30 Nisan 2012 Pazartesi

İki Çiçek

Çocuklara ölüm anlaşılması güç bir hayal gibi gelir. Ölümün manasını çözemez çocuklar. İlk okul ikideyken bir arkadaşıma annesi, "Anneannen artık bir çiçek oldu, bizimle birlikte yaşamayacak" demiş. Ölümü anlayamıyor çocuklar ama çiçekleri biliyorlar. Sonra ilkokul öğretmenimiz çiçek oldu, derken dedim ve anneannem. Çiçek kelimesini nedense ölüm ile bir araya geldi bende.

İnsanların eski ya da yeni arkadaşlarını, tanıdıklarını yanına topladığı Facebook'u uzun süre reddettim. Eylül ayında geldim direncimin sonuna, bir hesap açtım. İlk okuldan, orta okuldan, iş hayatımdan ismini anımsadığım ve hala görüştüklerime davet yolladım. Davetlerimden üç tanesine cevap gelmeyince nasıl kızmışım, ikisi üniversiteden, birisi de orta okul ve lise yıllarımdan üç eski arkadaşıma. Biliyordum bu Facebook meretinin canımı sıkacağını. Üniversiteden arkadaşlarıma "Aferim çok büyük adam olmuşsunuz" yazdım ve engelledim. Tabi ki bu içimi rahatlatmadı. Son yıllarda görüşmemi olsak da liseden arkadaşımla dostluğumuz daha sağlamdı, ona sitem mesajı atmadım sonradan. Bir edebiyat dergisini karıştırırken gördüm ismini, edebiyat dünyasından kaybettiklerimiz yazıyordu isminin üzerinde. 

Meğer çiçek olmuş, hem de kaç ay geçmiş. 

Huzur içinde yatsın. 

Çok güzel izler bıraktı ardında. 

İnsan akranlarını kaybedince tuhaf hissediyor bir süre.  





Onu Blogspot'a girdiğimden beri tanıyorum. Yazdıkları, bıraktığı yorumlar insan sevgisi ile dolu bir kişinin yazdıklarıydı. Kolayca okunurdu, yazdıkları çala kalem yazılmış, kolay edilmiş kelam gibi dururdu. O derinliğe erişmek, insanlara hep sevgiyle bakabilmek ne kadar zor oysa ki. 

Şunları yazmıştı  uzun zaman önce "Güzel Sözün Kökü Sabit, Dalları Göktedir" başlıklı yazısında; 
"Fincandaki kahveme bir kaşık şeker attığımda şekerin dibe çöküşünü seyrettim bir süre. Alttan üste doğru yok oldu kristal parçacıklar, kaşığın fincanda bir, iki dönüşüyle. Gözden nihan oldu diye, diyemedim 'kayboldu!'. Dedim: 'Karıştı şeker kahvenin özüne, bir oldu, tat oldu içenin damağına'. Demek ki dedim: 'Şeker gibi tatlı olan, düştü mü sulı ve cıvık olan bir şeyin içine, karıştıkça işler özüne, başka bir formatta var olur. Sulu ve cıvık; dönüşür tatlı ve sulu cıvığa'

İnsanoğlu da güzel sözle maya tutar, tatlanır. Ya da acılaşır, ekşileşir çirkin söz ve kötü ve haksız isnatlarla. Ilık havada maya tutar insanoğlu. 

Ama yine de şeker gerekir mayanın yanında...

...Kötü söze bile güzel sözle mukabele edelim yine de, uöulur ki mayamız tutar da, tatlılanır ekşimiş ve acılaşmış  mayalı insan da.

Hepinize sevgilerimle"  

Yazılarını okuyor, yazdıklarının üzerine düşünüyordum. Hasta olduğunu biliyordum. Yazmıyordu uzun zamandan beri. Meğer o da çiçek olmuş bir kaç gün önce. 

Çok güzel izler bıraktı arkasında, bunu biliyorum sadece. 

Huzur içinde yatsın. 





Kurumuş güller duruyor masada.
Kimin aldığını hatırlıyorum da
ne için alındığını bilemiyorum.

Bir zamanlar - bir zamanlar dediysem 
çok eski de değil: Bir kaç ay önce
gül alırdık. Biz. Hepimiz.
Her şey için, yerli, yersiz
gül alırdık bir zamanlar.
Biz. Hepimiz.

Gülleri de eskittik.

Zaten artık almıyoruz. Gül zamanları
geçti. Rüzgar esti. Sert esti. Jestler bitti.
Kendimizi kaybettik. 
Gül verecek kimse de kalmadı.

Bazen şunu diyoruz kendi kendimize:
İşte bu bizim hayatımız.
Bak işte biz buyuz
bunları yaptık.
Şimdi neredeyiz?

.....


29 Nisan 2012 Pazar

İzmir Fim Festivali'nin Ardından

Seneler sonra Film Festivali şehre geri döndü. 21-28 Nisan tarihleri arasında çok sayıda yabancı ve türk filmi izleme şansına sahipti İzmirliler. Bu kentten çıkan yazarların okumayı pek sevmediği konuşulur ülkemizin geri kalanında, kentteki sinemaseverler için de aynı şeyi söyleyebiliriz sanıyorum. Festivalin hoş sürprizi tüm aktivitelerin ve film gösterimlerinin ücretsiz olmasıydı. Yarıdan fazlası boş salonların açıklaması ilgisizlik ya da tembellikten başka bir şey değildir sanırım. Her yerde denk gelemeyeceğiniz, dünya sinemasının kaliteli örneklerini ücretsiz izlemek varken Kordon kaldırımlarını bedavaya arşınlamak daha cazip gelmiş olmalı. Bir bakıma iyi oldu, sakin sakin filmlerimizi izledik. 

"Nar" ve "Geriye Kalan" filmlerinin aldığı ödüller hayret verici oldu. Bu film Ümit Ünal'ın yıllar süren düşüşünde en son vardığı nokta. Hoş bir hikayeyi samimiyet kaybından ötürü heba etmişler. Diğer film ise en inandırıcılıktan yoksun ve en sıkıcı cinayet sahnesine sahip film olarak zihnime yazdırdı kendini. İkisinin ödül almasını hayretle karşıladım. Kötü filme "bu film kötü" denilebilmeli. Al takke, ver külah yapıp ilerideki iş ortaklıklarına açık kapı bırakıyorlar ya da eski hatır gönüller uğruna bariz aksaklıklar göz ardı ediliyor. 

Aya Yolculuk filmini ve Charlotte Rampling'i konu alan filmler en sevdiğim belgeseller oldu, öte yandan bir kaç gün sonra bahetmeyi düşündüğüm  "Las Malas Intenciones" en beğendiğim film oldu. 

Umarım yine bir takım tepişmelere kurban gitmez ve bu festival uzun yıllar sürer. 



Meraklısına Görseller;

28 Nisan 2012 Cumartesi

Alegori

Kapkaranlık, harabeye dönmüş bir evin içinde usulca dolaşıyor, evden çıkan minik sesleri dinliyordum” Kırılgan sesli bir kadın, yazdıklarını okuyordu. Öyküleri gözlerim kapalı dinlerdim, kelimeler canlanırdı o zaman. Kulağımdaki ses ile evi keşfe devam ettim.

Gece miydi? Yoksa evin boğucu havası mı güneşin çoktan battığı hissini veriyordu? Derme çatma, ahşap bir evdi. Güneş batmış olmalıydı, belki de evin bu basık ve kırık, dökük haliydi kasveti arttıran. Yıpranmış perdeler açık bırakılmıştı, dış kepenkler evin geri kalanı gibi eskiydi. Pencerelerdeki bazı tahtalar düştü düşecekti. Duvardaki tahtalardan birkaç tanesi aralanmıştı. dışarısı görülebiliyordu. Elbette geceydi; aralıklardan tuhaf bir karanlık sızıyordu, ışıklı bir geceydi. Duvarlardaki boşluklardan içeriye, fosforlu bir karanlığın aktığını görebiliyordum artık. Böyle oda oda gezerken, tavandan koskocaman bir toz kümesi düştü önüme. Boş bulundum, korktum. Tavan ile duvarın birleştiği yerlerde, mobilyaların ayaklarının arasında büyük örümcek ağları vardı. Ağların iplikleri üzerlerine düşen tozlardan iyice kalınlaşmıştı. Tavanın ortasında geniş, kapkara bir su izi vardı. İçerisi yıllanmış rutubet ve küf kokuyordu.

Rutubetten bahsederken kadının sesi titredi. Anladım ki alegori yapıyor, asıl derdi ev değil, kendisi. İnsanın içini yoran bir kişi olduğunun farkında mıdır acaba? Tam olarak ne zaman böyle kasvetli bir insana dönüşmüş olduğunu anımsıyor olabilir mi? Anlattığı ev benim olsaydı, bütün kepenklerini iki yana ayırır, pencereleri, kapıları ardına kadar açar, içeriye giren her ne olursa olsun tadını çıkartırdım.

Kadının okumasına kulak verince, bir karara varmakta acele ettiğimi anladım. Sesin titremesi dindi, coşkulandı birden, nereden çıktığı belli olmayan iri bir gülle eve vurdu, vurdu, önüne geleni tuzla buz etti. Sonra, ne duvar kaldı, ne kapı, ne de pencere. 


Kolaj: Alegori - D.M.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Hallerine Gülsek de, Kıskanç İnsanlara Acımalıyız

Kıskançlık iki türlüdür; birisi sevdiğini diğeri sevmediğini kıskanmaktır. Sevdiğini kıskananları bir yere kadar anlayabiliyorum, da ömür boyu başkalarının kıskanan, gözü başkalarının attığı adımlarda olup mütemadiyen onların hal, davranış, üretim ve ağzından çıkan laflar ile ilgili olan insanları anlamıyorum. 

"Kıskanmak bütün kötü tutkuların en kirlisidir" diyor August Strindberg.  Hakikaten de kıskanmak insanın içini kirletir, kendisi olmasını engeller. Kendi iç huzurunu bulmasına mani olur. Bir kere kanına bulaşmasın, başkasının yaptıklarına üzülmekten, onunla aşık atmaya çalışmaktan kendine zaman ayırmaya vakit bulamazsın. Huzurunu kaybeden insanın işi zordur. Sürekli bir hesaplaşma, karşısındakinin yaptıklarında kendine kasıt arama. Yorar adamı. Bunlar sürekli kendini ispat etme, sürekli son sözü söyleme hevesi ile ulu orta bilmediği konularda bile ahkam kesmeye kapılır en korktukları şeyi başlarına getirirler. Boş konuşan insan, dedikleri tutarsız insan yerine konduklarını geç de olsa fark ettiklerinde. Aşağılık kompleksine bir daha çıkmamak üzere gömülürler. 

Böyle sürekli kendini lafla, kıyasla ispata çalışanlara bir taraftan da gülmeden edemiyor insan. Senin ne olduğun belli, boyunun uzunluğu,kısalığı belli, atmasyona geçtiğinde, dahası uçuşa kalktığında söylediklerinin inandırıcılığı yoksa, gülmeden dinlesen safi laf kalabalığı be birader. 

Bunlar bir de önüne geleni, hafiften albenisi olan her insanı kıskanırlar. Kıskanırken insanların o yaşa nerelerden, nelerden, hangi hayat yollarından geçerek geldiğini bilemeyecek denli mantıkları da kör olur. 

Geçenlerde stresten söz ediyoruz. Aramızda kıskançlığı dimağını köreltecek raddeye gelmiş bir hıyar ağasının da olduğu bir grup arkadaş konuşuyoruz. Ben kolay kolay gerilmediğimi, çalıştığım dönemlerde, soğukkanlılığımı  hiç kaybetmediğimi söyledim. İş yaşamımdan beni tanıyan bir kaç arkadaş da vardı grubumuzda. "Hakikaten öyle, sükunetini hep muhafaza etmesine şaşırırdık" dedi biri. Bu dangalak ne dese beğenirsiniz; "Bankacılık stresi olan bir meslek değil ki". Masadaki herkes kahkahalarla gülmeye başlayınca yüz derisi kademe kademe kırmızıya döndü. Gülmeye ara verdiğimizde "Öyle olması seni mutlu ediyorsa öyle olsun" dedim. Sinirlendi ama son sözü söyleme hevesi dinmez bunların, ilaveten gevelemeden duramadı elbette. Benim sorunlu olduğum bir konuda sıkıntı yaşamayan bir insanı karşımda bulsam ilk soracağım soru, bu işi nasıl başardığı olur. 

Ben böyle başkalarını kıskananlara çok acıyorum. Hele ki, belli yaşa gelmiş bir insan sanki ergenlik çağına yeni girmiş toyun teki gibi, ha bire, başkalarını;  "ne yaptı?", "ne etti?" "nereye gitti?" "nereden geldi?" diye izliyorsa, acıyorum hallerine. Bir insan kırk yaşına gelip de kendisi olmayı başaramadıysa böyle aşağılık kompleksi batağına saplanmış debeleniyorsa, vay diyorum haline. Bundan sonra o adam, adam olamaz bir daha. 

Kıskanç insan dünyayı aynı şu aşağıdaki resimde anlatıldığı gibi izler. Acınılacak haldedirler yani. Kivi gözlüm benim, nasıl görüyosun dünyayı o gözlüklerin ardından?  


Kolaj: Kıskançlık Eşittir  Zavallılık - D.M: 

24 Nisan 2012 Salı

Zu-Bi-Zu-Bi-Zu, Yani Dizi Film Mimi, Yani Zou Bisou Bisou

"1'i Yok mu?" mimledi, bu sefer değişik bir mim: Dizi filmler hakkında 8 şey yazmak gerekiyor. Zamanlama çok ilginç oldu, çünkü dün gece Mad Men'in Far Away Places isimli bölümünü (Sezon 5, bölüm 6) izledim ve daha izlerken bu bölüm hakkında yazmayı düşündüm.

Bu mim kısacası Mad Men ve çoğunlukla son sezon ve an itibariyle en son bölümü üzerine olacak. Öyleyse sözlerime şu şarkıyı mırıldanarak başlamak istiyorum: "Zubi Zubi Zuuuu....Zubi, Zubi, Zuuu, Zubi Zubi zu, zu bizu, zu bi zu zu zu zu"

Şarkı dile dolanıp akılda kalıcı şarkılardan, en iyisi kenara kaldırayım. 

1 - Öncelikle Mad Men, sinema tutkunları için şahane bir dizi. Şahane dizi olmanın birinci kuralı süresinde gizli. Kısa olacak. Her şey gösterilmeyip izleyicinin boşlukları tamamlaması beklenecek. Mad Men'in bölümleri arasında devamlılık pek yok, ama birbirinden tamamen bağımsız da değiller. Yani kahramanlarımızın başına bu hafta ne gelecek gibi bir durum yok. Her bir bölümde insancıklar normal hayatlarını ve iş yaşamlarını gözümüze kısa kısa seriyorlar, anlatılmayan ve ima edilenlerde çok daha uzun öyküler gizli. O yüzden 45 dakikayı bulmayan süresi boyunca tamamını dikkatle izlemek lazım. 

2 - Bir kaç sene önce dizinin "Suburban Dreams"  isimli bölümünün şimdiye kadar ki en iyi bölümü olduğunu yazmıştım.  Dizinin hiç bir bölümünü izlememiş bile olsanız rüya ile gerçeğin harmanlandığı, kısa bir sinema filmi gibi bölümdü zira. O bölüme verdiğim en iyi bölüm ünvanını dün geceden beri "Far Away Places" isimli bölüme veriyorum. 

3- Far Away Places: Peggy Heinz Fasülyeleri reklam kampanyası için firma sahiplerine sunum yapmış, ama tavrı firma sahiplerine antipatik gelmiştir. Don'un ve Megan'ın desteğine ihtiyacı vardır. Ama onlar ortada yoktur. Don ile telefonda konuşur. İkisi de öfkeli ve sabırsızdır çünkü ikisi de hayal kırıklığına uğramıştır. Dizinin bundan sonrasının flash back olduğunu anlamamız için ise otuz beş dakika geçmesi ve aynı telefon görüşmesinin en başını dinlememiz gerekmektedir. Şimdiye kadar izlediğim en iyi geri dönüş sahnelerinden birisi. Don, eşi Megan'ı güzel bir yemek için dışarı çıkarır, kilometrelerce uzakta bir yol üstü lokantasına götürür. Halbuki Roger ve eşi de akşamı onlarla geçirmek istemektedir. Roger Don'un kendisinden genç oluşunu kıskanmaktadır. Bir dostlarının evinde sıkıcı bir akşam yemeği yerler. Yemek sonrası ev sahibi LSD denemelerini önerir. Herkes ağzına bir küp şeker atar. Roger şampanya şişesinin içinde yükselen müzik sesinin dinlerken elindeki derginin sayfaları içinde kaybolur. Aynaya baktığında dergideki adama döndüğünün görür, yüzünün yarısı kendisini diğer yarısı Don'u temsil etmektedir. 


Yemeklerini yiyen Don ile Megan tatlı siparişinden sonra kavga ederler. Don Megan'ın portakallı dondurma yemesini ister. Kadın gelen dondurmayı beğenmediğini gören kocası ile alay eder. Kavga ederler. megan gel deyince gelen, git deyince giden, portakalı dondurma ye dediğinde yiyen bi rkadın olmadığını şirkeyyeki arkadaşları ile hazırlandığı bir proje olduğunu onun yüzünde  ekibini yüz üstü bıraktığını söyler. Lokantada ayırılırken Don eşinin annesi ile sürekli fransızca konuşmasından nefret ettiğini bağırınca Megan "O zaman sen de kendi anneni ara" der. Annesi doğum esnasında ölmüştür. Adam arabaya biner, karısını yol kenarında bırakıp sürer, gider. 

Roger sabah bir otel odasında eşinin yanında uyanır. Zaman içinde yitirdiklerini geri alamayacağını düşünmektedir, yeni eşinin de bir engel olarak görmeye başlaöıştır Boşanmak ister, karısı kırılmıştır; "Sana çok pahalıya patlayacak" der ve kendini geri çeker. 

Peggy başarısız olmayı hazmedememiştir, kendini mahvetme yolunda başarılı deneyimlere girişir. Hava kararınca ofise geçer. .

Don geri döner, karısı kayıptır. Her yeri arar. Peggy ile konuştuğunda Heinz'ı kaybedebileceklerini anlar. Peggy işe yeni aldıkları Yahudi genç ile o öğleden sonra ofise gelen babasından konuşurken onun gerçek babası olmadığını, toplama kampında .doğduğunu annesinin de babasının da yokolduğunu söyler. İlgi çekmek için yalan söylüyor olabilir. 

Don sabah eve döner, karısı ile kavga ederler. Adam başını eşinin karnına, sanki annesinin karnına yaslamış gibi dayar. 



Berbaerişe döndükleri zaman bir şey olmamış gibi davranırlar. Don başkalarının sırtına işleri yüklemenin hiç de iyi bir fikir olmadığı gerçeği ile yüzleşir.

4 - bu sezon bir çok karakterin sorunlarla yüzleştiği yıl olacak ve bu bölüm ileride olacakların bir habericisi. Her bir sahne aslında ileride olacak şeyleri anlatıyor.

5 - Sezonun ilk bölümlerinde Betty'nin kanser olduğu korkusuna kapıldığı günlerde gördüğü rüya sahnesi çok ilginçti. MAile mutfakta yemek yerken, kızı aynı kendisi gibi davranıyor, annesinin yanından geçip giderken onu ögrmüyordu. Masada her zaman oturduğu yerdeki sandalyenin baş aşağı çevrilmiş olduğunu farkedince çok korktu. 

6 - Dönemi başarılı biçimde veren bir TV dizisi. geri planda devrin önemli olayları akayıyor. EN ufak detay bile yerli yerinde. 1965 yılını anlatıyorsa bahsettiği aydan sonraki ayda üretilmiş bir nesnenin benzerini etrafta görmek mümkün değil.

7 - Diyaloglar az ve öz, karakterler kendilerine uyan sözler ediyor, hiç birinin karakter bu güne dek ani değişikliğe uğratmadı. Seyircisini entrika ile değil de sıradan hayatlardan birbirine pek de bağlı olmayan kesitlerle ekrana bağlayan bir dizi. 

8 - Şarkılar güzel. Özellikle sezonun ilk (iki bölüm bir arada) bölümünde Don'un eşinin verdiği sürpriz partide söylediği Zou Bisou Biso şarkısı akılda yer eden eski bir şarkı. Dizi filmde de önemli işlevi var. Megan'ın seyirci tarafından bile "bir yabancı" olarak dışlanmasına hizmet eden bir seçim. Sonraki bölümlerde bu şarkı yüzünden alay konusu olacak. Parti vermesi bir hata çünkü Don'un herşeyini bilen Peggy Megan'ı kocasının ne sürpriz ne de doğum günü partisi sevmediğine dair uyarmıştır. Hoş bu uyarı Megan'ın Peggy'e inanmasını sağlar.  

Aşaüıdaki kısacık video meşhur şarkıya ait.. 



Meraklısına Fotoğraflar;


Mimleri pas etmek adettendir, ama bu kez kimseye göndermiyorum, onun yerine yazmak isteyenleri yazsınlar lütfen. 

Körle Yatan Hep Şaşı mı Kalkmalı?

Eğer bu soruya evet yanıtı veriyorsanız, o zaman yandınız. Çünkü resimdeki ailenin reisinde, kendisine ait bütün bacakları da, kocasının bacağını da bir örnek teşhir edecek azim vardır kanımca. Seneye yapılacak olan Akademi Ödülleri Töreni'nde aşağıdakine benzer bir manzaraya hazırlıklı olalım, vuku bulduğunda şaşırmayalım derim. 


Montaj: Pitt ailesinin bacakları - D.M.

Not: Bu blogu sulandırmayayım diye az uğraşmıyorum ama arada kaçıyor böyle bir iki tane gönderi. Lütfen kaale almayınız. 

23 Nisan 2012 Pazartesi

Rezil Olmak Yasak!

Bu ülke cennet bir ülke. Üç yanımız denizlerle çevrili, çok bereketliyiz. Her şeyimiz var, bir tek rezil olma kapasitemiz yok. Seneler önce bir yarışma programımız vardı. Gözleri görmeyen bir genç kız haftalarca cevapları banko bilmişti. Yarışmanın yayınlandığı gece milletçe  ekran karşısına yapışıp genç kızın en zor suallere şıp diye yanıtı yapıştırmasını heyecanla bekler olmuştuk. Kız gıdım gıdım ilerleyerek, nihayet büyük para ödülünü alınca da cümbür cemaat, kendimiz kazanmışcasına sevinmiştik. Bir kaç sene sonra işin kokusu ortaya çıkmıştı meğer uluslararası bir şarkı yarışmasını da başka adam kalmamış gibi yıllardan beri sunan aynı sunucu kıza acıdığı için yanıtları yarışmadan evvel kıza veriyormuş. İşin içine acıma hisleri karışınca olay duyulduğu anda unutuldu. Kimse rezil olmadı, şarkı yarışması bilir kişi edalı sunucuya kaldı gene. 

Rezil olamıyor kimse, en utanç verici şeyi de yapsa, utanmıyor, sıkılmıyoruz. Böyle bir duygudan arınmış olmamız ne korkunç aslında. Bir takım ciddi ruhsal bozukluklara sahip kimselerin kendi benimsedikleri değer yargılarından başkasına paye vermedikleri ve, yaptıklarından utanç duymadıklarını, her şeyi kendi iç mantıklarına göre planladıklarını bilirdim. Seri katiller mesela, öldürdüklerinden bile pişman olmaz bunlar. 

Geçen yıl adada geçen yarışmada mesela zaman anlamında ciddi sorunlar vardı, yaptıkları işin rengi anlaşılmasın diye bir kısmı adadan, bir kısmı TV stüdyosundan çekimlerden montajlanıp, akılları sıra yedirmişlerdi millete. Aynı yarışma bu sene de tekrarlanıyor. Mesela dün gece son bir saatini izleme şansım oldu. Hayretler içinde kaldım. 

Yarışmanın sıralaması şu:
1 - Her hafta bi rdokunulmazlık yarışması yapılıyor, bu yarışma pazar gecesi yayınlanıyor. 
2 - Dokunulmazlık yarışmasını kaybeden takımdan, halkın telefonla oylaması için elenmeye aday isimleri belirlemelerini istiyorlar. Oylama neticesi pazartesi akşamı yayınlanıyor.
3- Ertesi hafta pazar gecesi yayınlanmak üzere yeni bir dokunulmazlık yarışması yapılıyor. 
Çok mantıklı değil mi?

Buraya kadar öğle. Ama gelelim işin rezil olunması gereken, ama muhtemelen kimsenin dikkat etmediği detayına.

Programın kapanış anonsunu yapan ülkemizin en sarışın, en iyi "bayanı" sunucusu alıyor sazı eline ve diyor da diyor. Ne diyor?

Bu Sunucu Bayan Hanım ekrandan bir sonraki haftanın, yani önümüzdeki hafta, 28 Nisan 2012 tarihinde yayınlanacak programına ait görüntüleri akatken  diyor ki: Önümüzdeki hafta yarışmacılarımız zorlu mu zorlu bir dokunulmazlık yarışması bekliyor. Bakalım hangi takım kazanacak diyor. Bu esnada denizin üzerinde bir direkten halatlara asılı topların üzerinde,dengede durmaya çalışıyorlar. 

Hani takımlardan birinden halkın telefonla oynaması ile bir kişi elenecekti. Gelecek haftanın çekimlerinden parça gösterilebilmesi için elenecek kimsenin önceden belli olması lazım değil mi? Elenen belli ise, bir hafta sonranın oyunu da oynandı, kayıt edilip bittiyse, bu telefonla eleme ayağı da nedir? Nereye gidiyor bu oylar? Bedava oy atılmıyor elbette..Yarışma tepeden tırnağa mizansenlerden ibaret. 


İyi Bayramlar

Bayramlara karşı hissedilen heyecan, yıllar geçtikçe azalıyor. O zamanki hayaller bile başka, yerine gelmediğinde hayal kırıklığı derin hissediliyor. Benim çocukluk hayalim, izci olmaktı. 23 Nisan Bayramı'ndaki geçit töreninde izci üniformamı giyip trampet çalmayı çok istemiştim. O zamanlar bu hayalim gerçekleşmedi. Tabii artık olsa bile istemem. O o zamandı. 

Neyse lafımı unutmadan....

Çocuklarınızın ve  içinizdeki çocukların bayramı kutlu olsun. 


22 Nisan 2012 Pazar

Mavi Sakal

Bu aralar eski filmlerden izlemeye kararlıyım. Geçen haftaki "Güneş Çiçekleri" filminden sonra bu hafta da "Mavi Sakal" filmini izledim.. Küçüklüğümde beni bu filme bir büyüğümün götürdüğünü anımsıyorum ama hangi akla hizmet olsun diye gittik anlamıyorum. Zira çocukların seyredebileceği bir film değil. Üstelik zamanında filmin en zarif detaylarından bir kaç tanesi rüyalarıma girmişti. 

Mavi Sakal öyküsünü bilirsiniz. Bir prens uzun bir seyahate çıkmadan önce, çok sevdiği, yeni evlendiği genç karısına, şatonun bütün anahtarlarını vermiş ve "Bu anahtarlarla istediğin her odanın kilidini açıp, dolaşabilirsin. Bir tanesi hariç" diye tembihlemiş ve sakınılması gereken anahtarı bir güzel göstermiştir. Yalnız kalan prenses bütün odaları gezmiş ama sonunda merakına yenilerek sonuncu odayı gizlice açmıştır. Yasaklanan odada prensi daha önce öldürdüğü karılarının cesetleri muhafaza edilmektedir. Bu korkunç keşfi yaptığı anda Mavi Sakal şatoya geri döner. Sonrası bir kedi fare oyunu. 


Blueabeard sonuncusu 2009 yılında Catherine Breillat yönetiminde olmak üzere bir çok kez sinemaya uyarladnı. Benim bahsettiğim 1972 yapımı bir film. Baş rolde Richard Burton oynuyor. Ona döneminin en güzel ve en popüler sinema yıldızları kısacık rollerde eşlik etmişler. Richard Burton bir zamanlar, ciddiye almadığı işleri ile ilgili şöyle konuşmuş; "Sabahları gidecek bi ri,ş olsun da ne olursa olsun diyerek, bazen en berbat filmlerde de oynadım. Ama en berbat film de oynarken bile o filmin en berbat şey olmak için elimden geleni yaptım"


Filmin senaryosu çok detaylı, film bittiğinde cevaplanmamış soru, yerine oturmamış bir taş bile kalmıyor. Yaratılan dünya son derece tutarlı. Birinci Dünya Savaşı sonrasına denk düşen bir zaman diliminde geçiyor ancak kıyafetler, özellikle kadın oyuncuların kıyafetleri yetmişli yılların izlerini abartılı biçimde taşıyor. Işıklandırma da tipik yetmişler filmi havasında. Yaratılan sahneler son derece özenli. Şatoda geçen sahnelerde çevre düzenlemesi, her bir odanın ayrı renk tonuna sahip oluşu ve her bir renkteki detayın sonradan işe yarayacak bir işlevinin olması çok akıllıca. Filmin bütününde kitsch bir hava hakim. Oyunculuklar inandırıcı ve öyle bir sınırda kalmış ki azıcık abartı olsa film kesinlikle komedi filmine dönüşebilirmiş. Ancak filmin tek aksayan yönü yönetmeni. Sahneleri özenle planlamayı başarabilen bir yönetmenin elinde bu film kesinlikle kült filme dönüşürdü. Elindeki bu muhteşem malzemeyi layıkıyla kullanamayışı yazık olmuş filme dedirtiyor. Org sahneleri son derece gereksiz. Keşke o dönemlerdeki yönetmenlerden Roger Vadim, Stanley Donne gibi yönetmenlerin eline kalsaymış bu proje.   

Ölen eşlerin Maci Sakal tarafından fotoğraflanıp, daha sonra negatifi üzerinde yapılan oynamaları ile duvara asılı tablolara dönüşmesi ve sayılarının giderek artması, Raquel Welch'in rahibe rolünde oynaması, Richard Burton ona bakarken göğüs dekolteli bir kadın gibi görünüp, başkasının gözünde rahibe gibi görülmesi filmi eğlenceli kılan detaylar. 

Film Avusturya'da geçiyor ve sakalındaki mavimsi gölgeler nedeni ile Mavi Sakal ismi ile anılan, Baron Von Sepper'in evliliklerine odaklanıyor. Baron annesinin mumyalanmış bedeni ile devasa şatosunda yaşamakta,ölü Barones'in saçlarını, gizli tutulduğu odada emektar bir hizmetçi mütemadiyen taramaktadır. Baron ilk eşine annesine aşırı düşkün oluşu ve Baron'un üzerine titremesi sebebi ile sinir olmaktadır. Onu bir av kazasında kaybeder. Son eşi, Anne amerikalıdır, çok güzeldir ve çok zekidir, Baron nihayet aradığı gibi bir kadını bulduğunu düşünmektedir ve onu bir testten geçirmeye karar verir. Şatosunun anahtarlarını kadına uzatır, anahtarlardan birisi hariç hepsini kullanabileceğini söyledikten sonra seyahate çıkar. Kadın çok meraklıdır; kayınvalidesinin mumyalanmış bedeninden haberi vardır ve salondaki tuhaf desenlerde kadın yüzleri gizli olduğunu çakmıştır. Ölü eşlerin depolandığı, buzdolabı odayı bulur.


Tam o sırada Barıon eve döner, kadının odayı açtığını anlar ve ona eski eşlerini, onları neden öldürdüğünü açıklar. "Hepsi canavardı, onları insan olabilmeleri için öldürdüm" der. Kadınların her birini farklı biçimde; ateşli silah, giyotin, avize kullanarak, suda boğarak, canlı canlı tabuta koyarak ya da atmacasına parçalatarak öldürmüştür. Ölmeyi hak etme nedenleri de ayrıdır; iffetsiz olduğu için, susmaksızın şarkı söylediği için, kocasına çok düşkün olduğu için, sürekli günah çıkarttığı için, feminist ve mazoşist olduğu için. Hatta araya bir de karısına ders veren bir kadın da karışmıştır. Bütün kartlar açılınca kadın da, hayatta kalmayı başarmak için Baron ile oyunlar oynamaya başlar. Gece sona erdiğinde yöntemi işe yarayıp hayatta kalacak mıdır? Film bu soru üzerine odaklanıp, çatışmasını bunun üzerine kuruyor.      




Filmdeki korku, gerilim öğeleri ve komedi öğreleri oldukça dengel iidağıtılmış. Finalde, ölmüş eşleri canladıran aktristlerin ismini geçmiş zaman ile vermesi çok eğlenceli. Bunun gibi çok güzel buluşlar filme yedirilmiş. 

Sinema tarihinde şimdilik iznin bırakamamış filmlerden bir tanesi olmasına rağmen kesinlikle bir gün keşfedilerek kült olacak filmlerden dediğim bir seyirlik bu. Yetmişli yılların hafif komedilerini, ya da o senelerde yapılmış korku filmlerini izlemekten hoşlananlar için mutlaka izlenmesi ve üzerinde konuşulması gereken filmlerden olduğunu düşünüyorum. 


Bluebeard, 1972

Yönetmen: Edward Dmytryk, (bir sahnede Luciano Sacripanti)
Senaryo: Ennio Di Concini, Edward Dmytryk, Maria Pia Fusco 
Müzik: Ennio Morricone

Baron: 
Richard Burton

Baronesler:
Raquel Welch
Virna Lisi
Nathalie Delon
Marilu Tolo
Karin Schubert
Agostina Belli
Joey Heatherton

ve

Barones'in Hocası:
Sybil Danning

Meraklısına Linkler; 
(okumak için üye olmak gerekli)

21 Nisan 2012 Cumartesi

Dikkat Hipotenüs!!

Çoğumuzun en son lise yıllarında gördüğü, bir daha görmemek üzere veda etmiş olduğu geometri, hayatımızın ilerleyen bölümlerinde, bizi hazırlıksız yakalayabilir. Yolda giderken mesela; aniden bir yokuş, sıradan da değil üstelik, tam anlamıyla hipotenüs; bir gün, bir daha karşımıza çıkabilir. O an gelmeden haberiniz olsun istemez miydiniz? 

Hayatın dik yokuşlarından evvel, bizleri uyaracak bir ikaz levhası istiyorum ben!

Bu isteğim çok mudur? 

Karşılığı yok mudur? 


20 Nisan 2012 Cuma

Şairin İmza Günü

Abartılı ses tonu ile şiir okunmasından haz almıyorum, bilakis rahatsız oluyorum. Ne şiiri ne de okuyanı ciddiye alamayıp bazen de gülüyorum üstelik. Hele bir de eğitimsiz, terbiye edilmemiş bir ses ise okuyan, daha bir batıyor kulağıma. Şiir ile arama koskocaman, aşılmaya gerek duyulmayan bir engel giriyor Dün de öyle oldu. Saat 16'da başlayacak Murathan Mungan'ın "Edebiyatla Alınan Yollar" söyleşisini kaçırmak istemiyordum, Konferans salonuna saat 3:!5'te girdiğimde oturma yerlerinin yarısı boştu. Gözüme ilişen ilk sandalyeye iliştim. Sahnede bir kadın; Hayat yorgunu bir kadının gençliğindeki haline sorular biçiminde kurgulanmış bir şiiri okuyordu. Bu denli didaktik okunmaya çalışılmasaydı eüer, sözler anlamlı gelebilirdi. Ancak kadının sesi mezarından tahta gıcırtıları çıkartarak çıkmaya çalışan bir hayaletin çıkartacağı seslerin bütünü gibi çıkıyordu. Mikrofonun iyice metalikleştirdiği ses "Kızıııım ne oldu sana böyleee?" diye hışırdarken şiiri kaydetmeye karar verdim. Tam kayıt tuşuna basıyordum ki şiir de söyleşi de bitti. İsteksiz bir kaç alkıştan sonra, Murathan Mungan söyleşisini kaçırmak istemeyenler salona akın etmeye başladı. Ben de önlerde bir yer bulanidim.  Erken gelmekle iyi etmiştim, iğne atsan düşmeyecek bir kalabalığı hayal edemezdim. Etseydim zaten gitmezdim bile.  

Yazar sözlerine hasta olduğı, bu defa coşkulu bir Murathan dinleyemeyeceğimiz uyarısı ile başladı. Sinemadan, müzikten, hayattan ve bunların edebiyata değdiği noktalardan konuştu. Konuştukça sesindeki hastalığın izleri silindi. Kendisindeki üretkenliğin nedenleri, çocukluğu, yazarlığı, unutulmamış, tanınmayı haketmek için yılların geçmesini beklemiş yazarlardan bahsetti. Soru cevap kısmına gelindiği vakit, ön sıralardan, bir genç kadın aşkla ilintili bir soru sordu. Tam o esnada konferans salonundan imza salonuna doğru hareketlenen iki genç erkek dikkatini çekti yazarın:

"Bir yerde aşktan söz edilmeye başlandığında, bilin ki en önden erkekler kaçar" dedi, ve devam etti.

"Çocuklar kusura bakmayın ama topu öyle bir yerde kaptırdınız ki gol atmasam olmazdı" Bunlar konferansın kahkaha ve alkışlarla bölündüğü anlar oldu.

Söyleşinin her okura kattığı başka bir şeydir şüphesiz. ben de koca söyleşinden bir cümleyi aldım hafızamın bir kenarına yazdım. Konferanstan sonra imza almak için sırada saatlerce beklemek de oradaki yüzlerce kurun her birine başka bir şey kazandırmıştır muhakkak. Korsan kitabına ısrarla imza almak isteyen iyi giyimli bir kadının ısrarcı hali o esnada etrafta olanların aklında garip bir anı olarak yerini alacaktır sxanırım. 

Sıranın bana gelmesine iki kişi kalmıştı ki, yazar rahatsızlandı. Derin bir nefes çekip yüzünü kapattı, kalktı ve görevlilere döneceğini söyleyerek, dışarı çıktı. Önümdeki, adaşım olan kız, geçen sene de bunun aynısı oldu, müsaade istedi gitti ama geri dönmemişti" dese de beklemekte kararlıydık. 

Yazar söz verdiği gibi beş dakika sonra aramızdaydı. 

Murathan Mungan'ın imza verirken yazdığı cümleler, sıradan değildir. Her biri; üzerine ya o anda, ya da önceden çalışılmış, kitabı daha bir değerli kılan, hatta beki defalarca okuduğunuz o sayfaları, size, sadece size bağışladığı o yeni cümlenin sihri ile daha önce sizden gizlenmiş olan yeni anlamlarını keşfetmenize yol açacak anahtar cümlelerdir. İmzaya, "Şairin Romanı"nı getirip, o kitapta gizlenmiş olduğu kelimeyi söyleyerek, onu yazmasını isteyecektim ama evden çıkarken son anda fikrimi değiştirmiştim.

Kendisine elimdeki kitabın benimle birlikte çok gezdiğiniz söylediğimde.
"Nereden buldunuz bunu?" diye sordu   
"İlk çıktığında satın almıştım, ve imza için gelip kalabalığı görünce caymıştım, bu kitap yazarına tekrar gelmek için çok bekledi" dedim. 
"Bu kadar nadir bir kitaba, sıradan cümleler yazılmaz" diyerek solundaki kalem yığını içinden bir tanesini seçti. Ve yazmaya başladı.

Teşekkür ederek oradan ayrıldım. Beklediğime değdi, kitap yazarının eli kendisine değdiğinde başka bir anlam kazandı.  

Darısı Şairin Romanı'nın başına, hatta, nadir hale geldiği zamana...


Kolaj: Şair - D.M.

Sonra; O Kitapları...

Kurumun icra kurulu; yöneticilerinin arasından parmak kaldırıp maliyetten söz eden bir tanesini endişelerini dinledi. Yöneticilerine o kitapları hediye etmekten vazgeçince maliyetlerdeki düşüş devede kulak misali kaldı. Ancak hesaba katmadıkları bir şey vardı ki, üniversite yıllarında muhasebe ve stok yönetimi ile ilgili derslerine az buçuk kulak kabartan kimselerin yabancısı olmadıkları bir konuydu bu. Stoklamak kolaydı, stoklardan çıkartmak esastı. Bir müddet sonra yöneticilere de kitap gitmez olunca, zaten dağıtım ağları zayıf olan yayın evinin elindeki stoklar, mevcut stok alanlarını dar getirecek biçimde artmaya başladı. Bir yandan habire basılan ve diğer yandan zaten dağıtımı ağır aksak ilerletilmeye çalışan kitaplar. Stoklar şişti, şişti ve sonunda doldu.  İşte tam o sırada biri şunu akıl etti; "Bu kitapları farklı şehirlerdeki bazı birimlerimize gönderelim, onlar satsınlar"

Benim birimime de bir kaç yüz adet kitap gönderildi. Böylelikle ben ve elememanlarım; sanayi sitelerinde kitap satmaya çalışmanın, sahiden de müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan farkı bulunmayan bir ticari başarısızlık öyküsüne kaynaklık edeceğini öğrenmiş olduk. Hoş bu sonucu baştan da tahmin edebilirdik. Siz birim müdürlerine kitap okutamamışsınız değil mi? Sanayi sitesi n'apsın kitabı? Tabi bu sorular aklı başında  insan kuşkuları, masa başından bakınca sanayi sitesindeki patronların yükünü tuttukları ve bunun sonunda   elbette kitap alacakları intibaı uyanmış olabilir.

Kitaplar bize biz kitaplara baktık bir kaç ay. Yıl sonu yaklaşırken kitaplardan kurtulmak için bir yöntem aklıma geldi. Sene biterken adetti; müşterilerle hediyeleşirdik. Müşterilerden, kitap okumaya en meyilli olabilecek kimselere o kitapları hediye ederek birimindeki stokları erittim. Kitaplarımın hepsinin stoklardan çıkışını yaptırdım. Kitap stoğumun eridiğini genel müdürlük dolaylarından kimse farketmedi. Sonra kitapsız kitapsız işimize devam ettik.  

Belki de o sanayi sitesinde birileri, hanelerdeki kitap yoğunluğuna dair bir anket yapsaydı, sonuçlar yanıltıcı olabilirdi. Ama o kadar sapma, hangi ankete olsa reva, değil mi?


19 Nisan 2012 Perşembe

Sen Okurken, Bir Başkası...

Uzun süre çalıştığım kurumun hoş bir uygulaması vardı. Halkla ilişkiler müdürlüğümüz, kurumun yayın şirketinden seçtiği kitapları yöneticilere iki ayda bir gönderirdi. Gelen paketin boyutu her seferinde aynı olurdu, içinden çıkan kitap sayısı değişirdi. Kitap karıştırmayı, okumayı seven herkes bu uygulamadan memnundu. Bu sayede evdeki kitaplığımın önemli bir bölümü gelir gelmez okuduğum bu kitaplarla dolmaya başladı. Onlarca roman, öykü kitabının yanı sıra; tarih, anı, biyografi, deneme, araştırma kitapları da geliyordu. Daha önceleri  ilgi duymadığım türde kitapları bile böylelikle okur olmuştum.

Kurum ilginçti ama, memnun olandan ziyade memnuniyetsiz olanın sesi, arkasından üfleyenlerin kantarda ağır basmasına bağlı olarak yeri geldiğinde güçlü çıkardı. Öyle ki ateş olmayan yerden duman çıkartılır, harıl harıl yanan yere şırıl şırıl akan su muamelesi yapılırdı. Yılda iki kez yinelenen büyük toplantıda içi bücürün biri söz aldı. Kendince çarpmış bölmüş yöneticilere verilen kitapların maliyetini hesabetmişti. "Yazık değil miydi kuruma? Bu kadar para kimselerin okumadığı kitaplara akıyordu." Para denilince akan su bile dururdu. Yapı Kredi Bankası değildik ya sonuçta, onların yayın şirketleri için sloganı "En değerli Kağıtlara yatırımı biz yapıyoruz" iken, kitabın değerinden ziyade maliyetin ehemmiyetinin altı çizilmişti onlarca bakan, görmeyen, okumayan gözün önünde. 

Ertesi ay, daha sonraki aylar bir daha kitaplarımızı gören olmadı.  

Okumayanlar vardı elbette. 

Bir ara aynı şehirde başka bir birime transferim yapıldı. Görevime başladığım gün, yanımda götürdüğüm üç beş ofis eşyasını, yalnız kaldığımda, dolaplarıma yerleştirmek üzere kapakları açmamla yığın yığın kitap paketini görmem bir oldu. Çok şaşırmıştım. Kİtap paketlerinin arasında bir çift arkası basılmaktan yer etmiş  siyahi uzun burunlu ayakkabı duruyordu. Okunmadığını söyleyenler vardı da paketi bile açmayacak denli öküzlerin olduğunu da böylelikle öğrenmiş oldum. Akçam üzeri birim çalışanları ile yaptığım toplantı sonrasında kitapların hepsini okumaya ilgisi olanlar arasında bölüştürdüm. İçlerinden bir tanesi bile okunsa kâr değil mi? 


Resim: Reading and Art - Marta Kiss

18 Nisan 2012 Çarşamba

Jülyet Kolanyaları

Ege'de bilinen bir kolonya markasıydı Jülyet. Anemon ve limon seçenekleri vardı. Şehirler arası yollarda, heyelan tehlikesinin olduğu yerlerdeki taş duvarların üzerinde en çok rastlanan ikinci isimdi. Birincisi Akçora Gömlekleriydi. Jülyet Kolonyaları da ikinci sık rastlanan ürün ismiydi. Beyaz kireç boya ile taş duvara yazılırdı.

Bu kolonya yaşadığımız kentte imal edilirdi. Üniversite yıllarımda en yakın arkadaşlarımdan birisinin babasının bu kolonyayı i,mal ettiğini öğrenmiştim. Kentin en işlek noktasında bir tuhafiyeci dükkanları vardı. Dükkanda bir sürü dikiş, nakış malzemesinin yanı sıra imal ettikleri kolonyayı satarlardı. Yaz tatillerinde arada vakit öldürmeye onun yanına giderdim. Babası dükkanı oğluna emanet etmiş, öğle uykusuna eve gitmiş olurdu. Çocuklar, kadınlar ellerinde içi boş kolonya şişeleri ile gelir pompalı şişeden Jülyet Kolonyası doldurturlardı.

Dükkandaki bir diğer hizmet de tuhaf bir tartı makinesi idi. Kilosunu öğrenmek isteyen kişiler tartıya çıkar, işlemi yapacak olan da bel hizasında bir yerdeki demirin üzerinde ağırlıkları dengelemeye çalışırdı, dengenin oluştuğu noktada ibre durur, tartılan kişinin kilosunu gösterirdi. Bir gün arkadaşımın dükkanında oturuyorduk içeriye şişman bir kadın girdi, elinde minicik plastik bir plastik kolonya şişesi. Kadınların el çantalarında bulundurdukları cinsten işte. Kolonyasını doldurtan kadın bir de tartıldı. Tartılırken fısır fısır kendi kendine bir şeyler söylüyordu. İşlemin sonucu öğrenince üzntülü biçimde dükkanı terk etti. 

- "Ne diyordu?" diye sordum arkadaşıma.

Meğer iki günde bir gelip tartılırmış. Tartılırken de "Allah'ım ne olur daha hafif çıkart beni" diye yalvarırmış. Tabii ki ibre giderek daha büyük kilolarda duruyormuş. 

- "Kolonyayı bahane ediyor, derdi tartılmak" dedi arkadaşım.

Seneler sonra italyan asıllı bir fotoğrafçısı bir seminerin konuğuydu. Konuşmasının bir bölümünde Büyük Ada günlerindeki kolonya kokan kadınlardan bahsetti. İçlerinden kilolu bir kadın sürekli tuhafiyecideki bir tartıya çıkar, tartılırken "Tanrım beni hafif çıkart" diye yakarırmış. Bunu duyduğumda yüzüme huzurlu bir gülümseme yerleşti. İnsanlar çift yaratılır dedikleri doğruymuş meğer. 

Okulu bitirdiğimiz yaz merak edip kolonya imalathanelerine gittim arkadaşımın. İlk kez kolonya nasıl imal edilir görecektim. Alkol ile parfüm belli bir sıcaklık derecesinden birleştirildiğinde ayrılmaz hale gelirmiş. İzlemesi sıkıcı bir uygulamaydı ve ortalık anemon kokuyordu. Koku günlerce burnumdan gitmedi. Ne zaman o günü anımsasam o koku geri geliyor. Artık Jülyet Kolonyaları satılmıyor. Hatırlayanı bile azdır, ama o güzel kokuyu var ya ben hala hatırlarım. 



17 Nisan 2012 Salı

Saklanan Kedi

Kimin aklına gelir, hayli işlek bir caddede, köşedeki elektrik panosunun ardındaki, insan elinin zor gireceği kadar dar bir aralığın bir sokak kedisine yuva olacağı.

İşlek yerlerdeki kuytular bile kedilere yuva. Kuyruğunu görmeseydim, ben de farkedemezdim.  

Fotoüraf : Saklanan Kedi -D.M.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Buhar Olsam, Bulut Olsam

Bu ara mimler sıklaştı, böyle olunca da ihmaller çoğalmış oluyor. İri Turuncu Balık ile Sessiz Prenses şu aralar pek revaçta olan "olsam"lı mimi gönderdiler. Blog arkadaşlarında keyifle okuduğum bu mim için ikisine de çok teşekkür edip sıcağı sıcağına yazıyorum. 

1 - Yemek olsan ne yemeği olurdun?
Okurken kolay gelen mime daha ilk soruda takılacağım nereden gelirdi aklıma. Yemek olmayı hiç düşünmezdim, hatta istemezdim de bu yüzden yamyam filmi bile izleyemem, yemek olmak istemezdim. Ama sevdiğim yemeklerden birini söyleyeyim anlaşalım. Bu ara sarmaşık otunun tam zamanı bir iki haftaya kalmaz tükenir, o yüzden zamanı gelmişken sarmaşık yemeği diyorum. 

2 - Müzik aleti olsan ne olurdun?
Eskiden olsa Harp olurdum ama şimdi sample zengini bir PC olsam daha ne isterim, istediğim enstrüman ses ile istediğim melodiyi çıkartabilirdim böylece. 

3 - Araba olsan hangisi olurdun?
Araba olmak istemiyorum. Ben helikopter olmak manzaraya baka baka gezmek istiyorum. İnsanı bile deli eden bu trafklte araba olsam çıldırmam an meselesiydi, o yüzden trafiğe bulaşmadan uçayım ben olmaz mı? 

4 - Aylardan hangisi olurdun?
Tipik bir terazi burcu erkeği olarak, ne sıcak ne soğuk bana yaranabilir, o yüzden tıpkı bu günlerdeki gibi ılıman havalar tercihimdir. En güzeli Nisan bence. 

5 - Ayakkabı olsan hangisi olurdun?
Öncelikle sağlam bir ayakkabı olurdum. Ama içindekini de rahat ettiren, sağlam, rahat bir ayakkabı. Bağcıklı bir pabuç ya da yumuşak derili bir yürüyüş ayakkabısı. 

6 - Kıyafet olsan hangisi olurdun?
Bu soruya deli gömleği diye cevap vermek geçti ilk evvel aklımdan ama durun biraz düşüneyim de cevap vereyim. Tamam buldum, bildiğin kıyafet olurdum işte. Hareket etmesi kolay, sıkmayan, hem rahat, hem şık ve temiz bir şey. Detayına fazla aklım ermez. Kravatı olmasın da, sweat shirt, altına rahat bir pantolon işte, o kadar. Ayakkabıyı da az evvel olmuştum zaten, bir de çorap, tamam işte. 

7 - Renk olsan hangisi olurdun?
Laciverdin bütün tonları olurdum. Yakışır.  

8 - Hayavan olsan hangisi olurdun?
Kedi olurdum, var mı ondan daha rahatı. 

9 - Şu anda okuduğun kitabın 137. sayfasında ne var?
Murat Gülsoy'un "Tanrı Beni Görüyor mu?" isimli öykü kitabında resimli roman gibi anlatılmış kolaj hikaye var, sayfa numarası bile yok ama saydım 137. sayfa olan yerden alıntılıyorum: "Köşk satılıp, paylaşılan paralan işgüzar damatların elinde müthiş yatırımlara dönüştü. Toplu halde banker furyasında kaybettiler, işte o tarihte ben yirmilerimi sürdürüyordum, para etmeyen ne varsa alıp bekâr evime koydum. Albümler, ağaç işleme aletleri, dedemin tıraş takımı, eski Lupitel marka fotoğraf makinesi. Hâlâ çalışır. Nefis de fotoğraf çeker. Altı çarpı altı negatifleri şimdikiler gibi değildir. Resmi büyütürsün, büyütürsün, netlik hiç kaybolmaz."

İşte bu kadar ben de bu mimi Leylak Dalı ve Yazabilen Yaratık'a gönderiyorum. Yanıtlayacak olurlarsa sevinirim. 


Resim: René Magritte - Not to be reproduced

Dumas Klübü ya da Richeliu'nun Gölgesi

... Savcı bir kez daha baktı cesede. Parmak izi alan polis memuru, elinde kitap, yerden kalkıyordu. 
"Şu açık duran sayfa da ilginç"
Uzun boylu polis omuzlarını silkti. 
"Ben pek fazla kitap okumam" dedi. "Ama Porthos şu şeylerden biri değil miydi?... Athos, Porthos, Aramis ve d'Artagnan." Parmakları ile isimlerini sayıyordu, bitirince durakladı, biraz düşünceli: "Tuhaf, hep merak etmişimdir, niye üç silahşörler denir!  Aslında onlar dört kişi." dedi polis memuru....

....ELindeki bilgilere göre Dumas yazarlık hayatının farklı dönemlerinde tam elli dört yardımcıyla çalışmıştı. Yardımcılarının bir çoğu ile ilişkileri kavgayla son bulmuştu. Ama Corso'yu tek bir isim ilgilendiriyordu:

Maqut, Aguste Jules, 1813-1886. Alexandre Dumas'ya birçok tiaytro yapıtlarında ve 19 romanında yardımcı olmuştur. Bu eserlerin en çok tanınanları Monte Kristo Kontu, Kırmızı Evdeki Şövalye, Sİyah Lale Kraliçesi'nin Gerdanlığı ve özellikle Üç Silahşörler dizisidir. Maquet, Dumas'nın yanında çalışarak ün ve bol para kazanmıştır. Dumas'nın sefalet içinde ölmesine karşın, Maquet Saint Mesme'deki şatosunda zengin olarak dünyaya veda etmiştir. Dumas'nın kendi başına yazdığı hiçbir kitap uzun ömürlü olamamıştır.

Kendi tuttuğu notlara geçti. Dumas'nın Anıları'ndan alıntılara rastladı:
"Kolay okunan yazını biz icad ettik, Hugo, Balzac, Soulié, de Mouset ve ben. Ve böylece, bu tür yapıtların yazarları olarak iyi kötü nam kazandık."
"Gerçeklerin karşısında benim hayal gücümle yarattıklarım, bir kimsenin harabeleri dolaşırken, yıkıntılar arasında artık olmayan koridorlarda kapılardan başını eğerek, ilerleyerek, binanın yaşam dolu günlerini gözünde canlandırması, neşeli şarkı ve kahkahalar ya da acı hıçkırıkları duyması gibi bir şey."



Dumas Klübü - Arturo Pérez Reverte
İletişim Yayınevi -1998
Çeviren: Peral Bayaz Charum

Meraklısın Linkler:

15 Nisan 2012 Pazar

Basit Bir İspanyol Yemeği: Pisto Manchego

Havaların ısınması yazın müjdecisi. Hayli soğuk ve uzun bir kıştan sonra bu sene yazın sıcağından belki yakınmayız. Kim bilir? Yazın hayat daha kolay, yiyecekler bile daha lezzetli. Vladimir de mutfak meselelerine ucundan kıyısından bulaşıyor elbette. Bugün sizlere lezzetli ve çok basit ve üstelik Türk damak zevkine hayli yakın bir İspanyol yemeği tarifi vermek istiyorum: Pisto Manchego. Sebze Güveci anlamına geliyor. Bu yemek sıcak olarak ızgara et, köfte ya da tavuk yanında servis edilebildiği gibi soğuk olarak tek başına da tüketilebilir. İspanya'da yanında sahanda yumurta ile bile servis ediliyor. O derece yaygın. İsmi alengirli gelse de, bu leziz yemek  her Türk mutfağında en sık kullanılan malzemeler ile yapılıyor. 

Pisto Manchogı için gereken malzemeler:
1 Çay bardağı Zeytinyağı
1 Orta büyüklükte soğan
4 Orta büyüklükte kabak.
2 Orta büyüklükte patates
3 Orta büyüklükte domates
1 Diş sarmısak
2 Bir tatlı kaşığı biber salçası
Çeyrek demet Maydanoz
Arzuya göre tuz

Hazırlanışı:
Soğanların kabuğu soyulup önce ikiye bölünüp, yarım halkalar halinde dilimleniyor. Kabakların sap kısmı temizlenip uzunlamasına dörde, daha sonra küp küp kesiliyor. Patatesler soyulup sekiz iri parça halinde dilimleniyor. Domateslerin kabukları soyulup, her biri sekiz eşit dilim haline getiriliyor. Sarmısağı ve maydanozu ince ince kıyıyoruz. 

Pişirilişi:
Yağı yemeği pişireceğiniz kapta kızdırıp soğan dilimlerini içine atıyor yumuşayıncaya kadar (pembeleşmesin) çeviriyorsunuz. Soğanlar tamam olunca üzerine salçayı dökü biraz karıştırıyor ve hemen doğradığımız sebzeleri atıyoruz. Sebzeler suyunu saldığında sarmısağı, tuzumuzu ve maydonozları ilave edip kağağını kapatarak yaklaşık yarım saat kadar pişiriyoruz. Arzu eden içine kırmızı pul biber de atabilir, sarmısak miktarı ile oynanarak lezzetinde ufak değişiklikler yapabilir.

Hazırlaması son derece pratik ve inanılmaz lezzetli bir yaz yemeği. Umarım beğenirsiniz. Afiyet olsun. . 


Hangi Gün?

Diyelim ki saatleri biliyorsunuz, ama günlerle sorunuz var. Geceleri geziyor da, gündüzleri uyuyarak geçiriyorsunuz ve böyle olunca da hava kararırken başınızı yastıktan kaldırdığınızda sanki çok önemli bir şeymiş gibi o günün ne olduğuna kafa patlatıyorsunuz ama bir türlü düşünerek bulamıyorsunuz. Çarşamba mı, yoksa cumartesi mi düşün düşün işin içinden çıkmayı beceremiyorsunuz. Artık kolayı var. Aşağıdaki gün saati size göre, yataktan kalkıp da afyonuzu patlamak üzere iken saate bakarak hangi günde olduğunuzu öğrenebilirsiniz. Boş yere kafa patlatmaya son.


14 Nisan 2012 Cumartesi

Güneş Çiçekleri

Çocukluğumda ay çiçeklerini çok severdim. Güne bakan ismi ile de anılıyor olmaları, onların gizemli bitkiler olduklarını düşündürürdü bana. Olgunlaştıkların zaman çiçeklerden bir tanesini kopartır, üç dört parçaya ayırıp, çekirdeklerini yerdik. Çiğdem derdik biz bunlara ama başka yerlerde ay çiçeği denildiğini sonradan öğrenmiştim. Ay çiçeği tarlalarında,çiçeklerin sürekli güneşe bakmalarını izlemek enteresan gelirdi.İki isimli olan bu çiçeğe bir italyan filminin ülkemizde gösterimi sırasında "Güneş Çiçeği" de denilmişti.


1970 yılı yapımı Güneş Çiçekleri (I Girasoli/Sunflower) isimli film ülkemizde yıllarca gösterimde kaldı. O yıllardaki her film gibi ülkemize gelmesi bir kaç yılı almıştı. Vittorio De Sica bu filmi birlikte 26 film çalışması yaptıkları Cesare Zavattini'nin senaryosundan çekmişti. Henry Mancini'nin müziği çok etkileyiciydi. Geçtiğimiz günlerde filmi yeniden izleme şansına kavuştum. Son yıllarda De Sica'nın birkaç filminin DVDsi yayınlandı, keşke bunu da yayınlasalar dedim izledikten sonra. Filmin en önemli yanı yönetmenin kişilerin duygu ve düşüncelerini izleyiciye aktarmak için seçtiği yöntem. Kamera başka nesne veya insanların hareketlerine odaklanarak oyuncuların duygu ve düşüncelerini anlatıyor. Bunu hissettirmeden, doğal biçimde yapıyor. Boşlukları izleyici dolduruyor. Tıpkı iyi yazılmış bir romanı okur gibi izlemek düşüyor bizlere de. 




İkinci Dünya Savaşı'nın bitmesinin üzerinden bir kaç sene geçmiştir. Film İtalya'daki Giovanna'nın (Sophia Loren) hikayesi ile açılır. Geçen yıllara rağmen hala binlerce kişiden haber alınmamıştır. Tam burada upuzun bir flashback ile onun ve eşinin hikayesi başlar. Giovanna kocasını askere gönderdiğinde daha bir kaç günlük evlidir.Askerden kaçmak için çok uğraşmış, akıl hastası numarası ile de başarılı olamamıştır. 

Kadın, Antonio'nun (Marcello Mastroianni) haberini bekleyerek tükenmektense onun resimlerini yanına alıp Rusya'da onu aramaya koyulur. Film genç kadının onu arayışına odaklanır. Kocasının son görüldüğü rus kasabasından başlar onu aramaya.  Kadının yolculuğu çok zorlu geçmekte, kocasının izini bulma umudu günden güne azalmaktadır. Onu ya da gömülü olduğu yeri bulacak mıdır?

Dikkat Spoiler! 

Aşağıdaki fragman filmin özeti gibi, ileride filmin tamamını izlemeyi planlayanlar uzak durmalı.




Filme dair kısa notlar:

Filmin müziği Gennry Mancini'ye ait, gösterime girdiği sene en iyi film müziği Oscar Ödülüne aday gösterilmiş, aşağıdaki linkle kısmında filmin müziği üzerine yazılmış çok güzel bir şarkı yer alıyor. Kesinlikle dinlemenizi öneririm.

Filmde kısacık bir sahnede Sophia Loren'in çocuğunu kendi oğlu, Carlo Ponti, Jr. oynamakta. Kendisinin ilk ve son sinema deneyimi. 




I Girasoli / Sunflower - 1970 
Yönetmen: Vittorio De Sica
Senaryo: Cesare Zavattini
Müzik: Henry Mancini

Oyuncular:
Sophia Loren
Marcello Mastroianni
Ludmila Savelyeva

Meraklısına Linkler:

Huzursuz Olurmuş Su

Bildiğim çok şey var da suyu bilmiyormuşum meğer.

Geçen akşam bir söyleşiye katıldım. Anlatıcı söze sudan girdi.

Bulunduğu ortamdaki, dışa vurulan duyguların suyu etkilediğini anlattı. Su kristalleri kötü sözlerden, kavga edenlerden, şiddetin her türlüsünden, kıskançlıktan, nefretten, asabiyetten etkilenirmiş. Bozulurmuş kristallerin sükuneti ve birbirlerinden kaçarlarmış, itişirlemiş. Huzursuz olurmuş su. 

Müziğe de tepkisi farklıymış su kristallerinin, heavy metal, hip-hop, caz, pop, klasik, klasik türk musikisi, her türe, her melodiye farklı tepki verirmiş su. Göremezmişiz bakmazsak. 

Ebru sanatçıları mesela...

Onlar suya nakış işlerken, küfür girmezmiş atölyeye, kötü söz edilmezmiş. Şöyle yan masadaki ebru sanatçısının deseni benimkinden güzel oldu diye içinden yükselen kıskançlığı bir serbest bıraksan su dalgalanırmış belli belirsiz, odadaki tüm desenler kıpırdanırmış, huzursuzca. Bozulurmuş şekiller. Desenlerin arasındaki boşlukları görürmüşsün, sudaki öd bile mani olamazmış bu dengesiz atmosfere.   

Dörtte üçü sudan ibaret bir bedeni taşıyoruz hepimiz. Tevekkeli değil mi huzursuzun biri bozar tümden dengemizi. Kıskancın şuursuzluğu, bozar havanın süt limanlığını. Kötü düşünürsek her şey kötüye gider, kötü konuşursak kötülükler de bizi bulur. 

Huzursuz olurmuş su. 

Hepsi suyun yüzündenmiş, hepsi suyun üzüntüsündenmiş. 



Meraklısına Linkler: