29 Eylül 2016 Perşembe

Saxomaniac

Sax Sounds:
Apollo Records'dan, 1940'lı yıllardan muhteşem bir derleme. Arnett Cobb, Eddie Lockjaw Davis, Ben Webster, Hilton Jefferson, Leo Parker, Willis Jackson, Charlie Ferguson ve Illinois Jacquet gibi isimler ağırlıklı olarak tenor saksofonun öne çıktığı parçalara nefes katıyorlar.
Artıları: Virtüöz düzeyinde saksofon sanatçılarının muhteşem soloları dinleyeni heyecanlandırıyor.  
Eksileri: Yapımcının isim seçimi konusunda biraz aceleci davranmış olduğunu söyleyebilirim. Biraz sağduyu mirim!  
Meraklısına Linkler:
Albümü satın almak için buraya... 

 

28 Eylül 2016 Çarşamba

Vesikalı Yarim

Halil manavlık yapmaktadır, evli ve çocuklu bir adamdır. Evden işe, işten eve geçen günlerinden bir gün arkadaşlarının peşine takılarak pavyona gider. Monotonluğa bir ara vermeyi düşünmekteyken hayatında hiç beklemediği yeni bir sayfa açılır. Pavyon'da çalışan kadınlardan, Sabiha'ya aşık olur. Evli olduğunu ondan saklar. Sabiha Halil'le ilgili gelecek planları yaparken, gerçeği öğrenince altüst olur. Halil'in yuvasının yıkılmasını göze alamadığı için onu kendinden soğutmaktan başka şansı yoktur. Buraya kadar Yeşilçam'da anlatılan dünyalara alışkın izleyici için her şey çok tanıdıktır fakat tuhaf da bir şeyler vardır bu filmde, onu diğer Yeşilçam filmlerinden ayıran bir tuhaflıktır bu.

"Peki nedir o tuhaflık?" derseniz buraya...


Vesikalı Yarim - 1968

Yönetmen: 
Ö. Lütfi Akad

Oyuncular: 
Türkan Şoray, İzzet Günay, Ayfer Feray. 

Sait Faik'in "Menekşeli Vadi" öyküsünden uyarlanan bu film sinemamızın yüzaklarından bir tanesidir. 


27 Eylül 2016 Salı

Beterböcek

MICHAEL KEATON - 1988 yılında; 
"Betelgeuse" karakteri ile Tim Burton'un yönettiği "Beetlejuice" adlı komedi filminde Geena Davis, Alec Baldwin gibi yıldızların yanında filmin lokomotif oyuncusu olarak sinema izleyicisinin dikkatini çekmişti. Oyuncuyu sonraki yıllarda Batman karakteri dışında dişe dokunur rollerde görmesek de geçtiğimiz yılların sükseli filmlerinden, Raymond Carver'a selam çakan "Birdman" filminde uçan süper kahramana süper-ironik bir dönüş yaptı. Alec Baldwin'in bir zamanların güzeller güzeli Kim Basinger'ına çektirdiklerinin yanısıra komedi oyunculuğu konusundaki yeteneğini de muhtelif dizi film ve filmlerde sergileyişini izledik. Holywood'un en yüksek IQ'lu kadını olarak tanıtılan Geena Davis (sonradan bu ünvanı Sharon Stone'a layık gördüler) ise bu günlerde "The Exorcist" ile ekranlara korkunç bir geri dönüş yaptı. Siz siz olun öyle de yazılsa böyle de yazılsa sakın yalnız başınızayken üç kez "Beetlejuice" demeyin olmaz mı?

22 Eylül 2016 Perşembe

Wiener-Dog

Todd Solondz'u Wellcome to the Dollhouse, Happiness, Storytelling, Life During Wartime, Dark Horse, Palindromes gibi sakin sade görünümlü ancak derin ve uzun zaman akıllarda yer eden filmlerinden anımsıyoruz. Yönetmen bu kez daksund cinsi bir köpeği sahiplenen kişilerin yaşamlarından kesitler sunuyor bize. Daksund cinsinden olanları bizde olduğu gibi Amerika'da sosis-köpek olarak adlandıranlar var, yani: wiener-dog. Dollhouse'un baş karakteri Dawn Wiener'a okul arkadaşları - soy isminin yol açtığı çağrışımla - wiener-dog lakabını yakıştırmışlardı. Orta okul öğrencilerinin birbirlerine hayatı nasıl zehir ettiklerini anlatan bir komedi filmi idi. Baş karakter sessiz sakin, hayatın içinde kendi yolunu çizmek için hayaller kuran ama bir adım ötesindeki hayallerine erişmek için de elinden fazla bir şey gelmeyen bir kız çocuğuydu. Bu film sayesinde "Wellcome to the Doll House" filminden bazı karakterlerin seneler sonraki hallerine de şöyle bir bakmış oluyoruz.



Todd Solondz filmleri sevilen ve nefret edilen karakterlerle doludur, huzur veren genel görünümünün altında büyük ve üzerine gidilmeyen ve böyle olunca da çözülemeyen sorunlar vardır. Karakterlerin ekrandaki işleri sona erse de izleyicisinin kafasındaki yaşamları devam eder.

Wiener-Dog'da Solondz pasif direnişçi bir öykü anlatım tarzını tercih etmiş, mantıksızlıkları, soru işaretlerini usul usul izleyicinin önüne diziyor, bunlar bir yap bozun parçaları. Birbirine doğrudan ya da dolaylı biçimde bağlanan parçalardan oluşan film, ayrı bölümlerinin görünürdeki sadeliğine rağmen aslında izleyicisinin zihninde yarattığı sorular nedeni ile hiç de basit bir film değil ve bana göre yönetmenin bana göre en şahsi filmi. Filmin her bir segmenti kısa sürelerine rağmen gösterdiklerinden anlaşıldığı kadarı ile derinlemesine düşünülmüş öyküler. Filmin görsel mimarisine baktığımızda "Kırık Kucaklaşmalar" filminde Almadovar'ın yaptığı gibi kendi filmlerinden ve başka yönetmelerin filmlerinden anların ustaca  içeriğe dahil edildiği görülüyor. Bu göndermeler filmin ilk dakikalarından başlıyor, Boyhood, Amelie, Requiem For A Dream, Storytelling, Dollhouse en bariz örnekler.

Sosis-köğeğin ilk durağı ölümcül bir hastalıkla cebelleşmekte olan Remi'nin evi. Küçük çocuğu hayata bağlamak için alınmış bir hediyedir köpek. Ebeveynleri o yaştaki bir erkek çocuğu için fazlası ile yaşlı. Aşırı titiz ve kuralcı anne ve babanın Remi'ye ve köpeğine öğretmek istedikleri çok şey var.
"Bir köpeğin önce iradesini kırmak lazım" der baba, köpeğinin farklı bir odadaki kafeste tutulmasına itirazını getiren oğluna. "İrade nedir?" sorusuna ise "karakterimizdir, bizi biz yapan şey karakterimizdir." demesiyle çocuğun sırtına koskocaman ve anlamsız bir mesele bırakır adam.



Annesi çocuğa "biz Tanrı'ya değil, bilgiye inanıyoruz" der. Ancak çocuğun sorduğu her soruya yanıt olarak gerçeğin kendi kafasındaki görüntülerini verir. Gerçeğe inanan bir ailenin elinde sürekli yalanlarla beslenmektedir Remi. Ancak ebeveynlerinin unuttuğu en önemli şey küçük çocuğun evdeki ölüme en yakın kişi olduğudur, onun gözleri, kendinden saklanmak istenen gerçekleri en net biçimde görebilmektedir.

Remi çimlerin üzerinden uzanıp gökyüzünü izlerken yaşadığı mutluluğun benzerini yalnızca bir tek kez evin salonunda köpeği ile birlikte kuştüyleri ile kaplı zemine uzandığı zaman yaşayacaktır.



Wiener-Dog'un ikinci durağı - yoksa yolculuğu mu demeli? - tanıdık bir sima, "Dollhouse"'un Dawn Wiener'ı. Dawn bıraktığımız zamanki kadar insancıl ve kendisi olamayacak kadar başkalarına kendi içinde yer açmış biri ve artık genç bir kadın. Karşılıksız aşkı Brandon'a yeniden rastlar rastlamaz onun bir işareti ile yollara koyulacak kadar fedakar. Yol Dawn'a Brandon'un yıllardır sakladıklarını gösterecek kadar cömert üstelik. Yolun sonunda ise köpeğin üçüncü sahipleri.




Yirmi yıla yakın bir zamandır sinema okulunda dersler veren, öğrencilerine en samimi yanıtları vermesine, onlara doğru yerde doğru soruları yöneltmesine rağmen okulun en sevilmeyen öğretmeni Dave Schmerz. İstenmeyen adam olduğunu öğrendiğinde onlara bir sürprizi olacaktır.


     
Wiener-Dog'un simisyah gözlüklerini arkasına saklanmış son sahibi Nana, kanser adını vermiştir köpeğine. "Henüz gencim daha" diyen torununa "kendini kandırma" der sözlerinde acımasız ama eylemlerinde sevecendir Nana, torununu kabini kırıyorsa aklını başına denk almasını ve kendine kalıcı bir yol çizmesini istediği içindir. Filmin kilit kelimelerinden birini torununun erkek arkadaşı ilk görüşte sözde sanatçı izlenimi veren Fantasy söyler, "Beni ilgilendiren ölümsüzlük".



Nana'nın kimselere anlatmadığı sırları vardır. Pişmanlıkları, yanlış kararları, öfkeleri, vazgeçmişlikleri, red ettikleri yani unuttuğunu zannettiği be varsa hepsi gelip onu bulur bir gün.

Solondz'un minik köpeğe biçtiği sonu izlerken ilk önce sinirlendim ama sonradan buna benzer görüntüleri yaşadığım ülkenin sokaklarında fazlası ile gördüğümü düşünerek kızmaya hakkımın olmadığını düşündüm. Zaten yönetmenin sosis köpeğe biçtiği nihai son da bu değildi. Filmdeki, fazla konuşmayan Fantasy adlı karakterin bu köpekle ilgili farklı planları vardır.


Wiener-Dog'un insandan insan yolculuğunda insan hayatına; çocukluk, gençlik, orta yaş ve yaşlılığa dair gözlemler var. Hayatın farklı evlerinden geçip pişmanlıklarla yüzleşilen bu döngüsel öyküye şahit olarak katılıyor bu sevimli köpek. Çok büyük bir film değil, yönetmenin diğer işlerine alışkın olanları hayal kırıklığına uğratmayacak, sade ve basit kurgusunun altında çok daha fazla öyküyü gizleyen bir film Wiener-Dog.    


Wiener-Dog - 2016

Yönetmen, Senarist: 
Todd Solondz

Oyuncular: 
Julie Delpy, Keaton Nigel Cooke,  Tracy Letts, 
Greta Gerwig, Kieran Culkin, 
Danny DeVito, Anna Baryshnikov, 
Ellen Burstyn, Zosia Mamet.

Görüntü Yönetmeni: 
Edward Lachman

Kurgu: 
Kevin  Messman

Müzik: 
James Lavino

Meraklısına Linkler:

8 Eylül 2016 Perşembe

Motorfobi:Motorlu Araçlarla Seyahat Etme Korkusu

Fobileri kazıdığınızda altından çıkanlar rahatsız edici olabilir, Korkuların büyük kısmı göründükleri gibi değildir. Fobiler sosyopatların bile defolu yerleridir.  

Arkadaş çevrenizden birisi, arabaya binmeye korkuyorum diyorsa lütfen bu kişiyi iyi gözlemleyin ve korkusunun gerçek nedenini anlamaya çalışın. En azından gerçekten korktuğu gibi trafiğe çıkamıyor mu, motorlu araçlara binemiyor mu kontrol edin. Korkusunu dile getirmesine rağmen kendisi araba kullanıyorsa, taksiye biniyorsa dikkat. Zira, motorlu araçlara binme korkusunu deştiğinizde altından genellikle üç alt fobi çıkar:
Klostrofobisi olanlar trafik sıkıştığında orta şeritte kısıtlı kalmaktan korkarlar. Aynen dile getirdikleri gibi trafiğe çıkma korkularının istisnası yoktur. 
Trafik kazası geçirme korkusu olanlar - ki bu uçma korkusuna oldukça yakın bir fobidir. Bunların motorlu araçlara binebilmeleri için ciddi bir tedavi sürecinden geçmeleri gerekir. 
Son olarak da kontrolü kaybetme kaygısı olanlar. 

Son grupta yer alanlar her şey, her durum, her kişi kendi kontrolleri altında olsun isteyen kontrol takıntılı insanlardır. Trafik korkularını feryat figân afişe etmeyi pek sevmelerine rağmen kendileri araba kullanabilir ve bir yakınlarının kullandığı araca pekala binerler. Ayrıca el edip taksiye binmeyi de pek severler ama taksi şoförleri bunları pek sevmez. Zira taksiye biner ve taksicinin her hareketine karışarak yolculuğu hem kendilerinin hem de şoförün burnundan getirirler. Özel hayatlarına baktığınızda kendilerini haklı çıkarabilmek uğruna her yalanı gözlerini kırpmadan söylemekten çekinmediklerini görürsünüz. Bu tipler kulisler çevirerek insanları karalamaktan büyük haz alırlar. Her şey istedikleri gibi olur, kendilerine habire ever haklısın demeyen insanları ne yapar ne eder çevrelerinden temizlerler. Böyle olunca da çok uzun süreli arkadaşlıklar kurmaları biraz zor olur. En nihayetinde birisi saçmalıklarına hayır der ve o zaman anlar otomobil korkusunun aslında nasıl takıntılı ve zararlı bir kişiliği gizlediğini anlar. 

Uzun lafın kısası, otomobile binmekten korktuğunu söyleyen birisi varsa şöyle bir bakın, klostrofobisi var mı, asansöre filan biniyor mu bakın, taksiye, eşinin, evladının kullandığı araca "ay, vay" etmeden binebiliyorsa tedbirinizi alın ve uzak durun. Benden söylemesi.



Meraklısına Linkler:

7 Eylül 2016 Çarşamba

Krisha

Krisha yönetmen Trey Edward Shults'un ilk uzun metraj filmi, daha önce aynı adlı bir kısa film çekmiş. Film artık sık rastlamadığımız sinema lezzetine sahip. Gücünü iyi yazılmış diyaloglarının yanı sıra ciddi bir kareografi çalışması gerektiren mizansenlerinden alıyor. Görünürde olan biten bir şey yok, ancak dakikalar geçtikçe seyirci gözünün önünden geçen ve belki de farkına bile varmaksızın biriktirdiği ipuçlarını ve karakterlerin geçmişlerine dair izleri birbirine eklemeye başlıyor. İzleyici farkına bile varmaksızın içinde endişe ve gerilim kök salmaya başlıyor. 



Yönetmenin teyzesi Krisha Fairchild filme adını veren baş karakteri değme sanatçılarla yarışacak bir ustalıkla canlandırıyor. Azın aslında çok demek olduğunun bilincinde bir oyunculuk minik nüanslarla, jestlerle iç gerilimini kameraya yansıtmayı başarıyor. Büyük bir ihtimalle bu olağanüstü oyunculuk Oscar'a aday olan baş kadın oyuncu isimlerinin yer aldığı listede yer almayacak. Zira minik bir indie film bu. 




Altmış yaşlarındaki Krisha ABD'nin güney eyaletlerinden birindeki, kız kardeşinin yaşadığı orta üst sınıfa mensup ailelerin yaşadığı mahalledeki evinin önüne arabasını park ederken içinden nasıl bir kadının çıkacağı az çok bellidir. Zira arabanın sürücü kapısından dışarıya siyah uzun eteğinin bir kısmı sarkmaktadır. İçinden bembeyaz saçlı, kilolu, sarsak ve savruk hareketleri olan bir kadın çıkar. Eskiden bir hippiymiş gibi duran giyim tarzı ve rahat hallerine rağmen öfkeli bir kadına benzemektedir sanki, ne zaman patlayacağı belli değildir.Karşısına ilk çıkan evin kapısını çalar. Çaldığı yanlış kapıdır. Biraz düşününce doğru kapıyı anımsar. İçerisi kalabalıktır. Yeni gelen beyaz saçlı kadını herkes ayrı ayrı kucaklar. 




Krisha on yıldır ailenin hiçbir ferdi ile görüşmemiştir. Seneler sonra, şükran günü için bütün aile ilk kez bir araya gelmiştir. Hindi dolmasını Krisha hazırlayacaktır. Eğer bunu doğru dürüst yapmayı başarırsa annesine, kardeşlerine, onların çocuklarına artık içki bağımlısı olmaktan kurtulduğunu, hayatın içinde kendisine doğru bir yol çizmeye kararlı olduğunu ispat edebilecektir. Mutfaktaki hazırlıklar esnasında Krisha'nın parmaklarından bir tanesinin ucunun olmadığını fark ederiz. Krisha hem hazırlıkları yapmakta hem de açık mutfaktan oturma alanında olanları dinlemektedir. Hindinin içine konulacak taze baharatları, sebzeleri kesmeye başladığında film de parçalara bölünmeye başlar. O ana kadar düz bir akışı olan film öğleden sonra ile gece geç saatlere kadar olan zaman içinde ileri ve geri sıçramalar yaparak ilerler. Hindiyi fırına veren Krisha akrabaları ile beraber vakit geçirmeye başlar. Onların konuşmalarına kulak misafiri olur, bire bir konuşmalar onu huzursuz eder, on yıl az buz değildir aradaki mesafe hayli açılmıştır. Bir de hindinin istediği gibi pişip pişmeyeceği gerilimi vardır üzerinde. Soğuk ve mesafeli duruşunu atamamaktadır. Akrabalarla olan ilişkilerinin derecesi film ilerledikçe sürprizlere gebedir. Anlam veremediğimiz duygusal patlamalar da yaşanır ancak kurgunun oyunlarıdır bunlar, az önce olanı az sonra izlediğimizde taşlar yerine oturur. 

Yönetmen Shults ve baş oyuncusu Fairchild. Gerçek hayatta teyze & yeğen, filmde anne & oğul 


Krisha'nın artık iyi bir insan olduğunu ispat etme ve ailesinin takdirini kazanma mücadelesi fırındaki hindiyi hayat memat meselesi kadar önemli hale getirir. Krisha buna hazır mıdır peki? Ailesi onu kabul etse bile o değişmiş midir? O ailesine yeniden katılmaya hazır mıdır? Bu soruların cevapları birer birer yanıtını bulur. Krisha'nın öğleden sonrasını ve gecesini, sorunlarını, çözüm önerilerini ve bütün gerçekleri film ilerledikçe öğreniriz. 

Film açılışından itibaren oyuncuların peşine takılıp onları takip eden, çok yakınlarına kadar giren steady cam çekimleri ile yer değiştiren geniş planlardan oluşuyor. Ancak geçişler bir süre sonra farkına varılmadan izlenebiliyor. Filmin görüntü alanı da zaman ilerledikçe, hindinin fırından çıkma anı yaklaştıkça giderek küçülüyor. 

Film genel atmosferi itibariyle bana Ramon Zürcher'in yönettiği 2013 yapımı "Das merkwürdige Kätzchen / Tuhaf Bir Yavru Kedi" adlı filmi anımsattı yer yer.



Açılışından finaline kadar içindeki gerilimin üstesinden gelmeye çalışan bir kadını mükemmel biçimde perdeye taşıyor Krisha. Filmin künyesine baktığınızda amatör bir çalışma olduğunu anlıyorsunuz. Yönetmenin anne ve babasının evinde akrabalar ve aile dostları ve yönetmen Shults'la birlikte yan rollerde birkaç tanınmamış profesyonel isim var. Şükran günü ya da noel yemeği için toplanan ailelerin yaşadıkları dram ya da komedi türünde sayısız film ile izleyici önüne çıkmışken bilinen bir malzemeden denememiş bir gerilim/dram çıkarabilmek takdir edilmesi gereken bir başarı. Öykü ve oyunculuklar sağlamsa milyonlarca dolar dökerek altı boş görsel cambazlıklara kalkışmadan dokuz gün gibi kısa bir süre içerisinde böylesine bir filmin çekilebileceğini bilmek sinemanın geleceği adına hayli ümitlendirdi beni. 


Krisha - 2015

Yönetmen, Senarist, Kurgu: 
Trey Edward Shults

Oyuncular
Krisha Fairchild, Billie Fairchild, 
Robyn Fairchild, Victoria Fairchild, 
Alex Dobrenko, Chris Doubek, 
Bryan Casserly, Chase Joiet, 
Atheena Frizzell, Ausutine Frizzell, 
Olivia Grace Applegate, Rose Nelson, 
Bill Wise, ve Trey Edward Fairchild.

Görüntü Yönetmeni: 
Drew Daniels 

Müzik: 
Brian McOmber

Meraklısına Linkler:

5 Eylül 2016 Pazartesi

The Neon Demon

Kelimenin tam anlamı ile gösterişli bir film The Neon Demon. Binlerce kez işlenmiş "şehre yeni bir kız gelir" konusuna yeniden el atıyor ve konuya yeni olan bir tek nüans dahi katmayı başaramıyor. Böyle olduğunun bilincinde olan yönetmen Nicholas Winding Refn hiçbir yeni noktaya açılma ihtimali olmayan filmin sığlığını görsel cambazlıkların ardına saklamaya çalışıyor. Filmde görsellik namıma her şey var ancak bunların da yenilikçi ya da yeni olduğunu söylemek mümkün değil. Eski tarihli filmleri bir kenara koysak bile çok yakın tarihli, muazzam bir edebiyat uyarlaması olan "Under the Skin" filminin çarpıcı görsel dokusunun neredeyse bire bir kopya edildiği sahneler şık durmalarına rağmen orijinalinin gerisinde kalmakta. 


Fanning ile Refn


NWR sanatçı kimliğini teşhir etmeyi seven bir yönetmen daha şimdiden özel yaşamı ve sanatçı kimliğini iki belgesel filmde ortaya sermiş bile. Portföyünde başarılı bulunan filmler olduğu kadar seyirci ve eleştirmenlerin tepkisini toplamış filmler de mevcut Danimarkalı yönetmenin. Pusher serisinde yakaladığı gerçeklik duygusu yabana atılır gibi değil. 2011 yılında Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü aldığı Drive'ı kariyerinin en üst noktasına eriştiği film olarak sanırım bir süre daha anımsamaya devam edeceğiz. Ancak Fear X filminin yavanlığı ve bir önceki filmi "Only God Forgives"in yarattığı hayal kırıklığı Refn'in bir yönetmen olarak büyümek için biraz daha zamana ihtiyacı olduğunun işaretlerini vermişti. 



"The Neon Demon" Elle Fanning'in sırtında duruyor diyebiliriz film çekildiği esnada 16 yaşında olan oyuncu bu filminde senaryonun izleyiciyi zorladığı anlarda bile inandırıcılığını korumayı başarıyor öte yandan Desmond Harrington, Christina Hendricks ve Keanu Reeves'in oyunculukları da çok iyi. Film görsel cambazlıkların yanı sıra müzik kaydından büyük ölçüde destek alıyor. 



Yönetmeni filminin güzellik üzerine bir korku filmi olduğunu söylüyor. The Neon Demon'un birkaç cümle ile özetlenebilecek bir konusu var. 16 yaşındaki güzeller güzeli, masum ve saf Jesse model olmak üzere Los Angeles'a gelir, piyasadaki estetikli güzellerin arasından doğal güzelliği ile baş döndürerek sıyrılarak kısa sürede ortamın gediklilerinin elindeki işleri kapar duruma gelince, kıskançlık ve intikam duygularına gem vuramayan kıdemli mankenlerin hedefi durumuna gelir. Filmin son çeyreğine eriştiğimizde masumiyetinin onu kurtarması mümkün olamayacağı anlaşılmıştır. Filmin açılışından itibaren Jesse'nin öyküsü; kan gölleri, reşit olmayanların cinsel istismarına dair imalar, vahşi hayvan tehdidi, öfke nöbetlerine kapılan adam tehdidi, cadılığa dair onlarca imge, lezbiyen ilişki, ölü sevicilik, oluk oluk akan kan, yamyamlık, kusma gibi eylemler eşliğinde izleyiciye aktarılır. 




Tüketme çağındayız herşey ama herşey acımasızca tüketiliyor. Refn bu filminde tam da bu çağın yönetmeni olduğunu ispatlıyor. Yüz yılı aşan geçmişe sahip bir sanat türünün başarılı örneklerinden beğendiği öğeleri pervasızca alarak filmine dahil etmeyi denemiş. Quentin Tarantino'nun kör parmağım gözüne misali kabaca gerçekleştirdiği ancak yaygın olmayan örneklerden yaptığı için göze batmayan dahası aslından daha başarılı biçimde hayata geçirilmiş bu alıntılamalar Refn'de başarılı bir sonuca ulaşamıyor. Zira zamanın seyircisi de en az yönetmenler kadar tüketmeye yatkın ve The Neon Demon'un esin perileri henüz izleyicinin hafızasında tazeliğimi korumakta. Kim mi bu yönetmenler ve filmler: Cat people, Paul Schrader; Beyond the Valley of the Dolls, Russ Meyer; Showgirls, Paul Verhoeven, Suspiria, Inferno, Dario Argento, Mulholand Dr., Wild at Heart, David Lynch; The Informer, Gregor Jordan; Sunset Boulevard, Billie Wilder; Enter the Void, Gaspar Noe; Under the Skin, Jonathon Glazer; Blade, Stephen Norrington ve elbette Alfred Hitchcock'un alamet-i farikası olan filmin orta yerinde duran duygusal anlamda tepkileri sınırlı duru,soğuk sarışını tiplemesini de unutmayalım. 



Kırmızı ile mavinin en parlak ve en çiğ hallerini kullanan filmler dediğimizde aklımıza Dairo Argento'nun gelmesi kaçınılmaz. Refn de bu iki rengi filmin en kilit sahnelerinde Argento kadar yoğun biçimde kullanıyor ancak Argento'daki özgünlüğü yakalaması mümkün değil, çünkü bunlar daha önce yapıldı, hem de söz konusu yönetmenin meşhur ve meşum üçlemesi içinde yer alan benzer bir konuya sahip olan Suspiria ve devam filmi olan "Inferno" filmlerinde. Suspiria'da Avrupa'daki bir bale okuluna öğrenci olarak gelen amerikalı genç kız okulda gizlenen bir cadı klanının açığa çıkartınca yaşamı tehlikeye girer. Refn'in filminde Suspiria'nın izlerini sıklıkla yakalamak mümkün. Parlak kırmızı ve neon mavisinin kullanımı ve konun işlenişindeki paralellikler dışında filmin ikinci yarısında yerli yersiz perdeye düşen cadılığa dair imgeler inkar edilemeyecek biçimde Argento'nun iki filmini çağrıştırmakta. Hele yeniden çekilen Suspiria'nın 2017 yılında gösterime gireceği yıllardır bilinmekteyken yapılan görsel tercihlerin yerinde olmadığını söylemek pekala mümkün. 



Özgün fikir barındırma konusunda sıkıntı yaşayan film izleyicinin gözünün içine alegoriler sokmayı deniyor ve Jesse karakterinin başına geleceklerin haberini uğursuzca veren imgeler dur durak tanımadan perdeyi işgal ediyorlar. Dağ aslanı alegorisi kaba, ağıza sokulan bıçak rüyası fazlasıyla yanlış yönlendirici görünmekte. Bunlar istismar sinemasında sık kullanılan tuzaklar aslında. 



Filmin bir bölümü narsisizmi neredeyse bir erdem gibi göstermeye çalışıyor, ancak bu hali bile başka ürünlerden derlenmiş, özgünlüğü olmayan bir eserin tam ortasına bir çelişki yumağı bırakıp kaçıyor. Ya yersiniz ve gördüklerinizi özgün sayıp bağrınıza basar, bu filmi seversiniz ya da bu filmi neden sevmediğinizi çözeceksiniz diye uğraşırsınız. 



Yine de film izleyicisinin peşini kolay bırakmayanlardan, imge bombardımanına tutulmuş bir sinema izleyicisinin başka kaçarı yok çünkü. Ben bu filmi bizim gençliğimizde yaygın olan karışık kasetlere benzetiyorum. İçlerinde o dönem beğendiğimiz bütün şarkılar olurdu, keyifle dinlerdik mamafih bunlar asla bir albüm bütünlüğüne sahip olmazlardı. Bu karışık kasetleri yıllar sonra bile bulduğumuzda dinler ve geçmişten huzurlu bir rüzgar estirirdik. Nicolas Winding Refn izleyici için metnin içerisinde saydığım filmlerden kaptıklarını bizim için ortaya karışık yapmış ve bırakmış. 



The Neon Demon - 2016 

Yönetmen: 
Nicolas Winding Refn

Nicolas Winding Refn'in öyküsünden senaryolaştıranlar:
 Nicolas Winding Refn, Mark Laws, Polly Stenham

Oyuncular: 
Elle Fanning, 
Karl Glusman, 
Desmond Harrington, 
Chrstina Hendricks, 
Keanu Reeves, 
Jena Malone, 
Bella Heathcote, 
Abbey Lee 

Görüntü Yönetmeni: 
Natasha Braier

Kurgu: 
Matthew Newman

Müzik: 
Cliff Martinez

Meraklısına Fragman:





by Nomad