31 Aralık 2017 Pazar

Bu Defaki

Bu defakinin, sağlıklılı ve huzurlu geçenlerden olması dileğiyle yeni yılınız kutlu olsun.

1 Aralık 2017 Cuma

Upuzun İsimli Fimler 2/2

Cafeteria, or How Are You Going to Keep Her Down on the Farm After She's Seen Paris Twice - 1973
(Kafeterya, ya da Paris'i İki Kez Gördükten Sonra Onu Çiftlikte Nasıl Tutabileceksin?)

Adını yazması filmi izlemekten uzun süren bir film diyebiliriz. Zira film genç bir kadın ve yirmi altı ineğinin öyküsünü bir dakikada anlatıyor.




The Saga of the Viking Women and Their Voyage to the Waters of the Great Sea Serpent - 1957
(Viking Kadınlarının ve Onların Büyük Deniz Yılanının Sularına Yolculuğu Efsanesi)


Roger Corman'ın yönettiği bu film bekar Viking Kadınlarının kayıp erkek Vikigleri bulup kurtarmak üzere çıktıkları deniz aşırı yolculuktaki maceralarını anlatıyor. Bir bölümü açık denizlerde çekilen filmin oyuncularının bir bölümünün yüzme bilmiyor oluşu çekimler esnasında hayli heyecana sebep olmuş.



Killed My Lesbian Wife, Hung Her on a Meat Hook, and Now I Have a Three-Picture Deal at Disney - 1993 
(Lezbiyen Karımı Öldürdüm, Et Kancasına Astım Sonra da Gidip Disney ile Üç Filmlik Bir Anlaşma Yaptım) 
İntihara eğilimli ve kadın düşmanı bir film yönetmeni senaryosunu kendi yazdığı ilk filmini çekmek zere başrolü oynayacak kadın oyuncuyu seçmek üzeredir. Bu kısa film Ben Affleck'im ilk yönetmenlik denemesi olması bakımından ayrı bir ilgiyi hak ediyor.





(Tanrı'nın Verdiği Bir Grevle Coney Adası'na Gittim... Saat Beşte Dönerim)

İki eski arkadaş, uzun yılar önce izini kaybettikleri üçüncü bir arkadaşlarını bulmak üzere yola koyulurlar.


Can Hieronymus Merkin Ever Forget Mercy Humppe and Find True Happiness? - 1969

(Hieronymus Merkin, Mercy Humppe'yi Hiç Unutanilecek ve Gerçek Mutluluğu Bulabilecek mi?)

60'larda genç kızların sevgilisi Anthony Newley'in başrolde oynadığı müzikalde Hieronymus'un yaşamından anları ve ahlaki çöküşünü izliyoruz. Bir nevi hayatın anlamını arıyor, bulamıyor.

13 Kasım 2017 Pazartesi

Upuzun İsimli Filmler 1/2

Bazı filmlerin isimleri çok uzun, isminin uzun olması kısa isimle anılmamalarını gerektirmiyor ama.
(Dr. Strangelove Yahut Endişe Etmeyi Bırakıp Bombayı Sevmeyi nasıl Öğrendim?

Deli bir general nükleer bir savaşı tetikleyecek hamleyi yapar ve bir oda dolusu politikacı ve general onu durdurmak için delice şeyler yaparlar. Stanley Kubcrick'in yönettiği bu filmde Peter Sellers üç rolde, ayrıca Sterling Hayden, Keenan Wynn, George C. Scott gibi önde gelen oyuncular var.


The Incredibly Strange Creatures Who Stopped Living and Became Mixed Up Zombies1963 
 (Yaşamaktan Vazgeçip Kafası Karışık Zombilere Dönen İnanılmaz Tuhaf Yaratıklar)
Bu müzikal-korku filminin adı aslında "Yaşamaktan Vazgeçen İnanılmaz Tuhaf Yaratıklar, Yahut Nasıl Çılgın Bir Zombiye Dönüştüm" iken Kubrick'in filminin adını andırdığı için dava edilmekten çekinen prodüktörü tarafından son anda değiştirilmiş. Yönetmen Ray Dennis Stacer aynı zamanda baştolde arz-ı endam etmekte. Jerry, sevgilisi Angie ile gittiği karnaval yerindeki falcıdan çok kötü şeyler olacağını öğrenince morali bozulur. Bunu üzerine karnavalda dansçı olan kızkardeşi Carmelita'yı görmeye gider, kuliste hipnotize edilir ve ruh hastası bir katile dönüşür.




(Ah Babacım, Zavallı Babacım, Annem Seni Dolaba Astı ve Bu Yüzden Çok Üzgünüm Ben)

Kadın, kocası ve çocuğu ile tropikal bir yerde tatile çıkar. Sorun kocasının çok uzun süre ölmüş olması ve kadının kocasını doldurup her yere yanınd ataşıyor olmasındadır.

Jane Russel'ın başrolde olduğu bu film Weekend at Bernie's filminin habercisiydi aslında. Yönetmen: Richard Quine ile adı filmin künyesinde yer almayan Alexander Mackendrick.



(Jean-Paul Marat'ın Charenton Tımarhanesi'nde Marquis de Sade Yönetimindeki Hastalar Tarafından İşkence Edilişi ve Öldürülüşü)
Başarılı bir tiyatro eserinden sinemaya uyarlanan bu film kısaca Marat / Sade olarak da biliniyor. Akıl Hastaları bir tiyatro oyununda Marat'ın son günlerini canlandırmak istiyor ve Sade oyunu yönetiyor. 
(Yönetmen: Peter Brook)



Those Magnificent Men in Their Flying Machines: Or, How I Flew from London to Paris in 25 Hours and 11 Minutes - 1965
(Şu Muhteşem Adamlar ve Onların Uçan Makineleri: Ya da Londra'dan Paris'e Nasıl 25 Saat 11 Dakikada Uçtum?)
Bizde "Cesur Pilotlar" adı ile gösterilmiş olan filmin yönetmeni Ken Annakin. Bir gazete Londra ile Paris arasında bir uçuş yarışı düzenler. Dünyanın dört bir yanından gelen uçuş ekiplerinin katıldığı şenlikli bir yarış olur... Sonra gelsin sabotajlar..





7 Kasım 2017 Salı

Kısa Film Öyküleri

Sinema üzerine kitaplar beni ayrı bir heyecanlandırıyor. Kısa film son yıllarda takip etmeye çalıştığım, üzerine kafa yorduğum bir üretim biçimi. Seyyah Kitap'tan bir kaç gün önce çıkan Remzi arabulut'un hazırladığı Kısa Film Öyküleri heyecan verici bir çalışma. Sinema ve edebiyat birliklteliğine birkaç düğüm daha atacak bir çalışma. Tanıtım bülteninde şöyle yazıyor: 

"Türk edebiyatının seçkin 34 yazarı birer kısa film öyküsüyle yer alıyor. Hakan Bıçakcı, Nedim Gürsel, Işıl Özgentürk, Mesut Kara, Hüseyin Alemdar, Sabri Kuşkonmaz, Tarık Günersel, Cengiz S. Asiltürk kitapta yer alan 34 isimden bazıları. Türkiye’de kısa filmin gelişmesinde önemli bir pay sahibi olan yönetmen Hilmi Etikan’la kısa film üstüne yapılan uzun bir söyleşiyle başlayan kitabın editörlüğünü ise sinema yazarı Rıza Oylum yaptı. Kısa Film Öyküleri özellikle genç yönetmenler için önemli bir kaynak görevi görecek."
Birbirine benzemeyen 34 farklı senaryoyu peşpeşe okuduğunuzda sizin de zihninizde koskocaman bir Türkiye fotoğrafı canlanacak. Bu kitabı benim için önemli yapan unsurlardan bir tanesi, de kısa film senaryolarımdan bir tanesinin kitaba dahil edilmiş olması.

Kısa Film Öyküleri, Seyyah Kitap, 204 Sayfa, Kasım 2017

3 Kasım 2017 Cuma

Paul Auster'la Konuşmalar

Edebiyatla ilgili olanlar elbette Paul Auster'ı iyi tanırlar. Agora'dam geçtiğimiz günlerde çıkan bu kitap Paul Auster ile farklı tarihlerde, farklı isimlerce yapılmış ropörtajlardan oluşuyor. Sinemaseverleri ilgilendiren kısmı ise "Smoke" ile başlayan ilk adımlarından "Yanılsamalar Kitabı"ndan çok iyi tanıdığımız dünyayı anlattığı "The Inner Life of Martin Frost" adlı son filmine kadar, ünlü yazarın yönetmenlik ve senaryo yazarlığı tecrübelerine ışık tutuyor olması.

Kitabın tek olumlu yönü Auster'da, bir filmin ilk nüvesi nasıl ortaya çıkıyor, yakaladığı fikir hangi adımlardan geçerek senaryoya dönüşüyor, kaç kez sil baştan yapıyor, oyuncular nasıl seçiliyor, öyküsünü nasıl filme alıyor; sinemacı olarak öyküye bakışı ile edebiyatçı olarak anlatacağı öyküye bakışı nasıl gibi hususlara açıklık getiriyor olması değil, kitap kurtlarının yıllardır önce inceden inceye yollarını kaybedip sonra yeniden buldukları o dünyalara bu kez farklı kapılar açıyor olması.


Paul Auster'la Konuşmalar 
Derleyen: James M. Hutchisson
Agora Kitaplığı - 2017

1 Ekim 2017 Pazar

Eskiden

Eskiden, regülatörsüz bir televizyon düşünülemezdi bile.

12 Eylül 2017 Salı

Bir Kitap: Billy Wilder

Billy Wilder, 1906 - 2002 

Avusturya'da doğan Billy Wilder avukat olmayı planlarken Viyana'daki bir gazetede muhabir olarak çalışmaya başladı. Berlin'in en çok satan tabloid gazetesinde çalışırken sinemaya merak salıdı ve kısa sürede Almanya'nın en sükseli senaristlerinden biri haline geldi. 1933 yılında Hitler'in iktidara gelmesiyle ülkeyi terkederek Fransa üzerinden A.B.D.'ne geçti ve İngilizce bilmemesine rağmen kısa sürede Hollwood kapılarını çalmaya başladı. Senarist olarak mazisi çaldığı kapıların açılmasını sağladı ve 1939'dan itibaren iz bırakan filmlerin yönetmeni oldu. Yüz yıla dayanmış yaşam yolculuğu adeta sinema tarihi gibi yönettiği filmlerden bazılarına bakar mısınız?
Double Indemnity, 1944
The Lost Weekend, 1945
A Foreign Affair, 1948
Sunset Blvd., 1950
Stalag 17, 1953
Sabrina, 1954
The Seven Year Itch, 1955
Witness for the Prosecution, 1957
Love in the Afternoon, 1957
Some Lİke It Hot, 1959
The Apartment,1960
Irma La Douce, 1963
The Fortune Cookie, 1972
The Front Page, 1974
Fedora, 1978
"Bu da bir Billy Wilder filmi miymiş!" dediğinizi duyar gibiyim.

Ckarlotte Chandler'ın kitabı Wilder'ın Avusturya'dan Hitler Almanyası'na, Hollywood'a uzanan serüvenini aktarırken aynı zamanda bütün filmlerinin arka planında yaşananlara ve elbette Wİlder ile çalıştıkları döneme dair Kirk Douglas, Jack Lemmon, Shirley MacLaine, Ginger Rogers, Jimmy Stewart, Gloria Swanson, Marilyn Monroe, Audrey Hepburn gibi bir çok yıldızın bilinmeyen yönlerini de anlatıyor. Chandler kitabı hazırlarken Wilder ile seri halde ropörtajlar yapmış ve görüşmenin sarkmasına ya da dallanıp budaklanmasına izin vermemiş. Çok başarılı bir biyografi kitabı. Ancak sinema üzerine ülkemzide çıkan kitapların neredeyse ortak iki özelliği olan çevirmenin sinema konusunda bilgisizliği ve hedef ve kaynak dile vakıf olamaması halinden bu kitap da nasibini almış. Minik teferruatları kafaya takmıyorsanız sinema üzerine hıza okunan ve keyif veren bir kitap.


1 Ağustos 2017 Salı

Jean Moreau

1949'dan 2015'e kadar yüzün üzerinde filmde rol aldı. Sahne oyunlarında, TV dizilerinde oynadı ve o kadar güzel şarkılar söyledi ki ciddi bir müzik kariyerine sahip oldu. Yegane konserini Carnegie Hall'de Frank Sinatra eşliğinde verdi. Sinemanın en iyi yönetmenlerine kendisi ile çalışma fırsatını tanıdı. İzleyicinin zihninde en çok Jules ve Jim filmindeki Catherine karakteri ile yer etti. Sinema sektöründe "Fransız Bette Davis" takma adıyla anıldı. üç kez evlendi, üç kez boşandı, bir çocuğu oldu. Louis Malle, Pierre Cardin, Lee Marvin ve Thodoros Roubanis ile büyük aşk yaşadı. Vanessa Redgrave eşi yönetmen Tony Richardson ile yasak aşk yaşadıkları iddiası ile evliliğini sona erdirdi. Yakın arkadaşları arasında edebiyat dünyasının gözde isimleri olan Jean Cocteau, Jean Genet, Henry Miller, Anaïs Nin ve Marguerite Duras vardı. 2000'lerde sahne oyunları yönetmeye başladı. Şimdilerde ressam olan oğlu Oğlu Jerome, 10 yaşındayken "Moderato Catabile (1960)" filminin setine ziyarete gelmişti. Rol arkadaşı Jean Paul Belmondo oğluna çarparak ağır yaraladı. Çok filmde oynadı ama çok filmde rol almak istemedi, mesela; reddettikleri arasında yer alan Spartacus, Mrs. Robinson, One flew over the Cuckoo's Nest, La Pianiste kabul edenlerin başarı hanesine yazılan roller oldu. İnandığı filmlerde para konusund aısrarcı değildi, Orson Welles'in bir filminde bütçe yeterli olmadığı için gümüş tabaklar karşılığında oynadı. Oson Welles onun gelmiş, geçmiş en yetenekli kadın sinema aktristi olduğunu söyledi. En büyük hayali Ingmar Bergman ile çalışmaktı, Bergman onun için L'anour Monstre adkı bir senaryo yazdı ama her iki sanatçı da dil engelini aşamadıkları için proje rafa kaldırıldı.


Şu sözler ona ait:

"Role girdiğimde o kişi olurum, film bittiğinde kendim.Çok sıkı çalıştım, Tutkulu biriyim ve benim dünyam sinema, oyunculuk, tiyatro, yaratıcılık, sanat, resim, edebiyat, müzik, heykel, güzel manzaralar ve sokaktaki halk hareketleri. Her şey. Oyunculuk kırılgan duygularla başa çıkmayı gerektirir, yüzüne bir maske takıp çıkmak değildir. Ne zaman bir oyuncu rol yapar kendisini insanlara açar, maske takıp gizlenmez." 
"Zamanı durdurmak için kendinize ihtimam göstermeyin, bunu kendinize saygı duyduğunuz için yapın. Hayat enerjiniz size verilmiş muazzam bir armağandır. Kendiniz salıp cenaze gibi görünmemeniz, hastalanmamanız lazım. İnsanın hayattaki yegane görevi sağlıklı ölmek olmalıdır: tıpkı sönen bir mum gibi."  
"Ben, içinde geçmişe hiçbir özlem taşımayan bir kadınım." 
"Yaşım hakkında asla tasalanmadı. Eğer kafayı aşırı biçimde yaşınıza takarsanız komik duruma düşersiniz. Hayat otuzunda bitmiyor, Bana göre yaş dediğin bir sayı, gerisi boş."
"Zeki biriyim, ama entellektüel değilim"
 
"Kolay aşık olan tutkulu bir kadınım" 
"Tutkulu olsam da asla rekabetçi olmadım" 
"Siz değer vermedikçe erkekler peşinizden koşar." 
"Görünüşüm hakkında kibar laf etmek isteyenler "Ne kadar da Bette Davis'e benziyorsunuz" derler, ama sorun şu ki ben Bette Davis'e tahammül edemiyorum."  
"Yaş almak bir şeyler öğretir mutlaka ama herkese sağduyu getirmez. Zira sağduyu akşamları yüzünüze sürünce sabah daha akıllı kalkmanızı sağlayan bir yüz krem değil." 
"İnsanların iç güzellikleri ile dış güzelliklerinin birbirinden tamamen ayrı olduğunu düşünmüyorum. Ruh haliniz yüzünüze yansır."

Orson Welles hakkında: "İspanya'da bir ufak meydanı bir Çin pazarına dönüştürdü. Bana göre işte sinema tam da budur yani büyücülük!

Luis Bunuel hakkında: "Ona, İspanyol babam derdim. O da bana, eğer kızım olsaydın seni bir güzel bağlar parmaklıların arkasında zaptederdim."

Ranier Werner Fassbinder hakkında: Eski eşi gelip beni bir filminde oynatak istediğini söyledi. Filmi 24 günde tamamladık. Daha sete adımımı atar atmaz içindeki büyük azmi hissettim. Yaratıcılık anlamında mükemmel bir insandı!


Jean-Luc Godard hakkında: Eva'yı onun yönetmesini istedim. Sözleşme imzalandı ve avans ödendi. Senaryonun ilk taslağını dört haftada teslim etmesi gerekiyordu. Onun yerine bir sayfalık mektup gönderdi. Yapımcılar bana, nerden buldun bu serseriyi, diyerek saçlarını başlarını yolmaya başladılar. Sonra Joe Losey ile anlaştık.

Burt Lancaster hakkında: The Train filmini çekiyorduk, rolün bir yerinde kültabağını alması gerekiyordu. İki saat boyunca o kültabağını almasının arkasındaki güdünün ne olabileceğini sorgulayıp durdu. Bir an içimden kültabağını kaptığım gibi, sus artık, diye bağırarak fırlatmak geçti. 





by Nomad






10 Temmuz 2017 Pazartesi

Isabelle Adjani Söylüyor

Sinemadaki kaderi trajik kadın karakterleri ya da sinir krizinin eşiğindeki kadınları canlandırmak olarak belirlenmiş bir yıldız. Alman anneden doğma ve Cezayirli babadan olma hali ona hem egzotik bir güzellik kazandırıyor Ana dili Almanca, sonradan, mecbur kalınca Fransızca ve İngilizce'yi akıcı konuşabilecek biçimde öğrenmiş. 12 yaşında sahneye çıktı, 14 yaşında ilk filminde oynadı - bugüne dek 30 film. Fransa'nın sinema dalındaki en önemli ödülü olan César'ı en iyi kadın oyuncu dalında beş kez kazanarak bu ödülü en çok kazanmış sanatçı rekorunu elinde bulunduruyor. İki çocuğu var, birisi Yönetmen ve görüntü yönetmeni Bruno Nuytten, diğer oyuncu Daniel Day-Lewis'den. 1983 yılında çıkardığı Serge Gainsbourg destekli albümü İsabelle Adjani bir milyondan fazla satınca 1986'da yaptığı başarılı bir single çalışmasından sonra "bir kalpte iki aşka yer yok" diyerek müzikle profesyonel bağını kopardı. 

Şu sözler ona ait: 
Yönetmenler üzerine...
"Kadınları seven ve onlara kamerasının içinden de bakmayı bilen yönetmen nadir bulunur."
Oyuncu olmak üzerine...
"Hafızada yer eden filmleri seviyorum, bu yüzden sosyal ve duygusal bir gücü olan rolleri seçmeye çalışıyorum. Oyuncu olmak benim için yalnızca bir iş değil, bir inanç işi."
Andrzej Zulawski ile çalışmak üzerine...
"Possession, gençken oynanabilecek bir film. Zulawski, oyuncusunu karanlık dünyasının ve günahlarının içine çeken bir yönetmen. Gençken sorun değil, çünkü orada olmak heyecan veriyor. Onun filmleri çok özel ve kadına sanki kırılgan bir zambağa dokunacakmış gibi odaklanıyor. O filmi yapmak beni çok etkiledi, ama içim dışım yara vere içinde kaldı. Yine de o filmde oynamak heyecan vericiydi. Kemiklerim filan kırılmadı elbette ama şöyle diyebilirim "Zorum neydi?". Benden başka hiçbir kadın oyuncunun onunla iki film çekebileceğini zannetmiyorum." 
1977 senesinde bir durum saptaması...
"Çok eğleniyorum, bugün bir yıldızım.. peki ya yarın?"
Bu fotoğrafında geçmişte bir yerlerden bize gülümsüyor Isabelle Adjani

Meraklısına Şarkılar:
"Pull Marine"
Şarkı: Serge Gainsbourg
Klip Yönetmeni: Luc Besson
şarkı "burada"

6 Temmuz 2017 Perşembe

The Circle

James Ponsoldt'u yönettiği az sayıdaki filmlerinden, "Off the Black", "Smashed", öyküsünü göstermedikleriyle, sezdirerek anlatan olağanüstü "The Spectacular Now" ve 2015 yılının sürpriz filmlerinden " David Foster Wallace ile The Rolling Stones dergisi için yapılmış efsanevi bir ropörtajı anlatan "The End of the Tour" adlı filmleri ile anımsıyoruz. Yönettiği filmlerin çoğunun senaryosunda da emeği geçmiş Ponsoldt genç neslin merakla izlenen sinemacılarından. Elbette yetenekli ve genç sinemacıları bekleyen tehlikelerin en büyüğü, Hollywood'un sunduğu parasal olanaklar için sanatından ödün vermek Ponsoldt'u da bekleyen tehlikenin ta kendisi. Sektörü ona büyük bütçeli gişesi garanti bir film yönettirmesi kaçınılmazdı. 



Bazı filmler iyi eskimiyor çevrilmelerinden birkaç sene sonra izleseniz dahi yavan gelir, bazıları ise üzerinden geçen onlarca yıla rağmen çevrildikleri dönem sonraısnda doğmuş olan sinema izleycisini cezbetmeye devam eder. Disclosure, The Cable Man gibi filmler birer baş yapıt değiller ama seçtikleri konular itibariyle bugün bile yeni kalmış filmler.The Circle Dave Eggers'ın aynı adlı romanında uyarlanmış ve senaryoda Ponsoldt ile kendisinin de imzası var. Kitabı okumadığım için kıyaslama yapmam mümkün değil. Ancak seçtiği konu itibariyle The Circle'ın daha şimdiden eskimiş bir film olduğunu söyleyebilirim, enteresan olabilmesi için en az 15 sene evvel çekilmiş olmalıydı. 

Film daha ilk dakikalarından Hollywood klişeleri kitabının, "genç kadın büyük bir şirkette işe girer ve kariyerinde önemli bir sıçrama yapar, ancak şirkette hiçbir şey göründüğü gibi değildir" başlığı altında yazan ne varsa tekmilinin bu filmde bulunacağı izlenimini veriyor ve bir tek bu konuda hayal kırıklığına yol açmıyor. Filmin bütününe yayılmış on dakika sonra olacakları da finali de biliyorum duygusu rahatsız edici. Böyle olunca bir yerden sonra filmde olan bitenlerle dalga geçmeye başlıyor insan. 



"The Circle" şirketinin iç ve dış dizaynı böyle bir şirketten beklenebileceği gibi tasarlanmış, bu haliyle izleyiciciye çok şey vaad ediyor. Ancak filmin içinde (ekran görüntüleri içinde değil) aniden açılan bilgi ve iletişim kutucukları gereğinden fazla kullanılmış ve bu tarz hinlikler çok uzun yıllardan beri yapılıyor, yenilikçi bir uygulama değil. Filme doğru anlamda hizmet eden bir unsur da Dany Elfman'ın müziği. Özellikle Tim Burton ile olan işbirliği ile tanına müzisyen bu filmde kolaya kaçmamış, kendi alameti farikası olan yoğun yaylıları kullanmıyor. Başka filmlerde müzisyenin kim olduğuna bakmadan yalnızca kullanıla sesler ve melodi yapsıından ismini anlamak mümkündür. 



Mae Holland (Emma Watson) The Circle adlı yüksek teknoloji firmasında işe başlar. Şirketin bulunduğu yerleşkede cennetten bir köşe gibidir. Yapay göller, ağaçlarla çevrili şirket yerleşkeside femç çalışanlar sanki üniversite yaşamlarını hala deavm ettirmektedirler. Öasöavi gökyüzünün altında capcanlı gülüşleri ile sürekli devinmektedirler. üzerlerinde ise sürekli kayıt hakideki droneler uçuşmaktadır. Şirketin patronu Eamon (Tom Hanks) çalışanlarını oditoryumda toplayarak yeni keşiflerinden bahsetmektedir. İlk toplantısında Mae'yi keşfeder, genç kız artık şirketin yeni yüzü olacaktır. Şirketin yeni, yıldız ürünü olacak mini kamerayı kendi üzerine, evine ve sık kullandığı mekanlara takacak ve tamamen "şeffaf" bir hayat sürecektir. Bu şeffafiyet hali onu ve diğerlerini bir "bütün" haline getirecektir. Doğrudan "Truman Show" filmini anımsatan sahnelerden anladığımıza göre kazandığı popülerlik ve iş yaşamındaki ani yükseliş genç kızı çok mutlu eder. Meğerse şirket internet üzerinden uluslararası bir iletişim ağı kurarak internet üzerinden üye olanların bütün kimlik bilgilerini, beğeni eğilimlerini toplayarak olara daha çok mal pazarlanmasını sağlamak hedefi gütmüyor muymuş? (çok şaşırtıcı) Mae, gamsız gailesiz cıvıldarken eski sevgilisi Mercer (Ellar Coltrane) bu şirketin göründüğü gibi olmadığını söyler ve sırra kadem basar. O andan itibaren Mae'nin de içini huzursuzluk basar. Bir seri hepsi önceden tahmin edilen olaylar cereyan eder ve film biter. 


Senaryonun tamamiyle önceden kestirilebilir olması, benzeri filmlerden falası ile esinlenmiş hali, klişelerin sıkıntı verecek denli yoğun kullanımı filmin inandırıcılığı önündeki en büyük engeller değil. Oyuncuların yönetmen tarafında yanlış yönlendirildiği çok belli, öncelikle filmin kötü adamı Eamon'ı Tom Hanks son derece babacan ve esprili bir şekilde canlandırıyor. İnandırıcılık kaybı işte tam da buradan başlıyor. Emma Watson'ın işi gerçekten sor, koca bri sahnede devasa görüntülerin önünde büyüyen bir edişe sergilemesi gerekirken şaşkınlık ve çaresizlik içinde sağına soluna bakınıyor. Sonuç: gerilimin giderek yükselmesinin gerekli olduğu bir sahnede hedeflenmediği halde izleyicinin ilgisinin dağılması. Filmin kilit kişilerinden biri olan Mercer karakterini Ellar Coltarane son derecek kötü bir oyunculukla veriyor. Halbuki "Boyhood" filminde bir çocuğun 5 yaşından 17 yaşına kadar olan yaşamından kesitleri başarıyla canlandırabilmiş bir oyuncu. The Circle'daki oyunculuğu taöaöem yönetmenin hatalı yönlendirmesi. Geçmişteki başarılı filmlerine karşın senaryosuna kadar filmden mesul Ponsodt'un bu filmde iyi bir iş çıkardığını söylemek güç. 





The Circle - 2017

Yönetmen: 
James Ponsoldt

Senaryo: 
James Ponsoldt & Dave Eggers 
(Dave Eggers'ın aynı adlı romanından)

Oyuncular: 
Tom Hanks, Emma Watson, Ellar Coltrane, 
Glenne Headley, Bll Paxton, Patton Oswalt, Beck 

Görüntü Yönetmeni: 
Matthew Libatique

Kurgu: 
 Lisa Lassek, Franklin Peterson

Müzik: 
Danny Elfman

Meraklısına Linkler:

5 Temmuz 2017 Çarşamba

İntikam Meleği, Yahut Kadın Hamlet

Çevrildiği dönem seyirciyi sinemaya çekebilmek için magazin gazeteciğinin bütün numaralarının sergilendiği, daha çekim aşamasından başlayarak film setinden bilimum görüntü ve atmasyon haberin gazete okurlarına  tez elden ulaştırıldığı bir film olan "Kadın Hamlet"in gişesinin kağıt üzerinde tamah ettikleri kadar başarılı olamayacağı montaj aşamasında yapımcılarının (Memduh ün, Fatma Girik, Metin Erksan) idrak etmesiyle olmalı ki film "İntikam Meleği" adıyla gösterime girdi. Sinema izleyicisinin alakasını cezbedemeyen film, çok zaman geçmeden siyah/beyaz TRT televizyonundan yayınlandı. Cumartesi geceleri, "Televizyonda Sinema" kuşağında sinema tarihinin önemli filmleri izleyiciye sunulurken, ilk kez bir Türk filminin bu kuşakta yer alması şaşırtıcıydı. Filmin tek enteresan tarafı yapımcılarının TRT yönetimi üzerindeki tesirini göstermiş olmasıydı. Berbat bir filmi kimbilir ne hatır uğruna yayınlamayı seçmişlerdi. 



Seneler sonra, tahammül ve tahayyül sınırlarımı sonuna dek zorlamak pahasına filmi yeniden izledim.  Babasının hayaleti Hamlet'e, "beni amcan öldürdü der". Amcasının artık annesi ile evli olması babasını iki misli tedirgin etmekte bu sebeple ikide birde hortlamaktadır. Hayalet, kızı Hamlet'i intikamını alması için görevlendirir. Hamlet bu sırrı babasının sadık hizmetkarı ile paylaşır. Amcası ve onun suç ortağı olan öz annesin suçlarını itiraf edinceye dek deli rolü yapacaktır. Buraya kadar bildiğimiz Hamlet ama bundan sonrası akla seza anlar resmi geçidine dönüşüyor. Hamlet elinde borazanıyla ormanda gezerken kırlık alanda resim yapan Orhan’ın (Ophelia) görür ve yapmakta olduğu tabloyu yalnızca görüneni resmettiği için mahveder, zaten içine kapanık ve naif olan Orhan daha da içine kapanır ve hayata küser;  Hamlet uyuyan anne ve amcasına ayna tutarak onlara içyüzlerini göstermeye çalışır; duvarları olmayan odasında "Makber"i dinlerken yanına gelenleri "kapıyı çalmadan içeriye girmeye utanmıyor musunuz?" azarlar; olmayan bir orkestrayı enstrümanları kendinden geçmiş bir biçimde, dahası elleri pençe pençe vaziyette yönetir gibi yapar, dünya hapishanesi dediği bir kafesin içinden arkadaşları ile karşılaşır.



Abartılı oyunculuklar, derme çatma dekorlar, habire kılık değiştiren bir baş oyuncu, sahneler arasında neden sonuç ilişkisinin olmayışı, birbirini takip eden sahneler arasındaki mantık ayrılıkları bu filmi izlenmesi zor hale getiriyor.

Metin Erksan'ın kendisine özgü bir sinema dili vardı ancak öyle sanıyorum ki bu filmde doğrudan bir yanlış tasarlanmış yüksek gişe hasılatı planının kurbanı olmuş. Yapaylık ve gösteriş yapma çabası filmin ruhunu eke geçirmiş. Kadın Hamlet boyundan büyük laflar eden sakil bir film. 



İntikam Meleği, Kadın Hamlet - 1976

Yönetmen: 
Metin Erksan

Senaryo: 
Metin Erksan 
(W. Shakespeare'in Hamlet adlı tiyatro eserinden)

Oyuncular: 
Fatma Girik, 
Reha Yurdakul, 
Sevda Ferdağ, 
Ahmet Sezerel, 
Nevra Serezli, 
Çoşkun Göğen, 
Orçun Sonat,  

Görüntü Yönetmeni: 
Cahit Engin

Kurgu: 
Süleyman Karakaya


Müzik: 
Timur Selçuk (Pireli Şarkı), 
Dimitri Şostakoviç,  

Meraklısına Bir Başka Bakış:
Kadın Hamlet Niye Kadın?

Meraklısına Filmden Sahneler:

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Şaşırtıcı

2008 yılından beri takip ettiğim bir blog yazarının aynı zamanda takip ettiğim bir televizyon dizisinin önemli karakterlerinden bir tanesini canlandırdığını öğrenmek.



29 Haziran 2017 Perşembe

Bad Dreams

"Slasher" filmlerinin ortak özelliği bir grup insanın bir psikopat katil tarafından sırayla katledilişlerini anlatıyor olmalarıdır. Bu ilk filminde Andrew Fleaming "slasher" filmleri şablonuna ciddi yenilikler getirmeyi başarmıştı. 

Konusu: Fleming'in filmi yetmişli yılların ortasında, California kırsalını gösteren geniş açılı bir çekimle açılıyor ve kamera hareket ettikçe odaklanacağımız görüntünün kocaman bir ev olduğu anlaşılıyor. Evin içinde Harris adlı kaçık bir önderin eşliğinde intihar etme hazırlığında "Unity Farm" adını almış bir hippi grubu vardır. Harris bu kült grubunu ölümün son olmadığına aksine yeni bir yaşama açılan kapı olduğuna ikna etmiştir. Bu kapıdan bedenlerini yakarak geçebileceklerdir.

Yaşanan faciadan yalnızca ailelerden bir tanesinin küçük kızı Cybthia kurtulur. Ancak o da komadadır. On üç yıl komada kaldıktan sonra uyanır. Bir psikiyatri merkezindeki borderline hastalarının arasına alınır. Psikiyatristlerin çabalarına rağmen yaşadığı travmaya dair hiçbir şey anımsamamaktadır. Bir süre sonra kült liderinin hayalini görmeye başlar, derken terapi grubundaki hastalar birer birer intihar etmeye başlarlar. Acaba kült lideri Harris Cynthia'nın bilinç altına hükmederek kültün yarıda bıraktığı işi tamamlamaya mı çalışmaktadır? Haris'i durdurmak mümkün müdür? Yoksa sahiden ölüm daha güzel bir dünyaya açılan kapı mıdır? yahut bu psikiyatri merkezi aslında hiç de göründüğü gibi bir yer değil midir? Cythia'nın bu sorulara yanıt bulması gerekmektedir. 



Temelde Freddy'nin kabuslarından epey esinlenmiş gibi dursa da ( bilhassa( Elm Street 3: Dream Wariors) özgün unsurlara sahip bir korku filmi ve rüya sahneleri yaratıcı ve akılda yer edecek mizansenlerden oluşuyor. 



Unutulmaz rüya sahnesi: Cynthia rüyasında bir asansördedir. Aniden, ışıklar pırpır etmeye ve asansör sarsılmaya başlar. Genç kadın birden fark eder ki, asansördekilerden biri Harris'tir. 



Unutulmaz rüya repliği:"Bu aşk asla bitmeyecek!"



Bad Dreams (1988)
Yönetmen: Andrew Fleming



22 Haziran 2017 Perşembe

Lady Macbeth

Shakespeare'in ölümsüz eserinin yarattığı çağrışımı ismine taşıyan, Nikolay Leskov'un 1865 yılında yazmış olduğu "Mtsensk'li Lady Macbeth" adlı novella'sını bu kez ilk uzun metraj filmini çeken, tiyatro kökenli William Oldroyd uyarlıyor.



Oldroyd'un filminde öykü Victoria dönemi İngiltere'sinin kırsalına taşınmış. Maden sahibi Boris (Christopher Fairbank) oğlu Alexandre'a (Paul Hilton) Katherine'i (Florence Pugh) topraklarıyla birlikte satın alır. Babasının baskısı ile silikleşmiş, sindirilmiş Aleander Katherine'e kendilerini nasıl bir evliliğin beklediğini daha ilk geceden gösterir. ne de olsa babasının oğludur ve onun da silikleştireceği bir eşe ihtiyacı vardır. Victoria döneminde yaygın olan, yıkanırken dahi insan bedeninin gizlenmesi gerekliliği bu evde yoktur. Katherine kocasının bir komutu ile soyunmaktadır. 




Henüz bir genç kız olan Katherine kendisinin iki katı yaşta olan kocasının yanında nadide bir ev eşyası gibi boy göstermekle yükümlüdür: kayınpederi, Katerine'e yükümlülüklerini sürekli anımsatır ve değersizliğini yüzüne vurur. Malikanenin kapısından dışarıya burnunu bile çıkarmaması, içeride kalıp sürekli İncil okuması gereken genç kız böyle bir göreve ve evliliğe hazır değildir: kocasının hoyrat emirlerine çaresiz itaat ederken kıkırdayarak gülmekte, günün her saatinde evin muhtelif yerlerinde uyuklamaktadır. Bu haliyle yapabilecekleri evin kedisi ile neredeyse tıpatıp aynıdır, uyuklamalı ve halılara basmadan mobilyadan mobilyaya atlamalıdır. Katherine evin duvarlarının, eşyalarının birbirlerinin gölgesini andıran renkleri arasında mavi renkli elbisesi ile henüz açmak üzere gonca bir çiçek gibi durmaktadır. Katherine açacaktır ve kendisi olacaktır. Oldroyd'un filmi her ne kadar Victoria döneminde geçse de kocasının ailesine ait evi İskandinav ülkelerini resmeden tablolardaki gibidir. Victoria dönemi evlerinin tıklım tıkışlığı bu evde yoktur, lüzumlu eşyalar dışında olması gereken ne varsa izleyicinin gözünden kaçırılmıştır. Duvar kağıdı bile yoktur, pastel renklerin hükümranlığını bir tej Katherine'in mavisi tehdit etmektedir. 




Uyuklamaması ve yatma zamanına kadar başında beklemesi gereken  hizmetçisi Anna (Naomi Ackie) olanların ve olacakların şahidi ve sırdaşıdır. Katherine kendi sesini kazandığında, Anna konuşmaz olur. Sessiz bir hizmetçi Katherine için bulunmaz bir nimettir ve belki de güven duyabileceği tek şey olan Anna'nın sessizliğini sonuna kadar kullanacaktır. Eşi uzun sürecek bir iş seyahatine çıktığında o çatı altında yaşayan herkesin kader akışı da değişecektir. Çünkü Katherine artık kendisine yasak olan yere, dışarıya çıkacak, malikanenin müştemilatına adım atacak, doğada uzun süren yürüyüşler yapmaya başlayacaktır. Oda hizmetçisini diğer işçilerin önünde taciz eden seyis Sebastian'ı (Cosmo Jarvis) gören Katherine adamın cüretkar tutumundan etkilenir ve geceleri genç adamı odasına almaya başlar. Aşık olduğu adam ile arasına girecek herkesi tümden ortaya kaldırmaya yetecek şeytani bir gücü olduğunu henüz ne kendisi, ne seyis, ne de oda hizmetçisi bilmektedir.



Doğduğu andan itibaren yaşadığı dönemin kuralları gereği bulunduğu yere kökleri ile adeta bir çiçek gibi bağlanmaya mahkum edilmiş Katherine film boyunca çeşitli ruh hallerinden geçer. Katherine'nin yolculuğu geçtiği ruh halleridir. Hiçbir ifade taşımayan çehresi ile tanıdığımız genç kızın yüzü, kendisine biçilen kader onu sınadıkça halden hale değişir. Filmin çekildiği sırada 19 yaşında olan Florence Pugh'un olağanüstü oyunculuğu yönetmen Oldroyd'un seçimi ile sadeleştirilmiş arka planın önünde parladıkça parlamakta.  Yönetmenin öyküyü anlatmak için kullandığı en önemli enstrüman baş oyuncusu olmuş öyle ki kapanıştaki kısacık bir an dışında müzik kullanım dahi filmde yer almıyor.  



Oldroyd duru ve güze yüzlü bir genç kızın kayınpederinin evinde yaşadığı duygusal şiddet sahneleri ile izleyiciye daha en başından taraf tutturuyor ve filmin uğursuz bir kehaneti andıran ismine rağmen seyirciyi hayretten hayrete sürüklüyor. Filmde insanların ten rengi de dahil olmak üzere renkler önemli işleve sahip ve anlamları sorgulandıkça ana öyküye olan bağlantıları keşfediliyor. Filmin finali seyircinin izlediği trajedinin yanında sönük kalsa da, yönetmenin meramını karşılıyor ve bütünde mantık hatası barındırmıyor. Benim için Lady Macbeth,  takip edilmeye değer bir yönetmen ve aktristin habercisi. 


Lady Macbeth - 2016

Yönetmen: 
William Oldroyd

Senaryo: 
Alice Birch 
(Nikolay Leskov'un novellasından)

Oyuncular: 
Florence Pugh, 
Cosmo Jarvis, 
Christopher Fairbank, 
Paul Hilton, 
Naomi Acke

Görüntü Yönetmeni: 
Ari Wegner

Kurgu: 
Nick Emerson

Müzik: 
Richie Kohan









Meraklısına Linkler:
Teaser
ABD fragmanı

21 Haziran 2017 Çarşamba

Sibiryalı Lady Macbeth

Shakespeare'in Macbeth'ine göndermenin bariz olduğu bu film daha adından başlayarak cehennemi bir tutku ve cinayetlerin sarıp sarmaladığı bir kadını  çağrıştırıyor. Sibiryalı Lady Macbeth'in öyküsü bilinen ve bilhassa sinema tarafından hayli sevilen bir edebiyat eserinden geliyor.

M. Stebnitsky takma adını bazı eserlerinde kullanmış olan Rus gazeteci, öykü, roman ve oyun yazarı Nikolay Semyonoviç Leskov "Mtsensk'li Lady Macbeth" adlı novellayı 1865 yılında yazdı. Bu eserin sahne sanatlarına uyarlaması yapıldığı gibi, sonradan sinema bir çok kez ilgi gösterdi. Leskov çağdaşları Tolstoy, Dostoyesky ve Turgenyev ayarında iyi bir yazar olsa da, asla onlar gibi yazmadı, derin kişilik analizlerinden ziyade olay örgüsünü ön plana çıkarmaya çalıştı; köylüleri, oda hizmetçilerini, askerleri, subayları, dindar insanları, varlıklı ama soylu olmayan aile kızlarını, çingeneleri, tatarları ve çarları dönemin Rus yazarlarından beklenmeyen esprili bir dil kullanarak ve gözlemlerine dayanarak yazdı. 

Stalin döneminde Şostakoviç tarafından opera için bestelendi ve olumlu eleştiriler aldı. Şostakoviç'in Rusya tarihinin dört farklı döneminden kadın karakterleri sahneye taşımak istediği dörtlemenin bir parçası olan eser  üç farklı opera tarafından sahnelenmekteyken bir akşam Stalin izlemeye geldi. Eserdeki feminist öğelerden rahatsız olarak operayı terk etti. Ertesi gün gazetelerde, Şostakoviç'in eserinin ahlaksız bir kakafoniden başka bir şey olmadığı yazıyordu. Kısa bir süre sonra  eserin gösterimi 1961 yılına dek yasaklandığı gibi bestecisi de halk düşmanı ilan edildi. 

Novella 1927 yılında "Katerina Izmailova" adı altında ile Cheslav Sabinsky tarafınfan sinemaya uyarlandı. 1967 yılında yine aynı isimle ancak bu kez Şostakoviç'in operası üzerinden sinema uyarlamasını Mikahil Shapiro yaptı. 1989 yılında Roman Balaya "Ledi Makbet Mtsenskogo Uezda" ismi ile sinemaya uyarladı. 1992 yılında Peter Weigl, Şostakoviç versiyonuna geri dönerek sinemaya "Lady Macbeth von Mzensk" adıyla uyarladı  İkibinli yıllarda iki kez televizyon filmi olarak değerlendirilen novella 2016 yılında öncekilerden oldukça farklı bir yorumla, tiyatro kökenli William Oldroyd tarafından stilize bir anlatınla sinemaya uyarlandı ve "Alfred Hitchcock Lady Chatterley'i sinemaya uyarlasaydı böyle olurdu" sloganı ile tanıtılınca "Lady Nacbeth" adlı bu film seyircinin ilgisine fazlasıyla mazhar oldu.



Gelelim Sibirska Ledi Magbet'e... Andrzej Wajzda filmografisinin en önemli filmlerinden olmasa da, oyunculuk anlamında bilhassa filmin ikinci yarısında oldukça başarılı. Polonya dışında çektiği ilk film olma özelliğine sahip (çekildiği dönemin Yugoslavya'sı). Trajedi ile kara film öğelerini harmanlayan film, uzak bir köyde yaşayan acımasız Katarina'nın ölümcül entrikalarını anlatıyor. Katarina değirmenlerinde çalışmaya başlayan gizemli bir serserinin, Sergei'in çekimine kapılır ve yasak aşkını sürdürebilmek uğruna sınırlarını ne kadar zorlayabileceğini kayınpederi, kocası; görümcesi ve küçük oğlu sıraları geldikçe öğrenirler.



Wajda sürgün ve ceza temalarını ilk kez  bu filminde kullanmış. Filmin geneline yayılmış, asık suratlı bir hava var.  Wajda oyuncuya soğuk ve mesafeli bakmış ve böylelikle Katarina karakterinin acımasız entrikalarını izleyiciyi gözetleyen kişi konumuna sokarak anlatmayı tercih etmiş. Olivera Markovic, Katarina'da unutulmaz bir femme fatale karakterini canlandırmış. Ljuba Tadic, Sergei karakterini, öncesi ve sonrası bölümlerinde farklı nüanslarla zenginleştirebilmiş usta bir oyuncu.




Dingin, hayranlık duyulacak, insanın ne kadar da güçsüz olduğunun altını çizecek doğa görüntülerini takip eden; kapalı, korunaklı mekanlarda dizginlenemez hale gelen, yok edici ihtiras anlarının yarattığı tezat filmin lehine işleyen öğeler. Şostakoviç'in müziğinin filme katkısı olumlu. Wajda'nın bilinen bir öyküyü yerel motifler kullanarak anlatmış olması filmi izlemeye değer kılarken,  aşıklara filmin başında reva gördüğü son filmi ne yazık ki yavanlaştırıyor.  Sağlam bir yönetmenin izlerini taşıması açısından ve bugünlerde gündemde olan "Lady Macbeth" filmindeki yönetmen tercihlerinin bir filmi nasıl değiştirebileceğini kıyaslamak açısından izlediğime memnun olduğum bir film diyebilirim.



Sibisrka Ledi Magbet - 1962

Yönetmen: 
Andrzej Wajda

Senaryo: 
Sveta Lukic (Nikolay Leskov'un eserinden)

Oyuncular: 
Olivera Markovic, Ljuba Tadic, 
Bojan Stupica, Miodrag Lazarevic, 

Görüntü Yönetmeni:
Aleksandar Sekulovic

Kurgu: 
Milanka Nanovic

Müzik: 
Dimitri Şostakoviç

Meraklsısına Linkler:


4 Nisan 2017 Salı

Blood Simple

Coen Kardeşler'in sinemaya duydukları aşk, ilk filmleri olan Blood Simple'dan beri bütün eserlerinde hissediliyor. Yüzeyde ağır ve derin bir olay örgüsü anlatır gibi görünseler de aslında bütün filmlerine kara komedi lezzeti sızdığı gibi; sinemaya gönül vermiş, kırklı ve ellili yılların yönetmenleri ve yazarlarının izleri fimlerine sürekli düşüyor. Coenler ilk filmleri Blood Simple'da Kara Film türünü alıp, parçalarına ayırıp kendi zihin süzgeçlerinden geçirdikten sonra kara komedi soslu bir yeni tür yarattılar: "Yeni Kara Film". Blood Simple bir anda eleştirmenlerin de izleyicinin de ilgisini çekti, bu iki kardeşin ekrana kattığı lezzet sinemaseverlerin tiryakisi olduğu bir tada dönüştü. Blood Simple'ın izlerini doksanlı yılların sonuna kadar çekilmiş bir çok filmde gördük. Kardeşler, ilk filmlerinden beri yazdıkları, yönettikleri her çalışmalarında el atmış oldukları türü bölüp parçalayıp, kendilerinden ilaveler ile bozup yeniden inşa ederken, kara komedi sosu katmayı hiçbir zaman ihmal etmediler. Onların filmlerini başarılı kılan, tür denemelerinden ziyade ayrıntılardan beslenen sağlam senaryolarının yanı sıra, sinemanın özü olan görselliğe verdikleri önem oldu. Filmlerinin arasında daha az ses getirmiş, yahut geç farkedilmiş olsalar dahi her birinin değişmez ortak paydasının, sinemanın özündeki, meramını görüntü ile izleyiciye aktarmak çabası oluşudur. 



Coen'ler senaryolarını kendileri yazıyorlar ve kendilerine yakın buldukları oyuncular ile çalışmayı tercih ediyorlar. Aynı oyuncuyu birden fazla Coen filminde yeteneklerinin farklı boyutları ile izlemek mümkün. Blood Simple'da sinemadaki ilk rolünde gencecik bir Frances Mc Dormand izliyoruz, aslında o da evlilik bağı sebebiyle bir Coen, Joel'in eşi 




Kardeşlerin takipçisi olan sinemaseverler bu ilk filmin aslında iki sanatçının maniestosu olduğunu zamanla anladılar. Filmin adındaki - ve ne yazık ki çeviride kaybolan - kelime oyunu(*) bile gelecekte üretecekleri filmlerin büyük bölümünün esas ruhunu yansıtıyordu. 



Filmin konusunu izleme tadını kaçırmayacak biçimde iki cümle ile özetleyecek olursam... Marty (Dan Hedaya) şiddete eğilimli bir bar sahibidir ve karısı Abby'nin (FrancesMC Dormand) barmen Ray (John Getz) ile ilişkisi olduğundan kuşkulandığı için Visser (M. Emmet Walsh) adlı bir özel dedektif ile anlaşır. Visser, Marty'nin kuşkularını doğrulayacak bir kanıta ulaştığında iki aşığı öldürecek ve fotoğraflarını çekecektir. Buraya kadar anlatılanlar klasik bir kara film öyküsü ancak Coen'lerin bu filmde yaptıklarının Yeni Kara Film sayılmasının nedeni başka. Klasik bir kara filmde esrar perdesi filmin sonunda kalktığında izleyici tüm gerçeğe hakim olur. Coen'lerin filminde de sırlar olmakla birlikte; Marty'nin bildiğini Abby, Abby'nin bildiğini Ray, Visser'in bildiğini Marty bilmiyor, ancak izleyici olan biten herşeye hakim. Film, karakterlerin bilmeyip izleyicinin bildiği gerçeklerden gücünü alıyor. Coen'lerin hemen hemen bütün filmlerinde karakterlerin bilmediklerini izleyici bilir. üstelik her şeyi gören izeyici larakterlerin aldığı kararların yanlış bilgiye dayandığını bilerek onlar için endişelenir. 



Blood Simple'da görsel anlamda yeni olan, ancak kardeşlerin istisnasız bütün filmlerinde gözlenebilen: karakter gelişiminin diyaloglardan ziyade mizansen içine yerleştiriliş biçimleri, vücut dilleri, bakışları, başkası konuşurken verdikleri tepkiler ile verilmesidir. Bu aynı zamanda senaryonun ekonomik kullanımıdır. Gerçekçiliğini kaybetmeyen diyaloglar akarken sesi kapatarak izleseniz dahi kimin iyi, kimin kötü karakter olduğu gibi temel ayrımları vakit kaybetmeksizin algılamak mümkündür. Sinemanın olanaklarına hakim bu iki senarist/yönetmenin en önemli enstrümanı aslında görselliğin kullanımıdır. Böyle olunca deflarca prova ile mükemmliği yakalamış oyuncluklar seyircinin filme güvenin sarsmaz. Mc Dormand'ın parladığı filmdir bu aynı zamanda. Şimdilerde büyük projelerin emanet edildiği yetkin bir yönetmen olan Barry Sonnefeld'in görüntü yönetmeni olarak bu filmin esprili anlatımına katkıları da çok önemli. Kanın gövdeyi götürdüğü anlarda bile bunun aslında kara komedi filmi olduğunun izlerini kafa karışıklığı yaratmaksızın ve heyecan seviyesini zedelemeden verebiliyor. Örneğin kameranın usulca ilerlerken önüne bir kafa çıkınca üzerinden atlaması gibi. 



Film çekimleri aşamasında yönetmenler dahil ekipten birçok kişi hayatlarında ilk kez bir film setinde bulundular. Tecrübesiz bir ekibin çıkardığı işi büyük stüdyolar dağıtıma sokmak istemediler. Film çekilmişti ama seyirciye ulaşamıyordu. Ta ki Toronto film festivalinde bir ödül kazanana kadar. 

Kahramanların birbirini aldattığı, nefes nefese kovalamacaların, gerilimli bekleyişlerin, zekice yazılmış ve yer yer gülümseten diyalogların, sinemada benzeri olmayan yaratıcılıkta hesaplaşma sahnesinin olduğu bu filmi henüz izlememiş olanların "yönetmenin kurgusundan" izlemelerini özellikle tavsiye ederim. 

Yönetmenin kurgusu denilen versiyonlarda kesilmiş sahnelerin ya da önemli kurgu değişikliklerinin olması adettendir diye biliriz. Coenler burada da adeti bozarak orijimali 99 dakika olan filmin akışında değişiklik yapmaksızın gereğinden uzun olduğunu düşündükleri sekanslarda saniyelik, milimetrik kırpmalar yaparak filmi 96 dakikaya indirmişler ve kullandıkları şarkılarda değişiklik yapmışlar. Alın size Coen'leri izlemek için bir neden daha. :)

(*) (Blood Simple: Kan sarhoşu olarak çevrilmelidir, Korkak ve kafası karışmış bir kişinin bir süre şiddete maruz kalması sonucunda hatta, hayatında ilk kez ve kendi kontrolü dışında cinayet işlemiş bir insanın düştüğü psikolojik durumu anlatır. Yaşadığı şiddet, gördüğü kan başını döndürmüştür, o kişi için hayat artık eskisi gibi olmayacaktır.) 


Blood Simple - 1984

Yönetmen: 
Joel Coen (Ethan Coen)

Senaryo: 
Ethan Coen, Joel Coen

Oyuncular: 
Frances McDormand, 
Dan Hedaya, 
M. Emmet Walsh, 
John Getz

Görüntü Yönetmeni: 
Barry Sonenfeld

Kurgu: 
Boderick Jaynes, 
Don Wiegmann

Müzik: 
Carter Burwell

Meraklısına Linkler: