31 Ağustos 2011 Çarşamba

N'olur Biraz Gölge

Sıcaklarda bunalıyor insan. Gölgedeki sıcasklık dayanılmaz halde iken güneşin altında bir kaç dakika bile geöirmek bazen azap olabiliyor. İnsan kendini gölgeye atıveriyor hemen. Gölge bulamaynlar da kendi gölgeslerini kendileri yaratıyorlar. Türkün pratikliğinin sınır tanımayışı ulus olarak övündüğümüz özelliklerimizden. Hakikaten de Hatice'ye baktığımızda fazla pratiğiz ancak neticeler pek de parlak değil türk pratikliği devreye girdiğinde.

Ner nesnenin bir gölgesi var, güneşten bunalınca kaldırıp altına giriveriyorsun. Al işte sana gölge. Resim aynı zamanda erkek ömrünün neden kadın ömrüne göre daha kısa olduğunu açıklar gibi. Ne dersiniz?


29 Ağustos 2011 Pazartesi

Bir Bayram Daha

Sevgili arkadaşlar;

Hepinizin Ramazan Bayramı şimdiden kutlu olsun. Sevdiklerinizle beraber dolu dolu, gülerek, eğlenerek, geçirdiğiniz bir bayram olsun. Sevgilerimle.

İşte neşeli bir bayram şarkısı, "5 Yıl Önce 10 Yıl Sonra" söylüyor "Hay Hay". Artık ne demekse bilmiyorum ama, neşeli bir şeye benziyor. Bu da bayram şarkısı olsun :)











28 Ağustos 2011 Pazar

Ölü Gözü İle İzlenimler

Selin Hanım bir perşembe günü, akşam saatlerinde öldü. 75 yaşındaydı üç erkek çocuk annesiydi. İlk doğumunda bir erkek doğurunca hayli böbürlenmiş, ikinci doğomunda ikiz erkek annesi olunca eni konu kasılarak gezer olmuştu. Kendi zamanının güzel kadınlarındandı. Neriman Köksal'ı andıran bir duruşu vardı. Oğullarının adı Taner, Emir ve Demir idi. Eşini kaybedeli on yıl olmuştu. İzmir'de demir yolu kenarında tek katlı bir evi, Kuşadası Davutlar'da bir yazlık evi vardı. Kocası öldükten sonraki sekiz yılı pekala da idare etmişti. Kocasından kalan emekli maaşı ile gül gibi geçiniyordu. Herşey eskisi gibiydi. Bir tek Sadık Bey yoktu oratlıkta. Evin içi çok sessizdi. Kışları sesszilikten bunaldığında, birer kez oğullarına İstanbul'a gidiyor hepsinde birer ikişer gece kalıp bir haftayı devirmeden İzmir'e geri dönüyordu. Mayıs dedi mi ber elini yazlık ev. Okullar açılıp komuşlar evlerine geri dönünceye kadar yazlığın tadını çıkarıyordu.

Selin Hanım perşembe günü öldü. Oğlu işten yeni dönmüştü. Zor bir kış ve arkasından çok zor bir yaz geçirmişti. "Zihni bulanmıştı biraz", gelini öyle diyordu. Zihni bulanmamıştı korkmuştu Selin Hanım. O kış kimseye anlatmak istemediği, hatırlamak bile istemediği günler yaşamıştı Selin Hanım. İşten eve gelen oğlu annesinin saçma sapan konuştuğunu duyunca koridorda ayakta duran annesinin yüzünün tam ortasına patlatmıştı bir tane tokadı. Kadın hem şaşkınlıktan hem de evladından aldığı darbedeb sendeledi. İnanmayan gözlerle yüzüne baktı oğlunun. "Hadi yürü odana, gözüm görmesin seni" Bundan daha ağır bir laf olabilir miydi. İşte o anda ölmeye karar verdi Selin hanım. Sustu, eğer susmak, konuşmamak bir tür ölmekse, o gün orada öldü ve bir daha da konuşmadı. Öldüpünden bir kaç dakika sonra torunu Ayhan geldi yanına. Çocuk korkmuştu ağlıyordu. "Babam beni de dövüyor üzülme babaanne" diyerek sarıldı yaşlı kadına.

Herşey iki sene önce yazın evlatları yazlıkta toplandığında olmuştu. Çocukları demiryolu kenarındaki tek katlı evi müteahhite vermeye ve herbirine birer daire yapılmasına karar vermişti. Artık inşaatlar çabuk bitiyordu anneleri topu topu bir hadi bilemedin iki kışı yazlıkta geçirirse İzmir'e kaloriferli apartman dairesine yerleşebilirdi. "Evladım siz ekim ayında bile görmediniz buraları ıpıssız oluyor, ben ne yaparım burada tek, kadın başıma, kapıyı ittirsen açılıyor, korkarım" dese de onu dinleyen olmadın. İri yarı kadındı ne korkacaktı ki, onu gören korkardı diye espri yapmıştı bir de Taner. Karar böyle alınmış ve babayadigarı ev nüteahhite teslim edilmişti. Bir kış iki yaz sürecekti inşaat.

Ekim ayında yazlıklar boşalmış Selin Hanım tek başına kalmıştı. Kasın ayında evin karşısında bir otel inşaatı başladı.. İşçilerin canı sıkılıyordu. Döküntü yazlık evde yaşlı bir kadının yaşadığını farketmeleri ve kadının korkusunun kokusunu almaları uzun sürmedi.

Büyük oğluna telefon açıp, "evladım çok korkuyorum gelin alın beni buradan" diye telefon açtığı gece kapısını çaldı inşaattaki işçilerden yaralı yüzlü olanı. "Geleyim mi Hanım Teyze" diye sordu, kapıyı çalarken. Sustu kadın uyuyor rolü yaptı. Artık geceleri ışıkları bile açmıyordu. Sokak kapısının arkasına divanı çekiyor sabaha kadar gözünü kırpmıyordu. Başına bir şey geleceğinden korkuyordu. Korkusu ıssız yerde yaşayan erkeklere cazip geliyordu. Bir gece işçilerden bir pencereden girdi içeriye. Şöyle bir ittirdiği gibi açılmıştı. Yaşlı kadın kaç gece istemediği işeyler yaşadı. İlgileri kolay söndü işçilerin. yazgeldiğinde yüzünün ortasına bir deli bakışı oturmuştu kadının. Etrafa ilgisizdi, durduk yerde alaturka şarkılar söyleyip kendi kendine oynamaya başlamıştı. İnşaat teslimi aralık ayında gerçekleşecekti. Yaz biterken annelerini yalnız bırakmamak istedi çocuklar her ay birinde kalacaktı. Emir'de bir ay kalmış, şiödi sıra Taner'deydi.

Oğlu kadına tahammül edemiyordu onun aniden şarkı söylemesine, kalkıp oynamasına bozuluyordu. Tokadı basmıştı sonunda. Selin Hanım'da ölmeye karar vermişti. Bir daha hiç kimse ile doğru dürüst konuşmadı. Tokattan sonra iki yıl yaşadı. Ev teslim edilir edilmez oğullarının yanından ayrıldı. Arada İzmir'deki uzak akraba, eş, dost evlerine gidip bir iki gece kalıyordu. Konuşuyordu ama söylediği şeyler bir kaç ay önce ona sorula soruların cevabı oluyordu. Bu zamana ait değildi sanki geçmişten gelen bir gölgeydi Selin Hanım. Mantıklı konuşmuyordu ama hep izliyordu. Konuşulanları yüzünde tuhaf bir gülümseme ile Takip ediyordu. Anlatılanlar ona ne ifade ediyordu, izlenimleri neydi hiç kimse bilmiyordu. Gülümsemesi silindiğinde kalkıp şarkı söyleyip göbek atıyordu. Çok sıkıldığında çantasını alıp, kimsenin yüzüne bakmadan çekip gidiyordu.

Uzak akrabalardan bir tanesi anladı kadının başına gelenleri. Akraba evinde bir gece kalkıp "Oğlum, oğullarım nerdesiniz, gelin yardım edin annenize, bu adamlar içeriye giriyor nerdesiniz" diye çığlık atıp ağlamıştı sarsıla sarsıla. Dinleyen herkesin içi parçalanmıştı. Onların üzüldüpünü gören Selin Hanım kalkmış "Biz Çamlıca'nın üç gülüyüz, aşk bahçesinin bülbülüyüz" şarkısını söyleyerek hızla salonun bir ucundan öbür ucuna gidip gidip gelmişti.

Selin Hanım ölmeye larar verdilten sonra onun egzantrikliklerini gülerek birbirine anlatanlar başına gelenleri anlayınca kadıncağızın hallerini gördükçe üzülür oldular.


27 Ağustos 2011 Cumartesi

Tehlikeli Bıyıklar

İnsanoğlunun biri değil, her biri ayrı biçimde nev-i şahsına münhasır muamma. Çözmek bazen vakit alıyor bazen de kördüğüm misali çözdükçe dolaşıyor. Beş parmağı beşi birbirinden apayrı. Hal böyle olunca bıyıkların da birbirinden ayrılığını kabul etmemek safdillik etmek olur. Renginden, modelinden, muhafaza biçiminden de geçtim üstelik. Her bıyık munis, ensesine vur tokadı al lokmasını olmuyor. Bazı bıyıklar diğerlerine göre biraz tehlikeli. Hatta kimisi aşırı tehlikeli. Aman tehlikeli bıyıklardan, bıyıklılardan uzak durunuz, ayaklarınızı kaydırabilirler.


26 Ağustos 2011 Cuma

Kedi Adımları

Kediler meraklı yaratıklar. Yeni gördükleri her şey ilgilerine % 100 oranında nail olur. Ta ki başka bir şeyi ilk kez görecekleri ana kadar aşkların en büyüğünü yaşarlar her yeni tıkırtı, oyuncak, nesne ile. Hele bu nesne bir scanner ise gelsin o zaman kedi adımları.

Meraklı ked,n,n ,lk adımları ne kadar ürkek ve temkinli ise, ilk merakını aşmış kedinin adımları her yerdedir, cüretkardır. Dere tepe, üst baş kedi adımları ile doludur.

Bu ara kedi taramak pek bir revaçta. Kedi sahipleri tarayıcınız varsa kedinizin adımları her an meşhur olabilir. Bir göz atın isterseniz.



Değer mi Hiç?

"Değer mi hiç, değer mi hiç, değer mi, değer mi, değer mi söyle, bir rüya görür gibi sürer mi sürer mi sürer mi böyle?"

Evet, bildiniz! Güne bir adet Sezen Aksu şarkısı ile başladım. Minik Serçe'nin 1986 yılı albümüne ve yakın ara ile 1991 albümüne farklı bir yorum ile koyduğu "Değer mi Hiç" şarkısını bir zamanlar sevmiştim. Ama en sevdiğim zamanlarda bile nakaratındaki haddinden fazla sözel tekrara düşüşün dinleyicisini daralttığı hissine bürünmüşümdür. Kadının 5 yıl ara ile yeniden albüme almasının nedenini çözemedim ancak teorim var. Öncelikle 1990 yılında TRT ekranlarında o şarkıyı Onno Tunç'un yeni düzenlemesi ve "It's Over Now" ismi ile ingilizce olarak seslendirmişti. Sanırım sanatçı Onno desteği ile dünyaya açılma projesi üretmek peşindeydi. Sonra şarkı bir anda hasıraltı edildi. Şarkı unutuldu gitti. Sonra yeni albüm için stüdyoya girildi, albüm bitmeden Onno ile araya ayrılık girdi. Elde bir albüm etmeye yetmeyecek şarkı ile kalakalan Sezen Aksu artık tek başına ayakları üzerinde durmak zorundaydı, Son bir telaş ile bir yunan şarkısı "Beni Yak Kendini Yak" olarak çevirtildi, Onno'nun kardeşinin ermeni bandosundan Ara'nın şarkısı "Vazgeçtim"leştirildi. MFÖ'nün Fuat'ı Seni "Kimler Aldı"ya el attı. Ama hala albüm biraz kısa kalmıştı. Sandıktan "It's over now" çıkartıldı, bilinen türkçe sözleri ile yeniden terennüm edildi ve Gülümse albümü apar topar kotarılmış oldu.


Bu aralar Nez şarkıyı perişan etmekle meşgul, nakarat kısmı ise dinleyeni perişan etmekte. Sezen'de bile göze batan sözlerin gereğinden fazla tekrar edilişi bu yeni ses ile daha ön plana çıkmış. Bir kez işittiniz mi kulağınıza takılıp kalıyor şarkı. Sonra sabah uykudan kalkar kalkmaz başlıyorsunuz benim gibi şakımaya.

Değer değer dedikçe aklıma bin çeşit değer geliyor sonra da. İyi mi?

Mesela Amerikan Doları'nın değeri ne güzel artı değil mi? Üstelik Amerika Birleşik Devletleri'nin kredi notunu düştüğü dönemde USD'nın değeri artıyor. Yipppiiii !! Bana ne oluyorsa seviniyorum.

Derken EURO'nun değeri artıyor babam artıyor üstelik Yunanistan'ın içine düştüğü krizin tüm birliği içine çekmeye başlaması, Portekiz ve İspanya'nın tökezlemesi, Almanya'nın EURO tahvili ile ilgili kaosa dönmüş çekimserliğine rağmen.

Altın ise dünyada fırladı gidiyor, biraz geri çekilir gibi oldu ama yıl sonuna kadar önü hayli açık.

Ne güzel herşeyin değeri artıyor değil mi?

Şimdi gelelim bu değerlerin artması ile ilgili güzel olmayan şeye; Bu üçünün değerinin artması demek bizim paramızın değer kaybetmesi demek.

"Allahım ne yapsak da dikkatleri paramızdaki değer kaybından ve de eşiğini aştığımız krizden başka yöne çeksek?"

Sorması benden cevabı bulması sizden.



25 Ağustos 2011 Perşembe

Kokmak Ya Da Kokmamak, Seçim Sizin

İstatisiki bilgi vereneyeceğim ancak evlerinin içi "bal dök yala" kıvamındaki türk halkının büyük bölümü kişisel hijyenden bihaber kalmayı seçmiş durumda. Bu habersizlik durumunu kış aylarında aşırı yakın temasta bulunmadıkça, otobüste dipdibe seyahat etmedikçe yani başkasını kokusu burun deliklerimizi sızlatmadıkça farketmek zor. Yaz gelmesi ile birlikte türk mutfağının ana girdilerinden birisi olan soğan, vücuda girdiği ile kalmıyor atılıyor da, sadece sindirim sisteminden değil üstelik, bir bölümü de terle bir olup kişinin tenine yayılıyor.

Lise yıllarımda bir kız arkadaşımın sebze çorbası gibi koktuğunu farketmiştim. Ne çok sebze çorbası içiyorlar kız sürekli buram buram çorba tenceresi gibi kokuyor diye içimde geçirmişliğim vardı. O kokanın sebze çorbası değil de soğan oluşunu idrak edebilmem uzun yıllarımı aldı. Üstelik o yıllarda bir deodorant firmasını reklam sloganı dilden dile dolanır olmuştu. Biri ona R.....d'dan bahsetmeli der kokulu bir kızın arkasından gülüşürdü meslekdaşları.

Havalar ısınıyor, insanlar terliyor, terin vücuda değmesi ile bozulmaya başlaması bir oluyor, sonra gelsin bakteriler, gitsin bakteriler. Terin vücuttaki kalıntısına yayılan bakteri hazretleri ter kokusunu usul usul işleyerek kendileri için yaşam alanına çeviriyorlar.

Sıkça yıkanarak, yıkandıktan sonra deodırant kullanarak pis kokular yaymayı en aza indirmek mümkün. Ya da dekoltaja önem veren kadınlar arada ıslak mendille silinip, tekrar deodore olmayı deneyebilirler. Ben karışmam seçim kendilerinin.

Arkadaş grunumuzda çılgın nitelikli bir kız arkadaşımız vardı, dekolte giyinir kapı gıcırtısı duysa kendini ortaya atar ter ter tepnierek Shakira'nın video kliplerinden ezberlediği figürleri önüne gelen yerde sergilerdi. O kadar enerjiyi dansla ortaya döktüğünde de terlemeden duramazdı. Modayı takip edip her zaman şık olan bu kızın tek kusuru deodorant kullanmaktan uzak oluşuydu. Kalkıp oynayıp, kurtlarını dökünce malesef tedirgin edici bir koku yaymaya başlardı. Masadan kalkınca arkasından kokusunun dedikodusunu yapanlar o aramıza geldiğinde sus pus kesilir bu konuda yorum yapmazlardı. Koku konusu hassas bir konu incitmeden söylemek önemli. Arkadaşsan söyleyeceksin. Kızlardan biri bir gün kahve içerlerken usturuplu biçimde söylemiş. AMa alışkanlık kazanması yıllarını aldı.

Elemanlarımdan bir erkek acaip kötü kokuyordu ona deodrant alıp "Bak Ahmet'cim terliyorsun sonra kötü kokuyorsun gelene gidene ayıp oluyor al bunu terledikçe git sık, kokma bir daha" demem kolay oldu. Zor olan aynı ofisteki Nafile isimli kadını kokularından vaz geçirmekti. (gerçek ismi bu değil elbette) Ben hayatımda hijyenden bu denli uzak kadın gözlemlemedim. Kadın üzüldü mü ayrı, sinirlendi mi ayrı kokular yayıyordu. Hepsi birbirinden kuvvetliydi. Bazen o kapıdan girmeden rüzgar kokusunu getiriyorduç O ise bu durumdan habersiz gibi ırdan oraya kokularını gezdiriyordu. Onunla aynı pozisyondaki bir kadın elemandan rica ettim, koktuğunu söylemesini ve bunu da söyleme görevini amirlerinin kendisine verdiğini izah etmesini istedim. Bir kaç hafta geçti, kokularda azalma yok bilakis hava ısınmaya başladığı için durum dayanılmaz olandan katlanılamaz olana yelken açtı. Nafile Hanım'ı odama çağırdım. "Arkadaşlardan sizinle ilgili genel ve hayli de özel bir şikayeti size iletmelerini istedim ama konu hassas kimse söyleyemedi. O yüzden iş bana kaldı. Konu şu ki siz çok terleyen bir kadınsınız Nafile Hanım, siz terleyince koku bizleri rahatsız ediyor. Lütfen bir çözüm bulun buna, deodorant falan alın." dedim ki gözyaşları şarıl şarıl fışkırmaya başladı. Mağdur olan koskoca bir ofis varken karşımda kadın ağlıyor. Konu hassas olduğu için bir iki dakika gözyaşlarına sahip çıkmasını bekledim. Sonra hem şahsi hem de genel bi rrahatsızlığı size dile getirdim lütfen bu konuda tedbir alın deyip yolladım.

Malesef kadına deodorant aldıramadık. Kokusunu bir müddet daha yaydı. Sonra servisini değiştirip benimle ilgisiz bir yere aktardık. Masası ofisin öbür ucuna gidince biraz rahatladıkç ben koku ikazımı yaparken jaluzilerin arkasından bakıp kıskıs gülen yönetici onun kokularını çekemedi fazla ve onu başka bir departmana aldırdı.

Kimi insanlarda sahte bir gurur gelişiyor da koku bilinci gelişmiyor demek ki.

Nazik bir konu ama bir çok insanı ilgilendiriyor. Yaz aylarında özellikle erkek, kadın herkesin dikkat etmesi doğru olur. Kadınlar bu konuda daha az şikayet konusu olsa da pis kokan erken nüfusu hayli fazla. İki tas su dölüp sabunlanmak yaz aylarında bu kadar zor olmasa gerek.





24 Ağustos 2011 Çarşamba

Öldüren Yaz

Film izlemeyi sevenlerin güncel sinemanın örneklerinin yanısıra zaman zaman 25, 35, 45, 55 yıl önce yapılmış filmleri izledikten sonra sevdikleri sanata dair tarafsız bakış açısına kavuşabileceğine inanıyorum. Takip etmediğim ama zaman zaman yolumun düştüğü bazı sinema bloglarında son on yıl içinde yapılmış bazı filmerlin göklere çıkarıldığını ve bu örneklerdeki filmlerden sanki orjinal ve yedinci sanat için devrim niteliğinde buluşlar içeriyormuş gibi iddialı tasvirler olduğunu görerek gülümsüyorum. Orijinal sandığımız çok şey seneler önce yapıldı malesef. Taklit ettiği filmleri aşabiliyorsa ne ala, üzerine yeni bir şey koyamayan taklitin değerinin olduğunu düşünmüyorum. Göz boyamaktan başka marifete sahip değil bu filmler.

Geçenlerde 1983 yapımı bir fransız filmi izledim ülkemizde ne yazık ki 1989 yılında gün yüzü görmüş bir film. İsabelle Adjani'nin en başarılı performasnlarından birisi bu filmde. Yıllardır albümlerini severek dinlediğim Alain Souchon'da filmdeki esas oğlanı oynuyor. Seneler önce soyunmayı reddettiği için L. Bunuel'in Cet Obscur Objet Du Desir filminde iki farklı aktrist tarafından canlandırılan Conchita karakterini Carole Bouquet'e kaptıran Adjani bu filme kadar geçen sürede kamera karşısında soyunma ile ilgili fikrini değiştirdiğinden rol aldığı en cesur film olarak da biliniyor. Possession ve Camille Claude'deki kadar etkileyici, başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Filmi tek başına götürdüğünü söylemek mümkün.

1976 yılı baharında Alman asıllı annesi ve sakat babası ile Fransa'nın bir köyüne yerleşen Eliane (Elle)'in öyküsünü anlatmaya başlıyor film. Elle çok hoppa, gizlisi saklısı olmayan, yaşamnını gözler önünde yaşayan 19 yaşında bir genç kız. Onun bu rahatlığı kendisini köyün gençleri arasında popüler yapsa da, hakkındaki dedikodular tehlikeli biçimde tırmanıyor. 130 dakikalık filmin ilk yarım saati bir gençlik filmi havasında ilerliyor Elle'e odaklanmış biçimde ilerliyor. Ancak filmin meramı onu anlatmak değil. Bir anda filmi anlatan dış ses değiliyor. BU değişiklik bundan sonra gelişecek uğursuz olayların bir habercisi sanki. Elle Takma ismi Pin-Pon olan Fiorimonti isimli bir gençle yakınlaşıyor. Onunla beraber yaşamaya başlıyorlar. Gencin ailesi istemese de evleniyorlar. Elle evlendikten sonra kendi ailesine, Pin-Pon'un annesine ve teyzesine bir takım sorular sormaya başlıyor. Filmin başlarında Eliane karakteri sürekli etrafındakileri ve izleyiciyi şaşırtacak bir takım hareketlerde bulunuyor. Filmin onu tanıtan giriş bölümü bittiktem sonra film farklı farklı karakterlere odaklanıyor, öyküyü onların bakış açısından izliyoruz. Kızın o köyde hangi amaçla bulunduğunu sorgulamaya başlıyoruz ister istemez.

Film tutkulu bir aşk öyküsü anlatacak bir gençlik filmi gibi başlayıp muazzam bir intikam öyküsünü anlatmak peşinde olduğunu hissettirdiği andan itibaren izleyiciyi içine çekip alıyor. Düğün sahnesi ve finalde İsabelle Adajani'nin bildiklerini ortaya döktüğü sahne çok gerçekçi. Finalde nefes almayı bırakıp sanki olayın tek tanığıymışçasına izliyorsunuz.

Üzerinden geçen yıllara rağmen hala hem görüntülenme biçimi, hem kurgusu, hem de öyküyü farklı bakış açılarından vermesi ile yeni kalmayı başarmış bir film söz konusu.


Filmin Adı: L'été Meutrier / One Deadly Summer
Yapım Yılı: 1983
Yönetmen: Jean Becker
Senaryo: Jean Becker (Sébastien Japrisot'un aynı isimli romanından uyarlama)
Oyuncular:
Isabelle Adjani
Alain Souchon
Suzanne Flon
Jenny Cléve
Maria Machado

Biraz da İzleyelim;



23 Ağustos 2011 Salı

Kıpır Kıpır Kıpırdaşan Kedi

Sokak kedileri konu başlığı altında yazmaya başlayalı neredeyse bir yıl olmak üzere. O kadar sevimli kediler resimledim ki, ger bir ayrı bir hikaye anlatıyordu zaten sadece resimlere baktığınızda. Ama sanılmasın ki o resimleri çekmek kolaydır. Aksine kedi, hele insanların kendisi ile haşır neşir olmasına alışkın bir kedi ise siz resim çekmek için ona doğru yaklaştığınızda hemen başlıyor mırıldanmaya, kıpırdanmaya, sevgi ile başını ayak bilekelrinize, dizlerinize sürtmeye. Artık bir adet poz yakalamak için nasıl uğraştırıyorlar bilseniz. Her biri denklanşöre bastığınız an ile kameranın o anı yakaladığı ana arasında geçen miniminnacık saliseler içinde şekilden şekile giriyorlar.

"Aman ne güzel poz yakaladım", "Ne kadar duygulu bakıyor", "Bu poz tam resimlik" diye düşündüğünüz anda zaten çok geç kalmış oluyorsunuz. Makine hazır elinizde duruyor olsa dahi resmi çektiğiniz anda kedi hınızırca, şakacı biçimde kıpraşıveriyor.


Siz halinizden memnun, güzel bir poz yakaladığınızı zannederken bir de bakıyorsunuz ki, çektiğiniz fotoğraftaki kedinin az önce gördüğünüz munis canlı ile uzaktan yakından alakası yok. Kedi resmi çekmek istiyorsanı zöncelikle çok hızzlı olmanız lazım. Bir güzel kare yakalamak için birden fazla resim çekmenizin gerektiğini kabul etmeniz lazım. Hoş bunları bilmeden bu işe başlasanız da onlarca kedi sanki söz birliği etmişçesine sizim sabrınızı sonuna kadar deneyerek bu işin böyle olduğunu size bir güzel öğretiyorlar.

Resimdeki sarı kedinin bana öğrettiği gibi, iki tane güzel poz yakalamak için dakikalrca kımıl kımıl şekilden şekile girdi yaramaz.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Görmek

Görmek, görebilmek, gözlerini açtığında ışığın nesnelerin üzerinde muhtelif yansımalarını farkedebilmek ve bunu zahmetsizce yapabilmek insanların sahip olduğu en önemli meziyetlerden birisi her halde.

Oysa görüntüler bazen parçalanabilir. Kristal gibi berrak olan görüntüler bir anda dağılabilir. Her biri başka yöne gidebilir. Sanki tam ortasından milyonlarca parçaya ayrılmış bir üçgen patlar bir anda gözünüzün içinde ve daha sonra yaşamı bir tül perdesinin arkasından izlemeye başlarsınız. Ne kadar isteseniz de aydınlığı da karanlığı da eskisi kadar net göremezsiniz.

Bazen görmek çok güçleşebilir. İnsanlar gerçekleri eğip bükmeyi çok iyi biliyor. Suya sabuna dokunmayan meseleleri kime sorsan "hayır" yanıtını alamıyorsun. O kadar evetçiyiz ki. Milyonlarca evetin altında neler gizli düşünmeye korkuyorum bazen. Kimse bilmiyorum demek istemiyor. Büyük meseleler zaten emin ellerin kontrolünde. Gündemin gerçekteki anlamının ne olduğunu on, onbeş sene geçmeden kütfetmiyorlar halka.

Gözümüzün içine bu parçalanmış üçgenleri kimler koyuyor? Kimler gözlerimizin önünde olan biteni başka biçimlerde algılamamızı istiyor? Işık bir nesnenin üzerine düşer ve ışığın yansıması o nesneyi görünür kılar. Işığın gösterdiği nesneyi ışıktan gizlemeye çalışanlar kimler?

Rafal Olbinski - Friendly Persuasion

21 Ağustos 2011 Pazar

Yardım İstesem?

Aylardır boşta gezince yazmaya zaman ayırma şansım oldu. Yazmak değil de onları bir araya toplamak hayli zor oluyormuş, bunu öğrendim böylelikle. Öyküler yazdım, onları bir araya topladım. Seçtiklerimi yeniden yeniden yazdım. Acımasızca kesip attım bazı yerleri, bazı öyküleri çok sevsem de ayırdım. Son bir aydır defalarca üzerinden geçtim. Nihayet içime sinen bir öykü dosyam oldu. İşin en zor kısmının isim bulmak olduğunu düşünememiştim. Bulduğum bir kaç isim var ama bir türlü içime sinmiyor.

Öykü dosyamda yer alan öykülerin ortak yönü bir takım zorluklar yaşamış ve atlatmış ancak yaşam sevincini kaybetmemiş insanları ya da hayatlarının dönüm noktasında bir karar alma arifesinde olan insanları anlatıyor. Bir de Vladimir isimli bir rus yazar var. Bazı öykülerde yazarın ve onun hayali kitaplarının adı ve öykülerindeki kahramanlarının ismi geçiyor. Vladimir yazdığı son romanda anlattığı bir kadın kahramanın gerçek hayatta karşılığının olduğuna inanıyor ve onu arıyor. Bu arayış esnasında diğer öykülerin bir kaç tanesinin içinden geçiyor. Öykülerin hepsinde hüzne yenik düşmemeyi başarmış insanlar var. Öykülerin bazısında şehrin üzerinden bir kuyruklu yıldız geçiyor. Şehirdeki herkes karanlıktan fobi derecesinde korkuyor, karanlıkta çok kötü şeylerin olacağına inanılıyor. Buna rağmen yıldızın hangi gece nereden geçeceğini bildiren fısıltı gazetesinden haber alanlar o gün oralara karanlıkları aşıp yıldızı görmeye çalışıyorlar. Yıldızı görürlerse dileklerinin gerçekleşeceğine inanıyorlar. Bir de nereye gittiği belli olmayan bir otobüs içindeki yolcular var, yolcular sürekli değişiyor, içlerinden birisinin kuyruklu yıldızı gördüğüne inanıyorlar, ama yıldızı gören kimse bunu kimseye anlatmıyor. Öykü kahramanlarının bazısı bu otobüse binip inerken öykülerini anlatıyorlar. Bir kadın yolcuların gözüne bakarak yıldızı gören adamı buluyor. Yani öykülerdeki ortak tema umudunu yitirmemiş insanlar ve öykülerin ortak motifi de gökyüzünden geçeceği bilinen yıldızın peşinden giden insanlar, Rus yazar ve Garip bir otobüs.

Öykülerde hem umut hem de bir kaybolmuşluk var. Herkes birbirine hem tanıdık hem yabancı. Öykü karakterleri başka öykülerde de beliriyorlar. Sizi şu öyküden hatırlıyorum ben diyen olursa çılgıncasına kaçıyorlar.

Şimdi benim bulduğum önce beğendiğim ama sonradan içime sinmeyen isimler şöyle;

Kuyruklu Yıkdız Saatleri
Vladimir'in Derdi
Hüzünlü, Kederli ve Kahramandılar
Güzel Kalan Yaralar
Yüzlerce Ben
Yakın Mesafe Yolcuları
İstasyonlar, Otobüs Durakları
Odalar ve Eskimiş Fotoğraflar
Uzaklardan Bir Ses
Güneş Kanatlarımızı Yaktığı Zaman
Bir Şey Olacak Biliyorum
Hüzünlü Rivayetler
Hangi Düşte Karşılaşmıştık?
Kalanlar İçin
Suskunluğumuzun Her Yanı İğreti
Işıklar Sönmüştü, Ondandır Belki
Öykülerim Sıradan İnsanlara Ait
Hala Rüyalarımda Gezer
Şuramda Bir Şey Var, Biteviye Acır
Umutsuz Bir Yerli Filmdeyim Belki, Kim Bilir?
Hayat Dediğin, Bir Sürü Kısa Hikaye
İçimde Çalınan Tüm Sazlar
Adı Konmamış Bir Sürü Şey
Öğleden Sonra Melankolisi
Vardığım Yer Hep Burası
Karanlığa Bakmayın Dağılırsınız
Herşey Bizim Olsun İstiyorduk

Yukarıdaki isimlerden size cazip gelenler var mı? Yukarıda kaba hatlarını verdiğim öykü dosyama hangi isim daha çok yakışır sizce? Yardımınıza ihtiyacım var. Şimdiden çok teşekkür ederim.




Tuhaf Bir Ülke

Rüya dediğimiz; aslında çok tuhaf bir ülke. Oradaki insanlar, evler, duygular ve orada yaşananlar tanıdığımız herkesi ve bildiğimiz herşeyi fazlasıyla andırıyor. Aşina olunanların sayısının hayli kalabalık olması şaşırtıcı. Mamafih bir sorun var ki kimse oraya nasıl gidilir ve nasıl dönülür bilemiyor. Bir takım teoriler var ama pratiğe döküldüğünde herkes için farklı bir ulaşım haritasının olduğunu ispat eden işaretler var.

Gidiliyor; korkuluyor, seviniliyor, uçuluyor, konuluyor, uzayda nefes alınıyor ve daha nelerden ve farklı duygulardan şöyle bir parmak ağzımızın kenarına çalınıyor.

Dönenler, gelirken yanlarında getirdiklerinin ne işe yarayacağını çözmek için aklında kalanları eğretileye, abarta, değiştire tekrar ediyor. O ülkeden aklında kalanların kendi geleceklerine aralanan bir kapı olmasını umuyor çoğu insan.



20 Ağustos 2011 Cumartesi

Blogger N'lerini Seçiyor !

Uyumayan ses mimlemiş, teşekkür ediyorum kendisine. Mim'in konusu şu;

Öncelikle yazının başlığı " Blogger N'lerini seçiyor ! "şeklinde olmalı..

Her kategori için en fazla 3 kişi yazabilirsiniz.. (Sadece bir kategori için 5 tane yazma hakkınız var.)

Ekstradan 1 kategori daha ekleyip, seçiminizi yapabilirsiniz. (Kategori açarken tercihinizi mümkünse en zeki, en güzel, en akıllı gibi şeylerden yana kullanmayın. Kişileri rencide edecek, küçümseyecek türden kategorilere kesinlikle yer vermeyin.)

Aynı kişiyi birden fazla kategoriye yazabilirsiniz.


En İyi Tasarıma Sahip Blogger: Kedi defteri, Parpali,
En Güncel Blogger: Lô-Lâ, Öykü, Uyumayan ses,
En Çok Bilgilendiren Blogger: Sufi, The daughter of God and A.Dumas, Kara Kitap
En Çok Eleştiren Blogger: Pisikopati, Gereksiz yazılar, Çevrimdışı
En Çok Kendini Anlatan Blogger: Aydan Atlayan Kedi, Leylak Dalı
En Akıcı Yazan Blogger: Öykü, Parpali, Beenmaya, Pisikopati, Sufi
En Çok Güldüren Blogger: Psikopati, Hayattan ve masallardan biraz,




Pamuk Eller Ceplere Doğru

Zenginin halini her gün görüyoruz, olanca görgüsüzlüklerini her fırsatta üzerimize üzerimize kusuyorlar. Fakirin hali her geçen gün biraz daha içler acısı. Ülkemizden bahsetmiyorum sadece, tüm dünyada bu böyle. Orta halli ise zengin ile fakir arasında bir yere hapis edilmiş vaziyette. Başka yöne kıpırdayamıyor. Onları da hayallerini unutsunlar diye yalan bir dünyayı gösteren televizyonlarını izlemeye mahkum etmişler. Televizyondan verilen abuk subuk, düzmece haberleri izlesinler ki gerçek gündemi umursamasınlar. Televizyondaki reklamlarda gösterilenleri kendi hayalleri sansınlar ki, hayallerinde ibaret sandığı şeyleri taksit taksit ödemeye mahkum etsinler kendilerini. İşte ortahallinin görevi bu: Daha kazanmadığımız parayı harcayıp hiç ihtiyacımız olmayan parfüm, elektronik eşya, elbise, gömlek, spor ayakkabısı, beş yıldızlı tatilleri taksit taksit ödemeye mahkum olmak.

Alışveriş merkezlerinin içinde zombilere dönmüş insanlar şuursuzca o dükkandan o dükkana dolaşıp yoruldukları zaman bilimum biçimdeki kahve cinslerini höpürdetiyorlar. Yüzlerinde mutlu bir gülümseme gözlerinde yakın mesafelerin verdiği yorgunluklar var. Anlatıyorlar da anlatıyorlar. Ama bir şey var ki, kimse kimseyi dinlemiyor. Herkesin başka bir hayali var. Zihinleri hayalleri ile nasıl gösteriş yapabileceklerinin saadet dolu anına kilitlenmiş. Hedefleri belli. Atış yapacakları anı beklerken kimse onlardan, başkasını dinlemesini beklemesin.

Çocuklar bu merkezlerdeki oyuncak satan dükkanların camlarına yapışmış, içeriye girmezlerse şuradan şuraya adım attıramıyorsunuz. İllaki içeriye girecekler. Sonrası malum. Kendilerine biçilen mahkumiyeti daha minik yaşlarında anladı bile onlar. Direnmiyorlar, ne istediklerini biliyorlar. Erkek çocuklar için ışılar saçan silahlar, rambolar, action manlar, yarış otomobilleri, futbol topları. Kız çocuklar için barbieler, bebekler, oyuncak ev eşyalarıi evcilik setleri.

Seneler önce havaalanından servise bindim şehir merkezine doğru gidiyordum. Arkamdaki sırada bir anne, bir baba, bir de beş yaşlarında sevimli bir oğlan çocuğu var. Gaziemir'den geçerken o sıralarda yeni açılmış bir alış veriş merkezinin önüne varmamızla birlikte arkamdaki koltuktan canhıraş bir çığlık yükseldi. Ağlayan küçük çocuktu. "Kipaaaa, Kipaaaa" diye sesler çıkarıyordu. Alışveriş merkezinin büyüsüne o da kapılmıştı. Anne ve baba ne yapacaklarını bilemediler. Ciğerlerinin son gücüne kadar yırtınan çocuk laf dinlemiyordu. Şoför babacan biriydi halden anladı. Durak olmamasına rağmen durmayı teklif etti. Durmak kelimesi bile çocuğu susturmak için yeterliydi. Otobüsten koşarak indi minik aile. Alışveriş merkezine koşarlarken çocuğun yüzünde minik bir tebessüm vardı.

Artık şaşırmayın nolur, dönüp dolaşıp gideceğimiz yer çoktan belli: Alış veriş merkezi.

Biz böyle miydik? "Biz ne zaman böyle olduk?" diye sormak için çok geç, biliyorum soruyu sormakta çok geç kaldım.

Pamuk eller ceplere doğru lütfen. Parası olmayanlar kartlarında boş kalan limitleri derhal hesaplasınlar. Çok nefis indirim günleri başlıyor.

Biraz acele edelim!


AVM Kolaj - D.M.

19 Ağustos 2011 Cuma

Zaman

Zaman bazen sınar dostlukları... Ama yıpratmayı başaramaz, eskitse de insanları.


Yangında, İlk...

Çok zengin olmayı kim istemez? Bazen oturup "Ah bir zengin olsaydım ya" hayalleri kuruyorum. Cüneyt Gökçer'in "Damdaki Kemancı" isimli 33'lüğünü pikaba özenle yerleştirip, iğneyi gözümden sakınırcasına. longplayin sathı ile buluşturuveriyorum. Davudi ses oturma odasına ılık ılık yayılıyor: "Ah bir zengin olsam, sana neler, neler, neler, neler alırdım."

Öyle dört başı mağmur bir zengin olsaydım seni, onu, şuna, bunu memnun etmeden önce kendime gerçek bıyıklardan imal edilmiş bir bıyık koleksiyonu alırdım. Canım istediği vakit istediğim renk ve modelde bıyığı takardım, çıkardım kordon boyuna, rakı balık yapardım. Evdeki hizmetçilerime de bıyık setimi yangında ilk kurtarılacak olan eşyalardan saymalarını buyururdum.

Hayal bu ya.

18 Ağustos 2011 Perşembe

Kapısı Açık Kafesler Bırak Ardında

Eğer bir şeyler yapmak için yeterli zamanın olup olmadığı için endişe duyuyorsan kesinlikle o işe ayıracak zaman bulamayacaksın demektir. Eğer o işi yapmak senin için önem taşıyorsa bir an önce başla, vaktinin olup olmadığına aldırma. Başlamak için ideal zamanı beklersen bu bekleyişin sonsuza dek sürecektir. Çünkü hayalerini gerçekleştirme yolunda adım atmak için ideal zaman diye bir şey yoktur. Hiç gelmeyecek olan uygun koşulların kendisini göstermesini beklemek yerine, hayatın içinde durduğun noktada, elinde bulunanlar ile ilk adımlarını atmayı denemelisin.

Hele bir de kendini başkalarını onayını beklemeye ve onlardan destek görmeye odakladıysan yandın demektir. Bunun sonu kesinlikle hayal kırıklığı olur. Kendin ol, kendini, ve içindeki özgün sesi dinle. Biliyorum özgünlüğün, yaratıcılığın hiç prim yapmadığı bir ülkede yaşıyorsun. Taklit edip, çalıp altına imza atanlar el üstünde tutuluyor. Ama kötü olduğunu bildiğin bir şey olmayı zaten düşünme. Kötü taklitlerden çok var bu ülkede. Önemli olan onların değil senin ne olduğun. Özgün ol, yarat ve dinle bakalım ne diyecekler. Canlarının istediğini desinler, kötüsündür ya da iyisindir ama bil ki seni kritik edenlerin içinde senin başarılı olmanı istemeyenler de olacaktır. Bu gibiler sana yakın arkadaşmış gibi görünen kimseler bile olabilir. Bırak fikirlerini söylesinler. Herkesin fikrinin seni incitmesine izin verme, dinle ve geç. Sadece çok güvendiğin kimseler var ise onların düşüncelerini ciddiye alabilirsin. Böyle biri yoksa da umursama. Senin önüne bir çok engeller, eleştiriler sayıp dökebilirler bu onların seni durdurabilmek için ellerinde bulunan son kozlardır. Eğer onların seni durdurmasına izin verirsen onlar seni durduracaklardır. Seni ait oldukları amaçsız kalabalığın bir parçası haline getirmek için bir an bile tereddüt etmeyeceklerdir.

Hiç bir şey sen izin vermedikçe seni durduramaz. Eğer durduysan ve ilerlemiyorsan ya da hiç başlamıyorsan bu sen istediğin içindir. Başkaları değil. Hayatını istediğin gibi yaşa, başkalarını mutlu edecdek bir hayatı seçme, seni mutlu edecek geleceği kendin çiz. Kendi istediğin yolda ilerlemeyip başkalarının senin için uygun gördüğü bir hayatı yaşarsan belki onlarca yıl mutlu olduğunu zannedersin, ancak ummadığın bir anda, artık içinde öldüğünü zannetiğin ses duyulmaya başlar. Aslında mutsuz olduğunu çok geç farkedersin. O kadar geç farkedersin ki artık yeni bir yol deneyecek mecalin kalmamıştır. O mutsuzluğa hapis, geri kalan günleri geçirirsin. Bu yüzden kolay olanı, senin için iyi olduğunu başkalarının söylediği seçimleri yapmadan önce iyi düşün, içindeki sesi de dinle, söz konusu olan şey senin geleceğin. Hatalı seçim yaptığını farkettiğinde geç kaldıysan yaşayacağın pişmanlık büyük olacaktır. Başkalarının senin üzerindeki seçimleri, unutma ki onlara bir şey kaybettirmez. Kaybeden sen olursun. Başkası risk bile almaz. Başkaları için yaşamayı derhal kes lütfen.

Seni içinde bulunduğun kafese koyanlar başkaları değil sensin. Bunu bil. Kafesin anahtarı senin elinde. İstediğin zaman kilidi açıp, yürüyüp gidebilirsin. Sadece kendini dinle, kim olduğunu ve ne istediğini bul.

İşte bu kadar.




Meraklısına Şarkılar;




17 Ağustos 2011 Çarşamba

Babam Sizi Arıy-caktı!

Firma laylaylomu kuvvetli bir eleman arıyordu. Gazetelere ilanlar verildi;

Türkiye'nin önde gelen holdinglerinden birine hizmet veren firmamızın, İstanbul Genel Müdürlüğünde görevlendirilmek üzere;

- Yaz günlerini havuz kenarında geçiren, Etiler'in cafe'lerini, club'larını bilen,
- Nişantaşı'ndan Akmerkez'den alışveriş yapan,
- Bağdat Caddesinde arabası ile turlayan,
- Parayı seven ama ihtiyacı olmayan,
- Solaryum'ı vazgeçilmez bulan,
- Ticareti babasından öğrenen,
- Üniversite ya da kolejdeki anılarına hala gülebilen,
- Hayata yeni deneyimlerle başlamak isteyen,

22 Yaş üzeri bayan müşteri temsilcileri alınacaktır. Aşağıdaki telefonlardan randevu alınması rica olunur. Halen çalışanları başvuruları değerlendirmeye alınmayacaktır.

Kız babasının "hadi çalış hadi çalış"larına dayanamadı ve babasının klüp arakadaşı Muhsin Amca'sının genel müdürü olduğu şirkete yazdı.

Muhsin Bey;

Babam gazetedeki ilanınızı bana verdi ve benim bu işe girmemi istedi. Siz zaten beni az çok çok iyi tanıyorsunuzda. Çocukluğumdan beri bildiğiniz Alara ben işte. Üniversiteye Gökhan'la aynı okulda gittik zaten. Biliyorsunuz America Birleşik Devletleri'nin en iyi okulu Üniversity of Bridgeport'ta çok güzel bir hâlkla ilişkiler eğitimimi sekiz yılda tamamlayarak mezuniyet alma başarısına hak kazandım takdir edersiniz ki.

İlandaki özelliklerden daha fazlası bende son derece akıcı biçimde mevcut zaten çok iyi biliyor olmalısınız. Ayrıca kanal 202.8 de radyo DJ'liği deneyimim de mevcut. Bu harika iş birkimim sayesinde türkçeyi inanılmaz biçimde akıcı kullanabiliyorum çoğunlukla. Herkesi hayretede düşüren yüksek enerjik modumun ve dur durak tanımayan cool tavırlarımın şirketinize hoş katkılarda bulunacağına sınırsız inanç duyuyorum. Hem ben de artık belli bir sabit telefon numaram olsun arzusundayım. O yüzden beni işe almanızı istiyorum. Zaten babam da konu ile ilgili olarak sizi arıycaktı.

Sevgilerimi sunuyorum, saygılarımla..

Alara Kırkdokuzoğlu

Not: İlk kez CV yazdığım için biraz aceleye getirdim çünkü geç kalmak istemem, umarım fazla bir mahsuru olmamıştır sizin için.

16 Ağustos 2011 Salı

Kordon Boyu ... Faytonlar

İzmir'in uzun yıllardır büyük bir şehre yaraşan dokunuşu yapacak ellere ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Komşu lehir Manisa bile inanılmaz gelişömeler gösterdi, şehir derme çatma hallerinde arıtılmaya tarihi eserlerin her birine mahallelerin içinde yerler açılmaya çalışılıyor. Tüm şehir parklarla donatıldı ve uzun yıllar süren yeşil Manisa çabası da sonuçlarını bir kaç yıldır verdi. Manisa artık ağaçlarla dolu bir şehir. İzmir ise habire kelleşiyor, bir tane ağaç dikildiğini görmedim. Bu konuda inaılmaz bir vurdumduymazlık, temebellik almış başını gidiyor.

İzmir'in en hoş yanı her iki kıyıdaki deniz kenarı, Kordon'u. Karşıyaka tarafındaki, Kordon'daki ve Konak^tan Güzelyalı'ya uzanan sahil şeridi de pek bir hoş. Buralarda İzmir'in sembolü olmuş faytnlara binip İzmir Sefası yapmak mümkün. Gideceğiniz mesafe aşağı yuarı taksi ile giderseniz ödeyeceğiniz paranın iki katı tutuyor. Faytoncular taksicilerden iyi kazanıyor. Tıkır tıkır giden atların çektiği minik arabalarda, denizden gelen hoş esinti saçlarınızı okşarken seyagat etmek harika bir duygu. Tek bir şartla gözlerinizi ve kulaklarınız kapatacaksınız. Gözlerinizi kapatacaksınız çünkü; düpedüz trafiğin içinde gittiğiniz için "Aman çarpılır mıyız iki dakika içinde?" sorusunu kendinizden uzak tutabileceksiniz. Kulaklarınızı kapatacaksınız ki o trafiğin gürültüsü içinde seyahat etmek hiç de deniz kenarında püfür püfür gidiyor hissi vermiyor insana.


Gözlerinizi açık tutuğunuzda tek gördüğünüz tehlikeli biçimde akan ve sizin de içinde olduğunuz trafik değil elbette, faytonu çeken atların cılız, sağlıksız, bakımısz görüntüsü. Hayvanlarınkemikleri sayılıyor. Yiyecekleri şey saman, ot, o kadar pahalı besinlere ihtyaçları yok. Ama kuru ekmekle açlıktan ölmeyecek kadar besleniyor bu hayvanlar.

İzmir Belediyesi'nin, şehrin bir tür sembolü olmuş fayton sefalarına bir ucundan tutnup doğru düzgün yaşatmalarını istemek bir izmirli olarak en bğyğk hakkım diye düşünüyorum. Önceilkle, sahil yolunun kenarında kalan yürüyüş ve park alanlarından geçen bir fayton yolu yapılabilir, zaten var olan ve kullanılmayan bisiklet ve koşu yolları elden geçerse fazla bir maliyeti de olmaz kanısındayım. Buralra yapılacak fayton yollarında seyahat etmek hem güvenli hem de keyifli olacaktır. Akan trafikl içine faytonun girmemesi çoğu sürücü için tehlikeyi de ortadan kaldıracaktır.



Öte yanda yapılan fayton yolu üzerine bir kaç tane faytın durağı hazırlanıp hayvamnların gölgede beklemsine hatta su içmelerne olanak tanınabilir. Şimdiki haliyle hayvanlar koskoca gün güneş altında susuz, asfalt kenarında, güneş altında çile çekiyorlar.

Son olarak Belediye Fayton sahiplerine hayvanlarını belli sürelerle, üç ay olabili rmesela, hayvanlarına sağlık kontrolü yapma zorunluluğu getirmeli. Zira şu haliyle hayvanların kemikleri sayılıyor. Taksiden daha az masrafka taksiden daha çok kazanan bu araçlar hayvanlara sadece ölmeyecekleri kadar çöpten toğlanmış bayat ekmek veriyorlar.

İzmir'i güzelleştirmek bu kadar zor olmamalı. Güzmüzün önündekini gözlemlemekten bu kadar aciz kalınmalalı.






Meraklısına Şarkılar;

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Gamze ile Gözde

Bit pazarları yüzbinlerce insanın hayatından izler taşır. Geçmişte kaybettiğiniz artık sizin olmayan bir kalıntı, bir sabah bir tezgahın üzerine boca edilir. Gelen geçen seyreder oradan size ait, sizin hatırlamadığınız izleri.

Benim bir kardeşim var ama çok uzağız birbirimze. Varla yok arası. Beraber büyümedik, şimdi de ortak bir şeylerimiz yok. Olsa da bunu keşfedecek kadar sabıra sahip değiliz. Bazı şeyler kolay unutulmuyor, kolay unutulmayan şeyleri de insan bir daha anımsamak istemiyor diyelim. Kardeşlik nasıl bir şeydir çok az biliyorum, çünkü ben kardeşlerimi hayatın içerisinden seçtim. Kardeş olarak açtım hayatımın kapılarını bazılarına, ama bir hain olarak yuvarladım merdivenlerden aşağı kimilerini yeri geldiği gün. Hayat benim değil mi yaparım öyle işte. Kimileri kaldılar, gitmediler bir yere. Sıkıntım olduğunda başımı yaslayacağım bir kaç tane dostumun olduğunu bilmek güzel, huzur verici.

Gamze ile Gözde'yi Manisa'da bit pazarı tezgahının üzerinde gördüm. İki çocuk melek, iki küçük kız çocuğu onlar. Birbirlerine olan sevgilerini ölümsüzleştirmişler tahta bir tabelanın üzerine sembolize edilmiş küçük kız oyması şeklinde. Başlarının üzerinde bir beyaz melek kanat açmış, göğüslerinin orta yerinde koskocaman birer kalp atıyor, en tepeye yazılmış iki adet isim var, diyor ki: "Gamze, Gözde"

İki kardeş mi onlar? Bunca sene sonra o tabela bit pazarı tezgahlarında gezdiğine göre o tabelanın hazırlandığı, satın alındığı dönemdeki bağlılıktan eser kalmamış demek ki. İnsanlar, anılar ve güzel şeyler bir gün aniden yayıntı haline dönüyorlar demek ki. Sonra gelsin bit pazarı tezgahları.


14 Ağustos 2011 Pazar

Ya Şimdi?

Tamam hayal kırıklığına uğradın, planladıklarını gerçekleştiremedin. Ama bu dündü. Artık bugündeyiz. Belki gerektiği kadar asılmadın, olması gerektiği kadar çaba gösteremedin, mazeretlerin vardı belki, ya da biraz kaytardın, belki de “nasılsa çantada keklik” diye düşünüp son ana kadar savsakladın. Dedim ya tüm bunlar düne ait.

Sana bir müjdem var: Yaşadığın her bir hayal kırıklığı ve her bir başarısızlık geçmişte kaldı. Tamam bunların hüzünlü etkileri belki bir müddet daha etrafında gezinecek, Geçmişin soluk renkli hayaletlerini ummadığın anlarda karşında bulacaksın. Ama bugün yeni bir gün. Yani hayal kırıklıklarını, başarısızlıkarını geride bırakma, arınma günü. Zor ama çok değerli dersler biriktirmiş olmalısın bu yaşına kadar. Ne güzel, bu derslerden dolayı gurur duymalısın. Onları hayatına olumlu yön verecek biçimde kullanabilirsin. Hatalarını tekrar etmemek bir kere en kolayı.

Bugün, yepyeni fırsatlarla önünde uzayan yepyeni bir gün. İşte bugün geçmiş tecrübelerini önünde yeni bir yol açmak için kullanabilirsin. Geçmiş tecrübelerin hayatın sana verdiği dersler. Yaşadıklarından öğrendiğin bir şeyler olmalı. Bugün kederlenmeyi, kendine acımayı, kaybettiklerin için üzülmeyi bırak ve öğrendiklerini, hayatın sana verdiği ve hiçbir kitabın bir araya getiremeyeceği o dersleri otur ve düşün. Öğrendiklerinin hayatına nasıl bir ivme kazandırabileceğini hesaplamaya başla. Kendi kendine acımak yapabileceğin en büyük hatadır, sahip olduklarını düşün, bu sahip olduklarınla hayatta ilerlemeyi dene. Başardığını göreceksin. EMinim ilk adınmlar zor olacak. Ama ne zorluklar gördün değil mi? Bunlar ne ki. Koşmaya başladığın gün bugünü hatırlayarak kendinler gurur duyacaksın.

Çıkar kağıdı kalemi: “Hatalarımı bir daha tekrar etmeyeceğim” yaz başlık olarak. En büyük hatan neydi onu yaz en üste. Bunun altına sırala hatalarını. Dediğim gibi hatalarını tekrar etmemek en kolayı. O listeye yazdıklarını yapmamak bile sana daha iyi günler getirecek. İlerleyeceksin. Evet hayatının dizginleri artık senin elinde.

Ne yapacaksın şimdi?



13 Ağustos 2011 Cumartesi

Close - Up: Suzanne Vega

Suzanne Vega hep severek dinlediğim bir müzisyen. Şarkı sözleri, melodileri, aranjeleri sade. Şarkı sözlerini alıp türkçeye çevirseniz olur size blog post, o kadar da sahici. Müthiş bir gözlem yeteneği vari hayata dair detaylar dudaklarından dökülüyor. 1985 yılından beri, "en iyileri" hariç toplam yedi albüm yaptı.

1985 - Suzanne Vega
1987 - Solitude Standing
1990 - Days of Open Hand
1992 - 99.9 F°
1996 - Nine Objects of Desire
2001 - Songs in Red and Gray
2007 - Beauty & Crime

Bunların arasında en beğendiğim "Nine Objects of Desire", bana en uzak olanı ise "99.9F°" albümü oldu. M. Froom'un etkisi belki de gene sadeydi bu Fahrenheit albümü ama garip elektronik sesler şarkıların sahiciliğini kaçırıyordu, sentetik olmak Vega'nın işi değildi. Froom ile olan ilişkisi hayli fırtınalıymış meğeri boşanma sonrasında, yaşadıklarını hayli özel bir albüm olan "Songs in Red and Gray"de anlattı. Acıyı, sıkıntıyı kırmızı ve gri renklere boyayıp önümüze koydu.

Geçen yıl ise çoğu sanatçının cesaret edemeyeceği bir işe kalkıştı. İkisi geçen yıl, ikisi de bu sene çıkacakl olan Close - Up projesi. Geçmiş albümdeki şarkılarını daha da sade bir biçimde, kimilerinde sadece bir gitar ile oturup yeniden çaldı ve söyledi. Bu seerinin yayınlanmış albümleri;

2010 - Close - Up Vol. 1: Love Songs
2010 - Close - Up Vol. 2: People and Places
2011 - Close - Up Vol. 3: States of Being

İlkinde aşkın hallerini anlatan şarkıları, ikincisinde insanları ve hatıralara terkedilmiş yerleri, üçüncüsünde ise sıkıntı ve hastalığa yakın ruh hallerini anlatan şarkılarını bir araya toplamış. Best of değil de kariyerini yeniden ve daha iyi biçimde temize çekiyor sanki. Ben bu üç alnbümü de eski bir dinleyicisi olarak son derece başarılı buldum. Dördüncüsünü de sabırsızlıkla bekliyorum.


12 Ağustos 2011 Cuma

; -{)

Gülme işaretleri sanırım doksanların sonunda girdi hayatımıza. PC kullanımının ev hayatına girip, günlük yaşamda işgal ettiği yer büyümeye başlayınca bazı temel ifadelerin kısaltılarak kullanılması kaçınılmazdı elbette.

Gülme işaretleri;

Burunlu ve burunsuz gülümseyenler;
:) :-)

Burunlu ve burunsuz gülümserken göz kırpanlar;
;) ;-)

Burunlu veya burunsuz kahkaha atanlar;
:D :-D

Burunlu ve burunsuz kahkaha atarken göz kırpanlar;
;D ;-D

Peki ya hani bıyıklar hani bıyıklar diyenleri duyar gibiyim Ona da gelecek sıra, ona da gelecek. Şimdi tam layıkı, bilgisayar dilende gülen, gözatan, bıyıklı resmi çizmek istiyorsanız yapmanız gerekenler çok basit.

İşte böyle
; -{)

Ya da böyle
; -{D

Buradaki işaretlerin hepsinin türkçe adını biliyorsunuzdur elbette bir tanesi hariç. Öğrencilik yııılarımda biz şuna "{" curly bracket derdik. Türkçesini bilmiyorum Google çeviri uygulamasında evirdiğimde türkçe karşılığında "kıvırcık braketi" yazıyor. Matematikte yeri olan bu işarete bir ad bulunmaması ilgin. Belki vardır da ben bilmiyorum. Ortaokul ya da lise matematik kitabı karıştırıp cevabını arayacak değilim şimdi.

Neyse efendim PC ortamında gilimsemelerine bıyık katmak isteyenler artık ne yapacaklarını biliyor olmalılar.

Bu güzel Ağustos günü hepinize gülümsesin, güzellikler sizlerle olsun.

Bir sloganımız noksandı, o da oldu.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Twinkle Twinkle Little Star

İlkokul dördüncü sınıfta iken yeniden İstanbul’a taşındık. Okulu, akrabalarımı, arkadaşlarımı geride bırakmak beni üzmüştü. Ama öte yandan sevdiğim şehir İstanbul’da olmak, yeniden… güzeldi. Teyzemlerin sitesinde onların karşısındaki apartmanın zemin katını kiraladık. Hemen okula yazıldım. Kuzenimle aynı sımıfa gidecektim. Öğretmenimiz Bazuka Ayten’di. Hiç bir espri yeteneği olmayan, fok gibi iri, tepesini arttıran çocuğun suratında okkalı bir Osmanlı öttürtebilen yani koydu mu oturtan bir kadındı. Sınıfa girdi mi hepimizi bir ürküntü alır, aman bana bulaşmaz inşallah diye kendisinden çekinirdik. Normal, orta ya da fakir denilebilecek gelir düzeyindeki çocuklar sopa yemekten korkarken, zengin çocukları da öğretmenin şefkatinin odak noktası olmaktan korkarlardı. Şöyle ki, Bazuka Ayten şefkat göstereceği çocuğu önce şapur şupur öepr sonra başını iki iri göğsünün arasında sabitleyerek saçlarını okşardı. Çocuklar için cazibesi olmayan bir sevgi gösterisiydi bu elbette.
Ben kendisinden hiç şefkat görmediğim için şanslıydım. Şefkat görmeyeceğim okulun ilk haftalarında belli olmuştu zaten. Öğretim yılının ilk günlerinde güzel resim yaptığım için beni yere göre koymamıştı kadın. Çünkü üç yıldır öğrencisi olan Volkan isimli çocuk şahane resimler yaparmış ve ne yazık ki babası tayin olunca başka şehre taşınmışlar. Benim gelmemle artık sınıfta yine şahane resim yapan birisi olacakmış. Kuzenim "yandın" diye benimle dalga geçmeye başlamıştı ki, Ayten Hanım annemi okula çağırdı. Kadının annemden istediği; sınıfın duvarlarını boydan boya üzerine sünger yapıştırılıp onun üzerine çuha kaplanmış panolarla çepeçevre çevirmesiymiş. Annem orasının devlet okulu olduğunu ve velilerin böyle saçma sapan harcama yapmak mecburiyetinin olmadığını, bu konuda ısrarcı olursa kendisini bakanlığa şikayet edeceğini söylemiş. İşte o günden sonra şefkat kontenjanından da tırstığım kadınla yıldızımız bir daha barışmadı.
Bir gün beni tahtaya kaldırdı sorduğu soruyu bilemeyip de bana tokat atmak istemesiyle bir kadının dizine tekmeyi koydum. Ve ağlayarak sınıftan kaçtım. Giydiği bembeyaz çizmeler ve çizmenin üzerindeki iri iri gümüş renkli düğmeler hala gözüme geliyor. Bunu içine sindiremeyen kadın beni birkaç hafta sonra kıstırdı ve tokatladı. Akşam olanları evde anlatınca annem ertesi sabah okula geldi. Kadını sınıfa girmeden önce yakaladı. “Çocuklara öyle tokat atılmaz böyle atılır” diyerek kadının suratına bir şaplak aşketti. Ondan sonra kadının siniri bana bir daha işlemedi. Ben ve teyzemin oğlu kadının agresif hallerinden yırttık.
Sınıfımızda Yalın isimli bir çocuk vardı. O da benim gibi o sınıfa sonradan katılmıştı. Yıllarca ABD’de yaşamışlar, okula da orada başlamış. Biraz geri zekalı gibi halleri vardı ve tipik Amerikan doğruculuğuna sahipti. Teyzemlerin apartmanında oturuyordu, okuldan sonra kuzenimle ders çalışır ve onunla oyunlar oynarmış. Benim gelmemle arkadaşını bana kaptırmış oluyordu. Bir kaç kere üçümüz beraber ders çalışmayı denesek de pek suskundu. Sonradan bize katılmamaya başladı. Bir gün okulda, teneffüste yanıma geldi “seni burada kimse sevmiyor, kimse seni istemiyor geldiğin şehre geri dön” dedi. Ben bu sözleri duyunca aniden hüzünlendim ama çabuk toparladım. “Asıl sen Amerika’ya dönsene, ne dediğin bile anlaşılmıyor, kötü türkçen yüzünden herkes senden nefret ediyor.”
Akşamüstleri okuldan eve dönerken Yalın birkaç adım gerimizden suskun suskun peşimizden gelirdi. Elindeki müzik kutusunu kurara, çalan melodi üzerine İngilizce bir şarkı söylerdi. Okul ile evimizin arası beşyüz metre kadardı. O yolda birkaç kez aynı şarkıyı söylerdi.
Bahar geldiğinde bizim alışık olmadığımız bir işe kalkıştı Yalın. Annesi eski oyuncaklarından kurtulması gerektiği söylemiş bu da apartmanın önüne bir sergi açıp bütün eski oyuncaklarını sermişti. Kırık dökük de olsalar oyuncakların hiç birisi ülkemizde olanlara benzemiyordu. Ben bir uzay tabancasını istedim, onu bana vermek istemediği söyledi. Oyuncakların etrafındaki çocuk kalabalığı artmıştı, müzik kutusu da oradaydı, zembereği kırıldığı için çalışmıyordu. Kimse artık çalmayan müzik kutusu ile ilgilenmiyordu. Gidip onu istedim. Buna bahane bulamadı. Müzik kutusunu bana verdi.
Aldığım gibi koşarak eve gittim. Ön yüzü radyoya benziyor, ortadaki düğmeyi kurduğunuzda, minik ekranından yıldız, ay, gezegen resimleri geçiyor ve kutu “Twinkle twinkle little star” melodisini çalıyordu. Bizim bildiğimiz “Daha dün annemizin” melodisini yani. Kutunun arka yüzünde de şarkının İngilizce sözleri yazılıydı. Ben eve girer girmez o kırık zembereği nasıl tamir edebileceğimin derdine düştüm. Oyuncağın dikkatlice söktüm, her bir parçayı sehpanın üzerine yaydım. Zembereğin işler hale gelmesi için evdeki neyi kullanabileceğimi düşündüm. Fazla zaman geçmeden yanıtını buldum, kurmalı bir arabam vardı, onu söküp motorunu açtım. Oradaki zembereğin yayını çıkarıp, müzik kutusunun zembereğinin olduğu yere yerleştirdim. Büyüklükleri aynı idi. Görünüşe göre işe yarayacaktı. Kutuyu yeniden monte etmeden önce, eskimiş yıldız ve gezegen resimlerinin boyalarını tazeledim. O aralar annem polyesterden takı malzemeleri yapıyordu. Kuru çiçekleri kalıplara koyuyor üzerine polyester dökünce sanki kehribarın içine çiçek koymuşsun gibi hoş bocuklar, yüzükler elde ediyordu. Resimlerin üzerine biraz polyester sürdüm, bütün hepsi tuhaf biçimde parlamaya başladılar. Dışını kolonya ile güzelce sildim. Müzik kutusu yepyeni olmuştu. Kurdum. Çalmaya başladı. Akşam annem işten döndüğünde şarkı sözlerinin okunuşunu yazdı bana. Sözleri de bir güzel ezberledim.
Ertesi gün okuldan dönerken müzik kutusunu kurdum, yalın peşimizden geliyordu. Kuzenime şarkının sözlerini öğretmeye başladım.
“Twinkle twinkle little star
How I wonder what you are”
Yalın hızlanarak yanıma geldi; “Müzik kutumu geri ver”dedi.
Ben;“Vermem, artık o benim” deyince biraz boğuştuk. Ama müzik kutusunu vermedim. Akşam kapı çaldı. Gelen Yalın’dı annesi yollamış: “Annem özür dilemem için beni yolladı, verilen şeyi geri istemek ayıpmış” dedi. Ve gitti.
Başkasının oyuncağını aldığım için bu sefer annem bir alay kalay çekti. Müzik kutusunu sevmiştim yaz bitene kadar oynadım onunla, sonra nasıl kaybolduğunu çözemedim.