25 Temmuz 2015 Cumartesi

Selfless

(Bu yazı filmin fragmanından daha az spoiler içermektedir)

Çoğumuzun yönetmen Tarsem Singh'in yarattığı dünyalara aşinalığı filmlerinden önce; çektiği müzik videoları ve reklam filmlerinden başlamıştır. Ülkemizde nedense pek tutulmuş R.E.M. şarkısı "Loosing My Religion" ın video klibi, çoğumuzun hâla anımsayabildiği bazı reklam filmleri ona aittir, özgün ve başarılı bulunan Türk reklamcıları uzun yıllar onun çalışmalarını esin perisi yerine koymuşlardır. 



Kariyerinin her döneminde Sergei Parajanov'un ona verdiği ilhamı dile getiren yönetmenin filmlerindeki alamet-i farikası canlı renklerin kullanıldığı dünyalarda cafcaflı kostümler içinde gezinen kahramanlara yer vermesidir. Singh seyircisini aşina olmadığı bir dünyanın bir kaç dakika içinde içine çeker alır film bitinceye kadar dünyevi tasalardan uzakta tutar. The Cell, The Fall adlı ilk iki filmi ile bir çok sinema meraklısı için takip edilmeyi hak eden isimlerden olmuştur. Üstelik son yıllarda yaptığı Immortals ve Mirror Mirror ile ilk iki filminde kendi izleyicisine verdiği vaadi yerine getirerek, onları yine enteresan görselliğe sahip rengârek dünyalarda gezdirmiştir. Dahası David Fincher'ın "Benjamin Button"ın bazı bölümlerindeki marifetleri dikkatli gözlerden kaçmamıştır. Tarsem'in filmlerindeki en iyi iki kozu görüntü yönetmeni Brendan Galvin ve kurguları yapan Robert Duffy oldu. Filmlerinde istisnai durumlar hariç hep bu iki usta ile çalışmayı tercih etti. Görsel yanı yenilikçi ve güçlü filmler çeken Singh'in filmlerini vakit öldürmek için değil de neyin nereye yerleştirildiği, nasıl birbirine bağlandığı sorularına yanıt bulmak için izlediğinizde; diyaloglarının genellikle vasatın altında olduğunu, çektiği senaryoların cazip çatışmalar üzerinden geliştirilmişliğine rağmen karakterlerinin derinliksiz olduklarını, motivasyonlarının anlaşılmadığını, nedensiz ve kendilerinden beklenmeyen aksiyonlara balıklama daldıklarını görebilir ve olay örgüsündeki atlamaların ciddi tutarsızlıklara yol açtığını rahatlıkla fark edebilirsiniz.



Tarsem Singh yine iki dostunu/kozunu ve Holywood'un fiyakalı aktörlerini yanına alarak piyasanın bugünkü isteklerinin her birini evet demeye meyilli bir film yapmış, üstelik konusu hayli cazip. New York'lu emlak patronu Damin (Ben Kingsley) acımasız, amaçlarına ulaşmak uğruna önüne çıkanı ezip geçmekte tereddüt göstermemiş bir işadamıdır. Ancak işleri ile o kadar haşır neşirdir ki kızı Claire'i ilkokul yıllarından beri ihmal etmiştir. Filmin başladığı sırada Damian kanser sebebi ile ölümün eşiğine gelmiştir ve bir karar vermesi gerekmektedir. Ya ölüp gidecektir yahut da seçkin insanlara hizmet eden bir klinikte, labaratuvarda üretilmiş bir vücuda zihnini naklettirecektir. Nakil işleminden sonra Damian rolünü Ryan Reynolds devralır. Resmi kayıtlara göre Damian öldüğü için geçmişindeki kişilerle temasa geçmeyecektir ve yeni vücuduna adaptasyon sürecinin sağlıklı biçimde tamamlanabilmesi için bir müddet New Orleans'da ikamet edecektir. Caz, kulüplerde eğlenmeler, basketbol ve kadınlarla geçen New Orleans günleri ona armağan edilmiş bir cennet gibidir. Ancak bu saadetin devamı için her gün bir tanecik kırmızı, gizemli haplardan alması gerekmektedir. Damian bir sabah hapını almayı atlayınca halüsinasyon görür, görüntüler hayalden ziyade sanki başka briinin anıları gibidir. Bunun üzerine Damian derin kuşkulara kapılacak gibi olsa da Google'da yaptığı iki arama onu doğru adrese teslim eder. Ondan sonra bir alay aksiyon görüntüsü gözlerimizin önünden akar geçer. inandırıcılık derseniz, an itibariyle vücuttan vücuda nakile bile inanmış seyirci filmi geri kalanındaki sahneleri yutacak kadar saf değildir. Zira seyircinin, filmde aradığı iç tutarlılıktır. 

(Fotoğraf: Tarsem iş başında)

Tarsem ve arkadaşları bu defa görsellik üzerine kafa patlatmayı bir kenara bıraktıkları için alışageldiğimiz Tarsem dünyalarında gezmiyoruz, ancak geçmiş filmlerdeki görselliğin kıyılarında gezen sahneler de yok değil. Mesela filmin ilk başlarında gördüğümüz Damian'ın Central Park'a hakim, manzaralı apartman dairesinin tefrişatında altına ağırlık verilişi hayli şaşa yaratıyor. Ayrıca filmin son çeyreğinde küçük kızın Martin'in (Victor Garber) malikânesindeki oyuncak odasından içeriye attığı ilk adımlar ile panayırdaki devasa kadın başı etkileyici görsel güce sahip. 

Yapım daha evvel gösterilmiş filmlere dair seri biçimde çağrışımlara yol açan analara sahip; izlerken aklınıza Face Off, Surrogates ve Freaky Friday gibi filmlerden sahneler gelebilir. 



Film enterasan bir konuya sahip olmakla birlikte daha ilk dakikalarında sıkıcı bir film olabileceğinin sinyallerini veriyor, bu zayıf yön erken fark edilmiş olmalı ki filmin üzerindeki ölü toprağını atmak için Robert Duffy sıklıkla, saniyelik flashback ve flash forwardlardan yararlanmış. Bir süre sonra bu zaman atlamalarına halüsinasyonlar da ekleniyor. Kurgu anlamında yakalanan bu hız ağır akan zayıf olay örgüsü ile film boyunca mücadele ediyor. Öte yandan karakterler kendilerinden umulmayan davranışlar sergileyerek izleyiciyi şaşırtıyorlar.Böyle olunca da ömrü boyunca kendi kızına ne olduğu ile bile ilgilenmemiş bir adamın birden bire, yabancı bir kadın ve çocuğunun sorumluluğunu almaya kalkışması, onların güvenliğini sağlamak için yeri geldiğinde sağa sola uçan tekmeler atarak adeta Jackie Chan'leşmesi - üstelik bir anne ve bir küçük kızdan oluşan minik ailenin güvenliğinin sağlanmasının tek şartının kendisinin onlar ile asla temas kurmaması iken - inandırıcı gelmiyor. Ayrıca Damian'ın yakın arkadaşı, işadamı Martin'in önce kendine mantıklı bir sebep ile ihanet edip, ihaneti ortaya çıkınca canını dişine takarak yardım teklif etmesi, bir on dakika kadar sonra aslında ihanet etmesi için de bir sebebin olmadığını itiraf etmesi zira kendisinin de durumdan bedbaht olduğunu itiraf edişi dahası yaptığı yardımın da sonunda yardımdan başka her şeye benzeyişi ciddi tutarsızlıklar. Karakterlerin ağızlarından çıkan her bir lafın istisnasız daha önce binlerce kez kullanılmış klişelerden oluşması filmin yarısından itibaren iyice bıktırıcı hale geliyor. Sonuç olarak bunca tutarsızlık içindeki karakter, aşırı klişe kullanımı ve zahmetsizce tahmin edilen olay akışı sayesinde filmdeki hiçbir karakterin başına ne geleceğini seyircinin umursamadığı bir filme sebebiyet veriyor. Sonuç olarak heyecan verici bir konu seçilmiş olmasına rağmen senaryo aşamasında masada kalmış bir proje olduğu için Singh Bey'in başarısızlık hanesine yazılmış bir çalışma diyebilir ve fragmanı filminden daha başarılı filmler listesine ekleyebiliriz. 



Selfless - 2014

Yönetmen: Tarsem Singh
Senaryo: David & Alex Pastor

Oyuncular: 
 Ryan Reynolds
Natalie Martinez
Matthew Goode
Ben Kingsley
Victor Garber

Görüntü Yönetmeni: Brendan Galvin
Kurgu: Robert Duffy

Müzik:
Dudu Aram 
Antonio Pinto

Meraklısına Linkler:

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Satılık

Bugün en büyük sırrımı aldım ve Ebay'de açık arttırmaya verdim.

Matthew Ferguson




2 Temmuz 2015 Perşembe

Menekşe'den Önce

Gazeteci Soner Yalçın'ın Odatv soruşturması esnasında hapis edilmeden önce yönetmeye başladığı 2012 yapımı bir belgesel film Menekşe'den Önce ve Sivas Katliamı'na tanıklık etmiş insanları, katledilenlerin yakınları ve otelden sağ çıkabilmiş insanları ve ömür boyu içlerinden atamayacakları korkularını taşıyor perdeye/ekrana.

Kaya ailesi iki kızlarını 2 Temmuz 1993′te meydana gelen Sivas Katliamı’nda kaybeder ve bu acı kayıplardan sonra Menekşe adını verdikleri bir kızları dünyaya gelir. O gün Sivas’ta yaşananlar ailenin hafızasından asla silinmemekte ve Menekşe o acı güne dair anlatılanlarla büyümektedir. Menekşe büyür ve artık hiç göremediği ağabeyini ve ablasını tanımak istediğine karar verir. O gün orada yaşananların peşine düşen Menekşe, yazar Lütfiye Aydın’ın kitabını okuyarak başladığı bu yolculuğu, o gün Madımak Oteli’nde bulunanları ve yakınlarını bir araya getirip, yaşanan acıları birincil ağızlardan duymamızı sağlıyor. Soner Yalçın’ın yönetmenliğini yaptığı Menekşe’nin arayış öyküsü, o gün Madımak Oteli’nde yaşananları hafızalardan silinmeyecek biçimde aktarıyor. Müzikler Fazıl Say'a ait.

Filmde şiddet değil kurbanların ve geride kalanların ruhsal durumu ve iyileşmek için el yordamı ile seçtikleri yöntemler aktarılmakta ve o zaman TV karşısında izlediğimiz olaylara dair farkındalığımızı arttıracak detaylara sahip. İzlemesi zor tanıklıklar ancak izlemeli ve aklımızda kalanları anlatmalıyız. 

İzmir Ekonomi Üniversitesi Medya Klübü tarafından ikincisi düzenlenen Hak ve Emek Odaklı filmler festivali kapsamında 9 Mart 2015 tarihinde Fransız Kültür Merkezi'nde izledim bu filmi ve zihnimde hayatım boyunca silinmeyecek bazı cümleler kaldı bu filmden. Gösterim ardında düzenlenen panelde konuşmacılardan biri Lütfiye Aydın söyleşinin bir yerinde şunları söyledi sayısı yirmiyi bulmayan seyircilere bakarak: "O gün oraya bizleri yakmaya binlerce kişi gelmişti ama başımıza neler geldiğini izlemeye gelenlerin sayısı malesef çok az."



Haklıydı aslında neler hissettiğini çok iyi anlıyorum. Ortada büyük bir haksızlık ve büyük kayıplar var, insan bildiği öğrendiği yaşam bilgisi ile bunu nereye koyacağını bilemiyor. Bize öğretilen hiçbir şey bu olay ve bu olayın arkasında duranlar ile aynı düzlemde değil.