazım değil" birisinin çıkıp Clark Gable 1901 doğumlu film 1960'ta çekilmiş, nereden baksanız 59" demesi üzerine yönetmen beyin "Filmde 75 yaiında bir adamı canlandırıyor" diye kıvırması komik oldu. Sonra bozuntuya vermeden deavme tti "Bu film beklemek üzerine, ölümü bekleyen bir grup insanın, beklerken yaptıkları anlatılıyor", "Gable bu filmde bir kadını etkilmek için ne kadar güzel at kullanıyor izlerken bayılmıştım" gibi filmle uzaktan yakından alakası olmayan şeyler söyledi. Fİlm birbiri ile uymusuz insanların bir araya geldiklerinde her birinin ayrı telden çalarken kısa an parçalarında birbirine dokunup geçmelerini, birbilerini daha iyi insanolma yolunda özendirmelerini anlatan, net bir olay akışı bulunmayan bir film, ayrıca gable filmin en sonunda aniden ata binip bir şey yapıyor amacı kimseyi etkilemek değil, zaten derdi de insanların birbirini etkilemesi üzerine adam etkilenmelere karşı bir tip. Her neyse, herkes kendi alanında muhakkak iyi ama unuttuğu konuşarda blöf yapanların foyaları anında ortaya çıkıyor. Diğer filmlerdeki dillerde yetkin değilim elbette ama Misfits'de yapılan çeviri yanlışları da yenilir yutulur gibi değildi. Yazıları görmemek, okumamak için koltuğumda iyice kayarak perdenin o bölümüne bakmamaya uğraştım sa da final sahnesinde bitti artık gidiyoruz derken çevirmen hanımefendinin "God Bless You" cümlesini "Seni affediyorum" diye çevirdiğini gördüm. Yuh artuık ya, yuh! Çevirmeyip öyle bıraksan daha iyiydi
Minik aksaklıklar olabilir, normaldir. İnşallah bu gibi film festivalleri devam eder ve izmirlilere duyurmasını başarabilirler.
14 Aralık 2011 Çarşamba
Gezici Film Festivali "Ego'ya" Karşı
İzmirlilere sorarsanız hepsi kentlerini çok sever ama bazı mühim izmirlilerin egoları bazen kent sevgilerinin önüne geçer. En ön sıraya kurulup, olanca arsızlıklarıyla nanik yaparlar hemşehrilerine bu her geçen gün, bir önceki günden daha fazla mühimsenme arzusuna yenik düşmüş hacıyatmazların yaşıtlarınınkinden daha gürbüzleşmiş egoları. Tabii ego bu, torba değil ki hırşşştadanak büzüp "recycle" ettiriveresin. Dokunduğu yeri mahvediyor geçiyor. Yani sen onu yakalayıp büzünceye kadar o seni bir çırpıda üzüyor. Eh şehrin sakinlerine gelince de serde var bir atalet yoğunluğu, atamıyorlar, satamıyorlar, komşuya emanet bırakamıyorlar. Her dakika bağrına bas, her dakika bağrına bas olacağı bu elbette atalet de şımarıyor en sonunda. Ego şişkinlikliği kaynaklı her tür hezimet bu şehirde görmezlikten geliniyor kendi ataletine yenik düşmüşler tarafından. Expo kentin önde gelen iki kişisinin el ele vermesi ile çantada keklik olabilecekken söz konusu beyzadelerin ego çatışması düzeyine inince, elin oyları tepişene, çekişene değil de layık olduğu yere gidiverdi. Akabinde sus olundu, hemen ardından olmazsa olmayacak biçimde pus olundu. Konu derhal örf ve adetlere uygun biçemde (biçim değil) ört ve bas edildi. Bu tabii ki izmirlilerin "Sen mi daha mühimsin yoksa ben mi?", hatta "Gör bak benden iyisi Şamdak Ayısı" * yarışmaları sonunda bir şeyleri ilk kez ellerinden kaçırışları değildi elbette.
Bir zamanlar bu kentte bir film festivali vardı, kimbilir kimlerin, ya da nasıl denir kimbilir ne kerli ferli olma özentili, kıtıpsiyöz yer cücelerinin egolarının tepişmesi sonucu o da başladığı gibi bitiverdi. Üstelik ilginin ayyuka çıkmışlığına, seyircinin yoğunluğuna, salonların tıklım tıkış doluluğuna, insanların yerlere oturup film izlemişliklerine bakılmaksızın. Bir tomar üniversite var, oralarda ambale olmamaya, dahası kendilerine "Hep ders hep ders, başka bişi bilmez misin kuzum Berke?" dedirtmemeye çalışan öğrenci yığınları var bunlar film festivali ister diye düşünen yok.
Ben de İzmir film festivallerinde kimbilir kaç kez işten çıkıp kapkaranlık zeminlerde el yordamı ile bir oturumluk yer bulup film izlemişimdir. Bu kadar filmi evimin salonu ya da salomanjesinde, dividilerde izlemedim haliyleN. Koskoca olduğu iddia edilen şehrin mütevazi boyutlardaki film festivali film tutkunlarınca hep böyle başladığı gibi üç dört ayrı, farklı mekanda sürer gider zannedilirken - tipik film tutkunu saflığı işte - malesef bir daha festivalin esamesinin okunmaz olduğuna şahit olunuldu. O şişkin egolu beyler, izzeti nefislerine bir gıdım halel gelmediği için çok mesutturlar şu anda bir taraflarda. Festival şehirden gitmiş ne gam, Elde var olan ego olduktan sonra, değil mi?
Film festivali sırra kadem basınca sinemaseverler bir müddet gezici film festivali ile avundu bu topraklarda. Ama belli ki ego değdiği yeri yakıyordu, o festival de sır oldu bir kaç sene boyunca. Nihayet bu yıl kente geri döndü gezici festival. Bir tek mekanda. Konak Sineması'nda. Ama olsun. Bir kaç yıldır nabız yoklayan kısa film festivali, sonra Film Ekimi'ni konuk etmeler filan derken şimdi sıra bundaymış. Elbet gidilecek görülecek çok film var. Bugün resmi açılış günü, ve 18'i dahil dört gün boyunca kaçırılmaması gereken filmler kaçırılmayacak. Bakalım neler olacak. Darısı egosuz, kalıcı, İzmir gibi şehre yakışan bir film festivalinin başına diyelim.
Şehre Festival gelmiş duru muyum,
iptal edilmeden gittim aldım
seyretmek istediğim filmlerin biletlerini.
(*)
Kendimle konuşmalarımdan:
Şamdak Ayısı:
Aslında yok böyle bi ayı türü.
Tamemen ses uyumundan hareketle atmasyonel hale getirilmiş
bir kelime grubundan başka bir şey değil.
Doğrusu Şam'da Kayısı olmalı. Olacak. İstiyorum.
Otur aşaRı sıfır.
13 Aralık 2011 Salı
Hayat Umutla Başlar
Bir yılı aşkın zamandır taslaklarda bekleyen "cover" şarkılar ile ilgili bir yazım her elimi uzatışımda büyüyor da büyüyor. Artık umudu kestim o yazının bir yere bağlanmasından. Kulaklığımdan epeydir dinlediğim bir şarkı için olsun şu yeniden yorumlama işine döneyim diyorum.
"Hayat Umutla Başlar" güzel bir şarkı, sözü ve bestesi Ali Kocatepe'ye ait. 1978 yılında ilk kez Nükhet Duru tarafından seslendirilmiş. Dönemine göre hayli yürekli bi rçalışma. Onno Tunç'un düzenşemesi, sözlerin güzelliği ve Duru'nun gencecik sesi ile şarkı hakettiği duygusal yoğunluğu yakalayabilitor. 2006 yılında ise aynı şarkı Bülent Ortaçgil'in olgun, dingin sesinde yeniden kayıt altına alınıyor. Onun yorumu ile şarkı farklı bir anlama bürünüyor.
Ama her ikisi de güzel yorumluyor Allah için.
Ve işte şarkının sözleri;
Sakın sönmesin o parıltı
O gözlerinde yanan ışık
Mutluluğun bedeli sendedir
Umut yeniden doğmak demektir
Bugün geç kalmış sayılmazsın
Geçmişi silip atmalısın
Beni iyi dinle arkadaşım
Hayatı umutlarda bulacaksın
Her an gülümse herkese
Dünyaya arkadaşlık ver
Dostça merhaba de
Her gittiğin yerde
Hayat dostlukla başlar
Hayat umutla başlar
Hayat sevgiyle başlar
Şarkıyı dinledinizse eğer, sizin versiyonunuz hangisi? Gönül istiyor ki eski şarkılara yeniden el atılıyorsa böyle olmalı değil mi? Sanki yeni bir besteymiş gibi tamamen farklı biçimde alıp düzenlemesi, yorumu değişmeli.
Ali Kocatepe, Nükhet Duru, Büşent Ortaçgil