19 Mart 2013 Salı

Öykünün Yeniden Keşfi

Öyküler, masallar hep vardı. İllaki birileri ortaya geçer anlatır ve diğerleri de dinlerdi. Çocukluğumun en büyülü geceleri bana masalların anlatıldığı gecelerdi. Birisi anlatır, yatma vakti geldiğinde zihnim boşlukları tamamlardı. 

İstanbul Kitap Fuarı'ndaki en büyük ganimetim M.Ö. 500 ile M.Ö. 200 yılları arasında yazılmış "Günlük yaşam ve onun mucizeleri" isimli Çin öykü kitabı oldu. Ülkemizde bile öykünün mazisinden bahsedenler doğuyu hiç anmadan direkt İtalya'dan giriyorlar konuya. Oysa öykü medeniyetin doğduğu yerden başlamalı değil mi mantık olarak. Doğuya, ışığın yükseldiği yere bir göz atmak lazım. 

Son yıllarda öykünün tarfinin yeniden yapılmaya çalışılması bana gülünç geliyor. Bilhassa Kısa öykü lafına kıl oluyorum. Amerika'nın yeniden keşfi gibi her gün yeni bir tarif ilave oluyor öykü tanımına. Bu hale gülmeye alışmışken şimdi kısa yoğun öykü merakı doğdu ki öyküyü tanımlarken onu neredeyse aforizma kıvamına indirgemek saçma geliyor bana.

Öykü öyküdür, kendi içinde tutarlı ise, dili oturmuş ise, meramını anlatabiliyorsa kısa, kısa yoğun uzun tanımlarına kalkışmak gereksiz. 

Kendilerince kısacık olması gereken öykünün tanımını upuzun laflara boğanlar gelin görün ki bu tanım, tarihçe karşımını yaparken Çin'i unuttukları gibi, Canterburry öykülerini de atlıyorlar, dahası Jorge L. Borges'i, Lugones'i tamamen es geçiyorlar. Halbuki çağdaş öyküye Borges'in hizmeti gözden kaçarsa ne anlarım o öykü tarifinden. Amerikan öykücülüğünden ise haberleri yok, çünkü orada kapitalizm var yani orası tü-ka-ka. 

Şu aralar bir kısa yoğun öykü merakıdır gidiyor. Bir site kısa yoğun öykü yarışması düzenlemiş. Sitenin fikir babaları ve devamlı yazanlarının öykülerine bakıyorum da işin sadece boyutuna odaklanmışlar. Okuyana bir şey katmayan, sadece upuzun öykülerde görebileceğimiz nitelikteki tasvire sırtını dayamış girişlerden oluşan manasız paragrafları öykü diye çarşaf çarşaf asmışlar ön sayfalarına. İlla ki bu isme tutunulacaksa kısacık ama lezzetli öykülerin iyi örneklerinden biraz ders almaları lazım sanıyorum. Kendi bilecekleri iş. 

Konu öykü olunca komiklikler çok fazla. Çünkü ülkemizde ortaya bir konu atıldığında konuşmaya can atan çok sayıda insan kalabalığı var. Konuyu bilip bilmemek önemsiz teferruat haline geliyor. Herkes bir şei sallıyor kenardan, ortadan. 

Öykü alanında yaşadığım en komik an ise katıldığım bir yaratıcı yazarlık kursunda başımdan geçti. Bir iki hafta teori ve dil bilgisi dersi aldıktan sonra ilk kez yazdıklarımızı sınıfta paylaşacaktık. Bize verilen bir cümleden hikaye yazmamız isteniyordu. Cümlemiz "Dün eskiciden bir palto aldım" idi. 

Ben bu cümleyi sevmedim. Bir kere hatalı buldum: "neden 'aldım' da 'satın aldım' değil?"  sorusunu yarattım ve önüme koydum. Geçemedim bu cümleden öteye. Oysa alıntı cümlelerden çok sayıda öykü yazmıştım, bu konuda az buçuk  idmanlıydım. Ama konuya ısınamadım ya; yazmadım, yazamadım. Böylece bize verilen iki haftalık sürenin sonuna geldik. Cuma gecesi "yarın ki sınıfa ne götürsem ki" derken, rafta duran bir Paul Auster projesi gözüme takıldı. 

Paul Auster Amerikan Milli Radyo'sunda bir program yapıyordu. Dinleyicilerden öyküler azıp kendisine göndermelerini istiyor ve her hafta programının bir bölümünde o öykülerden seçtiklerini kendi cümleleri ile okuyordu. Yani halkın sesini kendi diline tercüme ediordu Auster. İlgi o kadar yoğundu ki, bir gün geldi öyküler bir kitapta toplandı: "Gerçek Amerikan Öyküleri". Yarım sayfa ile üç safa arasında uzunluğa sahip üzlerce öykü, herbirinin insana dokuna bir yanı var. Daha sonra "Babamı Tanrı Zannederdim" isimli bir projesi daha oldu Auster'ın. Her ikisi de dilimize çevrilmedi. 

Gerçek Amerikan Öyküleri'ni aldım elime, aradığımı kitabın ortalarında buldum. "Palto" isimli hüzünlü bir öykü. Maddi durumu iyi olmayan bir aile sürekli boy atan küçük çocuklarına yılbaşı hediyesi olarak çıtçıtlı kapşonu olan bir palto alıyor. Baba sinirli bir tip, çocuğu uyarıyor: "kapşonu kaybedersen seni döverim". Çocuk o sevinçle paltoyu giiyor ve büyükannesine göstermeye gidiyor. Dönüşte sokakta oyuna dalıyor. Kapıya geldiğinde kapşonunu düşürdüğünü fark ediyor ama çok geç. Babası güler yüzle kapıyı açıyor. Şakalar yapıyor, güldürüyor çocuğu. Çocuğun korkusu geçip kapşonu aklından çıkardığı anda iniyor tokat suratına. Öyküyü yazan demiş ki; "işte o zaman anladım gülen yüzlere asla güvenmemem gerektiğini."

Yarım sayfa uzunluğunda bir öykü.  Üstelik alengirli bir isim de takıştırılmamış buna öyle kısadır yoğundur gibi. Öyküyü bana ait olmadığı için biraz utanarak okudum. Bitirdim, herkesi kendilerine verdiğimm suretin üzerine notlar alıyordu. İşte ondan sonrası benim için işin en komik yanı oldu. Millet bir eleştirdi öyküyü, bir eleştirdi. Seviyelerini tespit edince bunu Paul Auster yazdı dememe gerek bile kalmadı. Sadece iki arkadaşıma anlattım olayı. 

Diyeceğim o ki, yazmayı seviyorsanız, isme, tanıma takılmayın. Yargısına, bilgisine, donanım ve okur olarak tecrübesine güvenmediğiniz insanlara öykülerinizi, yazdıklarınızı asla okutmayın. Önünüze gelenin size dediklerini zırnık kadar kaale almayın.  Çok güvendiğiniz bir kaç kişi dışında ilk yazdıklarınız okutmayın. Çünkü insanlar henüz daha öykünün tanımını yapmakla meşguller oysa öykü binlerce yıldır var, açsınlar 2500 yıl önce Çin'de yazılmış öykülere baksınlar, kısa yoğun öykünün keşfini yapmasınlar. Sonra fikir beyan etsinler. Sİz yazmanıza bakın. Tanımlara da gülün, geçin.  


2 yorum:

Yorumlar