27 Temmuz 2014 Pazar

Şeker Gibi, Şurup Gibi

Muhterem Blog-şinaslar;

Malumunuz olduğu üzere yine mühim bir günün arifesine vasıl olmuş bulunmaktayız. 

İşte bu vesile ile ben de kendimce ve de dilim döndüğünce, hatta ve hatta elim vardığınca, erdiğince...  Şeker Bayramınızı en içten temennilerimle tebrik eder ve saadetler dilerken; büyüklerimin ellerinden hürmetle, küçüklerimin gözlerinden sevgi ile öperim. 

Bayramınız şeker gibi, şurup gibi geçsin inşallah. 

Sevgiler.


21 Temmuz 2014 Pazartesi

Vizyona Dikiz!

- Nasıl Ama Vizyon?

- Son on iki seneyi saymazsak, şahane görünüyor buradan bakınca!




16 Temmuz 2014 Çarşamba

Ortası Yok

Kadın: Demek pirinçli domates çorbası yaptın.
Adam: Bol maydanozlu. Sonra da çilek var.
Kadın: Ana yemek ne?"
Adam: Afedersin ama o kadar zamanım yoktu.
Kadın: Ana yemeksiz sofra mı kurulurmuş hayatım? Yazdığın bütün öykülerin başı ve sonu var, ortası olmayan öykü yazdığını görmedim hiç.

Bu sözlerden sonra gülüşerek yemek masasına geçtiler.


Masanın üzerinde şu anda iki boş çorba tabağı var; aralarında duran bir kase dolusu el sürülmemiş çilek sıcağın etkisiyle çürümeye başlamış bile.   


15 Temmuz 2014 Salı

Kime Niyet Kime Kısmet

Truman Capote Breakfast at Tiffany's adlı novellayı yazarken aklında arkadaşı Marilyn Monroe vardı. Bir gün filme çekilirse Holy Golightly rolünde onun oynamasını istiyordu. Nitekim rol ilk ona teklif edilir. Monroe evet diyecek gibi olur, ama oyuncu koçluğunu yapmakta olan Lee Strasberg; para için erkeklerle birlikte olan kadın rolü oynamasının kariyerini zedeleyeceğini fısıldayınca kulağına... rolü geri çevirir. Rol Audrey Hepburn'e gider. Capote hafiften içerler. Monroe'nun red ettiği rol, Hepburn'a en iyi kadın oyuncu dalında Oscar adaylığı getirir, şöhreti ise alır başını, yürür...  

Bu olay bizdeki "Otuz beş yaş" şarkısının öyküsünü anımsatır bana. Yeşil Giresunlu, Cahit Sıtkı Tarancı'nın meşhur şiirinin  yabancı bir şarkınıın melodisi üzerine cuk diye oturduğunun fark eder bir gün ve liste başı bir şarkı olacağını öngörür. Henüz genç bir kız olan Nilüfer'in okuduğu demo bandını koltuğunun altına kıstırdığı gibi doğru Ajda Pekkan'ın kapısını çalar. Ajda şarkıyı dinler. Ardından susar bir müddet. Konuştuğunda ağzından şu sözler dökülür: 
"Çok beğendim, ama bunu okursam hayranlarım beni 35 yaşında zannederler sonra" der. 
Bunun üzerine şarkıyı o zamanlar 28 yaşında olan Hümeyra okur. Şarkı patlar. 35 seneyi bile devirir. Kime niyet kime kısmet işte.

Aşağıdaki karelerde Breakfast at Tüffany's (1961) filmi için Audrey Hepburn ile yapılan deneme çekiminden anlar görüyorsunuz.  


14 Temmuz 2014 Pazartesi

Dawn of the Planet of the Apes

(Bu tanıtım yazısı film izleme keyfinizi kaçırabilecek bilgiler içermektedir.)

Bu filmi herke sizleyebilir ancak "Rise of the Planet of the Apes" filmini izlemiş olanlar için daha anlamlı olabilir diye düşünüyorum. İlk filmdeki olayların üzerinden on yıl geçmiştir ve insanoğlu, en azından San Francisco'da ayaklarının üzerinde durmaya çalışmaktadır. İnsan nüfusunun önemli bölümü Simian gribi salgınında, geri kalanların büyük bölümü de salgından kurtulanlar arasında çıkan savaşlarda ölmüştür. Kıyamet sonrası alemde özgür kalan maymunlar da taş devri kabilelerini andıran bir yapılanma içinde varlıklarını sürdürmekte, mızrak yapıp, at sürmekte ve İngilizce konuşabilmektedirler. İnsanlar ve maymunlar henüz karşılaşmamış olmakla birlikte temas kaçınılmazdır. Bu film insanlar ile maymunlar arasındaki hakimiyet savaşına odaklanmaktadır.

Filmin çok iyi, hatasız yazılmış bir senaryosu olduğunu söylemeliyim. Bilgisayarda yaratılmış görüntüler ortalamanın üzerinde olduğu gibi inandırıcı ve oldukça bol miktarda kullanılıyor; maymunlar, atlar, bir ayı, devasa bir patlama. Ayrıca Gary Oldman haricinde filmin kadrosun pek tanınmamış oyunculardan oluşması bir dezavantaja dönüşebilecekken her şey gayet düzgün yürümekte.

Bir önceki filme güzelce bağladığı gibi serinin devamını getirecek diğer filmlere de birden fazla kapı aralayarak tamamlanıyor.



Peki izlemeye değer mi?
Eğer maymunları sevmiyorsanız kendinizi yormayın. Fakat filmde boşa harcanmış bir tek an yok, ekrandan gözlerinizi alamıyorsunuz, temposu hayli yüksek yaz eğlenceliği olarak tanımlayabilirim. Bu 2014'ün şu ana dek izlediğim en iyi yaz filmi.


Ve son bir spoiler daha: Filmin en sonundaki ses efektlerine kanmayın, zira o sesler hoporlörlerden geliyor.


Dawn of the Planet of the Apes - 2014

Yönetmen: Matt Reeves
Senaryo: Mark Bomback, Rick Jaffa, Amanda Silver 

Oyuncular:
Andy Serkis
Gary Oldman
Jason Clarke
Keri Russel
Tobi Kebbel

Müzik:Michael Giacchino

Meraklısına Linkler:

11 Temmuz 2014 Cuma

İki Çocuk Yıldız

Aşağıdaki fotoğrafa dikkatle baktığınızda Elizabeth Taylor'ı şıp diye tanıyacaksınız. 1932 doğumlu yıldızın oyunculuk kariyeri 1942 yılında başladı, fotoğrafta 18 yaşındaki hali ile görüyoruz onu. Yanındaki küçük kız ise 1938 doğumlu Natalia Nikolaevna Zakharenko. Hala tanıyamadınız değil mi? Rus anne ve babadan doğma bu küçük amerikan vatandaşının gerçek ismi ile Holywood'da şans yakalaması biraz zordu elbette. 1943 yılında ilk rolünü alabilmesi, dahası şöhret basamaklarını birer birer çıkabilmesi için öncelikle adının değişmesi gerekiyordu. Değiştirildi ve Natalie Wood oldu.

Fotoğrafta Natalie Wood ve Elizabeth Taylor'ı görüyoruz. İlki şaibeli biçimde denizde boğulduğunda sene 1981 idi, menekşe gözlü kadın ise 2011 yılında vefat etti.


2 Temmuz 2014 Çarşamba

Madımak Oteli

_Sivastopal, 2 temmuz 1993,
37 ölü,
milyonlarca şiir yaralı._

sizleri tanıyordum
sabahları geçerek önümden giderdiniz işlerinize
siz
kendini amber ağacı sanan karalahana suratlı manav
yüreğini örümceklere diktiren terzi çırağı
siz
çocuklara çarpıp kaçma eğilimli belediye şoförü
maçlarda peygamberlere küfreden zabıta memuru
evet siz
siz
öğrencilerine Atatürk heykelini tokatlatan öğrenci yurdu müdürü
yani siz beyefendi
siz
çanakçılar, kışkırtıcılar, kibritçiler
melek boğazlayıcılar
sahte itfa’ye aslanları
siz
cinayet sonrası toz olan pır pır sultan imamlar
bayat yeşil biberler
kanat düşmanları
sizleri tanıyordum
kutu kutu odalarım kol kanat gerdi askerlik anılarınıza
banka cüzdanlarınıza
astım ilaçlarınıza
kiminiz evden kovuldunuz bende yattınız sabaha kadar zik zak
korudum sizi göktaşlarından ve ay çarpmalarından
çocukluk arkadaşınızdı otel kayıt memuru önce onu yaktınız
türküleri yaktınız şiirleri yaktınız
doğru sözü yaktınız

akşamları geçerek önümden gidersiniz evlerinize
yıkıntıma sinsi sinsi gülersiniz
kapıda sizi karşılayan çocuklarınız
onlar da öğrenir bir gün
içindeki insanlarla yaktığınız
bir otelin
sonsuza dek
kül tüküreceğini yüzünüze.

Akgün Akova


1 Temmuz 2014 Salı

Oku ve At, Yani Fast Food Edebiyatı

Bu diyarlarda hıyar ağaları ve onların şürekâsınca yüksek edebiyat adı yakıştırılan ama tarifinde tutarlılık yakalanamayana "özenile ve özlene" dursun, uzak diyarlarda kolay tüketilir edebiyat iki aydır bedava. 

Chipotle ABD'de 1993 yılında ilk lokantasını açmış, 1995'ten itibaren şube açarak büyümeye devam eden müşterilerine Meksika mutfağından lezzetleri dürüm ve taco içinde servis eden bir fast food zincirinin adı. Jonathan Safran Foer bu lokantanın şubelerinden birinde siparişini yanında okuyacak bir şeylerin olmadığı bir anda beklerken çok sıkılır ve aklına müthiş bir fikir gelir. Chipotle yöneticileri ile konuşur ve müşterilerine beklerken okumalık sunabileceklerini ve isterlerse kendilerine bu konuda yardımcı olabileceğini söyler. Yönetimin ikna edilmesi zor olmaz, Foer'ın editörlüğü ve koordinasyonunda aralarında; Toni Morrison, J. S. Foer, Michale Lewis, Sarah Silverman, Judd Apatow gibi isimlerin bulunduğu on tanınmış yazarla işe başlanır. Hiç bir yerde yayınlanmamış minik öyküler, anlatılar, makaleler seçilir ve lokantanın kağıt bardaklarının ve poşetlerinin üzerinde geçtiğimiz mayısın ilk günlerinde  yayımlanır. 




İki Dakika Süren Bir Dakika
Yazan: Michael Lewis
Çeviren: D.M.

Boşa vakit harcamamak için o kadar fazla zaman harcıyorum ki. Mesela, markete gitmeden evvel, dakikalar boyunca liste yapıp da mı gitmeli yoksa doğrudan reyonlara dalıp çıkarak, önüme ne gelirse sepete indirip çıkmalı mıyım diye düşünüp duruyorum. Havaalanlarındaki güvenlik noktalarında bana onlarca yıl gibi gelen dakikalarımı, sıradan daha hızlı biçimde nasıl kurtulacağımı düşünmekle harcıyorum: bomba dedektörlerinden kemer ve ayakkabılarımın bulunduğu plastik kutuyu, el çantamdan önce mi geçirmeliyim, yoksa sonra mı? Telefonumdan elektronik posta yollamak dururken, yeşil ışığın yanmasını oturup sabırla mı beklemeliyim? Zamanımı iyi değerlendirmek yerine, onu nasıl daha verimli kullanabileceğim üzerine endişelenmeye harcıyorum. Daha mantıklı olabildiğim anlarda dördüncü boyuta sanki acımasızca yönetilmesi gereken bir şeymiş gibi değil de, özünde doğası hayat deneyimimi zenginleştirmek olan bir şeye dönüştürülebilirmiş gibi yaklaşıyorum. Zamanı - ya da en azından zaman algımı -  yavaşlatmak için numaralarım bile var.  Bazı akşamlar, o gün olan biteni yazıyorum. Mesela bu sabah;
Walker (beş yaşındaki oğlum) soruyor; "çocukken senin kedin var mıydı?"
"Evet" diyorum "Çok sevdiğim Ding How adında bir siyam kedim vardı, ama bir araba ezdi onu."
Walker: "Arabanın ezdiği iyi olmuş."
Ben: "Nedenmiş?"
Walker:  "Böylece adı Ding How olmayan yeni bir kedi alabilirmişsin."


Gündelik detayları yazıya dökmek sanki günlerime bir kaç saat daha ilave edermiş gibi geliyor bana: ama neden öyle geliyor bilmiyorum.  Bir diğer numaram da, sıradan bir şeye odaklanmak ve -  bir dürümün narin jeolojik katmanlarına örneğin - neler gördüğümü tarif etmeye çalışmak.  Bir diğeri de, normalde hiç kafa yormaksızın, bir çırpıda yapacağım bir işi seçerim ve - kağıttan bir bardağın üzerine kelimeler yazmak diyelim - onu elimden geldiğince ağır yaparım. Hayatımı ağır çekimde yaşamaya başlayınca normal seyrinde kaçırdığım bir sürü şey dikkatimi çekiyor. Dikkatimden kaçan tek şey zamanın akışı.    



Meraklısına Linkler: