İş yaşamının hayhuyu içeinde hafta sonlarındaki ufak soluklanmalar dışında rutinimizin icerisinde o kadar çok zamanı bosa harciyoruz ki. Görünürde birşeyler yapıyoruz belki ama kendi kendimize ait kaliteli zaman dilimlerini pek nadir yaratabiliyoruz. Yani kendi kendimizle başbaşa kalacak anlarımız az, arkadaslarımızla buluşmalarımız kısa sürelerle sınırlı, o buluşmaları yakalamak için mesai saatlerinin bitiminde bir yerden başka bir yerlere koşuşturmak gerekiyor. Eh yaz teknik olarak bitti, sayın bay Vladimir'in de tatile çıkası gelmiş. Arkadaşımız yanına lap topunu ve uc arkadaşını alıp kabugundan çıkacak, bir hafta boyunca ayaklarını uzatıp yayılmayı planlıyor gittiği yerde. Kalabalık ve gürültü istemiyor ama bu dört kafadar bir araya geldi mi çeneleri susmaz hiç, kendi gürüleri yeter onlara. Sakin bir yere gidiyorum, sabah serinliğinde erkende uyanıp deniz kenarında yürümek istiyorum. Öğleden sonra bloguma girip arkadaşlarım neler yapıyor onlara bakarken buz gibi biramdan ya da beyaz şarabımdan yudumlar almak istiyorum. Niyetim blogumdan uzakta kalmamak ama ola ki kalırsam da kusuruma bakmayınız. Sayfama müziğimi de koydum ya artık gözüm arkada kalmaz.
24 Ağustos 2008 Pazar
22 Ağustos 2008 Cuma
Lak Lak
Havaların hala sıcak sıcak olmasına da, Ağustos'un sonuna geldik bir taraftan. Sabah saatlerinde hoş bir serinlik var odamın penceresinden aşıp pikenin altına gizlenerek sabah çalan alarmın zilinden korunmaya çalışan zavallı bedenime değen. Sabahları serin ama gündüzler bir felaket akşam eve gelir gelmez duşa giremezsem kendime gelemiyorum. Sıcak geçen günden sonra suyun bedenimden ılık ılık süzülüp akması güzel bir duygu. Duştayken bazen eskiden olan şeyleri hatırlıyorum. Bir ses duyuyorum:
- “Vladimir evladım kes şu gürültüyü!!!”
Ses iki katlı evimizden geliyor ben sokakta o zamanların moda oyunlarından birisini arkadaşlarımla birlikte oynamaya çalışıyorum. Çok basit bir oyun, iki adet pinpon topu şeklinde ağır plastik parçası iki ucundan birbirine bir naylon sicim ile tutturulmuş. İpin tam ortasında bir halka var. Amaç bu halkadan tutup topları birbirine vura vura en tepeye kadar çıkmalarını ve tam tepe noktasında birbirine çarpıp, bir aşağı bir yukarı vura vura devam etmelerini sağlamak. Bu vuruşlar anında kesiksiz olarak “lak lak lak” diye sesler çıkıyor. BU sesten ötürü oyunun adı laklak.
Duştayken bu oyunu anımsam manasız, ama hayatta her şey de manalı değil. Duşta hatırlamasam vapurda hatırlasam manalı olmayacaktı zaten. Hatırlama eyleminin kendisinde bir manasızlık var zaten.
- “Vladimir evladım oynama şununla!!!”
Topları ardı ardına bir kere bile aşağıda ve yukarıda birbirne çarptırtmak büyük maharet ve uzun uzun egzersiz yapılmasını gerektiriyor. Bu da saatler süren gelişi güzel biçimde sinir bozucu bir gürültü demek. Toplar yukarıda birbirine denk gelmediğinde oyuncunun bileğine denk geliyor. Sokaktaki çocukların hepsinin bilekleri mor ve şişmiş, kimisi de bileklerine mendil dolamış, hem acı çekiyor hem oynuyor.
O dönemdeki Sarmaşık ve Kelebek gibi gazetelerde mini etek giymiş ünlü kadınların bacaklarını ortaya çıkarıp göğüs dekoltelerini belirginleştirdiği pozlarında ellerinde hep birer tane lak lak resmi var. Resimlerin altında da “Pakize Lak Lak oynarken bileğini burktu”, “Çok acıyor ama çok istiyor”, “Lak Lak oynamaktan gezmeye vakşt bulamadı” gibi yazılar yazıyor. Çocuk oyununun o dönem çok popüler olup soyunuk neşriyata bile malzeme olmuşluğu var yani.
Lak Lak oyununun hemen ardından bir de Lak Lak isimli mizah dergisi çıkmıştı, Sezen Aksu’nun mizah yazılarını okuyup bir güler bir söylerdik.
Ah kaldırımlar biliyor, bir devir muhteşemdik.
Güz güneşinden hüzünlü ilk yazdan şendik.
- “Vladimir evladım kes şu gürültüyü!!!”
Ses iki katlı evimizden geliyor ben sokakta o zamanların moda oyunlarından birisini arkadaşlarımla birlikte oynamaya çalışıyorum. Çok basit bir oyun, iki adet pinpon topu şeklinde ağır plastik parçası iki ucundan birbirine bir naylon sicim ile tutturulmuş. İpin tam ortasında bir halka var. Amaç bu halkadan tutup topları birbirine vura vura en tepeye kadar çıkmalarını ve tam tepe noktasında birbirine çarpıp, bir aşağı bir yukarı vura vura devam etmelerini sağlamak. Bu vuruşlar anında kesiksiz olarak “lak lak lak” diye sesler çıkıyor. BU sesten ötürü oyunun adı laklak.
Duştayken bu oyunu anımsam manasız, ama hayatta her şey de manalı değil. Duşta hatırlamasam vapurda hatırlasam manalı olmayacaktı zaten. Hatırlama eyleminin kendisinde bir manasızlık var zaten.
- “Vladimir evladım oynama şununla!!!”
Topları ardı ardına bir kere bile aşağıda ve yukarıda birbirne çarptırtmak büyük maharet ve uzun uzun egzersiz yapılmasını gerektiriyor. Bu da saatler süren gelişi güzel biçimde sinir bozucu bir gürültü demek. Toplar yukarıda birbirine denk gelmediğinde oyuncunun bileğine denk geliyor. Sokaktaki çocukların hepsinin bilekleri mor ve şişmiş, kimisi de bileklerine mendil dolamış, hem acı çekiyor hem oynuyor.
O dönemdeki Sarmaşık ve Kelebek gibi gazetelerde mini etek giymiş ünlü kadınların bacaklarını ortaya çıkarıp göğüs dekoltelerini belirginleştirdiği pozlarında ellerinde hep birer tane lak lak resmi var. Resimlerin altında da “Pakize Lak Lak oynarken bileğini burktu”, “Çok acıyor ama çok istiyor”, “Lak Lak oynamaktan gezmeye vakşt bulamadı” gibi yazılar yazıyor. Çocuk oyununun o dönem çok popüler olup soyunuk neşriyata bile malzeme olmuşluğu var yani.
Lak Lak oyununun hemen ardından bir de Lak Lak isimli mizah dergisi çıkmıştı, Sezen Aksu’nun mizah yazılarını okuyup bir güler bir söylerdik.
Ah kaldırımlar biliyor, bir devir muhteşemdik.
Güz güneşinden hüzünlü ilk yazdan şendik.
Odalar
Odalar ve dernekler var ya ben onları anlamıyorum son derece gereksiz, son derece orta şarklı buluyorum. Esnaftır, sanatkardır falan onları hadi bir nebze anlıyorum diyelim, çok işittim diye kulağıma ters gelmiyor. Ama ne zaman "Erzurumluları İzmir'de Bir Araya Toparlama Derneği", "Ötücü Kanaryaları Severken Ağlatan Kayserililer Derneği" gibi hemşericilik adı altında ayrımcılık yapan derneklerin tabelalarını görüyorum bu durumu anında yadım yadım yadırgıyorum.
Bu hemşericilik öyle kötü bir uygulama ki adami deli eder, siz didinir çalisir sıra size gelsin diye emek verirsiniz, birisinin dokuz göbekten hemşerisi gelir, aynı şehir kökenli olmasından kaynaklanan hayattaki en önemli meziyetinden hareketle bir çalım yapar sizin önünüze geçer. Haksızlığın daniskası işte. Kart Hamili yakinimdir hesabı gelir oyarlar sizi kabak dolması gibi. Hak ve hukuka itimadınız sarsılır. Bu sihirli kartı kullanarak başkalarının önüne geçen ve onların hakkını yiyen kimseler kendileri ile gurur duymaktadır. Bu kartı veren kimse "ben ne kadar önemliyim" diyerek böbürlenmektedir. Bu kart önüne koyulup da iş bitiren, kart hamilinin işini gören kimse, önemli kimsenin işini yaptığı için ileride önemli kimsedenbirşey isteme fırsatı ele geçirdiği için havalara uçmaktadır. Herkes memnundur. Cok kötü bir uygulamadır, bazı insanların bazı insanlara ayrıcalık tanıması ayrımcılık yapması gelişmiş ülkelerde görülmemektedir. Ancak bizimkisi gibi ezik ülkelerde yaygındır.
Ben izmirlilerin ya da istanbulluların hemşerilik edip adam kayırdığını görmedim hiç.
21 Ağustos 2008 Perşembe
Deli Kızın Çeyizi
Geçenlerde bir buzdolabı gördüm hayatım değişti. Yanlış anlamayın buz dolabının soğukluğundan dolayı değişmedim, zaten ben de soğuk nevalenin biriyim, hiç bir soğuk beni değiştiremez. Hadi kış aylarında olsam değişmeyi düşünebilirim ama bu sıcaklarda soğuk bilakis iyi geliyor, bağrıma basıyorum soğuk ve serin olması umudunu taşıdığım her türlü zararlı neşriyatı. Beni değiştiren buzdolabı bir arkadaşımın evindeydi. Bir grup arkadaş yaz günü ne akla hizmetse ev ziyaretine gittik. Bizimkisi karşılama faslından sonra “ne içersiniz?” diye sordu. Hep bir ağızdan “soğuk su” demişiz. Arkadaş mutfağa gidince ben de soğuk suyun kısıtlı olabileceği gibi kanısına kapılıp “bari kendim gideyim soğuk su bitmeden içeyim kana kana” tarzındaki sinsice ve bencilce bir niyet ile mutfağa daldım. İçeriye girmemle buzdolabının üzerinde – abartmıyorum – yüzlerce mıknatıslı tırıvırıyı görmem bir oldu. Bir an gece karanlığında gözüne fenerle ışık tutulmuş tavşan gibi hareketsiz kalakaldım. Buzdolabının rengi mıknatıslardan görülmüyordu bile. "Deli kızın çeyizi gibi olmuş" dedim, ev sahibi hafiften bozuldu, yalandan güldü. Suyumu içtikten süre uzun süre sessiz kaldım. Bu sessiz halimi yadırgayan arkadaşlarım beni sıkıştırmaya “N'en var Vladimir?”diye beni sorgulamaya başladılar. Beni düşündüklerinden değil meraktan soruyorlardı biliyorum. “Hiiiç” diye yanıt verdim onlara oysa biliyordum. Eve gider gitmez bir atma faslına girişmem gerekiyordu, mutfakta bir sürü lüzumsuz edevat ve erzak vardı. Onlara girişmeliydim.
Eve geldim daldım mutfağa. Bir hafta sürdü mutfağı allak bullak etme seansım. Yorgunluktan bitap düşmüştüm ama mutfak dolaplarının, çekmecelerin içi dışı sanki yarın kıtlık çıkacakmış ben de dokuz çocuk ile muhasarada kalacakmışım intibaını vermekten kurtuldum. Yorgunluğumun boyutunu salona geçince anladım. Biraz uzanıp müzik dinlemek istedim. Yorgunluğa biraz Malia iyi gelirdi. Hava kararmak üzereydi, dışarıda körfezin etrafında ışıklar belirmeye başlamıştı. Malia’nın sesi hoparlölerden süzülürken kendimi koltuğa bıraktım, ayaklarımı yastıkların üzerine uzattım.
Gözlerimi kapatırken Malia sahneye çıkmıştı. Malawi’li bu genç kadın, kendi sözlerini yazdığı şarkıda bitmiş bir aşkın ardından sevgilisine ağıtını yakıyor, sapsarı fulyaların arasında acı ile yüzer gibi sesler çıkarıyordu. Ayağında mor renkli ayakkabıları üzerende bej rengine benziye tuhaf bir giysi vardı. Yürüdükçe eteğinin açılan yırtmacından bacağı gorunuyordu. Malia’nın bacakları upuzundu, siyahtı, üzerine çarpan ışıklar ışıl ışıl yansıyordu. Sanki bir kış gecesi iş çıkışında sıkışan trafikte görülen araçların ışıkları gibiydi. Araç kuyruğu bir türlü bitmiyor, kimse istediği yere varamıyordu. İçim geçmiş uyuyuvermişim.
Malia’nın üç albümü var üçünü de tavsiye ediyorum, kesinlikle dinlemeye değer.
Eve geldim daldım mutfağa. Bir hafta sürdü mutfağı allak bullak etme seansım. Yorgunluktan bitap düşmüştüm ama mutfak dolaplarının, çekmecelerin içi dışı sanki yarın kıtlık çıkacakmış ben de dokuz çocuk ile muhasarada kalacakmışım intibaını vermekten kurtuldum. Yorgunluğumun boyutunu salona geçince anladım. Biraz uzanıp müzik dinlemek istedim. Yorgunluğa biraz Malia iyi gelirdi. Hava kararmak üzereydi, dışarıda körfezin etrafında ışıklar belirmeye başlamıştı. Malia’nın sesi hoparlölerden süzülürken kendimi koltuğa bıraktım, ayaklarımı yastıkların üzerine uzattım.
Gözlerimi kapatırken Malia sahneye çıkmıştı. Malawi’li bu genç kadın, kendi sözlerini yazdığı şarkıda bitmiş bir aşkın ardından sevgilisine ağıtını yakıyor, sapsarı fulyaların arasında acı ile yüzer gibi sesler çıkarıyordu. Ayağında mor renkli ayakkabıları üzerende bej rengine benziye tuhaf bir giysi vardı. Yürüdükçe eteğinin açılan yırtmacından bacağı gorunuyordu. Malia’nın bacakları upuzundu, siyahtı, üzerine çarpan ışıklar ışıl ışıl yansıyordu. Sanki bir kış gecesi iş çıkışında sıkışan trafikte görülen araçların ışıkları gibiydi. Araç kuyruğu bir türlü bitmiyor, kimse istediği yere varamıyordu. İçim geçmiş uyuyuvermişim.
Malia’nın üç albümü var üçünü de tavsiye ediyorum, kesinlikle dinlemeye değer.
Bu arada bu sayfaya müzik koymak istiyorum ben, umarım bir şeyler bozulmaz yine. :)
20 Ağustos 2008 Çarşamba
Yarabbim Şükürler Olsun
Sayfama bir kıskançlık anımda istem dışı dürtülerime uyup şuursuz biçimde el atarak renk degiştirip, kabuk degiştiremediğimden beri, neredeyse iki gündürrrr şu zırıltıyı hale yola koymaya calışıyorum. Bildiğim bütün duaları ettim. "Elemterefiş kem gözlere şiş" bile dedim. Az kaldı Japon mafyalarından - sizden iyi olmasın - Yakuza Beyefendiden yardım dilenecektim ki, bu işin bu profesörü kesildim. Meğer bu tatsız hadise blogcuların başına pek fazla gelirmiş. Sebep benim internet explorerımın ta kendisiymiş. Meğer koynumda bir yılan beslemişim. Baktım çıkar yol kalmamış, geçtim "mozilla firefox" denen gavur icadı bir başka zamanzingoya bu hede hödö sayesinde sayfama canımın çektiği biçimde şekil verme şansına kavustum. Yarabbim şükürler olsun. Ucuz kurtuldum, verilmiş sudokum varmış. Canını seven kaçışsın yoksa gökten 3 elma düşecek.
Resimde sayfama çekiçle çeki duzen verirken denediğim yöntemlerden bir tanesini ve sadık asistanim Watson'u görüyorsunuz. Bir de gülmüş zevzek, zevzek, mendebur yaradılışlı uşak.
Kim, Kiminle, Nerede,
Orta okulda keşfettiğimiz bir oyundu, Lise ve Üniversite yıllarında da oynadık. Katılan sayısında sınırlaması olmayan bir oyun bu. Hazırlık yapması da oynaması da çok basit. Bir defter sayfasında yırtılan sayfanın iki parmak kalınlığında şeritler halinde kesilmesi gerekiyor. Katılımcılar bir kalem ve bir kağıt alıp oturuyorlar. Amaç aşağıdaki soruların yanıtlarını kağıda dökmek:
Kim?
Kiminle?
Ne zaman?
Nerede?
Nasıl?
Ne yaparken?
Kim gördü?
Ne dedi?
Derken başlanıyor; sırasıyla bir soru yanıtlanıp kağıtlar el değiştiriliyor ve sıradaki yanıtlanıyor. Cesur olmak, özellikle “ne yaparken” ve “ne dedi” sorularına yanıt verirken hayal gücü sınırlarını zorlamak gerekiyor. Son soru yanıtlandığında herkes bir kağıt alıp baştan sona okuyor. Genelde çıkan yanıtlarda oyuncu grubunun içinde yer alanların ismi fazlası ile geçiyor, ya da öğrenciler arasında fazla popüler olmayan öğretmenlerin ismi her geçtiğinde kahkalara salınıyor.
Ben bu oyunu çok severdim. Birkaç tanesini alıp saklamışım eski ajandaların içinde. Buyurun bir tanesi işte;
Ramses (tarih hocası),
Tavuk ile (coğrafyacı/beden öğretmeni),
mandanın söğüt dalına yuva yaptığı gün,
spor salonunda,
çok içli dışlı biçimde,
porno film senaryosu yazdılar,
ahlakçı gördü,
ayol bana neden haber vermiyorsunuz? dedi
Özellikle boş derslerde birkaç grup toplanır yazar, sonra yüksek sesle okur gülme krizine girerdik. İş yaşamımın ilk yıllarında da birkaç kez oynadım ama eski tadını bulamadım.
Bu arada, tavuk ismi de benim coğrafya öğretmenime (yedek bedenci) hediyemdir, kadının meslek yaşamı boyunca yakasına yapıştı kaldı. Ses tonu itibariyle tavuk familyasını andırması itibariyle o ismi takmışım. Çocuklar bazen çok kötü olyorlar işte. Böyle ufak kağıtları bir yerlere sıkıştırıp seneler sonra bulması iyi geliyor, tıpkı şişelere hapsedilmiş anlar gibi ne dersiniz?
Kim?
Kiminle?
Ne zaman?
Nerede?
Nasıl?
Ne yaparken?
Kim gördü?
Ne dedi?
Derken başlanıyor; sırasıyla bir soru yanıtlanıp kağıtlar el değiştiriliyor ve sıradaki yanıtlanıyor. Cesur olmak, özellikle “ne yaparken” ve “ne dedi” sorularına yanıt verirken hayal gücü sınırlarını zorlamak gerekiyor. Son soru yanıtlandığında herkes bir kağıt alıp baştan sona okuyor. Genelde çıkan yanıtlarda oyuncu grubunun içinde yer alanların ismi fazlası ile geçiyor, ya da öğrenciler arasında fazla popüler olmayan öğretmenlerin ismi her geçtiğinde kahkalara salınıyor.
Ben bu oyunu çok severdim. Birkaç tanesini alıp saklamışım eski ajandaların içinde. Buyurun bir tanesi işte;
Ramses (tarih hocası),
Tavuk ile (coğrafyacı/beden öğretmeni),
mandanın söğüt dalına yuva yaptığı gün,
spor salonunda,
çok içli dışlı biçimde,
porno film senaryosu yazdılar,
ahlakçı gördü,
ayol bana neden haber vermiyorsunuz? dedi
Özellikle boş derslerde birkaç grup toplanır yazar, sonra yüksek sesle okur gülme krizine girerdik. İş yaşamımın ilk yıllarında da birkaç kez oynadım ama eski tadını bulamadım.
Bu arada, tavuk ismi de benim coğrafya öğretmenime (yedek bedenci) hediyemdir, kadının meslek yaşamı boyunca yakasına yapıştı kaldı. Ses tonu itibariyle tavuk familyasını andırması itibariyle o ismi takmışım. Çocuklar bazen çok kötü olyorlar işte. Böyle ufak kağıtları bir yerlere sıkıştırıp seneler sonra bulması iyi geliyor, tıpkı şişelere hapsedilmiş anlar gibi ne dersiniz?
19 Ağustos 2008 Salı
İsim, Şehir, Hayvan, Bitki
Daha yeni okullu olduğumuz dönemden başlayıp neredeyse lise çağlarının sonuna kadar okulda, evde iki üç kişi bir araya geldiğimizde oynadığımız oyunlardandı. Bir harf seçilir, oyun oynayan herkes İsim, şehir, hayvani, bitki, eşya, artist başlıklarının altına seçilen harf ile başlayan bir kelime, bir kimse yerleştirmeye çalışırdı. J harfi ile başlayan şehir ve artist bulmakta zorlandığımız yıllardı, yerli malından başkasını pek tanımıyorduk. Yurdumuzdan bulamadığımız kelimeleri es geçiyorduk. Ö harfi ile bitki ve şehir bulmak da zordu. Sonradan Ökse otu denir bir nebatat bulmuştum. Yerse “Ödemiş” diyordum ki genelde yemiyorlardı. Nerden aklıma geldiyse bugün bu oyunu oynayasım var.
İsim; Deniz; hem itici hem çekici, olmazsa olmazım. Dalgaların kenarından korkuyla kaçarken dalgaların sesini dinleyerek uyumayı seven birine dönüşmem benden başka kimseye ilginç gelmez sanırım.
Şehir; İstanbul, ama yetmişli yılların İstanbul’u. Şimdiki gibi dolmamışken, Bakırköy’de yapılaşma henüz bu denli yaygın değilken, tarlaların arasında tek tük apartmanlar yükselmeye başlamışken. Laleli’de Mesih Paşa Caddesi’nin etrafında henüz aileler yaşayabilirken. Serüven seven çocuklar Laleli’nin arka sokaklarından Çemnerlitaş’a doğru dünyayı keşfe çıkabilirken. Yeni Levent sahiden yeniyken, Oyak Sitesi’nin karşısında Oyak’ın alışveriş kompleksi kurulmamış ve oralarda henüz golf oynanırken, Şair Mehmet Emin Yurdakul İlkokulu’nun yanında henüz bir vadi varken, çocuklar evlerinden okula giderken çantalarının üzerine oturup vadiden aşağıya doğru kayarken.
Hayvan; Kedi, ama sarı kedi, yeşil kedi, pembe kedi ve mor kedi.Ve bu dört kafadar kedinin kafa kafaya verdiği zamanlar.
Bitki; Göğe doğru uzanıp, maviliklere yükselen, bulutların üzerine tırmanan, oradaki gizemli ülkeye varan sihirli fasülye.
Eşya; Piyano, benim piyanom, asla benim olmayan ama benim olduğu söylenen piyanom.
Artist; Türkan Şoray, Ediz Hun. Türkan Şoray’ın gözleri için yazılmış bir şarkı vardı, Nükhet Duru söylerdi.
Bir gün; Gri bir gün, her uğursuzluğun habercisi gri bir gün. Gri günlerin benden alıp götürdüklerini yerine koymaya çalışmaktan vazgeçmem lazım.
Bir mevsim; Bahar, ne sıcak, ne soğuk, yaşamak daha kolay.
Bir film; Binlerce film olsun isterdim. Ama illaki de Femme Fatale, bilhassa The Pillow Book, kesinlikle Yurttaş Kane, mutlaka Cat on a Hot Tin Roof, kesinlikle Crucibile, güzelim Out of towners yok yok burada durmam lazım.
Bir kitap; İllaki bir tane ise The Magus.
Bir müzisyen; Mike Oldfield’in yüzde 90’ı.
Bir burç; Terazi.
Bir an; Öyle anlar olsa, bir parfüm gibi şişlere koysak. Sonra şişeyi açtığımızda, o koku yükselse şişeden, şişedeki cin gibi, o anı tekrar geriye getirse.
Boş işler bunlar.
İsim; Deniz; hem itici hem çekici, olmazsa olmazım. Dalgaların kenarından korkuyla kaçarken dalgaların sesini dinleyerek uyumayı seven birine dönüşmem benden başka kimseye ilginç gelmez sanırım.
Şehir; İstanbul, ama yetmişli yılların İstanbul’u. Şimdiki gibi dolmamışken, Bakırköy’de yapılaşma henüz bu denli yaygın değilken, tarlaların arasında tek tük apartmanlar yükselmeye başlamışken. Laleli’de Mesih Paşa Caddesi’nin etrafında henüz aileler yaşayabilirken. Serüven seven çocuklar Laleli’nin arka sokaklarından Çemnerlitaş’a doğru dünyayı keşfe çıkabilirken. Yeni Levent sahiden yeniyken, Oyak Sitesi’nin karşısında Oyak’ın alışveriş kompleksi kurulmamış ve oralarda henüz golf oynanırken, Şair Mehmet Emin Yurdakul İlkokulu’nun yanında henüz bir vadi varken, çocuklar evlerinden okula giderken çantalarının üzerine oturup vadiden aşağıya doğru kayarken.
Hayvan; Kedi, ama sarı kedi, yeşil kedi, pembe kedi ve mor kedi.Ve bu dört kafadar kedinin kafa kafaya verdiği zamanlar.
Bitki; Göğe doğru uzanıp, maviliklere yükselen, bulutların üzerine tırmanan, oradaki gizemli ülkeye varan sihirli fasülye.
Eşya; Piyano, benim piyanom, asla benim olmayan ama benim olduğu söylenen piyanom.
Artist; Türkan Şoray, Ediz Hun. Türkan Şoray’ın gözleri için yazılmış bir şarkı vardı, Nükhet Duru söylerdi.
Bir gün; Gri bir gün, her uğursuzluğun habercisi gri bir gün. Gri günlerin benden alıp götürdüklerini yerine koymaya çalışmaktan vazgeçmem lazım.
Bir mevsim; Bahar, ne sıcak, ne soğuk, yaşamak daha kolay.
Bir film; Binlerce film olsun isterdim. Ama illaki de Femme Fatale, bilhassa The Pillow Book, kesinlikle Yurttaş Kane, mutlaka Cat on a Hot Tin Roof, kesinlikle Crucibile, güzelim Out of towners yok yok burada durmam lazım.
Bir kitap; İllaki bir tane ise The Magus.
Bir müzisyen; Mike Oldfield’in yüzde 90’ı.
Bir burç; Terazi.
Bir an; Öyle anlar olsa, bir parfüm gibi şişlere koysak. Sonra şişeyi açtığımızda, o koku yükselse şişeden, şişedeki cin gibi, o anı tekrar geriye getirse.
Boş işler bunlar.
18 Ağustos 2008 Pazartesi
Tuhaf Bir Soru
“Yalvarırım beyefendi satiniz kaç?”
Böyle garip bir soruyla girdi hayatıma. Sorunun tuhaflığından sezmeliydim başıma gelecekleri, gereksiz yakarışından anlamalıydım onun gebe olduğu tuhaflıkların envai çeşit kombinasyonda sınır tanımayacağını.
“Rica ederim hanımefendi saati öğrenmek için yalvarmanıza gerek yok” yanıtı soruyu idrak eder etmez kafamdan geçti. Gayri ihtiyari saatime baktım. Tam üçü çeyrek geçiyordu. Mevsim sonbahardı. Havada hoş bir serinlik ve sessizlik vardı. Yağmur başladı başlayacaktı. Kadına aklı tuhaf oyunlar oynamıştı. Ama o bütün seviyelerden geçerek, oyunların hepsini başarıyla bitirmişti. Bulunduğu noktaya sayısız sıkıntılı geceden, tarifsiz karanlık sabahlardan geçerek varmıştı. Şimdiki bilgisayar oyunları gibi; bütün levelları aşıp bir yerde tökezlediğinde "haydi dön başa". Kadının hayatı çetinse o daha çetin cevizdi. Geçtiği yollardan ayaklarına takılanları da, önüne serilenleri de hep biriktirmişti. Eski Osmanlı kadınlarındandı, tutumluydu, elindeki ve avucundakinin kıymetini bilirdi.
Kuzguncuk’un renkli simalarındandı. Yazılarını şifreli biçimde yazardı. Yanık saraylardan geçmiş, Afrika Dansı yapmıştı, Sahibinin Sesi denilince müzik şirketi ismini anlamıyordu, oğluna yazdığı mektuplar ise başlı başına ayrı bir eserdi.
Kitapçıda duruyordum elim Sevim Burak kitaplarından birine gitti. Sayfayı açar açmaz ilk okuduğum cümle buydu: “Yalvarırım beyefendi saatiniz kaç?” Bu soruyu soran kadının anlatacak çok şeyi olmalıydı. Kitabı hemen satın aldım. İncecik kitaplarda duygular o kadar yoğunlukta aktarılmıştı ki, üstelik bir çok şeyi simgeler ile anlatıyordu, şifrelerin içine girildi mi çıkılmıyordu. Mahalledeki bir kadının eve mahallenin esnafını alışını bile çok zarif biçimde gece eve aldığı sokak kedisi gibi tarif ediyordu. Hakikaten de kadının eve kedi almasını okumak eve erkek almasından daha derinlikli geliyordu. İntihar etme girişimini tül perdelerin gerisinden gizlice izlediği komşu kadın gibi anlatmıştı. Geçirdiği ameliyatı bir Afrika dansı gibi anlatmış. Fotoğrafçının vitrinindeki her resmin hikayesini bir başka satırda aktarmış, o satırları ayıklamadan atlamadan okuyan okurların sabrını sınamış ama çoğu o sınavda kalmıştı. Sevim Burak ile tanışmak güzel bir edebiyat serüvenine çıkmakla eş değerdir. Her hangi bir cümlesine tutunabilmeniz yeterli, sonra bırakmayın o cümleyi.
Böyle garip bir soruyla girdi hayatıma. Sorunun tuhaflığından sezmeliydim başıma gelecekleri, gereksiz yakarışından anlamalıydım onun gebe olduğu tuhaflıkların envai çeşit kombinasyonda sınır tanımayacağını.
“Rica ederim hanımefendi saati öğrenmek için yalvarmanıza gerek yok” yanıtı soruyu idrak eder etmez kafamdan geçti. Gayri ihtiyari saatime baktım. Tam üçü çeyrek geçiyordu. Mevsim sonbahardı. Havada hoş bir serinlik ve sessizlik vardı. Yağmur başladı başlayacaktı. Kadına aklı tuhaf oyunlar oynamıştı. Ama o bütün seviyelerden geçerek, oyunların hepsini başarıyla bitirmişti. Bulunduğu noktaya sayısız sıkıntılı geceden, tarifsiz karanlık sabahlardan geçerek varmıştı. Şimdiki bilgisayar oyunları gibi; bütün levelları aşıp bir yerde tökezlediğinde "haydi dön başa". Kadının hayatı çetinse o daha çetin cevizdi. Geçtiği yollardan ayaklarına takılanları da, önüne serilenleri de hep biriktirmişti. Eski Osmanlı kadınlarındandı, tutumluydu, elindeki ve avucundakinin kıymetini bilirdi.
Kuzguncuk’un renkli simalarındandı. Yazılarını şifreli biçimde yazardı. Yanık saraylardan geçmiş, Afrika Dansı yapmıştı, Sahibinin Sesi denilince müzik şirketi ismini anlamıyordu, oğluna yazdığı mektuplar ise başlı başına ayrı bir eserdi.
Kitapçıda duruyordum elim Sevim Burak kitaplarından birine gitti. Sayfayı açar açmaz ilk okuduğum cümle buydu: “Yalvarırım beyefendi saatiniz kaç?” Bu soruyu soran kadının anlatacak çok şeyi olmalıydı. Kitabı hemen satın aldım. İncecik kitaplarda duygular o kadar yoğunlukta aktarılmıştı ki, üstelik bir çok şeyi simgeler ile anlatıyordu, şifrelerin içine girildi mi çıkılmıyordu. Mahalledeki bir kadının eve mahallenin esnafını alışını bile çok zarif biçimde gece eve aldığı sokak kedisi gibi tarif ediyordu. Hakikaten de kadının eve kedi almasını okumak eve erkek almasından daha derinlikli geliyordu. İntihar etme girişimini tül perdelerin gerisinden gizlice izlediği komşu kadın gibi anlatmıştı. Geçirdiği ameliyatı bir Afrika dansı gibi anlatmış. Fotoğrafçının vitrinindeki her resmin hikayesini bir başka satırda aktarmış, o satırları ayıklamadan atlamadan okuyan okurların sabrını sınamış ama çoğu o sınavda kalmıştı. Sevim Burak ile tanışmak güzel bir edebiyat serüvenine çıkmakla eş değerdir. Her hangi bir cümlesine tutunabilmeniz yeterli, sonra bırakmayın o cümleyi.
Mühim Bir Husus: Elleşmek ya da Elleşmemek
Bu blog denen şeyle çok narinmiş nerden bilirdim. Aklıma bir husus takıldı, "dur bakiym ben de yapayım, benim neyim noksan" diyerek kıskançlıkla dolan dürtülerime teslim oldum. Bir anlık merak uğruna blogumun şablonlarıyle eyleştim. Sonuç ortada: Kapkara bir blog sahifesi. Şimdi işin yoksa adam edeceğim diye uğraş dur. Gitti güzelim linkler, gitti güzelim blog arkadaşlarım. Nerelere gideyim, nasıl nasıl edeyim bilmiyorum. Elleştim, elleşmez komaz olsaydım. Yok ama ben çabuk öğrenirim. Bunu da öğrenirim. Çok kısa süre sonra, sinir sistemim yatışır yatışmaz artık eskisi gibi mi, eskisi gibi değilse nasıl bilmem öyle toparlarım buraları. Azimleneyim, çeki düzen vereceğim vallahi, billahi, tillahi. (Yeminle işimi garantiye alayım şöyle.
.
.
14 Ağustos 2008 Perşembe
Kuyruklu Yıldız Saatleri
Sevgili blog arkadaşlarımdan birisi beni mimledi, uzun zaman oldu ama unutmadım şöyle bir oturup ayaklarımı uzatıp geniş geniş yazacak zamanımın olmasını bekledim. O an nihayet geldi çattı, bu satırları Neron misali uzandığım divanımdan sağ elimle yazıyorum, sol elimle de havadan sarkıttığım üzüm salkımlarından ısırarak açlığımı teskin ediyorum. Unutamadığım aşk kitaplarını oturup listeledim sanırım orijinal mim üç adet roman ile sınırlıydı ben sayıyı arttırıp bir de hikaye ilave ederek bu sınırlamaları gayet türk usulü delik deşik ettim. Olsun varsın, yeter ki aşk olsun.
Aşkı merkezine yerleştirmiş kitaplarımdan beğendiklerimi alt alta dizdiğim vakit büyük bölümünde Pınar Kür’ün imzasını gerek yazar gerekse çevirmen olarak görüp bu aşklardan bir tanesinin bile adam akıllı başından sonuna mutlu bir aşk öyküsü olmadığını hepsinde marazi bir taraf olduğunu ve hepsinde de yoğun biçimde bir mutsuzluk ve karşısındakine bilerek ya da yanlış anlaşılma ile acı verme arızası olduğunu görerek ayriyeten şaşırdım. İtiraf ediyorum benim kütüphanemde acıtmayan aşk öyküsü yok, elem, acı ve keder hepsinde de başroldeler.
İşte unutamadığım aşkların yazılı olduğu kitapların listesi;
Pınar Kür – Bitmeyen Aşk – 80 li yılların sonunda yazılmış bu kitap aşkın bütün hallerine yüzünü çevirmiş, iki insanın birbirini ölesiye sevmesine dair bir roman. Aşkın her hali denilince aşkın bilimum mutsuz yönleri kaşımızda resmi geçit halinde bir görünüp bir kayboluyorlar. Sonu az çok tahmin edilebilir, mutusuzlukla beslenen aşkın kahramanları olan bu kadın ve bu erkeğe en sonunda yazar müdahale ederek “yeter artık” demek zorunda kalır. Okurken bitsin artık diye kendinizi tırmaladığınız bu okkalı eser bittiğinde bir boşluğa düşmüş gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Pınar Kür – Akışı Olmayan Sular isimli öykü kitabında yer alan Leyla İçin Şiir isimli öyküsü. Kırklı yaşlardaki bir adam çocukluğunda karşı apartmandaki pencereden gördüğü Leyla isimli kadına şiir yazmak üzere oturur masanın başına. Karısının dırdırı ve çocuk gürültüsünden bezmiştir, illa ki de Leyla için bir şiir yazmak istemektedir. Leyla gençliğinde mahallenin en alımlı kızı iken aşık olur, aşk acısı ile tanışır ve aşk acısını taşıyamaz aşka yenik düşünce alımlılığını kaybeder, dileyen herkesin kolayca beraber olduğu bir kadına dönüşür. Karşı pencereden onu izleyen çocuğun Leyla’nın boşvermişliğinin ve her mevsim renk değiştiren saçlarının sırrını çözebilmesi için aşkın yollarından geç.p kırk yaşına gelmesi gerekmektedir. Kısa ama duyarlı, sağlam gözlemlerden desteklenmiş öykü aşkı tokat gibi çarpar okuyucunun suratına, “alın size aşk” der.
Carson Mc Cullers – Altın Gözde Yansımalar - Reflections in the Golden Eye. Tutkulu ve gizli aşkın iki halini okuruz bu romanda, bir Amerikan üssündeki kadın, kadına aşık er, ere duyduğu kuvvetli ilgisinin gizemini çözmeye çalışan kadının kocası subay. Karışık olduğunun farkındayım ama bundan daha sade hale getiremedim konuyu. Filme de çekilmiş bu kitapta kadını Liz Taylor, subayı Marlon Brando canlandırmıştı.
Jean Rhyss – Günaydın Gece yarısı - Goodmorning Midnight. Bu kitaptaki acı potansiyeli çok yüksek, tahrip gücü ormandaki bin kaplan gücünde. Lütfen uzak durunuz. Uzak duramayıp da yakın kalırsanız yemeklerden sonra en fazla bir sayfa, çünkü iştahınızı kapatabilir, çünkü bileklerinizi kesmek isteyebilirsiniz. Pınar Kür’ün çevirisi için ne demeli? Cevap veriyorum: "mükemmel"
Ian McEwan – Yabancı Kucak – The Comfort of Strangers. Böyle bir aşık çift başka bir kitapta var mıdır bilmiyorum. Tutku ile seven bir insan sevdiğinin en sapık biçimde damla damla öldürülüşünü uyuşturucunun zihnine çizdiği perdelerin arkasından izlemek zorunda kalırsa okuyanın kalbine ürperti koymaz da ne yapar? Bu kitabın uzak durulması gereken bir de filmi var ki lütfen uzak durunuz.
Francoise Sagan - Bonjour Trieste – Günaydın Hüzün. Film versiyonunda Muzaffer Tema şöyle bir görünmüş, inci gibi dizi dizi dişlerini göstererek Holywood semalarından sımsıcak gülmüştür. Eşini kaybetmiş adama aşık kadın, bir de bulûğ çağındaki kızın güvenini kazanmak zorundadır. Kazanamaz. Kızın aşkla imtihanı bu kitapta.
Patricia Highsmith – Baykuşun Çığlığı – The Cry of the Owl. Kara ayrıntı yayınlarından, komşunun karısına aşık adamın gizlice gözetleme maceraları, fark edilinceye kadar tabii ki her şey yolunda. Kara sevdaya gerilimli bir dokunuş.
Daphne du Maurier - Rebecca. Ölmüş bir kadına duyulan aşka benzeyen bir duyguyu bu kitaptakinden başka yerde bulmak mümkün değildir, ölen hanımına duyduğu bağlılıkla deliliğin sınırlarında gezintiye çıkan kahya Danvers evin beyinin yeniden evlenmesine tahammül edemez, adamın da ona hala bağlı olduğunu zanneder ama yanılıyordur adam ölen karısından nefret etmektedir. Aşk ve nefretin gizli çekişmesini okurken hızla çeviririz sayfaları. Bu kitabı kaçıncı kez okurken ilk şiirimi yazmıştım, Rebecca için.
Parlaklığında aradım mutluluğu gecenin
Karanlıktan korktum inemedim derinliklerine
Bir uçurum kenarında düşündüm sessizce
Ölüm sadece yarım metre ötemizde.
Genç kızın Max’in yanında tarif edemediği duygular içinde titrerken uçurumdan aşağıya bakışının tasviri beni öyle etkilemişti ki.
Bir çiçek açtı gönlümde
yalnızlığımla birlikte büyüyecek
diye bitirmiştim şiirimi. O sırada üzerimizden Halley geçiyordu, şiirime Kuyruklu Yıldız Saatleri ismini koyup da postalamamın hemen ardından Milliyet Sanat Dergisinde yayınlanması çok hoşuma gitmişti.
John Fowles - The Magus – Büyücü. Aşk aslında maskeler ve perdelerden ibarettir, her yeni aşkta bir öncekini temize çeker ve aslında hep ilk aşkı arar dururuz demeye getirtir bu akıllara zarar kitapta yazar. Ve aynı yazar kitabına aşık olmuştur yirminci yüzyılın ilk yarısında yazdığı kitabını 80 li yıllarda yeniden temize çeker. Tekrar tekrar okumak düşer kitap kurtlarına. Bir yunan adasında tanrıyı oynayan Conchis eline düşen fanilerin trajedisini yazar durur. Fanilerin gönüllü oynadığını gördüğümüzde iş işten geçmiştir.
Yukio Mishima – Bahar Karları. Yukio Mishima Bereket Denizi Dörtlemesi’nin ilk kitabında dördüncü cildin son satırını yazdığında Seppuku yapacağını en başından beri bilmektedir. Seppuku bizim harakiri diye bildiğimiz, yapan kimsenin kılıcı kendi karnını altından sokup önce sağa doğru çekip, hemen ardında yukarıya doğru var kuvvetiyle asıldığı bir intihar yöntemidir, can havli ile yukarı doğru son hareketin ardından başında bekleyen kimse boynunu keserek daha fazla acı çekmesine mani olur. Uzakdoğunun bu gizemli adetleri bize vahşice geliyor. Ancak Mishima’nın bu ilk cildinde imparatorluk zamanında geçen bir öykü, tanıdık gelen bazı aşk-meşk olaylar zincirini entrika kıvamında anlatıyor özenli biçimde. Yakışıklı bir prens genç kızları kendine aşık etmekte ve onlarla oyunlar oynamaktadır. Ta ki ağır ananeler içinde adeta mahkum gibi yaşamak zorunda bırakılmış ve mahfına sebep olduğu bir genç kıza aşık oluncaya kadar. Aşka tutulduğu anda sürgünü başlar Kiyoaki’nin. Ardından birbiri ardına özenle dizilmiş kelimelerin arasındaki ölümcül serüveni başlar. Adam sonunda kendisinin öleceğini bilerek başlamış yazmaya söze ne hacet.
Merak etmeyin en klasiklerini en sona sakladım. Anna Karenina diyorum, Madame Bovary diyorum size. Tolstoy'un kahramanı, Anna kitabın ilk sayfalarında tren istasyonun’da beklerken intihar ederek başı gövdesinden ayrılan bir kadını gördüğünde bunun başına ileride geleceklerin habercisi olan uğursuz bir işaret olduğunu bilmemektedir, Kont Vronski ile tanışınca "Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer; mutsuz ailelerin mutsuzluğuysa kendine özgüdür" sözü onun için mazide kalır, tutkuyla bağlandığı sevgilisinin peşinde çıktığı yolculukta hayatın ona vermiş olduklarını kaybede kaybede gittiğini fark edebilmek için daha çok uzun yollar katetmesi gerekmektedir. Aşık olmuştur, aşık olunmuştur, daha erken yıllarda yaşamadığı bu duygu için fedakarlıklarda bulunması gerektiğini düşünmektedir. Madame Bovary neresinden baksanız taşralı hoppa bir kadın, yok hoppa ağır oldu, yaşadığı kasaba için fazla süslü, fazla neşeli, aklı bir karış havada bir kadın demek daha iyi olurdu onu tanımlarken. Toplum içindeki statüsünü yükseltme hevesindeyken yanlış erkeğe aşık olarak dünyası değişen bir kadının öyküsüdür. Yazdığını beğendin mi Gustave Flaubert, sus karşılık verme bana.
Eh kuralları çiğnedik durduk son iki kez daha çiğneyeyim oldu olacak iki de film ekliyorum listeye, onlar da en marazisinden iki tane aşk eder toplarsanız.
Peter Greenway’in 1996 filmi, The Pillow Book – Tual Bedenler, aşk ve intikam üzerine yapılmış – bence – en iyi film. Kesik kesik episodlar e farklı anlatım tekniklerin, perdenin bir anda birkaç farklı parçaya bölünüp her birinde farklı öyküler anlatması ile başta sıkıcı gelebilir ama sabredip sonuna kadar izleyen aşkı ve intikamı sonuna kadar yüreğinin derinliklerinde hisseder.
Ve sona sakladığım filmimi şimdi açıklıyorum, aşkın bir tuhaf halini izlemeye davet ediyorum sizi. Bu acıyı çekmeye hazır mısınız bilmiyorum, hazır olmayanlar olabilir, o yüzden küçük harflerle fısıldıyorum:
Lars von Trier, Breaking the Waves, Dalgaları aşmak.
Aşkı merkezine yerleştirmiş kitaplarımdan beğendiklerimi alt alta dizdiğim vakit büyük bölümünde Pınar Kür’ün imzasını gerek yazar gerekse çevirmen olarak görüp bu aşklardan bir tanesinin bile adam akıllı başından sonuna mutlu bir aşk öyküsü olmadığını hepsinde marazi bir taraf olduğunu ve hepsinde de yoğun biçimde bir mutsuzluk ve karşısındakine bilerek ya da yanlış anlaşılma ile acı verme arızası olduğunu görerek ayriyeten şaşırdım. İtiraf ediyorum benim kütüphanemde acıtmayan aşk öyküsü yok, elem, acı ve keder hepsinde de başroldeler.
İşte unutamadığım aşkların yazılı olduğu kitapların listesi;
Pınar Kür – Bitmeyen Aşk – 80 li yılların sonunda yazılmış bu kitap aşkın bütün hallerine yüzünü çevirmiş, iki insanın birbirini ölesiye sevmesine dair bir roman. Aşkın her hali denilince aşkın bilimum mutsuz yönleri kaşımızda resmi geçit halinde bir görünüp bir kayboluyorlar. Sonu az çok tahmin edilebilir, mutusuzlukla beslenen aşkın kahramanları olan bu kadın ve bu erkeğe en sonunda yazar müdahale ederek “yeter artık” demek zorunda kalır. Okurken bitsin artık diye kendinizi tırmaladığınız bu okkalı eser bittiğinde bir boşluğa düşmüş gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Pınar Kür – Akışı Olmayan Sular isimli öykü kitabında yer alan Leyla İçin Şiir isimli öyküsü. Kırklı yaşlardaki bir adam çocukluğunda karşı apartmandaki pencereden gördüğü Leyla isimli kadına şiir yazmak üzere oturur masanın başına. Karısının dırdırı ve çocuk gürültüsünden bezmiştir, illa ki de Leyla için bir şiir yazmak istemektedir. Leyla gençliğinde mahallenin en alımlı kızı iken aşık olur, aşk acısı ile tanışır ve aşk acısını taşıyamaz aşka yenik düşünce alımlılığını kaybeder, dileyen herkesin kolayca beraber olduğu bir kadına dönüşür. Karşı pencereden onu izleyen çocuğun Leyla’nın boşvermişliğinin ve her mevsim renk değiştiren saçlarının sırrını çözebilmesi için aşkın yollarından geç.p kırk yaşına gelmesi gerekmektedir. Kısa ama duyarlı, sağlam gözlemlerden desteklenmiş öykü aşkı tokat gibi çarpar okuyucunun suratına, “alın size aşk” der.
Carson Mc Cullers – Altın Gözde Yansımalar - Reflections in the Golden Eye. Tutkulu ve gizli aşkın iki halini okuruz bu romanda, bir Amerikan üssündeki kadın, kadına aşık er, ere duyduğu kuvvetli ilgisinin gizemini çözmeye çalışan kadının kocası subay. Karışık olduğunun farkındayım ama bundan daha sade hale getiremedim konuyu. Filme de çekilmiş bu kitapta kadını Liz Taylor, subayı Marlon Brando canlandırmıştı.
Jean Rhyss – Günaydın Gece yarısı - Goodmorning Midnight. Bu kitaptaki acı potansiyeli çok yüksek, tahrip gücü ormandaki bin kaplan gücünde. Lütfen uzak durunuz. Uzak duramayıp da yakın kalırsanız yemeklerden sonra en fazla bir sayfa, çünkü iştahınızı kapatabilir, çünkü bileklerinizi kesmek isteyebilirsiniz. Pınar Kür’ün çevirisi için ne demeli? Cevap veriyorum: "mükemmel"
Ian McEwan – Yabancı Kucak – The Comfort of Strangers. Böyle bir aşık çift başka bir kitapta var mıdır bilmiyorum. Tutku ile seven bir insan sevdiğinin en sapık biçimde damla damla öldürülüşünü uyuşturucunun zihnine çizdiği perdelerin arkasından izlemek zorunda kalırsa okuyanın kalbine ürperti koymaz da ne yapar? Bu kitabın uzak durulması gereken bir de filmi var ki lütfen uzak durunuz.
Francoise Sagan - Bonjour Trieste – Günaydın Hüzün. Film versiyonunda Muzaffer Tema şöyle bir görünmüş, inci gibi dizi dizi dişlerini göstererek Holywood semalarından sımsıcak gülmüştür. Eşini kaybetmiş adama aşık kadın, bir de bulûğ çağındaki kızın güvenini kazanmak zorundadır. Kazanamaz. Kızın aşkla imtihanı bu kitapta.
Patricia Highsmith – Baykuşun Çığlığı – The Cry of the Owl. Kara ayrıntı yayınlarından, komşunun karısına aşık adamın gizlice gözetleme maceraları, fark edilinceye kadar tabii ki her şey yolunda. Kara sevdaya gerilimli bir dokunuş.
Daphne du Maurier - Rebecca. Ölmüş bir kadına duyulan aşka benzeyen bir duyguyu bu kitaptakinden başka yerde bulmak mümkün değildir, ölen hanımına duyduğu bağlılıkla deliliğin sınırlarında gezintiye çıkan kahya Danvers evin beyinin yeniden evlenmesine tahammül edemez, adamın da ona hala bağlı olduğunu zanneder ama yanılıyordur adam ölen karısından nefret etmektedir. Aşk ve nefretin gizli çekişmesini okurken hızla çeviririz sayfaları. Bu kitabı kaçıncı kez okurken ilk şiirimi yazmıştım, Rebecca için.
Parlaklığında aradım mutluluğu gecenin
Karanlıktan korktum inemedim derinliklerine
Bir uçurum kenarında düşündüm sessizce
Ölüm sadece yarım metre ötemizde.
Genç kızın Max’in yanında tarif edemediği duygular içinde titrerken uçurumdan aşağıya bakışının tasviri beni öyle etkilemişti ki.
Bir çiçek açtı gönlümde
yalnızlığımla birlikte büyüyecek
diye bitirmiştim şiirimi. O sırada üzerimizden Halley geçiyordu, şiirime Kuyruklu Yıldız Saatleri ismini koyup da postalamamın hemen ardından Milliyet Sanat Dergisinde yayınlanması çok hoşuma gitmişti.
John Fowles - The Magus – Büyücü. Aşk aslında maskeler ve perdelerden ibarettir, her yeni aşkta bir öncekini temize çeker ve aslında hep ilk aşkı arar dururuz demeye getirtir bu akıllara zarar kitapta yazar. Ve aynı yazar kitabına aşık olmuştur yirminci yüzyılın ilk yarısında yazdığı kitabını 80 li yıllarda yeniden temize çeker. Tekrar tekrar okumak düşer kitap kurtlarına. Bir yunan adasında tanrıyı oynayan Conchis eline düşen fanilerin trajedisini yazar durur. Fanilerin gönüllü oynadığını gördüğümüzde iş işten geçmiştir.
Yukio Mishima – Bahar Karları. Yukio Mishima Bereket Denizi Dörtlemesi’nin ilk kitabında dördüncü cildin son satırını yazdığında Seppuku yapacağını en başından beri bilmektedir. Seppuku bizim harakiri diye bildiğimiz, yapan kimsenin kılıcı kendi karnını altından sokup önce sağa doğru çekip, hemen ardında yukarıya doğru var kuvvetiyle asıldığı bir intihar yöntemidir, can havli ile yukarı doğru son hareketin ardından başında bekleyen kimse boynunu keserek daha fazla acı çekmesine mani olur. Uzakdoğunun bu gizemli adetleri bize vahşice geliyor. Ancak Mishima’nın bu ilk cildinde imparatorluk zamanında geçen bir öykü, tanıdık gelen bazı aşk-meşk olaylar zincirini entrika kıvamında anlatıyor özenli biçimde. Yakışıklı bir prens genç kızları kendine aşık etmekte ve onlarla oyunlar oynamaktadır. Ta ki ağır ananeler içinde adeta mahkum gibi yaşamak zorunda bırakılmış ve mahfına sebep olduğu bir genç kıza aşık oluncaya kadar. Aşka tutulduğu anda sürgünü başlar Kiyoaki’nin. Ardından birbiri ardına özenle dizilmiş kelimelerin arasındaki ölümcül serüveni başlar. Adam sonunda kendisinin öleceğini bilerek başlamış yazmaya söze ne hacet.
Merak etmeyin en klasiklerini en sona sakladım. Anna Karenina diyorum, Madame Bovary diyorum size. Tolstoy'un kahramanı, Anna kitabın ilk sayfalarında tren istasyonun’da beklerken intihar ederek başı gövdesinden ayrılan bir kadını gördüğünde bunun başına ileride geleceklerin habercisi olan uğursuz bir işaret olduğunu bilmemektedir, Kont Vronski ile tanışınca "Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer; mutsuz ailelerin mutsuzluğuysa kendine özgüdür" sözü onun için mazide kalır, tutkuyla bağlandığı sevgilisinin peşinde çıktığı yolculukta hayatın ona vermiş olduklarını kaybede kaybede gittiğini fark edebilmek için daha çok uzun yollar katetmesi gerekmektedir. Aşık olmuştur, aşık olunmuştur, daha erken yıllarda yaşamadığı bu duygu için fedakarlıklarda bulunması gerektiğini düşünmektedir. Madame Bovary neresinden baksanız taşralı hoppa bir kadın, yok hoppa ağır oldu, yaşadığı kasaba için fazla süslü, fazla neşeli, aklı bir karış havada bir kadın demek daha iyi olurdu onu tanımlarken. Toplum içindeki statüsünü yükseltme hevesindeyken yanlış erkeğe aşık olarak dünyası değişen bir kadının öyküsüdür. Yazdığını beğendin mi Gustave Flaubert, sus karşılık verme bana.
Eh kuralları çiğnedik durduk son iki kez daha çiğneyeyim oldu olacak iki de film ekliyorum listeye, onlar da en marazisinden iki tane aşk eder toplarsanız.
Peter Greenway’in 1996 filmi, The Pillow Book – Tual Bedenler, aşk ve intikam üzerine yapılmış – bence – en iyi film. Kesik kesik episodlar e farklı anlatım tekniklerin, perdenin bir anda birkaç farklı parçaya bölünüp her birinde farklı öyküler anlatması ile başta sıkıcı gelebilir ama sabredip sonuna kadar izleyen aşkı ve intikamı sonuna kadar yüreğinin derinliklerinde hisseder.
Ve sona sakladığım filmimi şimdi açıklıyorum, aşkın bir tuhaf halini izlemeye davet ediyorum sizi. Bu acıyı çekmeye hazır mısınız bilmiyorum, hazır olmayanlar olabilir, o yüzden küçük harflerle fısıldıyorum:
Lars von Trier, Breaking the Waves, Dalgaları aşmak.
Evet işte kuyruklu yıldızın geçmesini beklerken okunanlar insanın bellek kıvrımlarında bazen izler bırakıyor. Kitapların her okuyucuda bıraktığı izin farklı olduğunu düşünüyorum arasıra. Bendeki izler de izlenimler de kalıcı oldu, değiştiremeyeceğimi sanıyorum. Adettendir biliyorum ama madem kuralları çiğnedik bir kere bu mim'i burada bırakıyorum kimselere pas etmiyor kendime saklıyorum.
Kelimeler
Nazım Hikmet Piraye için yazdı bu şiiri;
Bu geç vakit
Bu sonbahar gecesinde
Kelimelerinle doluyum;
Zaman gibi, madde gibi ebedî,
Göz gibi çıplak,
El gibi ağır
Ve yıldızlar gibi pırıl pırıl
Kelimeler.
Kelimelerin geldiler bana,
Yüreğinden, kafandan, etindendiler.
Kelimelerin getirdiler seni,
Onlar : ana,
Onlar : kadın
Ve yoldaş olan...
Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar,
Kelimelerin insandılar...
21 Eylül 1945
Seneler sonra Hümeyra aldı besteledi ve 1984 yılında yayınlanan 1500 adet basılmış Benim Şarkılarım isimli albümüne koydu. Aynı dönemde süperstar 24 kanallı stüdyoda albümünü hazırlarken Hümeyra 8 kanallı stüdyoda üç beş enstrümanla, ille de olmaz vibrafon ile hazırladı şarkılarını. Plağı pikaba koyduğunda hayranları, sanki odalarının içinde fısıldayan Hümeyra'nın sesini duydular. Bazı şiirler bestelenince başka bir şeye dönüşürler, ne şairi, ne şiiri bilenler ne de bestecisi içten içe hoşnutsuz olur sonucunda. Yılları aşıp gelen bu kelimeler dinleyenlerin yüreğine Hümeyranın sayesinde nota olup dokundu geçti yüreklere.
Topu topu bilmem kaç bin küsur kimsenin dinlediği bu şarkı Vladimir’in aklına düştü, sevdi şarkıyı. Mılrıldanır oldu ikide birde. Şarkılara takıldığı kadar da kelimelere takıldı bir ara, kelimelerini ardı ardına sıraladığı blogunda ağır biçimde esinlendi bu sözlerden, “hüzünlü, kederli ve kahramandılar” dedi sevinçli, umutlu kelimeleri aklına getiremediği bir anda, ama şarkının melodisindeki hüznü bir nebze olsun değiştirmedi. O şarkı usulca çaldı fonda.
4 Ağustos 2008 Pazartesi
İşte O Fırtına
Hayatında garip tesadüflerin, şaşırtıcı durumların yeri hayli fazla olan kızıl saçlı arkadaşımın isminin baş harfi Gülçin. Son seyahatinde oturup hesapladık tanışmamızın üzerinden neredeyse 18 yıl geçmiş. "Hepsi beni bulur" (HBB) ifadesi bir ara onun hayatına yön verecek denli önemli hale gelmişti. Nerde bir gariplik olsa onu bulurdu. Arkadaşımızın tertemiz bir kalbi, kalbinin ortasında da tesadüfleri üzerine üzerine çeken bir tuhaf mıknatısı var. Başına gelenlerin bir bölümünü blogundan bizlerle paylaşıyor zaten. Oturup bir anlatsa o blog dolar taşar bundan eminim. Ama elini birazcık ürkek tutıyor bu ara. Bir de o gizli blogundan ara sıra kuşku duyuyorum ama, hayra alamet sayıyor bu konuda yorumda bulunmuyorum. Elbet bir gün çıkar kokusu.
Böyle karşılıklı oturup bir sürü arkadaş bir araya gelip bazen başımıza onun sayesinde gelmiş hoşlukların envanterini tutalım diye çabalasak da hepsini bir araya getirmek mümkün değil. Bizimkisi boşa kürek çekmekten başka bir şey değil.