31 Aralık 2012 Pazartesi

İyi Seneler...

Son basamağı çift sayıyla biten yıllar en sevdiğim yıllardan değildir. Bu sene bittiği için mesudum desem abartmamış olurum. Yarın olsun diyorum yani..



Geçen yıla girerken Madchen Mit Plan şarkısı çalıyordu bir yerlerde. Şarkıya veda etmenin tam sırası.







27 Aralık 2012 Perşembe

Bugünkü Şarkı: Dön Bana

Cem Özkan'ın ilk albümünde boş şarkı yoktur. Ama "Dön bana" şarkısı içlerinde en beğendiğim şarkıdır.




26 Aralık 2012 Çarşamba

Çiçek Kokan Odalar

Bir odaya ilk girdiğimde sırası ile, pencerelere, duvarlara, sandalye ve koltuklara, duvar asılı resim ya da objelere bakarım. Girdiğim odada birisi varsa sıra bozulur; ilk önce onun yüzüne, ellerine ve sonra pencerelere, duvarlara ve diğer şeylere bakarım. İnsanlar odanın önünde geçer, sıralamam değişir. Sıralamamı bozan bir diğer şey de canlı çiçeklerdir. Girdiğim odada çiçek varsa, çiçek kokuları odaya attığım ilk adımda gelir burnuma. İnsanı canlandıran, neşelendiren, tazelik yüklü çiçek kokuları ile beklemiş çiçeklerin kokuları farklıdır. Girdikleri vazoda günlerce beklemiş çiçeklerin kokuları hafiften bir hüzün kokusu salar odaya. Çiçekten fazla anlamam, hediye edilecek bir buketin içindeki çiçeklerin manalarını bir yerlerden okumadıkça anımsamam güçtür. Dahası çiçek isimlerini de pek bilmem. Aklımda tutabildiğim görüntüleri ile eşleştirebildiğim çiçek isimleri; nergis, papatya, gül, karanfil, gelincik, zakkum, orkide ve kasımpatıdır. En sevdiklerimden olan zambağı gördüğümde "lily" kelimesi daha evvel gelir aklıma. En sevdiğim çiçek ismi ise kasımpatıdır. Patadanak bitmesi hoşuma gidiyor olabilir, emin değilim. Dafodil ve oleander ise türkçe isimlerini aklımda tutmayı asla başaramadığım çiçekler. 

İsmi ne olursa olsun bir odadan içeriye girdiğim vakit eğer içeride çiçek varsa görüş alanıma girmeden daha içeride çiçek olduğunu hissederim. Gözlerim nerede olduklarını bulmak için gezinir etrafımda. Çiçekleri gördüğümde ise isimlerini hatırlamaya kalkışmam zaten, zarif kokularının burnumdan içeriye girmelerine izin veririm. Odada çiçeklerin olduğunu bilmek beni sanki biraz daha hafif, biraz daha neşeli, biraz daha umursamaz yapar. 

İlk kez gittiğim bir eve mutlaka çiçek götürmeye çalışırım, çiçeklerin havadaki gerilimi azalttığına, kokuları ile insanın kimyasına olumlu etkileri olduğuna inanıyorum.  Geçenlerde davet edildiğim bir evet basit bir demet çiçek ile gitmiştim ilk kez. Evin hanımı yapılan bu jestten çok mutlu olmuştu anlaşılan; bir kaç hafta sonra bir grup arkadaş aynı eve bir akşam üzeri gittiğimizde ilk gidişimde götürdüğüm buketi kurutmuş gelenlere bakın bu çiçekleri Vladimir getirmişti, diyordu. Sanırım çiçekler ile yapılan jestleri unuttuk. Odaları kendi kendine çiçeklendirmeyi düşünecek hal kalmadı insanlarda. Bugünlerde odalarda canlı çiçekleri pek fazla görmüyoruz.  

Ama yine de ne zaman .çiçek kokan bir odaya girsem, gözlerim bütün sıralamalarımdan vazgeçip illaki doğanın bu zarif süslerinin bulunduğu köşeyi arayacak biliyorum. 



25 Aralık 2012 Salı

Sabah Yalanları

Epeydir sabah ekranına göz atmıyordum. 

Saygıdeğer bir bakanımız "Türkiye'deki basın AB ülkelerindeki basından daha özgür" diyordu. "Nasıl yani?" dedim kendi kendime, rüyadayım sandım, gözlerimi iyice, hatta  irice açarak ekrana bakmaya devam ettim. Bu sefer aynı sözler alt yazı olarak geçmeye başladı. 

Kanal değiştirdim. 

Aldatma üzerine bir program yapılmak üzereydi, konuşmacı konuk saçının teline kadar örtünmüş, iğreti oturan bir kadındı: Ağzını açtı, ağzından dökülen kelimeler duruşundan da iğreti idi. Kadın erkek ilişkileri ve aldatma üzerine girişeceği konuşmanın ilk cümlesinden konuyu her hangi bir mantık kaidesine oturtamayacağı belli oldu. 

Kanal değiştirdim.

Spiker telefonlarının dinlendiğinden şikayetçi olan bir vatandaşın haberinin üzerine kendi görüşlerini belirtiyordu. "Koskoca ülkemizin her şeyini yöneten Sayın Başbakanımızın Ankara'daki, İstanbul'daki Makamları dinleniyor. Hadi bundan geçtim evinin alt katındaki ofisi dinleniyor. O eve kim girip çıkıyor bir düşünün, Emine Hanım, dört tane yavrusu (yavru dedi, yeminle) ve bir kaç tane ahbapları en fazla. Bu dinlemeleri yapan derin kulaklar var. Sayın Başbakanımız dinleniyorsa korkulur valla korkulur" Spikerin sözleri aynen böyleydi. Telefonla yapılanlar dahil her tür konuşmanın dinlenmesini adeta öcülerin yaptığı, kaçınılmaz, ama boyun eğilmesi de gereken ama düşünülünce de zararsız, olağan eylemlerdenmiş gibi göstermek üzere üzerine düşen görevi yapar gibiydi Avrupa Birliği ülkelerindeki basından daha özgür basınımızın özgür üyesi.

Televizyonu hepten kapattım.

Epeydir sabahları TV açmıyordum. Sebebini bu sabah zaplaması sırasında anımsadım: palavraya karnım tok artık. İstemiyorum yalan dinlemek. Bunlara karnım tok ise de, güzel müziğe her zaman açım.

Anima'dan "Yağmurla Gelen" şarkısını ilk dinlediğim anda sevmiştim. İlk ve bildiğim kadarı ile tek olan bu albümlerinde yer alan söz konusu şarkının uzun bir introsu var. Son çalıştığım iş yerinde, öğle tatillerine bu şarkıyı introsu ile çalardım arada. Çocukların girişteki gitar sololardan ve mızıka nağmelerinden sinirlerinin bozulduğunu bir kaç çalıştan sonra anladım. "Bu bizim birimin marşı olsun arkadaşlar" dedi çocuklardan biri fısıldayarak bir diğerine, oradan geçerken işittim; "Marşı müteakip Kordon boyunda bileklerimizi keserek toplu halde intihar girişiminde bulunalım" demeden duramadım ben de. "Müdür bey yani o manada değil" diye kıvırtmaya çalıştı uzun boylu olanı. Akıllı çocuktu, toparlayamadıysa da güldüm. Zorla insanlara şarkı beğendirecek değildim ya, dışarı çıktım.

Anima'dan "Yağmurla Gelen" isimli şarkıyı sizler için çalıyorum, siz beğenin ama. Oldu mu? ;)


24 Aralık 2012 Pazartesi

Bazen; Bir Şarkı

Dikkat ettim de, yıl sonuna yaklaştığımda daha fazla video ve şarkı paylaşmaya koyuluyorum.

Nev'in bu şarkısını ilk çıktığında hiç anlamamış, dahası beğenmemiştim. Karman çorman bir düzenleme içinde melodisini yitirmişti. Seneler sonra; sade ve sadece piyano eşliğinde söylediği bu versiyonunu ise sevdim. Kulak vermenizi dilerim ;)





23 Aralık 2012 Pazar

Kanguru ve İletişimsizlik


James Cook, 1770 yılında gemisindeki bir arızanın giderilmesi amacıyla, Avustralya'nın Kuzey Doğu kıyılarına demir atmak zorunda kalır. Kıyıya çıktıklarında oradaki insan boyundaki iri kuyruklu, sıçrayana yaratıkları ve sahilde barış içinde vakit öldüren aborjinleri görürler. Aborjinlere ilk kez gördükleri hayvanları işaret ederek;

- "Nedir bu?" diye sorarlar.

Aborjin istifini pek bozmadan yanıtını verir:

- "Kanguru"

O tuhaf hayvanın adı kanguru kalır. 

Hayvanın garipliklerinden bir tanesi de geri geri gidememesi, arkasına dönüp geldiği yolda geri dönemesidir. Bir kanguru geri dönmek için ilerlemeli, bir daire çizmelidir.

Kangurunun ismi ile ilgili en garip şey de şudur.

Aborjin dilinde "Kanguru" aslında "Bilmiyorum", "anlamadım" manasına gelen bir sözcüktür. Aborjin karşısındaki tuhaf insanların sorusundan bir şey anlamamış başlarından savmak için anlamadığını dile getirmiştir yalnızca.

Bu hikaye yıllara anlatıldı durdu.

Aborjinlerin konuştuğu dillerden olan "Guugu Yimidhirr" dilinde "gangurru" isimli bir kelime olduğu ve bunun da kanguruların bir türüne verilen isim olduğunu ise yüzyıllar sonra anlaşıldı.

İletişimsizlik bazen yüzyıllar sürebiliyor mirim. 






Meraklısına Linkler;

20 Aralık 2012 Perşembe

Sail

Şarkı: Sail
Grup:Awolnation

Bu şarkının iki video klibi var ikisini de beğeniyorum bu ara. Şarkı videosu kadar ilginç değil. Bir de resmi videosu alttaki versiyon kadar enteresan değil.. Garip bir durum :)




Bu klibin ekstra görüntülerinden de videoyu kaydederken ne kadar eğlendiklerini görmek mümkün. 

19 Aralık 2012 Çarşamba

Bugün Bir Konuğum Var

Şiiri bir arkadaşım yazdı, okur okumaz sizlerle paylamak istedim. Umarım beğenirsiniz.  

Ve Yağmur İlk Önce...

Sizi ilk kez, kaçırdığım otobüs için hayıflanırken görmüştüm.
Öyle çok hayıflanıyordum ki.. kesinlikle gözlerim
yere düşmüştü.
İşte tam o anda siz kediyi sevdiniz. Ben sizi gördüm.
Elleriniz kediyi seviyordu.
Elleriniz...
Ben sizi görmüştüm siz bilmiyordunuz.
Otobüs durağının üstünde biriken su damlaları saçlarıma düştü.
Saçlarım...
Siz o anda beni gördünüz.
Gözlerinizden biraz borç almak istedim.
Gözlerinizi toplayıp biraz yıldızlara vermek istedim.
Gözleriniz öyle çoktu ki. Yıldızlardan daha çok.
Gözleriniz ..
Yağmur yağıyordu. Sokak kalabalıktı.
Siz oturduğunuz yerden kalkıp yağmura doğru yürümeye başladınız.
Elleriniz cebinizde.Yağmura doğru yürüdünüz.
Ben arkanızdan size baktım. Kedi arkanızdan size baktı.
Sizi ilk kez gördüğümde yağmur yağıyordu.
Ve yağmur ilk önce yüzüme sonra kalbime düşüyordu.


Yazan: Ayşe Pınar


18 Aralık 2012 Salı

Bir Şarkı: Neredesin?

Nükhet Duru'nun kimi şarkılarını beğenmişimdir, ancak o beğendiğim şarkıları da asla ön plana çıkmamıştır. Mesela "Neredesin?" isimli şarkısı, mükemmel bir Atilla Özdemiroğlu bestesidir, hatta bir bölümü Fahriye Abla filminde kullanılmıştır. Ancak nedense içinde yer aldığı "Sevda" (1985) albümünde oynak şarkıların gölgesinde kalmıştır.

Biz şarkıya kulak verelim. :)




11 Aralık 2012 Salı

Fotoğraftaki Son Kıpırdanış

Eski eşya ve kitap satan yerlerde eski fotoğraf avına çıkmayıs eviyorum. Yıllardır 100 adede ulaşma niyeti ile uğraşıp duruyorum. Son topladıklarım düğün ve toplantı resimler. Toplamış oldupum onlarca fotopğrafın içinde "Mantık Evlilikleri" adını berdiğim bir dizi oluşmaya başladı. En çok bu başlık altındakileri seviyorum. Bir düğünde herkes sol tarafa bakmışken kadının tekinin gözlerini objektife dilmiş bakıyoır olması çok hoş mesela.

Fotoğrafların içinde saklı detayları bulmayı seviyorum. 

Fotoğrafın içindeki o son saniye kıpırdanışlarını, istem dışı garketleri yani güzel fotoğraf diye adlandırılan neyse o güzelliği bozan aksiyonu seviyorum.


5 Aralık 2012 Çarşamba

Diplomasız Mühendisler

Yirmi Birinci Yüz Yılda yaşıyoruz. 

Artık develer tellal, pireler de berber değil. 

Dahası masalların sonunda gökten elma yerine "Sputnik" isimli uydular düşüyor. 

Çağdaş masallar ayaklarını bu denli yere değdirmişken bizler; fazlası ile işitmekten ruhlarımızın tenhalarında maya tutmaya başlamış, Aralık ayının 21. gününe dair kıyamet teorilerini zihnimizden defetmeye çalışıyoruz. "Olmaz" diyoruz, "saçma" diyoruz, eminim ki dışından bunları deyip de içinden "ya olursa" gazına gelerek,  Selçuk'taki şirin mi şirin kasabaya malum gün için rezervasyon yaptırmış olanlar da var. Diyelim ki haklı çıktılar, kuyruğu sıyırdılar, bir tek kendileri kurtuldular. Onlara şunu sormak istiyorum: "Ya sonra, ya ertesi gün, koskoca Dünya bir tek size kalınca can sıkıntısını gidermek için ne yapacaksınız?" Umarım tedbirlerini almışlardır yoksa kimse sıkılsın istemem. Ama bir tek, mühendislerimiz azıcık sıkılsınlar, zorluklardan ilham alsınlar ve hayatı kolaylaştıracak fikirler üretsinler isterim. Dahası şahane fikirlerini hayata geçirsinler isterim. Üstelik bu konuda yalnız olmadığımı da düşünüyorum. Mesela büyük şehirlerde yaşayanlarımız diplomalı mühendislerin yağmurda göllenmeyen kaldırımları ve caddelerini icad etmelerini ve on, on beş yıla kalmadan (elli de olabilir bu hızla) artık hayata geçirmelerini ümid ediyorken, küçük yerlerde yaşayanlarımız belki bu işten ümidi keseli çok zaman geçmişken, hayal kurmamızın sonu gelmiyor; çoğumuz yerli malı mühendislerimizin, yerli malı arabayı icad etmesi ve üretmesi için dua ediyoruz. 

Yani şu 21 Aralık geçince Allah rızası için biriniz icad edin göllenmeyen caddeleri, kaldırımları hele bir de taşmayan kanalizasyonları, ufacık bir yağmurda selleşmeyen kanalizasyon sistemine de bir el atıverin artık, araba mı yapacaksınız onu da yapın, bir şeyler yapın lütfen, salla başı al maaşı devri değil devir.     

Biz dualarımızı ede duralım, mühendislerimiz göllenmeyen yollar ve benzerleri için güzelim kafalarını yora dursunlar; diplomasız mühendisler kendi inşaatlarını şaşmaz bir titizlikle, yeniden, yeniden sürdürüyorlar. 



4 Aralık 2012 Salı

Su Taranır mı?

Ebru sanatı konusunda hayli bilgisizim. Özel hazırlanmış suyun üzerine gelişi güzel damlatılan boyalar ile oluşan şekilleri bir kağıda aktarmaktan ibaret sanırdım bu sanatı; ta ki geçtiğimiz Pazar gününe kadar. Kitabımı okuyan bir ebru hocası beni atölyesine davet etti. Bir arkadaşım iki yıldır o atölyeye devam ediyor. 

Atölyedekilerin minik bir şakası ile başladı pazar sabahım. Gelen her konuğun resmini atölyedeki mavi gözlükleri taktırarak çekerlermiş. Hoş bir koleksiyonları oluşmuş böylece. İlgin. bir fikir. Her yaştan yetişkin fotoğrafı yanında, çocuk ve bebek resimleri de var arşivlerinde.

Eğlence benim için yerini hayrete çalışma bölümüne geçip de duvardaki ebru örneklerini görünce başladı. Belleğimdeki ebru bölümündeki resimlerin hiç birisi ile örtüşmeyen eserler duvarları süslüyordu. En beğendiklerim sanki egzotik desenlere sahip ipek kumaşları gelişigüzel katladıktan sonra fotoğraflanmış gibi olanlardı. Sonra ağç gövdesine resim yapıldıktan sonra fotoğraflanmış gibi duran, ardından sanki bir başka dünyaya ait yaprakların üzerinde ilerleyen tırtılı andıran, hele hele bir yılan derisine benzeyen... Hangi birisini söylesem. Fotoğraflamayı akıl edemeyecek denli dalmışım etrafı izlemeye. Boynuma bir önlük geçirdiklerinde aklım başıma geldi. Kolları sıvadım, eldivenleri giydim. Aldım fırçayı elime, başladım suya yazmaya. Şu kadarını söylemeliyim ki; hiç göründüğü kadar kolay değil ebru yapmak. Ancak inanılmaz keyifli bir o kadar da huzur verici.  


Konuya yabancı, beceriksiz ellerle su bu kadar taranır azizim. :) 

Not: Yaptığım ebrular kurusun, bir şeye benziyorlarsa fotoğraflarını koyarım buraya. Yoksa açmam bir daha bu konuyu.