1 Haziran 2011 Çarşamba

Geceye Mektuplar - 1

Aynaların olmadığı bir dünyada yaşamış olduğunuzu farz edin. Yüzünüzü düşleyecektiniz. Ve sonra size kırklı yaşlarınızda bir ayna verilse ne biçim bir dehşete düşerdiniz biliyor musunuz? Bütünü ile yabancı, anımsamadığınız bir yüz. Ve o anda tek bir şeyi açık seçik anlayacaktınız: Yüzünüz siz değilsiniz…

Milan Kundera

Çoktan beridir bir takım yazılar yazdığını söylüyordu ve nedense ısrarla yazdıklarını benim okumamı istiyordu. Bu konuda kendime faydam yokken ona nasıl bir yararımın dokunmasını umuyordu bilmiyordum. Okumaya merakı olan ve eli iyi kötü kalem tutan bir çok insan dostlarına, vakit buldukça bir şeyler karaladığından bahseder. Ancak, bu gibilerin çoğu için yazma eylemi minik bir yalandan ibarettir. Aslında, belki de her birinin yazmak istediği bir dolu fikri vardır. Belki de bu fikirler gecenin bir vaktinde tepelerine üşüşmekte kah evlerindeki boş koridorlarda, kah gece ve gündüz derin bir rehavetin hüküm sürmekte olduğu penceresi karşıdaki apartmanın solgun renkli duvarını manzara edinmiş arka odalarda gelişi güzel dansetmektedir. Ancak gelin görün ki hazırlıksız yakalanılan fikir yağmurları yazmak için yeterli değildir. Kişinin ya bu işe ayıracak zamanı yoktur ya da zaman bulduğunda sağanak halinde üşüşmüş fikir yağmurlarından geriye bir tek damla bile kalmamıştır. Sabırla ve emek harcayarak geliştirilebildiği takdirde enteresan olabilecek bir takım temaların izleri hatırlandığında ise, bu sefer de insanların içinde bunları yazmaya yetecek miktarda dürtü kalmamıştır, Yazmak eylemi sadece bir fikir olarak bile yormuştur onları, henüz iş başa düştüğünde derhal bıkmışlardır. Böyle düşünüyordum aylar boyunca, her karşılaşmamızda bana yazmaktan söz ettiği anlarda. "İşte benim gibi bir yazma heveslisi daha ve belki de yazmaya nereden başlayacağını bile bilmiyor henüz."


Bir kaç arkadaş bir kafeteryada buluşacaktık. En erken ben gitmişim meğer. Fazla hareketli bir gündü, işten yeni çıkmıştım, biraz yorgundum. Bahçenin köşesindeki büyük Masaya yerleştim. Çantamı henüz bir ucuna iliştiğim koltuğum ile duvar arasındaki dar boşluğa sakladım. Ismarladığım kahveden dilimi yakmamak için temkinli bir yudum almıştım ki, kafeteryanın bir ucundan bana doğru ilerlediğini dördüm. Kızıl saçlarını arkada toplamış, kot pantolon, kırmızı renkli pabuçlar ve minik çiçek desemleri işlemeli kısa kollu beyaz bir gömlek giymişti, omuzunda içinden neler çıktığına her zaman şaşırdığım iri çantalarından bir tanesini taşıyordu. Yüzünde ise her zamanki gibi koskocaman bir gülümseme vardı. Kısa bir hal hatır sormadan sonra, bir sır verecek gibi baktı bana. Elini çantasına atarak içinden bir dosya çıkardı. Gözlerini gözlerime dikti. Usulca "Oku bunları" dedi.


Hiç beklemiyordum bunun olmasını. Üstelik başkasının yazdıklarını okumayı da istemiyordum. Tavırlarının gizem dolu bir hal alması, onunla bir sır daha paylaşıyor olma fikri bana itici gelmişti nedense. Yine de "Tamam" diyerek bana uzattığı dosyayı aldım. İlk sayfaya baktım "Geceye Mektuplar" yazıyordu. Sayfayı çevirdim;

"Merhaba.. Yıldızların arasından, yıldız tozlarını ardımda bırakarak geçtiğim rüyalarımdan ve kucağında yıldızlarla beni bekleyen dostumun dünyasından merhaba" yazıyordu. Merak uyandıran bir başlangıçtı.

"Kaldır ortadan lütfen, sonra okursun" dedi "Başkaları bilsin istemiyorum."

Bu söze itaat ederek yanımdaki evrak çantasına aceleyle itekledim dosyayı. Çok geçmeden beklediğimiz arkadaşlar da katıldı bize ve hep beraber hoş bir akşam geçirdik.


Vapura binmiş eve dönerken, çantamdaki dosya aklıma geldi. Hemen dışarıya çıkararak biraz karıştırdım. İki kişi arasındaki e-mail trafiğine benziyordu. Ancak bu iki kişi farklı farklı rollere bürünüp başkasıymış gibi konuşuyorlardı bazen. Bir kaç yerde sanal ortamdaki bir sohbet odasında konuşur gibi serpiştirilmiş diyaloglar ile elektronik postalara ara veriliyordu. Başlangıçtaki üslup sade ve daldan dala atlayan, nerede duracağını bilemeyen birisine aitken, giderek esrarengiz bir hal alıyor, kullanılan dilde zenginleşme, ifadelerde ustalaşma seziliyordu. Sonlara doğru okuduğum bir kısım hayli ilgimi çekti:


"Neredesin?"
"Ellerim boş"

"Ellerim havada asılı kaldı"


"Farketmedin mi? Elinden tutan birisini gördüm ben oysa. Hem de tutması gerektiği gibi. Sahiplenir gibi, sever gibi, okşar gibi. Düşün ve iyi hatırla"

"Dokunmak istediğimde sen rüzgara karışmıştın, rüzgar gibi esmiştin, aniden olmuştu gidişin"
"Estim elbette. Ama önce saçlarına doğru, sonra ılık tenine doğru, neden hissetmedin?"
"Her taraf karanlıktı, sessizliği bölen uğultlarını dinledim, giderken arkanda bıraktığın. Duvar kenarına, köşeye sindim. Sonra korktum, giderken huzuru aldın geriye sadece ve sadece yalnızlık bıraktın. Anlıyor musun?"

"Anlıyorum Çok iyi anlıyorum seni küçük çocuk. Anladığım korkularına çareler bulmak istiyorum. Ana var mı bende çare üretecek yetenek bundan emin değilim."

"Çok yalnız kaldığımı hissettim sen gidince. Nasıl söylesem. Ben yalnız değildim. Yalnız değilken en çok yokluğunun verdiği içimde, en derinden başlayıp tenime yayılan o ümitsizlik veren soğukluğu hissettim."

"Serseriler asla soğuğu hissetmediler. Onlar sadece sahip oldukları sıcaklığın kendilerini yakmasından korktular."

"Beni neden bıraktın?"

"Bu bulmacanın yanıtı çok değerli olabilir. Değerli olabilmesinin tek koşulu ise cevabını kendi içinde araman ve bulman"


Bu satırlardan sonrasını okumadım. Hem olumlu hem olumsuz izlenimler edinmiştim okuduğum kısımlara dair. Merak uyandırıcı olması iyidi ama diyalogların melankolik ve kendi iç dünyasına odaklanmış birilerinin izlerini talıyor olması bir miktar iticiydi. Bindiğim vapur Karşıyaka iskelesine varmıştı, yolcular inme telaşına kapılmıştı, onlar gibi acele etmem gerekiyordu. Kısa bir yürüyüşten sonra evime vardığımda, dosyayı çantamdan çıkarıp çalışma odasında, dergilerin arasına bıraktım.


Üzerinden beş sene geçmiş. Bugün o dosyayı yeniden buldum ve yazılanları okumaya başladım.



Fotoğraf: Lissy Laricchia

3 yorum:

Yorumlar