28 Şubat 2013 Perşembe

Yabancı Kucak'tan

Her akşam, lokanta bulmak üzere yola koyulmadan evvel balkonda bir saat kadar birbirlerine düşlerini anlatıyorlardı. Bu bir saat neredeyse törensel bir nitelik kazanmıştı. Her biri kendi düşünü anlatma lüksünü elde etmek için ötekinin anlattığı düşü sabırla dinlemek durumundaydı. Colin’in düşleri psikoanalistlerin ağızlarını sulandıracak cinsindendi; uçmak, dişlerin dökülmesi, yabancıların karşısında çırılçıplak kalıvermek gibi. Mary’nin uykusu ise, sert döşek, alışkın olmadığı sıcak hava ve hiç bilmediği kentin etkisiyle olacak; karmakarışık, gürültülü, kafa karıştıran düşlerle bölünüyordu; öyle ki bunların uyanık olduğu saatleri de uyuşuklaştırdığından yakınıyordu kadın. Ayrıca, eski, süslü kiliseler, süslemeli mihraplar, kanalların üzerindeki taş köprüler, uzaklardaki bir ekrana yansır gibi soluk soluk düşüyorlardı göz kapaklarının içine. En çok çocuklarını görüyordu, sık sık onların tehlikede olduklarını, kendisinin de onlara yardım edemeyecek kadar beceriksiz ve şaşkın kalakaldığını… Kendi çocukluğu ile onlarınki birbirlerine karışıyordu. Oğlu ve kızı ısrarcı sorularıyla onu korkutuyorlardı. Neden bizsiz gittin? Ne zaman döneceksin? İstasyonda bizi karşılayacak mısınız? Hayır, hayır, siz bizi karşılayacaksınız diye açıklamaya girişiyordu. Kulaklarını iki eliyle tıkamış vaziyette, bitkin uyanıyordu. Arada eski kocası onu bir köşeye sıkıştırıp, bir vakitler gerçekte yaptığı gibi, sabırla, pahalı bir fotoğraf makinesini nasıl kullanacağını anlatıyor, püf noktalarını anlayıp anlamadığını her aşamada sınıyordu. Saatler sonra susması için yalvarmaya başlaması bile kar etmiyor açıklamalar yapan dırdırcı sesi bir türlü durduramıyordu.


Yabancı Kucak - Ian McEwan
Arıntı yayınları
Çeviren: Pınar Kür

27 Şubat 2013 Çarşamba

Yabancı Kucak


Mary ve Colin evli bir çift, az tatili için Venediği andıran ismini bilmediğimiz bir şehre geliyorlar. Birbirlerini seviyorlar ancak ne kadar çok sevdiklerinin farkına varmaları için romanın sonuna gelmeleri gerekiyor. Yolları Robert ve Caroline isimli bir çiftle kesişiyor. Bu çift evli değil. Birbirlerine garip bir tutku ile bağlılar. Ahbaplıkları ilerliyor, tatil bütün sıkıcılığı ile devam ederken.





Romanın ismi Tennessee Williams’ın bir türlü eskimeyen eseri “İhtiras Tramvayı”daki kırılgan Blanche DuBois’nın oyunun finalindeki tiradındaki en meşhur cümlesine göndermede bulunur. 

Şöyle der Blanche DuBois; “Her zaman yabancıların nezaketine güvenirim”. 


Karışınızdakinin nazik olacağını bilmek bir rahatlıktıktır konfordur. Ancak zaman çok değişmiştir, nezaket artık altında neyin gizlendiğini bilemediğimiz bir örtüdür. Colin ve Mary, sadist zevkleri olan Caroline ve Robert’ın tuzağına düştüklerini fark ettiklerinde birbirlerine olan aşkın gücünü anlayacaklardır.



Meraklısına Linkler:

Ian McEwan


Yine Pınar Kür sayesinde tanıdığımız bir yazar, Ian McEwan. 

Yazmaya kısa öyküler ile başlamış, ilk iki öykü kitabından sonra romana yöneliyor. “Beton Bahçe” ve ardından “Yabancı Kucak”. Bu ikisi okurunu tedirgin eden romanlar. Aşkın gücünü sıradan insanın en derin korkularının kıyısında sınava çekiyor. Bu yüzden şöhretinin ilk yıllarında “Korkunç Ian” diye anılmış. İngiltere’nin son yıllardaki en üretken ve en tanınmış yazarlarından biri. Yazdıkları filmlere uyarlanıyor. Çok satan ve edebi derinliğe de sahip romanlar yazıyor. The Times son elli yılın en iyi 50 İngiliz romancısı arasında onun adını da gösteriyor. 

Yabancı Kucak, Suçsuz, Kara Köpekler, Kefaret, Solar, Cumartesi, Amsterdam’da Düello, Sonsuz Aşk, Beton Bahçe, İlişkiler, Zamanın İzlerinde…


Meraklısına Linkler:

26 Şubat 2013 Salı

Tutku'dan

...
Doğum kolay olmuş, ebe beni ayak bileklerimden tutup baş aşağı sallayınca çığlığı basmışım. Ama kuruyayım diye beni yatırdıkları vakit annem şak diye bayılmış. Ebe de bir şişe şarabı açıp, başına dikmiş.

Kaz ayaklıymışım.

Kayıkçılar tarihi baştan sona taransa kaz ayaklı bir kız çocuğu bulunmaz. Baygınlığı sırasında bir demet biberiye canlanmış annemin gözlerinde, dikkatsizliğinden dolayı kendini suçlamış. Oysa belki de fırıncı ile geçirdiği keyifli demlere yüklemeliydi suçu. Sandalı denizin dibini boyladığından beri onu hiç aklından geçirmemişti. Hoş sandal yüzer durumdayken de onu pek düşünemezmiş zaten. Ebe kalın bıçağını çıkartarak, iğrenç parçaları hemen oracıkta kesip atmayı önermiş, annem de bir anlık acının hayat boyu utanç duymaktan iyi olacağını düşünerek bitkin başını sallamış. Ebe ilk iki parmağımın arasındaki saydam üçgene bir kesik atmaya çalışmış ama bıçak iz bırakmaksızın derinin üzerinden kaymış. Her iki ayağın da parmak aralarını zorlamış ebe, sonuç olarak bıçağı eğrilmiş ama başka bir şey olmamış.

Annem ağlayıp sızlanmaya koyulmuş, üvey babam eve gelinceye dek de susmamış. Görmüş geçirmiş bir adam olan fırıncı bir çift kaz ayağından kolay kolay korkacaklardan değilmiş.

“Ayakkabı giydiği sürece kimse farkına varmaz bu durumun, kocaya vardığındaysa, adam ayaklarıyla mı ilgilenecek sanki?” demiş.

Bunun üzerine annem az çok yatışmış. Ondan sonraki on sekiz yıl boyunca normal bir aile olarak geçirdik.
...


Tutku - Jeanette Winterson
İletişim Yayınları
Çeviren: Pınar Kür

Tutku


Aşkın, tutkunun farklı türlerini tarihi kişi ve olayları alıp, çarpıtarak değiştirerek masal havasında anlatan bir roman. 18. Yüzyılın sonlarında geçiyor. Romanın dörtte üçü Henri, kalanı da Villenelle’in ağzından anlatılıyor. Kumar ile hayatın birbirlerine ne kadar benzediği alegorisi üzerinden şekilleniyor. Henri tavuk pişirmekte ustalaşmış bir aşçı, Napolyon’un damak zevkine hitab eden yemekleri yüzünden onun özel aşçısı, Napolyon’a Haranlığı da aşan bir tutku ile bağlı. Villenelle ise bir lezbiyen, erkek giysileri içinde geziyor, Venedik’te evli kadınların kalplerini çalıyor, ama kendisi aşık olamıyor. Bir de sırrı var. Venedik’teki sandalcı erkelerin laneti ona da bulaşmış. Ayaklarında bir kusuru var, bu sırrını iyi gizliyor. Napolyon’un Venediği işgal etmesinden sonra bu ikilinin yolları kesişiyor ve çok büyük bir aşkla birbirlerine bağlanıyorlar ancak her ikisinin geçmişinden gelen insanlar peşlerini bırakmıyor. Çok sayıda, renkli karakter ve garip olaylarla zenginleşen, ancak etrafında geliştiği kişilerden de kopmayan, merak unsurunu ayakta tutan bir roman.






25 Şubat 2013 Pazartesi

10 Filmden, Unutamadığım Replikler

-
“Sana ne öğrettim ben Jim?”
“İnsanların bir patates için her şeyi yapabileceklerini öğrettin!”

Empire of the Sun


“Peki, birini öldürdün mü hiç?”
“Evet... ama inan hepsi de kötü adamlardı”

True Lies


“Bak yalnızca azıcık plütonyuma ihtiyacımız var. 
Eminim 1985’te eczanelerde bile bulunacak, ama 1955’te o kadar kolay değil işte!”
Back to the Future


“Artık doksanlardayız, öyle önüne gelene durduk yerde yumruk atamazsın. 
Önce havalı bir laf etmen lazım”
The Last Boy Scout



“Annem asla yabancılarla konuşma derdi”
“Yabancılarla asla konuşmazsan yeni biriyle tanışamazsın ki”
Never Talk to Strangers



“Starbucks gibi yerlerin tek amacı; 
karar alma yeteneği olmayan insanların bir kahve almak için bile 
en az altı karar vermelerini sağlamaktır. 
Orta, Büyük, Şekerli, Sade, kafeinli, kafeinsiz, koyu, sütlü, sütsüz vesaire, vesaire…”  
You’ve Got Mail



“Müşteri daima haklıdır derler, duymadın mı hiç?”
Falling Down



“Çok aptalsın Rose. Neden yaptın şimdi bunu? Neden yaptın?”
“Önce sen, sonra ben atlayacaktım, değil mi?”
Titanic




“Aşkım… Öldük biz. Artık endişelenmemizi gerektirecek bir şey kalmadı”
Beetle Juice



“Her gün kırk bin insan ölüyor. Neden onlardan biri de sen değilsin?”
U-Turn




24 Şubat 2013 Pazar

Jeanette Winterson

Yine dilimize Pınar Kürün ilk kez kazandırdığı çağdaş bir yazar; Jeanette Winterson. 

Manchester’da doğdu, onu evlat edinen bir ailenin yanında küçük bir kasabada büyüdü. Dindar bir aileydi, evlerinde sadece altı kitap vardı ve hepsi de din ile ilgiliydi. Bunların dışında bir şey okuması uygun görülmüyordu. Kütüphaneden aldığı kitapları fener ışığında tuvalette gizlice okuyabiliyordu. Oxford Üniversitesinden mezun olduktan sonra bir sürü tuhaf işte çalıştı ve ilk romanını yazdı. “Tek Meyve Portakal Değildir” yayınlandığında 24 yaşındaydı. O günden beri romanları, öyküleri ardarda yayınlandı. 

Dilimize çevrilen kitapları: Vişnenin Cinsiyeti, Tek Meve Portakal Değildir, Tutku, Diz Üstü, Fener Bekçisi, Atlas’ın Yükü.



Meraklısına Linkler:

23 Şubat 2013 Cumartesi

Geniş Geniş Bir Deniz'den

...
O kadının adı Grace olmamalıydı. İsimler önemli. Hani, o bana Antoinette dememekte direndiğinde, Antoinette’in pencereden uçup gittiğini gördüm ben; tüm korkuları, güzel giysileri ve aynasıyla birlikte.

Burada ayna yok. Şimdi neye benzediğimi bile bilmiyorum. Bir vakitler saçlarımı fırçalarken kendi kendimi seyrettiğimi, gözlerimin nasıl bana baktıklarını, anımsıyorum. Gördüğüm kişi bendim, ama gene de tam ben değilim. Çok eskiden yapayalnız, bir çocukken onu öpmeye çalışmıştım. Ama aramıza girmişti cam – sert, soğuk: soluğumla buğulanmıştı. Şimdi her şeyi elimden aldılar. Burada ne yapıyorum? Kimim ben?

Duvarları kumaş kaplı odanın kapısı kilitli tutuluyor. Oradan koridora geçiliyor, biliyorum. Grace’in durup, henüz hiç görmediğim bir kadınla konuştuğu yer orası, Dinliyorum ama dediklerini anlamıyorum. Yani ömrüm bunca olduğu gibi hala fısıltılar var çevremde, ama bunlar değişik sesler.

Gece olunca kadın birkaç içkiden sonra uyuyakalıyor. Anahtarlarını almak çok kolay. Onları nerede sakladığını biliyorum. Kapıyı açıp, diğerlerinin dünyasına geçiyorum. Kartondan yapılmış bir dünya bu, hep biliyordum zaten. Daha önce de bir yerlerde gördüm bu karton dünyayı. – her şey ya kahverengi ya koyu kırmızı ya da ışıksız sarı. Koridorlarda yürürken, kartonların arkasında ne olduğunu görebilmeyi diliyorum. Bir kez bir köşeyi dönerken yatak odasından çıkan bir kız görmüştüm. Sırtında ak bir entari vardı, kendi kendine bir şarkı mırıldanıyordu. Beni görmesini istemediğimden duvara iyice sindim. Gene de durdu, çevresine bakındı. Karanlık gölgelerden başka hiçbir şey göremedi, özellikle dikkat ettim buna. Merdivene doğru koştu. Orada bir başkası ile karşılaştı. İkinci kız:
“Hayalet mi gördün?”diye sordu.
“Bir şey görmedim ama sanki bir şey hissettim”
“Odur işte hayalet” dedi ikinci kız. Beraber merdivenlerden indiler.
“Onlardan hangisi geldi beni görmeye Grace?” diye sordum.
“Gelen o değildi. Uykuda olsam bile anlardım henüz o gelmedi”
,,,



Geniş Geniş Bir Deniz - Jean Rhys
Can Yayınları
Çeviren: Pınar Kür

22 Şubat 2013 Cuma

Geniş Geniş Bir Deniz




Aldanmanın olduğu aşklar anlatılır bu romanda. Sevgililer birbirlerini aldatır da, kişiyi en güzel kendi kendisi aldatır elbette. Aşık insan karşısındakini yüceltir, görmeyi istediği her şeyin sevdiği kişide cisimleştiği sanrısına kapılır. Aşkın getirdiği çok özel bir göz aldanmasıdır bu. Peki aşk bittiğinde, geriye kalan nedir? Geriye kalanla nasıl yüzleşecektir insan? Kitapta bunlar sorgulanır. 








Antoinette Karayiplerde doğmuş bir beyaz kadındır. Aile bireylerini kaybedince önce teyzesi ile sonra da tek başına kalır. Karayiplerde, karaderililer; orada doğan beyazlara Creole derler. Creoleler karaderililere karafatma der. Ada sakinlerinin derilerinin renkleri sosyal yaşamda dinmeyen bir gerginliği iki aksi istikamette çeken yay gibidir. İşte tam bunun orta yerinde yapayalnız kalan Antoinette’i karaderililer, “beyaz karafatma” olarak adlandırırlar. Antoinette ise yalnızlığını dindirmek için kendisine taktıkları ada da, tenlerin rengine de bakmaz, sarılacak bir beden arar. Geçmişinde yaşadığı büyük yangın girmektedir sürekli rüyalarına. Hakkındaki söylentiler almış yürümüşken Mr. Rochester çıkar karşısına, Antoinette’e aşık olur. Evlilik planları yaparken, adam söylentileri duyar, Antoinette bunları inkar etmez. Ancak çılgınlıklar yapmaya, öfke patlamaları aşama başlamıştır. Rochester onu aldığı gibi İngiltere’ye kendi malikanesine götürür, tavan arasına kapatır. Bertha ismini verir ona, geçmişine ait ne varsa unutmasını emreder. Başına gece gündüz nöbet tutması için Grace Poole adında iri kıyım bir hizmetçi diker. 

Romanın ilk bölümü Antoinette’in ağzından başlar, İkinci bölümde Rochester’in bakış açısı da devre gider. Zaman zaman çocuk Antoinette sözü alır. Kadının hafızası bulandıkça romanın anlatıcısının kim olduğu iyice karışır, son çereğinde ise devreye Grace isimli bakıcı da girer ve tam anlamıyla bir kabusa döner tüm anlatı. Paragrafı Rochester anlatmaya başlar, Grace tamamlar. 

Roman arısından itibaren, bir çok yerinde Jane Eyre’e bağlanır, bu haliyle diğer kitabı tamamlayan bir yönü de vardır. 



Meraklısına Linkler:



21 Şubat 2013 Perşembe

Söz


Bu dünyaya isim koyamadığını söyledi bana. Yıllar önce böyle bir şey işitsem, bıyık altından gülmemek için kendimi zor tutar, sonra da bir bahane yaratıp dışarı atardım kendimi. Altı hastanın yattığı odadaki tek ziyaretçi olmam bir yana söylediği laf hiç de gülünç gelmedi bana. Kafamı çevirip diğer hastalara baktım. Yataklarında başka bir şeyle ilgileniyormuş gibi yapıyordu hepsi. Soluk yüzüne döndüm bu sefer, "geçmiş olsun" denmez ya ölüm döşeğindeki insana; Bakıştık konuşmadan. 

Derken anlatmaya başladı. Öldüğünde boynunda lacivert renkli bir kravat ile gömülmek istiyormuş. Tek ve son vasiyeti buymuş. Bunca acı çekmiş bir insana ne denilebilir ki evetten başka. Yine de kuşku ile baktı gözleri: "Kravat" dedi. "bil ki çok önemli."

Altı üstü bir bez parçası değil mi boyuna takılan, ömür boyu nefret ettiğim iki yakayı bir araya kavuşturmaya yarayan bir bez parçasını öldükten sonra da boynunda taşımak istemesi şaşırtmadı beni. Başkalarının isteklerinin artık beni şaşırtamayacağını sandığım bir yaştaydım. Bu sonuncu arzu tuhaf bile gelmedi. Evdeki düzinelerce rengarenk, enine, boyuna çizgili, şal desenli, kareli, ekose, verev şekilli kravatlar geldi gözümün önüne bir an. "Merak etme sen" dedim. 

"Niye ben?"

"Neden başkasından istemiyor bunu?" 

"Yoksa istedi mi başkasından da?"

Yastığının altından katlanmış eski bir kağıt parçası çıkardı uzattı bana. Elleri titriyordu. 
"Bunu dedi şimdi okuma, Öldüğüm vakit cenazeme gelmeni ve orada okumanı istiyorum."
İşte o zaman anladım son isteğini benden başkasına söylemediğini. 

Söz verdim. Öksürük nöbetine tutulmuş bir hastanın sesini daha fazla işitmemek için hızla geçtim koridorları. Sonra geniş kapıdan bahçeye çıktım. Otoparkta motoru çalıştırmadan elimi cebime atıp çıkardım hastane kokan kağıdı. Kırık dökük bir el yazısı vardı buruşuk kağıdın üzerinde; 

"Bir sırım var benim. Sandığınız kadar iyi insan değilim. Bir intikam cinayeti işledim ben. Saat üçü kırk sekiz geçiyordu. Yalnızdık, kimse göremezdi. Onca yıl içimde gizlediğim öfke çıktı göğüs kafesimden. ikimizin tam ortasında durdu. Gözleri çakmak çakmaktı. Bir ona baktı bir de bana. Bakışlarını bir kez daha ona çevirdiğinde anladım ki yapabilirdim. Kimse göremezdi beni. Tam sekiz yüz kırk yedi gün önce sırtıma aldım bu yükü. İntikam, yetmiyormuş unutmaya geçmişi. Aranızdan ayrılırken her şeyimi bilin istedim."



Jean Rhys

1890 yılında, Batı Hint Adalarında doğdu, 16 yaşında İngiltere’ye geldi. Ancak şivesindeki bozukluğu bir türlü gideremediği için bir çok okuldan ayrıldı. Hatta Kraliyet Akademisi Dramatik Sanatlar bölümünde geçirdiği iki yıldan sonra babasına gönderilen mektupta İngilizceyi düzgün biçimde telafuz edemediği için okullarına devam etmesinin lüzumsuz bir çaba olarak görüldüğü belirtildi. Bunun üzerine babası tarafından okuldan alındı ancak, tekrar batı Hint Adalarına dönmeyi reddetti. Kumpanyalarda dansçı kız olarak görev aldı, çeşitli sevgilileri oldu. Uzun yıllar Ford Madox isminde bir yazarın metresi olarak onun koruması altında yaşadı ve ilk kitabı bu ilişkisi esnasında yayınlandı. Adam bekar olmasına rağmen onunla evlenmedi. Rhys daha sonra evlendi, ilk eşi casustu yakalanınca hapse girdi, ayrıldı, tekrar evlendi. Evli iken başkasından çocuğu oldu. Karışık bir hayat sürdürdü.


Dilimize çevrilmiş yapıtları şimdilik; Geniş Geniş Bir Deniz, Quartet, Ayrılıktan Sonra, Günaydın Geceyarısı, Karanlıkta Yolculuk ile öykülerinden yapılan "Dalda Duran Kuşlar" isimli bir seçkidir. 


Meraklısına Linkler:

20 Şubat 2013 Çarşamba

Evlat Acısı

Koklamak için bir tanesi kalsaydı...

Fotoğraf:  Wolff  Werner - Children Playing on a Playground

Şubat 2012, bir gazete haberinden. 

İğde Ağaçları

Koklamak için bir tanesi kalsaydı....


19 Şubat 2013 Salı

Televizyon

Karşısında oturmuş, hayallerimizi öldürmesini izliyoruz.

Deniz Moralıgil 
(Televizyonda Sinema - Öyküler - 2013)  



Bitmeyen Aşk


Pınar Kür, Nilgün ile Sinan’ın üzerinden bir aşka dair dile getirilebilecek her şeyi bir romanda anlatmayı planlıyordu. Çalışmasını bitirdiğinde, eseri 1986 yılında yayınlandı. 

İki genç; tanışırlar, aşık olurlar, sevgili, eş, olurlar, aldatmalar gelir başkaları ile ilişkiler gelir ama bir türlü ayrılmayı beceremezler, söze arada yazar da karışarak ikiliyi birbirine doğru itekler arada. Ama aşkın sonunda ne olduğu seneler sonra, kendisi ile Mine Söğüt tarafından yapılmış bir nehir ropörtaj yayınlandığında, daha kitabın adında, bir kez daha altı çizilerek söylenir: "Aşkın Sonu Cinayettir". Romanı beğenenler olduğu kadar, bunca laf kalabalığına gerek olmadığını öne sürerek beğenmediğini ifade edenler de olmuştu ancak görünen şudu ki kitap o dönem için hayli ilgi çekmiş ve başarılı satış rakamlarına erişmişti. 

Bitmeyen Aşk romanının ilk 5000 adedi tükenince hemen ikinci baskı yapıldı o da tükenmek üzereyken yazarının bile aklına gelmeyen bir şey oldu. Kitap toplatıldı. Yazar ve yayıncısı mahkemeye çıkartıldı. Sonunda kitapta cinsel ilişkinin betimlendiği cümlelerin çıkartıldıktan sonra yayınlanmasına izin verildi. Sakıncalı satır ve kelimelere siyaha boyanarak okurlardan gizlendi. Ancak yayıncı burada bir hinlik yaparak, kitabın sonuna mahkeme kararını ekledi, orada hangi sayfadan hangi kelime veya cümlelerin çıkartılması gerektiği yazılıydı, okur, sansürlenmiş noktaya geldiğinde mahkeme kararının olduğu sayfadan, sansüre takılan kısmı okuma şansına erişti. “Asılacak Kadın” da eş zamanlı olarak aynı akıbeti paylaştı, yasaklandı. 


2013 yılında olan bizler ise hala bir takım gariplikler ile karşılaşıyoruz. Birileri yazıyor, diğerleri bu yazılanların üzerini karalamak için ellerine geçen fırsatları mutlaka değerlendiriyor. Geçtiğimiz hafta Cuma günü bir arkadaşım yazdığı bir öyküyü kimseler kaptırmamak istediği için noterde onaylatmayı denedi. Hayli enteresan bir olay örgüsüne sahip öyküsündeki ana karakterlerden bir tanesi küfürlü konuşan bir kadındı. Yazıyı güçlendiren de o karakterin konuşma biçimi idi. Noterde arkadaşımın öyküsü elden ele geçmiş, giderek noter çalışanlarının tamamı bizimkinin yazısının etrafında beğenmez gözlüklerle bir kağıda bir gözlük üzerinden arkadaşıma bakar olmuşlar. Nihayetinde bir tanesi böyle küfürlü bir azıyı onaylamayı uygun bulmadıklarını ifade etmiş. Arkadaş olaya karşı içindekileri elbette kusacak bir tip, ama o an ortamı terk etmek durumunda kalmış. 


Yaşadığı sansür olayı sanırım Pınar Kür’de yazma isteğini örseleyen bir etki yaratmış olmalı ki uzunca bir süre yazar olarak üretimini bıraktı, ya da yazdıklarını okur önüne çıkarmadı. Ancak çevirmen olarak Türk kitaps severleri ülkemizde daha evvel tanınmamış birkaç isimle tanıştırdı bu dönemde. Bunlardan bir tanesi de Jean Rhys.


18 Şubat 2013 Pazartesi

Bir Deli Ağaç

"Akışı Olmayan Sular"a ev sahipliği yapmış apartman bu öykü kitabında da daha da heybetli biçimde karşımızda. Kitabın son öyküsünün finalinde yer alan ve anne - kız öyküsünün son sayfaları okuru adtea bir anda bir tiatro sahnesinin içine ya da bir filmin en kritik anının yaşandığı sahneye çeker ve alır. 

Nedir bu sahnede yaşanan? 
Annesinin yıllardır hiç değişmeyen, her olaya karşı hazırda tuttuğu üç, beş tekrarlanan mimiğinden, değişmeyen tepkilerinden, gürültücü kahkahasından ergenlik çağına girmiş bir çocuk gibi neredeyse nefret eden, artık kendisi de iki çocuk annesi olmuş bir kadının; annesini bir kredi fare oyununun içine çekmeye çalışması anlatılır. Ancak kadının planı yürümeyecek ve sürekli duygusuz olmakla itham ettiği kadının nasıl bir aşkın kıyısından geçtiğini anlayarak, seneler sonra nihayet annesinin içinde gizlenen “şey”i görecektir.

Alıntı
Ağzına dek götürdüğü bardağı bir yudum bile almadan koyuyor tepsinin üstüne. Yüzü o denli bozuk ki, konuşmayı sürdürüp sürdürmemek konusunda kararsız kalıyorum bir ara. Ama öğrenmem gerek. Kesinlikle ve ayrıntılarıyla.
"Yahu, anne, babamla o kadın arasında..."

Öğrendim sayılır artık. Şu sapsarı kesilmiş, her yanı titremeye koyulmuş şişko kadına daha fazla işkence etmenin ne gereği var? Ama ok yaydan çıktı bir kere.
"...bir şeyler vardı, bir şeyler oldu değil mi?"
"Ne münasebet? Nereden çıkarıyorsun böyle zırvaları, durup dururken?"
"Yahu anne ne çıkar söylesen? Bunca yıldan sonra ne önemi var?"

Ne önemi mi var? Yumruk yemişçesine ters yüz olmuş şu yaşlı kadın nelerin önemi olduğunu anlatmıyor mu bana? Neden böyle acımasızca gidiyorum üstüne? Bir şeylerin önemini - hiç değilse kendim için - daha başından beri bilmiyor muydum?

Yerinden kalkıyor. Fırlamıyor, hayır. Annemden beklenilecek olan fırlamaktır oysa. Top gibi zıplamaktır hatta.

Ağır ağır kalkıyor ve gözlerimin içine bakarak alçak sesle konuşuyor.
"Yalan söylüyorsun. Neden durup dururken yalan söylüyorsun bilmem. Ama yalan işte. Onu görmedin!"

Arkasını dönüyor bana. Çirkin bibloların sıralandığı bir rafa yaklaşıyor. Uluslararası üne sahip bir oyuncu ancak bu kadar güzel oynayabilir bu sahneyi. Şaşkınım.
"Neden yalan söyleyeyim?"

Sanki biblolarıyla konuşuyormuş gibi, ömrümce ondan işitmediğim alçak bir sesle yanıtlıyor.
"Yalan söylüyorsun. Çünkü o öldü."

Bu kez yumruk yeme sırası bende.
"Öldü mü?"
"Öldü. Ölmeseydi birlikte gideceklerdi. Bizi bırakmaya karar vermişti baban. Bankaya benim adıma para yatıracaktı. Çok para... Her şeye yetecek kadar para diyordu. Belki de ondan alacaktı. Ama..."

Konuşmasını sürdüremiyor. Ağlamaya da başlamıyor. Susuyor yalnızca.
"Nasıl öldü peki?"

Sorumun anlamsızlığını sözler ağzımdan çıktıktan sonra ayrımsıyorum.

Annem biblolardan ayrılıp bana dönüyor ağır ağır.
"Ne farkeder?"

Varoluşçuluğu benimsemiş bir felsefe öğrencisinin yetkin yıkılmışlığıyla yineliyor.

"Ne farkeder? Öldü. Babanı da öldürdü. Baban daha on dört yıl yaşadı sanıyorsun sen, değil mi? Yanlış! Ben biliyorum, hep biliyordum, onunla birlikte öldüğünü."

Ne diyeceğimi bilmiyorum.

Hiç tanımadığım bir kadın bu karşımdaki. İlk kez annem olarak değil de, insan olarak görüyorum onu.

Birden kıpırdanıyor. Bir şeyler yapmaya davranacak. Ama elleri kararsız. Koltuğa yaklaşırken devinimleri hala dağınık. 

"Çaylar buz gibi oldu." diyor sonunda bildik sesini toparlayarak. Zarflı bardağa uzanan elinin titremesi tam geçmemiş.


Evet o duygusuz, kaba, gürültücü ve şişman annenin içinde gizlenen şey elbette bir insandır.


Bu iki kitaptan sonra Kür’ün yazdığı ne varsa aldım okudum: 12 Mart dönemini ve sonrasını bir avuç insanın üzerine düşmüş izler üzerinden anlatan “Yarın Yarın”, Tiyatro camiasındaki ilişkilerin resmigeçidine andıran “Küçük Oyuncu” ve köleleştirilmiş, çaresiz bırakılmış bir kadını anlattığı “Asılacak Kadın”.
  


Akışı Olmayan Sular

Leyla İçin Şiir
......
"Anne babama baksana. Masanın üstüne kapandı. Uyuyor mu?"

Küçük kızım bu. 

"Uyumuyor. Saklanıyor. Uyumuyorsun değil mi Levent?" Bu da karımın sesi. 

Başımı kaldırmasam rahat vermeyecekler. Başımı kaldırsam, ense kökümde duran kızım bir saattir çiziktirdiğim kağıtların üzerinde Leyla’ya şiir yazdığımı görecek. Çaresizim. Hep çaresizim bu insanlara karşı. Ama kaldırmayacağım başımı işte… Kaldırmak istemiyorum…

Bir anda yok oluvermek… İstediğim bu. Bir sineğe dönüşmek ya da… Bir arıya, bir kuşa, yakalayamayacakları bir şeye… Vızıl vızıl uçup gidivermek avuçlarının içinden… Pırrr… Bir vardı, bir yok… Ya da başımı hiç kaldırmadan, kağıtlarımı da sıkı sıkı göğsüme bastırarak, yavaş yavaş masanın altına kaysam. Orada görmezler beni, son derece akıllı karım ve çocuklarım. Rahat bırakırlar… Kıpırdayabilsem…

Ah, Leyla… 

Leyla deli falan değildi, küskündü yalnızca. Herkese. Canından bezdirmişlerdi onu. Saçına, başına, süsüne özen göstermeyişi küskünlüğündendi. Yüzünün yuvarlaklığını yitirmesi, gözlerinin derinlere kaçması, o ışığın kararması, başının öne eğilmesi, çenesinin eskisi gibi gövdesinin önünde gitmemesi. Hepsi küskünlüğündendi. Ne var ki bunu benden başka kimse bilmiyordu anlaşılan. Deli diye bellemişlerdi onu bir kez. İnatla inanmışlardı buna. Her davranışı, başkasında olağan karşılanan davranışları bile deliliğinin bir belirtisi sayılıyordu. Bense bunun tersini bas bas bağıramayacak, ona yaklaşamayacak, ona elimi uzatamayacak kadar küçüktüm. Gizli gizli şiirler yazmayı sürdürüyordum yalnızca... 




Merdiveni indik. Üç adım daha attık, durdu. Başını kaldırdı yüzüme doğru. 

“Evet ama” dedi, “Güzel ama… Benim istediğim sevgi bu değil.” 

Bir şey demediğimden, ağzımı bile açmadığımdan o kadar emindim ki, korktum. Sesimi çıkaramadım. 

Aklımdan geçenleri okumuş olması mucizesini değerlendirecek bilinç yoktu bende. Korktum. Geriledim. 

“Görüyorsunuz ya…” Bu kez neredeyse güldü. “Size umut bağlayamam. Benim istediğim sevgi bu değil.” 

Çok ilerdeydi benden, çok ilerdeydi. Sesinin kalınlığına bile güvenemeyen, aptal ve hantal bir oğlan çocuğu olarak bıraktı beni. Yürüdü gitti. 

Seslenemedim ardından. 


17 Şubat 2013 Pazar

Pınar Kür Öyküleri


Üniversiteye gittiğim yıllarda, Türk öykücülerini okumayı bırakmıştım. Ömer Seyfettin, Sait Faik, Nazlı Eray’ın birkaç kitabını okumuştum. Bilhassa Nazlı Eray’ın öykülerine bayılmıştım ama nedense elim Türk yazarlarına varmıyordu bir ara. O yıllarda Milliyet Sanat Dergisi isimli bir dergi vardı, hala da var. Ancak İçeriği daha farklı idi. Füsun Akatlı’nın kitap eleştirilerini okurdum oradan. Bir gün, Pınar Kür’ün “Akışı Olmayan Sular” isimli öykü kitabına dair yazdıklarını okudum. Kitap bir anda cazip geldi, hemen satın aldım. 

Bahçedeki kör kuyunun dibindeki aksine bakarak kalp krizi geçiren bir adam ile aynı hat üzerinde mütemadiyen seyahat eden kısa yol yolcusu kadının öyküleri ilginç fikirler barındırsa da beni içlerine almamıştı ama üçüncü öykü, “Leyla İçin Şiir” beni yakaladı. Gizli aşk, ya da gizli hayranlığın bir türü üzerinden içine kısılıp kaldığı yaşama kırgınlığı anlatılıyordu bir adamın. 

Hayal kırıklığı aratmayan bir öykü kitabı idi, bitirdiğimde bunun bir de öncesinin olduğunu öğrendim: Bir Deli Ağaç, Her iki kitapta da beşer öykü vardır, ikisi de Teşvikiye, Maçka arasında bir yerlerde; eski bir binada geçer. Yazar aslında hala bu binada yaşamaktadır. Apartmanın farklı yıllarında yaşamış sıradan kişilerin yaşamlarından kesitlere göz atılır öykülerde. Sırasını savan apartman sakini köşesine çekilir, ama yine de bazen yolları kesişir, bir hayalet gibi bir başka öykünün arka planından geçip kendilerini belli belirsiz gösterir ve kaybolurlar. Bazen bir asansör beklerken, bazen bir dolmuşta para üstünü elden ele iletirken. 

“Leyla İçin Şiir” öyküsünde Levent isimli adamın yakasını artık iki çocuk babası, orta yaşlara gelmiş bir adam olmasına rağmen bırakmamıştır. Leyla’nın başından geçenleri anımsar ve geçmişte kalmış anların her biri için ayrı ayrı üzülür. Leyla mahallenin en güzel kızıdır, bir de sevgilisi vardır, ancak terk edilmek ağır gelir Leyla’ya başkalarının deyimi ile aklını yitirir o zamanlar delikanlılık çağına girmekte olan Levent için ise insanlara küsmüştür sadece.






15 Şubat 2013 Cuma

Son Ropörtaj



Jean Rhys’ın ilk öykü kitabı “Nehrin Sol Kıyısı” 34 yaşındayken yayımlanır. Kitabı  edebiyat çevrelerine tanıtmak isteyen hamisi ve aynı zamanda yazar olarak kullandığı takma adı ona veren Ford Madox; Batı Hint Adalarından gelip İngiltere’de kendisine yer edinmeye çalışıyor olmasının, yazara yaşamını sürgün olarak sürdürenlerin sahip olabileceği bir ayrıcalığı, yani fark edilmesi güç detayları yakalamasını sağlayan bakış açısını kazandırdığını ifade eder. İlk öykü kitabında hayran kalınacak bir içgörü ile kaybetmeye mahkûm, silik ve hatta zavallı diyebileceğimiz insanları tutku ile anlatır.  Sonradan yazdığı romanlarda otobiyografik izler fazlası ile bulunmaktadır. Gözlemden beslenen, bilinç akışına yer yer baş vuran anlatılardır eserleri. Ancak ne yaparsa yapsın, ne yazarsa yazsın yıllar boyu “gerçek edebiyatçılar tarafından” görmezden gelinir. 

İnişli çıkışlı, istikrardan ırak bir yaşam süren, maddi olarak farklı erkeklere bağımlı dönemlerden geçen Rhys; 1939 yılında ortadan kaybolur.  Uzun yıllar sonra… 1966 yılında yeni bir roman ile ortaya çıkar. İngiliz edebiyatında çok bilinen, ancak görmezden gelinen bir kadını, bu kez erkek karakteri görmezden gelerek anlatmıştır. Referans olarak kullandığı eserin anlamını bile değiştirecek, kısacık ancak derin bir kabusu andıran bir romandır “Geniş. Geniş Bir Deniz”. Anlatılan ise Charlotte Bronte'nin meşhur eseri Jane Eyre’den bildiğimiz; yüzeysel, derinlik kazandırılmamış karakterin, yani tavan arasında kilitli tutulan, “baş belası, deli kadının” hayatıdır. Birbirinden kopuk parçalardan oluşur, anlatıcılar, bakış açıları sürekli değişir. 



Roman büyük başarı ve takdir kazanır. Görmezden gelinmiş eski kitapları, altmışlı yılların ruhunu yakalamıştır: yeniden basımlar, ödüller arka arkaya gelir. Ne var ki yazarın en verimli yılları geride kalmıştır, yazma isteği eskisi kadar güçlü değildir. Geç gelmiş edebi şöhret ise umurunda bile değildir.

Ölümünden kısa bir süre önce kendisi ile yapılan ropörtajda roman yazarlarının uzun süre mesut olamayacaklarını, illa ki acı çekmeye değer bir şeyler bulacaklarını iddia eder ve en azından kendisi için böyle olduğunu ekler. Şöyle der Rhys: “Eğer… hayatımı yeni baştan yaşama ya da seçme şansım olsaydı eğer… yazmaktansa… mutlu olmayı seçerdim bu sefer

1979 yılında, “Lütfen Gülümse” isimli otobiyografisini tamamlayamadan vefat eder.




Panel, Manel...

Öykü grubumuz ile aylardan beri, her ay bir edebi etkinlik yapma planları yapıyoruz. Plan ve aylar kelimeleri yan yana geldiğinde ne anlama gelir bilecek kadar geniş bir kelime haznesine sahibim. Sözüm ona Aralık ayında, Ocak 2013'te "Edebiyatta Aşkın Halleri" başlıklı bir panel yapacaktık. Konu seçtik ya sıra geldi hazırlanmaya. Değil hazırlanmak ne seçeceklerini bile belirlememiş insanlar olunca grupta Ocak ayı oldu Şubat, Şubat da oldu hadi 14 Şubat olsun. Arkadaşlarımızdan biri hiç hazırlanamamış daha, o yüzden etkinlik ertelendi 16 Şubat 2013'e, yani yarına. 

Dünya öykü günüdür derken programa öyküler, sevgililer günü derken ucuna dans gösterileri de eklendi, bizim panel şişti de şişti. Bu sayede benim Antalya Kitap Fuarı'na gitmem de ayrı bir suya düştü. Yarın neler olacak çok merak ediyorum. Yolu düşecek olursa, eğlence garantili bir etkinliğimiz var, beklerim. 









10 Şubat 2013 Pazar

Kendime Notlar

Not 1: Buzun ve yer çekiminin gücünü unutma.

- Eğer parmağını yakarsan üzerine hemen buz koy.

- Eğer parmağını çekiçle vurduysan elini 20 dakika kadar havada tut.

Buzun ve yer çekiminin iyileştirici kuvvetini asla göz adı etme, yeri geldiğinde vakit kaybetmeksizin kullan. 







7 Şubat 2013 Perşembe

O Fuar Senin...

Geçtiğimiz haftalarda hayatımda ilk kez Adana'ya gittim. Seneler önce bir Güneydoğu Anadolu gezisi programı içinde bu kentimizden 15 dakikalığına geçmişliğim vardı ama onu gitmekten saymamamalıyım. Adana'yı sevdim, temiz, düzenli bir kent. Havalimanı nereydese kent merkezine yürüyüş mesafesinde. Caddeler sokaklar geniş, aydınlık. Yemyeşil dallarında salınan turuncu meyveleri ile turunç ağaçları göz alıcı. Belediye'nin Senfoni Orkestrası salonuna bayıldım. İçinde yaşarken bazı güzellikler noksan gibi gelir kentin insanına bilirim, Adanalılar da belki önünden her gün geçtikleri güzelliklere atık bakmıyorlardır. Kanıksandıklarında görünmezlik kazanıyor sokaklar, binalar. Ulaşım sistemi harika, dakikasında kalkan otobüsler, minibüsler bir İzmirlinin hayal edemeyeceği  lükse dair hayallerden olunca harika bulmamı doğal karşılayın lütfen.

Adana'da olma sebebim ise, Tüyap'ın düzenlediği, 6. Çukurova Kitap Fuarı idi. Kendi kitabımı imzaladım, panelleri izledim, bir tane olsun kitap satın almayacağım dememe rağmen Türk Dil Kurumunun enteresan başlıklı antolojilerine kayıtsız kalamadım bir de beğendiğim bir yayınevi var, artık her fuarda beni görür olunca tanıdılar da - ismini vermiyorum - bazı kitapları beğendiğimi ama satın almayacakmış gibi durduğumu görünce muazzam bir indirim yapıp aklımı çelmeyi başardılar. Poşetimi sıkı sıkı tutarak ayrıldım standlarından. Artık kitapları elektronik ortamda edinmeye pdf formatlı dosyalara buun kıvırmaya, epub, mobi formatını baş tacı etmeye karar vermiştim oysa ki.  Elektronik kitap fikrine soğuk bakıyordum bunca yıl, ama ilk kitabımı okumaya başlar başlamaz alıştım. Çok rahat ve kullanışlı. 

İlk gün 15:30'da Türk Öykücülüğü üzerine bir panele yayınevim beni de konuşmacı olarak davet etmişti, benim açımdan keyifli bir sunum oldum. Diğer katılımcılar öykü okumayı tercih etmişken ben biaz sohbet etmeyi tercih ettim, sohbetin arasına iki de fuar için yazdığım kısa-yoğun öyküyü sıkıştırdığımı konuşmam biterken anladı izleyiciler. Panel sonrası keyifli sohbetler yaptık kısa öküye ilgi duyanlarla.  

Orada tanıştığım yazarların imzalayıp hediye ettiği kitaplar ile yüküm hayli ağırlaştı. 

Ertesi gün fuarın yıldızının kim olduğu belli oldu. Öğleden sonra, fuarda inanılmaz bir izdiham oluştu. Karşımızdaki stand görevlileri panik için daracık alanın içinde koşuşturuyor önlerindeki koridordaki alan uzuyor da uzuyordu. Derken bunca ilginin sahibi kadın yazar pullu, pırıltılı bir gece elbisesini andıran kılığı ile geçti ve kendisi için özel olarak simli kumaşlarla sarılmış koltuğuna oturdu. Başladı imza atmaya, imza atarken kolunu arada havaya kaldırıp, koskocaman halkalar halindeki, aşırı pullu sarı bilezikleri sallayarak bileğinden dirseğine doğru hareketlendiriyordu. Standın öbür ucunda da bir erkek azar önündeki kalabalığa haldır haldır imza veriyordu. Yaklaşık iki saat kadar sonra kadın yazar "Ay kollarım yoruldu imza vermekten" diyerek durdu. Kendisi kadar olmasa da hayli imza atmış erkek azarın yanına çekti koltuğunu oturdu. Stand görevlerine, "damağım kurudu, bana bitki çayı bulun bir yerlerden" dedi. Yayınevi sahibi olduğunu düşündüğüm biri "hayranlarınız bekliyor" diyecek oldu, kadın "Böyle anlaşmamıştık sizinle" diyerek susturdu onu. Çayını içti, arım saat kadar erkek yazarla sohbet ettikten sonra, tekrar imzaya geçti. İmza atarken ofluyor, pufluyor, "yoruldum artık ama ya" diye serzenişlerde bulunuyordu. Önündeki kuyruk bitince yayınevi görevlileri kadından özürler dilediler, gönlünü aldılar. 

Erkek yazarın büyüler ve fallar üzerine yazdığı kitabı fuarın en çok satan ikincisi, gezegenlerin 2013 boyunca okurlarının yaşamını nasıl etkileyeceğine dair öngörülerini topladığı kitabı ile de kadın yazar birincisi oldu bence. Görünen köy kılavuz istemez, gördüm, güldüm; oradan biliyorum.  

O kadar kitap yükü olunca çantamdaki yarım diş macunu tüpü ile, duş jelimi otelde bırakarak sözüm ona kendimce er kazanarak Adana'dan memnun mesut bir biçimde ayrıldım. Önümüzdeki hafta İzmir'de 13 Şubat akşamı yapacağım "Alred'in Kuşları" başlıklı sinema söyleşisi ile 14 Şubat'ta öykü grubum ile beraber katılacağımız "Edebiyatta  Aşkın Halleri"  paneli sunumumuzdan sonra burcuma başka bir gezegenin gölgesi değmez ise şayet, Antalya'da Cam Piramit'teki Kitap Fuarındayım. Ama şu var ki bu sefer kitap satın almak istemiyorum artık. Bir istisna yapacak olursam sadece Feza Hepçilingirler'in "Nasıl Pop Yazar Olunur?" kitabını satın alırım. Zira sayfalarını şöyle bir karıştırdım eğlenceli yazılar var içinde.



Meraklısına Linkler:

5 Şubat 2013 Salı

Noyan Erdem

Size de olur mu bilmem; bazen durduk yerde aklıma birden fazla fikir üşüşüyor. Kimisinin peşine düşüyor, kimisini not alıyor, kimilerini de derhal unutuyorum. Unuttuklarımın sayısı anımsayabildiklerimden daha fazla. 

Bir kaç gün önce Noyan Bey geldi aklıma.  "Ne yapıyor acaba?" diye düşündüm. Uzun süredir görüşmemiştik. 

Son iş yerimde tanıdım kendisini, sakin, kibar ve beyefendi sıfatını hak eden yaşlı bir adamdı. Eski halini bilenler onun ne kadar zeki, cana yakın ve güler yüzlü olduğundan bahsederdi. Ben tanıdığımda biraz çökmüştü. Ağır adımlarla yürüyor, kulakları iyi duymuyordu. Yüksek sesle konuşmayanı anlamıyor, sesini fazla yükselteni,"Sağır mıyım ben?" diyerek azarlıyordu. Yüzleri anımsıyor ama isimleri pek aklında tutamayıp, kendince isimler yakıştırıyordu. Emel isimli bir çalışanıma Temel diyordu misal. Mustafa'ya Ahmet, Şebnem'e Münevver demesine gülüyordu çocuklar. Kafası karışıktı biraz yine de isimleri karıştırdığının farkında, bana gaf yapmak istemiyordu. Sanırım bu yüzden hiç ismimle hitab etmedi bana. Bankacıydım, ziyarete geldiğinde odamdan duyardım sesini:
"Doktor Bey yerinde mi?"
İsmimi anımsamıyor, mesleğimi anımsamadığını kendisi bilmiyordu. 

Konuşurken yüzünde hep bir gülümseme olurdu. Noyan Bey eşine büyük bir aşk ile bağlıymış. Uzun yıllar evli kalmışlar. Çocukları olmamış. Bir gün Alsancak'ta beraber yürürlerken kaldırımdan düşmüş karısı, kafası taşa vurunca oracıkta ölmüş. Yüzü gülüyordu, bir kaç sene önce yaşadığı bu acıyı anlatırken ama gözleri nemlenmişti biraz. 

Ahbapları onu yalnız bırakmamaya çalışsa da yazları çoğu deniz kenarına, yazlıklarına çekildiğinde bir başına kala kalıyordu. Dünyanın öbür ucunda yaşayan bir kuzeni dışında akrabası yoktu. Kuşadası ve Çeşme'deki ahbaplarına günü birlik gitse de geceyi evinden başka yerde asla geçirmezdi. "Neden gecenin bir vakti o kadar yolu direksiyon sallayıp geliyorsunuz?" diye sorardım. Anlamazdan gelirdi. Bir gün odamda otururken, kapıdan giren var mı diye kontrol edip bana doğru kafasını uzatıp, fısıldayarak yanıt verdi soruma: "Hanım bekler"

Yürürken ne kadar yavaş ise, araba sürerken o kadar süratli idi. Otoban'da giderken kesilen cezaları ödemeye geldiğinde anlardık hızlı araba kullandığı. "Polis bana bunu verdi" diye sevinerek gelmişti ilk seferinde. Ceza olduğunu anlamamıştı. 

Bir kaç kez öğle yemeğine çağırmıştı beni ve bir kaç çalışanımı, biz de onu. Oturur dinlerdi anlatılanları. Üst katında oturanların ne kadar gürültü yaptıklarından yakınırdı arada. Gittiğimiz lokantanın karşısındaydı evi. Üst katında "İşitme Engelliler Merkezi" vardı. Yemekten sonra kahve içmeye iş yerime davet ederdim. Yolda yürürken, "Allah'ım bir an önce beni de al" diye dua ederdi. "Öyle demeyin" derdim. Gülümserdi. 

Bir gün telaşla odama girdi, elinde bir deste para, gişe görevlisi istediğinden fazla para vermiş anlaşılan.
"Doktor Bey, bunlar ne?"
Elindeki o kadar paraya bilmez gözlerle baktığını görünce, uzaktaki akrabasını arayıp durumundan duyduğum endişeyi dile getirmiş, çalışanlara da bir daha ona ödeme yaparken miktar konusunda hassas olmaları talimatını vermiştim.

Parayı tanımamaya başlaması ile etrafında bir sürü yeni ahbap belirdi, kendisi ile aynı kurumdan emekli bir çok arkadaşı Noyan Bey ile samimi olmaya başladılar. 

Kuzeni ehliyetini iptal ettirmeyi düşünüyordu, ama arabasını çok sevdiği için bunu yapmasının daha olumsuz etkileri olup olmayacağının hesabını da yapamıyordu. Kararsızdı. 

İşte tam o sırada ben bankacılık defterini kapattım. 

Geçtiğimiz güne kadar Noyan Bey aklıma bile gelmedi. 

Dün cep telefonuma gelen bir mesajdan öğrendim vefat ettiğini. Noyan Bey artık Alsancak kaldırımlarında yitirdiği sevgili eşinin yanında, ya da bir otobanda, ona doğru süratle ilerliyor olmalı şu anda. Muhtemelen duaları kabul edildiği için mutlu ve yüzünde her zamankinden de kocaman bir gülümseme var.

Noyan Erdem, Huzur içinde yatsın. 



2 Şubat 2013 Cumartesi

Sokak Fotoğrafçısı:Vivian Maier




Geçimini dadılık yaparak sürdüren Vivian Maier'in tutku ile bağlı olduğu bir hobisi vardı.Sokaktaki insanları fotoğraflamak. Çektiği resimler, çalıştığı evlerde sadece konaklamasına yeten daracık odalara sığmaz olunca çareyi bir depo kiralamakta bulmuştu. Depo kirası ödenmeyince, ölümünden sonra on binlerce fotoğrafı gün yüzüne çıktı. Vivian kendisinin iyi bir fotoğraf sanatçısı olduğuna ihtimal bile vermemişti.


1 Şubat 2013 Cuma

Hafıza Kaybı

Bazen ufak süreli hafıza kayıpları yaşıyoruz. Söz gelimi dilimizin ucuna kadar gelen bir eski ahbabın, bir sinema yıldızının ismi, daha düne kadar nakaratını mırıldandığımız şarkının ismini anımsayamıyoruz şekli şemali aklımıza düştüğü dakika. Eskiden olsa gecenin bir vakti aklımıza düşen kelimenin peşine düşer uykusuz kalma pahasına da olsa kafayı yorar anımsardık. Artık internet sayesinde elzem boşlukları anında doldurma şansımız var. Ancak kolay hatırlanan isimler zorlaya, düşüne bulduklarımız kadar da akılda kalıcı değiller. Google Efendi'nin elinin değdiği yerler yalan oluyor kısa süre sonra. Yani geçici bir hafıza tazelemesi oluyor, böyle yapay olanı. Gece yarılarına kadar kafaya takılıp, yastıklarda sağa sola dönerken hafızamızın derinliklerinden tutulup çıkartılanlar ise bir daha kolay kolay karışmıyor kayıplara. 

Serde arşivcilik var...

Yıllardır eski fotoğrafları tarayıcıdan geçirip, bulabildiklerimin tarihlerini not düşerek, arkasında bir not düşülü olan fotoğrafların ise arka yüzlerini de tarayarak bir güzel sıra sıra "fotoğraflar" arşivime toparlamıştım. Eskinin mektuplarını, kartpostallarını önlü arkalı taramış, "belgeler"ime katmış, yayıntı olmasın diye asıllarını atmıştım. Beğendiğim filmlerin orjinallerini topluyorum da, orijinaline erişemediğim bazılarının da kopyalarını "filmler" arşivime atıyordum. KOlay erişemediğim kitapların da "pdf" biçimlilerine sahip olduğum için mutluydum. Biraz abartılı bir müzizk arşivim var elimin altında farkındaydım, CDler, 45likler, LPler ve kasetler. Onları da yıllardır dijital ortama ağır aksak da olsa aktarmayı başarmıştım. "Yabancı Müzik"  arşivim "sanatçı/grup-albüm yılı -albüm isimlerinden" oluşan bir biçimde yazılı, yani alfabetik sırada "Türk Pop Müziği" arşivim ise 1960'tan başlayarak yıl sırasına dizili, içlerinde "sanatçı ismi - albüm senesi-albüm adı" yazılmış biçimde yıllara göre alfabetik sırada saklı idi. 45'liklerimin ve kasetlerimin aktarılması beni en çok oyalayanlardı. CDler tabii ki en kolay olanıydı. Onların çoğunu da PC ortamın aaktardıktan sonra ya sevdiklerime hediye etmiş, ya da internet sitelerinde satmıştım. Müzik arşivimde her bir albümün tüm bilgileri; ön arka iç kapak resimleri, bir de eğer bulabildiysem albüme dair eleştiri yazıları dahil olmak üzere yer alıyordu. Canım istediğinde istediğim filmi izliyor, müziği dinliyor, fotoğraf albümümden ise geçmişe arada sırada göz atıyordum. Evde yayıntı yapan ne varsa minnacık bir kutucuğun içine sığabilmişti sonuna. 

Her şey çok güzeldi yani..

Taaaaa ki kısa bir süre öncesine kadar.

Sonra bir sabah kalktım. Bilgisayarımı açtım bir de ne göremiyeyim? Baktım ki harici belleğim yok. Sonrası bir sürü tırı vırı, verilerimi an itibariyle kurtaramıyoruz. 

Yani harici belleği sardım ve de sarmaladım, bir kenara kaldırdım. 

Yani verilerin kurtarılmasını basit biçimde ve fahiş olmayan fiyatlara mümkün olabildiği bir teknolojiyi beklemeye koyuldum.

Yani uzun lafın kısası: "Hafızamı kaybettim. Hükümsüzdür!"


Fotoğraf: Dış Hafızamın Temsili Görüntüsü